Baricco, Alessandro; Mr. Gwyn ((Mr. Gwyn, 2011)),
Çev. Şemsa Gezgin,
Can Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2013, İstanbul, 171 s.
Daha önce bir romanını,
Okyanus Deniz'i
(2009, özgün dilde 1993) okumuştum. (Aşağıya geçici
ek olarak koydum eski okumamla ilgili kısa yazımı.) Türkçede
hemen tüm romanları var, tümü de Can Yayınları'nca
çıkarılmış: öfke Şatoları
(Castelli di rabbia, 1991;
Can, 2001), Okyanus Deniz
(Oceano Mare, 1993;
Can, 2009) Bindokuzyüz
(Novecento.
Un monologo, 1994;
Can, 2007), İpek
(Seta, 1996; Can, 1997), Yarım kalmış
Bir Hayal
(Costellations,
1999; Can, 2007), Kent (City, 1999; Can,
2008), Homeros,
İlyada
(Omero, Iliade, 2004; Can, 2006),
Emmaus
(Emmaus, 2009; Can, 2011),
Mr. Gwyn
(Mr. Gwyn, 2011;
Can, 2016)Şafakta üç Kez
(Tre volte all'alba,
2012; Can, 2014).
Okyanus Deniz öyle kolayından unutulacak bir roman değildi, Mr.
Gwyn için de aynı şeyi haydi haydi söylerim. Böylece Baricco'u iki ucundan
(1993-2011), 20 yıl aralı okumuş oldum.
Mr. Gwyn çağdaş sözcüğünü karşılayan, önemli bir roman bana kalırsa.
Yukarıda kendilerinden yarım yamalak söz ettiğim Almanların bıraktığı yerden sorgulamayı sürdürüyor
sanki. Başa konulmuş Paul Valéry sözü 'Her şey bir kesintiyle
başlar,' bize ilk nedeni, gerekçeyi sağlıyor. ünlü yazar Jasper Gwyn, Regent's
Park'ta bir karar aldı, "(e)ve döner dönmez bir yazı yazdı, basıp bir zarfa koydu ve kenti
baştan sona geçerek, The Guardian gazetesine kendi eliyle götürdü. Kendisini tanıyorlardı.
Ara sıra onlarla çalışıyordu. Yayımlamak için bir hafta beklemelerini istedi." (11) Yazı, Mr.
Gwyn'ın kalan yaşamında asla yapmayacağı elli iki şeyin listesiydi. Listede en sonda, 'kitap
yazmamak' da vardı. Sonra Granada'ya tatile gitti. Telefonda ajansı Tom Bruce Shepperd: 'Şaka
mı bu?' Yanıt: 'Hayır, gerçek.' "Artık ilgilenmek zorunda olmadığı pek çok şey vardı. Bir hedef ya
da herhangi bir varış buyruğunu izleyen diğer atlar çatlayana kadar koşarken, o binicisinden
kurtulmuş, tırıs ve dalgın geri dönen bir at gibiydi (...) Yıllardır kendini böyle iyi
hissetmemişti." (17) Eski gazeteleri attı, rastgele trenlere bindi. Ama onu huzursuz eden bir
şey vardı. Yazmadan edemeyecekti anlaşılan, yazmayacağı şey belli, öyleyse ne yazabilirdi: Gezi
kılavuzları, kullanma kılavuzları, yazmanlık (başkalarının mektuplarını yazmak), çevirmenlik. Sonunda
kararını verdi: Kopyacı olacaktı. Son zamanlarda ardına düşmüş şişman bir kız sıkça çarpar
oldu gözüne.
Aile doktorunda sırasını beklerken yanına gelip oturan, şemsiyesini yere koyup ona şeker veren şu
yaşlı kadın Jasper Gwyn'sınız değil mi, diye soruyor. Evet, ama artık yazmayacak, kopyacılık
yapacak. Aman ne güzel, 'bu işi iyi yapacağınıza inanıyorum.' (27) Aradan bir iki yıl geçti
bile. Mr. Gwyn yitme duygusu yaşamaya başlar ve Tom, Rebecca'yı (şişman kız) göndererek kurtarır bu
karmaşa içerisinden onu. Aynı yazgıyı paylaştıklarını konuşunca anladılar:
"Yuvarlanıyorlardı." (29) Birisiyle, o yaşlı kadınla konuşması gerektiğini takınağa
dönüştürdü neredeyse. Ama öldüğünü öğrendi kadının. Yağmurda sığınabileceği bir kafe aranırken galeri
vitrininde bir tablo gördü, bir portre. Sonunda portre yapmak değil, portre yazmak istediğini
anladı. Portre yazacaktı. Bunu yaparak örneğin 'insanları evlerine götürecek'ti. İlk işi bir
stüdyo kiralamak oldu, eski bir garaj, ardiye. Bir tenis kortunun yarısı büyüklüğünde bir yer. Su
geçirmez başörtülü yaşlı kadın, hani şu ölen, Mr. Gwyn'i yatıştırdı: Başaracaksınız. Stüdyosunda önce
müzik eşlikli ortamı yaratmalıydı. Boşluklarla, seslerle, ışıkla, zamanla yeni bir ilişkilenme yolu
yaratmalıydı. Müzik, "yaprak hışırtısına benzeyen seslerle başlıyor ve sanki algılanamayacak
biçimde hareket ederek ve her tür sesi, sanki rastlantısal bir şekilde bularak ilerliyordu. Jasper
Gwyn'in gözleri doldu." (52) David Barber iyi iş çıkarmıştı. Sıra elektrikçideydi,
aydınlatmada. önemliydi çünkü ışık zamanla ilişkilendirilecekti. Ve çocuksu olacaktı:
'Tamam.' (57) Tabela: Jasper Gwyn. Kopyacı. Şimdi sıra portre yazdıracak model
bulmadaydı. Şu sekreter kız, Rebecca ile başlanabilir. Bir ay, çıplak, stüdyoda, kitap falan yok, beş
bin sterlin. Şişman kız kabul ediyor zorlansa da. Sonra ayinsel, özel deneyim başlıyor. Tek başına ya
da iki kişi olarak... Kadın stüdyo içerisinde, renk değiştiren ışıklar, müzik eşliğinde uzamı
yokluyor, dolduruyor, boşaltıyor, uzanıyor, Jasper Gwyn'sa uzak bir köşede elinde kağıt kalem gözlem
yapıyor, izliyor, birşeyler yazıyor. Konuşmuyorlar. Yazdığı kağıtları oraya buraya iliştiriyor.
Gözleyen ve gözlenen arasındaki sessiz dans öngörüldüğü gibi 30 gün (oyun) sürdü ve sonunda Rebecca
"ilk kez portresinin gözükmesine izin" verdi. (79) Zaman Rebecca'nın toplumsal örtülerini
sıyırması yönünde işledi. İçgüdüsel savunmalar yerini gün geçtikçe açıklığa bıraktı, çekinmezliğe. Ama
bildik eski öykü, kurgu bağlamlarını gözden yitirmesine yetti mi yeni durum? Tartışmalı. Belki eskiden
olduğu gibi beklenir adımı atması, bu aralığı kopyacının aşmasıydı gizli dileği. Oysa Mr. Gwyn
ciddiydi. "Asla daha önce aklına gelmezdi, dünyanın en saçma şeyi –o adamın ona bakması-
gereksinim duyduğu bir şey olmuştu, o olmadan kendisiyle ilgili hiçbir şey anlamıyordu. Yalnızca tek
başına olduğunda ya da adam ona bakmadığında çıplaklığını fark ettiğini anlayıp şaşırdı (...) Günler
birbirini kovaladıkça Jasper Gwyn'in ona yaklaşmasını istediğini keşfettiğinde şaşırıp kaldı, duvara
yaslanıp hiçbir rahatsızlık duymadan vereceği şeyi almakta isteksiz durmasına artık
sinirleniyordu." (85) Ve bitti, portre yazıldı, Rebecca onun karşısında kendi portresini okudu.
"'Nasıl yapıyorsunuz?' Gözleri yaşarmıştı." (109) Mr. Gwyn uzaklığı, aralıkları, boşlukları
yazarak dolduruyordu ama ya o? Portrelerini yaptıracak olanlar nasıl dolduracaktı tüm bu boşlukları?
ötekileri de kendisi gibi bu uzaklıkla başbaşa mı bırakacaktı yazar-ressam? Ve sonraki portre
çalışmaları... Mrs. Croner, Mrs. Harper... Ajansı ve dostu Tom Shepperd apar topar hastaneye
kaldırılınca ölüm döşeğinde arkadaşı onun da bir portresini yazmasını istedi ondan. Direndi ama
sonunda 'yazmaya başladı'. 9 sayfa ve Tom'un ricası üzerine ona okudu. "Tom arkadaşının
başını omzuna dayadı ve orada tuttu." (127) "Tom'un hayatta kalmayı başaramadığı haberi
geldiğinde, Rebecca ofisteydi. Ayağa kalktı ve hiçbir eşyasını almadan sokağa çıktı (...) Jasper
Gwyn'in evine vardı, zile yapıştı (...) Rebecca hiçbir şey söylemedi ama kendini hiç durmadan
saatlerce ağlamak için dünyadaki en uygun tek yer olduğuna karar verdiği Jasper Gwyn'in kollarına
attı. Sık sık olduğu gibi, biri öldüğünde geride kalanlara ölen kişi için de yaşamak düştüğünü
–yapacak daha uygun bir şey yoktur- anımsamaları biraz zaman aldı." (128) Ve Audrey...
Kötülük açısından özel bir yeteneği sahip şu genç kız, model... Rebecca'ya yazarla stüdyoda
seviştiğini söylerken acı çektirmekten zevk aldığı açıktı. Bu Rebecca için gerçekten üzücü bir
durumdu. "Eşyalarını alıp çıktı." (139) Arkasından izleyen günlerde yazar yitiklere karıştı.
Yıllar sonra bebeğiyle gezinen Rebecca kitapçı vitrininde Klarisa Rode kitabı görüp aldı. Kitapta
kendi portresini okudu: "Şu orospu çocuğuna bakın hele!" (144) Ama kitabın portreden bir yıl
önce basıldığını gördü. Sonra anladı. Jasper Gwyn başka bir adla (Klarisa Rode) başka kitaplar da
yayınlamıştı. Gizli portre dosyalarını çıkardı, okudu. Klarisa Rode'a ait kitabı yeniden okudu. Doc
Mallory'ye, okuma uzmanı eski arkadaşına (sahaf) gitti, bulmacanın içinden çıkmakta kendisine yardımcı
olsun diye. Mallory, Rebecca'ya okuduğu bir bölümü Şafakta Üç Kez'de
(Baricco, 2012) gördüğünü söylüyor. Bu kez bir üçüncü yazar (Hintli) çıkınca karşısına
Rebecca her şeyi birden anladı. O da (Akash Narayan) Jasper Gwyn'di. Oydu. Kendisinden kopyalamıştı.
Başkalarından değil. Düğüm çözülmüş, portrelerden başka adlarla yayınladığı romanlarına koyduğu iki
portrenin kime ait olduğunu anlamıştı Rebecca. Biri, kendisiydi ve Mr. Gwyn onu sevmişti. Ve
öteki...yazarın kendi portresiydi. "Neler yapabiliyoruz hayatta, diye düşündü. Büyüyoruz,
seviyoruz, çocuk yapıyoruz, yaşlanıyoruz –ve bütün bunları başka bir yerdeyken, gelmeyen bir
yanıtın ya da henüz sona ermemiş bir hareketin uzun süresi içinde yapabiliyoruz. Tek bir yolculuk
gibi duran yolculukta ne çok dar yolları nasıl da farklı adımlarla aşıyoruz." (161) Stüdyoya
lambaları yapan yaşlı elektrikçiyi bulan Rebecca ona sunulmuş kitabı verirken Jasper Gwyn'in ne yapmak
istediğini anlatmaya çalıştı: "Jasper Gwyn bizim kişi değil, hikâye olduğumuzu öğretti bana,
kim bilir hangi serüvene dalmış bir insan olduğumuzu düşünürüz, bu çok basit bir serüven de olabilir
ama asıl anlamamız gereken yalnızca o kişi değil, tüm hikâye olduğumuzdur. O kişinin yürüdüğü
ormanız, onu aldatan kötü insanız, çevresindeki karmaşayız, geçen tüm insanlarız, nesnelerin
rengiyiz, gürültüleriz." (167) çünkü bir ışık varsa, gürültü, yolun köşesi, yürüyen adam,
birçok adam ya da tek başına bir kadın da olacaktır. Bir hikâye düşünelim, onun bir yerlerde
varolduğunu ve bulduğumuzda portremiz olacağını...(168)
Roman bu. Görüleceği üzere kolayca gizemli suların kucağına bizi çekebilecek ama öte yandan yapıntı,
kurgu ya da yaratmanın evrensel anlamlandırma (signification) işlevine gönderme yapan çift
yanlı bir sınır romanı. Böylece anlıyorum ki Baricco sınır taşmalarıyla (ihlal) yakından ilgili biri.
Mr. Gwyn, kopuş eksenli anlatı geleneğine eklenmiş bir halka demeliyiz. Bunun metafizik anlatılarda
tansık (kayra, mucize) diye geçmesi bizi yanıltmasın. Aslında dün ya da bugün hangi düz ya da çapraz
bağıntı ile imgelenirse imgelensin özü 'kendinden çıkma'ya dayanır. Ya yerden çıkılır
(uzamdan, evden, yurttan, vb.) ya da zamandan, kronos'dan (takvimden, döngüden, bağlamdan)
çıkılır. İvme, itki de ya dışardan, ya içeridendir. Sonuçta aynı nedene (ilk'e) çıkar. Bu
devini, kinematika üzerinde durmayacağım. Büyük bağlamların büyük değişmecelerinden biri,
birincisidir: çıkma, olduğu gibi olamama, başkalanma. Bilinç kendini yerinden çıkmış olarak
kavradığında araya aynalanma (algılama ve anlatma) girecektir. Rilke'nin ne melek, ne insan üçüncü
türden varlık olan şairi birden belirir, Alaaddin'in lambasından çıkmış cin gibi. Resim boyanmaz, öykü
yazılmaz, bu ornatılmış anda ve yerde resim yazılır, öykü olsa olsa boyanır. Kuşkusuz çok eski dönüşüm
metinlerinden (dinsel ya da dindışı) beri yaşamsal bir anlatıdır bu. Dil kendini gösterir, başka
türden bir yakıştırmaya soyunur. Baricco'nun dediği gibi öykü giydirildikçe insan kendi ya da insan
olur. öyküler (anlatılar) özneleme, odaklama, kişiyi ortaya alma girişimleridir. İster yazılmış, ister
yazan olalım. Ama tüm odaklama girişimleri gibi bu da başarısızlıkla sonuçlanacak, sonunda evrenin bir
ortası olmadığını, ortada duranın eninde sonunda biz olmadığımızı anlayacağız. Sanatın karşısanat
tasarıdır bu. Sanat kendini yıkarak yürür. Bir yazar öteki yazardır ve yazarlar birbirlerinin
yerlerine geçer bir süre sonra. Tüm bu yerineliklerden (ikamelerden) sonra türümüzü sürükleyen ve
içerikleyen tortu kalır geriye: Bitmeyen öykü ya da kavga.
Ek:
Baricco, Alessandro; Okyanus Deniz (1993),
Çev. Şemsa Gezgin,
Can Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2009, İstanbul, 225s.
Baricco'yla ilk kez tanışıyorum. Daha önce de birçok kitabı Türkçe'ye çevrilmiş. 1958 doğumlu
İtalyan yazar ilk romanı Öfke Şatoları ile Medicis ödülünü, ikincisi olan
Okyanus Deniz'le Viareggio ödülünü almış. İpek
(bende var mı bilmiyorum, varsa okumalıyım) dünya çapında çıkış yaptığı romanı.
Okuduğum kimi günümüz İtalyan yazarları bende düş kırıklığı yaratmadı değil. Belki bu izlenim
ağırlığı alınmış, yerçekimi etkisinden kurtarılmış dil ve onun kullanımıyla ilgili olabilir. Ama dil
nasıl yitirir ağırlığını diye sormamız gerekiyor arkasından, İtalyanca gibi işlenmiş bir dile
haksızlık yapmamak için. Burada dil kullanıcısının kullandığı dile geometrik yaklaşım biçimi ve
konumlanışını irdelemek iyi olacak. Ama daha çoğu var. Geometri bir yana dile yaklaşmak ne demek?
Bundan, yapı sorunsalına geçiş yapmamak, el atmamak olanaksız kuşkusuz. Yapı derken, ele alınan
nesnenin (imge diyelim) yerleminin belirlenmesi (topoloji?), karşılıklı konumlamada gözetilen açı ve
uygulama ilkeleri, matematiksel yaklaşımlar, yatay/dikey dizilimler (matris), düğümler ve onları
bağlayan güçlü ya da zayıf tutulmuş moleküler bağlar (kohezyon), vb. gelecek gündeme. Dil bir dizi
uygulayımsal dönüşüm (metamorfoz) geçirirken; ışık olduğunda nesnenin üzerine düşmesi, yer yer yokluğa
sığınması ve kaçışın yapı içerisinde oluşturduğu boşluk-söz, yaklaşımın ardında kendini apaçık
gösteren ya da okur sezgilerine yatırım yapan duygusal tını (çınıltı), ezgisel çekim ve itimler,
örgüsel dalgalanmada doruklanma ve diplenmeler, hem anlatımın hem de anlatılanın zamansal imlenimi
(notasyon) ve suskular, yığılımın artan basıncı, boşalmalar vb., üstlenilmiş dilsel-eda, sonul eylemle
okurun da içine girdiği çokboyutlu bir mimariye yol açar. Sorun da işte bu noktada başlar.
Yaratıcı kurgudur demek istediğimiz, çünkü yaratıcı olmayan kurgu da olabilir.
Yaratıcı kurgu; bilen, anımsayan ve olmayanı görünür kılan kurgudur. Dille kullanıcısının çok özel
yorumlanmış ilişkisini öngerektirir. Yoksa hiçbir im yok ki artık geldiğimiz yerde imgeleşmiş
olmasın ve hiçbir imge yoktur ki sanatın güvencesi olabilsin tek başına. İmgesiz olmuyorsa o zaman
hangi, nasıl imge?
Bu ayrı bir konu... Hem ayrı, hem değil. Sürükleyici ama düzeysiz bulduğumçağcıl
kimi Avrupaanlatılarında yılışık, yavan, imleşmiş imgelerle yazın sanatının bir yeretaşınmadığını,
tersine çokgerilere düşüldüğünü gördüm ve büyük geleneğe yapılmış haksızlığı hiçsindiremedim. Kolay,
ucuz olanşeye iki kat kuşkuyla yaklaşmakta bir kez daha yarar var. Yazın,imgelemle özel bir
hesaplaşma, buluşmagerektiriyor. Bu imge dayanaklarını, hele güncele, gündeliğeçokça bağlıyorsa..
Bir de deneysellik üzerinde durabilirim. Deneyselliği taşıyan altta sağlambir
zemin yoksa bu deneyselliköncülük olamıyor, ucuzluğun (ilgi çekme, büyüleme, vb.) bir
parçasına dönüşüyor.
Baricco'nun Okyanus Deniz'i hakkında düşüncelerim
böyle değil. Belki yine kitle kaygısı (halkcılık, popülizm) vardır orasında burasında. Belki örtük,
bastırılmış da olsa aşınmış beylik imgeler zedeliyor olabilir yapıtı. Ama bütünlüğü içerisinde,
yukarıda sözünü ettiğim özgün, yeni denebilecek imge arayışı geleneksel ve yozlaşmaya yatkın imge
saldırılarını önlemeye yetmiş görünüyor. Şiir(sellik)den kurtulmak denli, çarpıcı beklenti ve
sonuçlardan kaçınmak da önemliydi. Felsefenin yazınsal anlam ve kurguyla inceltilmiş ilişkisi yeni
imge yapıcılığı açısından yabana atılacak gibi değil. Evrensel izlekleri (aşk ve ölüm, diyelim) bir
kez daha önümüze geldiğinde bize kabul ettiren özgün bir duyarlık taşıyabilmiş Baricco dili.
Deniz (okyanus) için yazılmış bir metin olma özelliği bile kitabın, yeterince
çarpıcı zaten. Ressamın ve Almayer Pansiyonu'nda Ismael Bartleboom'un biri ressam, diğeri
araştırmacı olarak peşine
düştükleri şey okyanusun resmi ve sınırı. Baricco'nun ardına düştüğü şey ise (bir bakıma
Murakami'nin
de) yazının sınırı. Bu sınır aynı zamanda yazıyla ardçağcı (postmodern) yazının da sınırının geçtiği
yere göndermeli. Deneysellik meselesi buradan geliyor ve yazar yazının sınırının nereden geçtiğiyle
ilgili bir araştırmanın içinde aynı zamanda. Kendisi üzerine düşünen yazı (anlatı) benim için her
zaman önemli olmuştur. Bu nedenle Okyanus Deniz'i de bu bağlama
yerleştirmekte zorlanmadım çok.
Ardçağcı (postmodern) değil ama çoklu (çok öğeli, çok izlekli, çok
yapılı, biçemli, vb.) yaklaşımı ayıran çizgiyi imlediğimde birçok kişi zorladığımı, şeyi
(neyi?) kurtarmaya çalıştığımı düşünebilir. Eh, böylesi bir çabaya saygı duymamak elimden gelmez ya
tutumumun yalnızca buna indirgenmesini de istemem. Kitabın arkasına, göndermesine bakarım hep. Parça
bölük bir yapı bile arkasında kavrayıcı, anlamaya yardımcı bir düşünceyi taşıyabilir. İşte sayısız
örnekten biri de Alessandro Baricco'nun bu romanı. Ortaya çıkan, belki ilk elde görünmeyen bir resim
var yine de. Bizden aşırı bir emek, okurluk çabası istiyor olsa da yüzeye takılıp kolayından
yargılamamalı, bu çabayı harcamalıyız.
Almayer Pansiyonu'nda odasından hiç çıkmayan bir adam var. Herkes
gittikten sonra bir tek o kalmıştır geriye ve çocuklar. Kıyıya iner çocuklarla ve onlara bir öykü
anlatır deniz üzerine. Kutlu bir öykü... İçinde kutsayan ve kutsanan deniz olan... Sonra bir taş
alır ve fırlatır okyanusun üzerine. Belki de yaşamlarımızın üzerine. Baricco'nun dediğine göre,
fırlattığı bu taş sonsuza değin, deniz üzerinde sekerek gidecek, batmayacak hiç. Bir çılgın taşı
fırlatacak ve öykü çıkacak ortaya ve çocuklar bunu dinleyecek. çocuk olmayı becerebilenler, kaç
yaşında olurlarsa olsunlar...