Doğa
Bu fotoğraflar için doğaya saygılı bir yaklaşımdan söz edebiliriz. Tüm fotoğraflar doğayla önceden kurulmuş derin bir ilişkiye
işaret ediyor, inceltilmiş ve hep içerde bir yerlerde korunmuş bir saygı duruşu izlenimi veriyorlar. Çeken, doğayla geçmişte
ilişkisini sessizlikler, sonsuzluklar üzerinden her nasılsa kurmuş da, şimdi geçmişin bu uzak duygusunun sahiciliğini sınıyor
sanki. Hatta bu saygılı selamlamanın içinde o saf ve bir daha ele geçmeyecek geçmiş için yakılmış gizli bir ağıtın kederi de,
dikkatli bir gözden kaçmayacaktır.
Bu incelikli yaklaşımdan öncelikle çıkan sonuç, bu fotoğrafların görüntülediği doğanın saldırgan olmaması… Doğa orada, kendi
bağımsız, içkin gerçekliği içerisinde başlangıçtan beri öylece
1 duruyor. Kendi içsesi ya da sessizliğiyle, öykülü insan anlatılarının geçici duygusal gelgitlerinden uzak mı uzak ve
tüm bunlara kayıtsızkalarak... Bakan üzerindeki etki de, doğanın, bu küçük insan oyunları karşısındaki aldırışsızlığının görkemli
bağışlayıcılığıyla ilgili olmalı. Fotoğrafların çekiciliği, doğanın bu oylumlu, geniş, sınırsız kucaklama, sarma yeteneğine işaret
edebilmesinden kaynaklanıyor sanırım.
Fotoğrafçı, incelikli ve saygılı duruşunu görünmezleştirerek (hiçleyerek) Japon kültürünün gizli doğa tapıncını da yerlileştiriyor
böylelikle. Doğanın bağışlayıcı enginliği, dramatik kurguları önemsizleştiren sonsuz yinelenebilirliği, sonuçta yüce bir
varoluşla, yücelikle yüzleşmeye ve bakarken yaşamın anlamını sorgulamamıza yol açıyor. Şunu söyleyebiliriz. Doğa barışçıl
önermesini (teklif) bu içtenlikle yapınca doğaya bakan (kamera)-göz de yalnızca saptayıcı rolle yetiniyor, doğanın üzerine üzerine
giden (yırtıcı, koparıcı, yıkıcı, vb.) bir öznelik, bir benlik, dramatik kişilik sapkınlıkları, hırçınlıkları göstermiyor.Doğanın
barışı insanın barışına dönüşüyor. Bu tarihte hırslar, kıyımlar, dayatmalar, damgalamalar, kişilik berkitmeleri yok.
Doku
Doğa, doku, örgü demektir. Sonsuz yinelenmenin ezgisi gibi dalgalanır orada. Başlangıçta oluşmuş, ortaya çıkmış varlığın
ilk eğilimi kendini bölünerek üretmek, yani kopyalamak, yinelemektir. Ama bu üç boyutlu fraktal dizi engelsiz, kusursuz
gerçekleşmez. Özdek (madde) sınırlanarak nesneye dönüşür. Yine de sonuç değişmez. Doğa kendi içinden türettiği (türev) engeli ile
ayrıca örgülenir. Ortaya aksak dizimle (ritim), ama genelleştirildiğinde tüm bozuk düzenleri bile dizimselleştiren bir yapı çıkar.
Bunun müzikal etkilerinin kaynağında evrensel titreyiş bulunmalı.
Fotoğraflara baktığımızda bu derin titreşimi algılıyoruz. Bu dokuya ilişkin görsel çözümler, görüntünün çerçeveyi aşan bir sonsuz
uzanım duygusu vermesinde yatıyor. Yinelenme çerçevenin dört yanından taşıyor. Enginlik, fotoğrafın karesinin dışından sızıyor
içeriye. Kimi fotoğraflarda doku yüzeyinde ayrıştırılmış bir figür (çiçek, vb.) fraktal mantık algısı içinde, bir üst çerçevede
dokunun dizimli bir kalıp-simgesine dönüşecektir. Fotoğraf doku üzerine düşen lekenin değil, leke üzerinden derin dokunun, örgünün
peşindedir.
Müzik ve Sessizlik
Özne öyküleri sesli, çoğu kez de gürültülüdür. Melodiktir. Buna karşılık doku öznenin koşuludur ama baskın ses ve gösterileri
silen bir eşitleştirme, eşdeğerli seslerden, hatta sesi silen karşı sesten (kontrapunta belki) oluşan yatay bir ses-sizlik dizisi
oluşturur. Bu ses-sizliği duymak için kulağı özel bir biçimde kabartmak gerekir, çünkü dip taraması, yinelenmenin hışıltısını
duyabilmeyi gerektirir. Fotoğraf(lar) bu ses-sizliğe özenle dikkatimizi çekmeye çalışıyor.
Ses(sizlik) elbette oluşla ilgili, varoluşun ses(sizlik)idir. Varlık, oluşu içinde,
kendindeliğin enginliği içinde yayılmış, algı ötesi pes ya da tiz ses-sizliğini yürütmektedir. Bunu yaparken yüz (varlık)
görünüp yiter, bir görünüp bir yiter. Bu sonsuzca sürecek bir dizisel anlatıdır.
Burada önemli olan nokta biz bakanların ve fotoğrafı çekenin üzerinde, doğanın kaynağındaki inatçı sessizliğin; ürkütücü,
kaygılandırıcı bir kendinde varlık-kütle etkisi yaratmaması. Varoluşçuluğun fenomenolojik varlığının yarattığı kaygıyı ve
bulantıyı yaşamıyoruz bu doğa fotoğrafları önünde. Belli ki bu fotoğraflar varlığın kökensel bileşimine, ses-sizliğine yönelse
bile, varlığın tanımsız kendiliğini değil, bakışı taşımayı seçmişlerdir. Bakışın doğaya giydirdiği bir duygu tonu perdeler bu doğa
tanıklıklarını. Bir kimlik, bir öznelik imi, bir kabartı taşımasalar da bakanın soyutlamasına dayalı bir gizil açı, fotoğraflara
damgasını vurmaktadır.
Öyleyse doğayla, bütün ayıklamalar yapılıp, bütün derinliklere inildikten sonra, en sonunda dip yüzleşmeye değin gitmiyor bu
fotoğraflar ve fotoğrafçı henüz varlığın karanlık yüzüne, gecenin sonuna 2> yürümeyi düşünmemiştir.
Dağın gülümseyişi
Tarım gülümsemektedir. Yalınlığı ve yaygınlığı tipolojileştiren doğa, olumlu, yükselen, senfonik bir berileşme, sarılma, çağırma,
katma, olumlu bir yakınlaşma sergiler. Neredeyse bu bereket için, bu doğakabarışı için insan (emeği) bile gereksiz gibidir. Birkaç
dam, ev, yakılmış ateş, otomobil farı bu dokunun bir parçası olarak insanı zorunlu kılmaz.
Dağ, üzerine düşen günışığıyla dingin ve eğimli akışı içinde gülümser ve gülümseyişinin ne nedeni, ne de amacı biz değiliz.
Güneşle dağ ya da beyaz kar örtüsü arasında, bizim asla arasına sızıp da kavrayamayacağımız bir ilişki-sizlik var. Ortada
anlatılan bir şey yok. Ne de kabul ettirilmeye çalışılan bir düşünce… Görüntünün herhangi bir aralığı yok, öylesine yok ki içine
girip de oradan bir öykü çıkaramıyorum. O dokuyu anlatıya dönüştürüp bir parçası olamıyorum ya da tersine, onu
insanlaştırıp(antropomorfizm) yozlaştırarak kendimin bir parçası yapamıyorum.
Bir fotoğrafçının amacı her şeyi kendi zamanında ve yerinde, ayrışıklığı içinde saptamak, görüntülemek olabilir mi? Bu fotoğraflar
bende bu soruyu oluşturdu, sormamı sağladı. Yoksa bakan (kişi), zamanları zamanlara, yerleri yerlere olmazlıklar içerisinde
düğümlemeyi, olmadık yeri olmadık zamana ilintilemeyi mi dert etmeli?
Peki böyle çekersek, fotoğraf, gelinen, uzanılan o yerde birdenbire çözülüp dağılmaz, dokusuzlaşmaz, böylesi önemli bir riski
üstlenmiş olmaz mı? Öyleyse sorumuzu değiştirelim biraz: Hangi zaman, hangi zamana ve yere kadar? Sorumuzu buraya getirmiş olsak
da bu fotoğrafların ortasında duran gerçek şu: onların zamanı ve uzamı (yer) bizim erişemeyeceğimiz zaman ve yerde, her iki
anlamda da ıraksar(dır).
Arınma
Eğer bu fotoğraflar bizimle diyalog kurmayı reddediyorlarsa, neden onlara hâlâ bakabiliyoruz ve bu bakıştan ne çıkabilir?
Bunun için söyleyebileceğim tek şey, fotoğrafları inceledikçe heybetli kibirimden, afra taframdan soyunarak, 'ete kemiğe bürünüp/kendim gibi göründüğüm'3dür. Doğa bana aldırmıyor diye hayıflanmak, karalar bağlamak yerine, orada, benden bağımsız, ayrı, kendi gibi
olmasındaki yüceliğin benim hiçlik deneyimimi bilince çıkarmama yolaçarak, aslında varlık şenliğine katılmamı böylelikle olanaklı
kıldığını düşündüm. Bundan iyisi can sağlığı demeyeceğim, aynı zamanda bundan iyisi doğamız.
Barış(man)ın zamanı gelmedi mi daha?