Oz, Amos; Yaşam ve Ölüm Kafiyeleri (Haruzei Hahayim Vehamet, 2007),
Çev. Özlem Alkan K.
Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2017, İstanbul, 100s.
Google Arama Motoru'nda Amos Oz görsellerini taradığımda Hitler bıyıklı (photoshop) bir görüntüsünü gördüm. İçim sızladı.
Dünyanın Ortaçağ'dan daha geri bir karanlığa sürüklendiğini ve bunun sonuçlarını çok daha ağır biçimde bu yüzyılın ortalarına dek
birlikte ve küre ölçeğinde yaşayacağımızı düşünüyorum. Dünya hızla sözleşmesini yitirmiş topluluklara evriliyor (Rene Girard).
Oz hakkında Türkiye'de de sağlı sollu güncel Ortadoğu siyasetleri ve bunlara verdiği tepkiler nedeniyle uygunsuz dillerle
eleştiriler yapılıyor. Bunlardan sonuncusunu Cumhuriyet'ten Mine G. Kırıkkanat'dan okuduğumu (2017) anımsar gibiyim. Zamana
tutarlı biçimde yayılan bir duruşu,
ana verdiği ya da vermediği tepkilerle bitirmek, sıfırlamak taşralı, zaman ve tarih konusunda yeterince düşünememiş,
bildiklerini de unutmuş ekinlerin (kültür) küçük işleri, becerileri (marifet). Geçiyorum.
Dünyalı yazar dostlarımdan biri olan Amos Oz'un yazı serüveni ve ona eşlikçiliğim zorunlu nedenlerle kopmadıkça sürecek. Oz'dan
önüme düşen son armağanlardan biri Yaşam ve ölüm Kafiyeleri. 68 yaşındayken yayımladığı küçük romanı, her ne denli hep küçük bağlamların öykülerini anlatmış olsa da bir başka anlamda büyük
(!) bağlamdan küçük, kişisel bağlama geçiş ve yazının, yazıyla ilişkilenmenin özgül sorunlarıyla doğrudan (direkt) ilgili. Bir
anlatı yazarının anlatma tekniği üzerine düşünmesinin eşsiz bir örneğini oluşturuyor roman ama genelde yapıtının anlamlı bir
boyutunu oluşturan böylesi irdelemeden daha çoğu söz konusu burada. Roman aynı zamanda bir yazın toplumbilimi, bu niteliği onu
bilimsel bir çalışmaya dönüştürmese ve yazınsal düzeyin düşmesine asla yol açmasa da. Bu romanın üzerinde dünyada ve Türkiye'de,
özellikle eleştirinin ayrıntılı biçimde durması, okumalar yapmasını çok isterdim. İlk görülmesi, ayrımsanması nedir diye
sorarsanız yanıtım hazır. Kendini çok ileri gidip ortadan kaldırmayacak kerte hırpalama cesaretini, yani kendini olması
gerektiğinden, durumların kaldırabileceğinden çok kendisi gibi sunma cesaretini göstermek. Beklentiyi karşılayan, etkiler çoğaltan
yazar imgesini (maske) orasından burasından delmek ve yazarın arkasındaki insanı yüzeye çıkarmak (mostralamak)... Bu aralıktan
sızan, algıya çarpan görüntüler nice sevimsiz olsalar da hep yeniden anlamak için eşsiz başlangıçlardır. Yerbilimsel çalışmaları
bilen, yerbilim haritalamaları yapan biri ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Küçücük bir belirti zamanlar ve uzamlar
üzerine büyük öykülerin, büyük ve kapsayıcı yazgıların ele geçirilmesi için yetebilir. çıkıp bana biri bunlar da anlama çabamızla,
kavrayışımızla sınırlı derse buna verilecek bir yanıtım var ama yeri burası değil (şimdilik).
Dünyanın ve yaşamlarımızın uyak düzeninde sıkça sekmeler, sapmalar, dizem bozuklukları, aksamalar olacaktır. Küçük insan tepkimiz
bilinir ya da kestirilebilir: imgeyi koru, görüntüyü bozma, algı kaldığı yerden sürsün! Amoz Oz'a, onun elma kurtluğuna
varıncaya... Hani nereye dek sorarsanız. Onun yazarlığı da elmayı içinden kemirmek, dıştan bakıldığında elmanın pırıltılı kabuğuna
kanıp çantada keklik saymamızı önlemekle ilgili. Evet, duydunuz mu, Amos Oz için bir şey dedim, diyorum. Aynı şeyi belki başkaları
da söylemiştir.
*
Romanın giriş tümceleri şöyle: "Bunlar en sık sorulan sorular: Neden yazıyorsunuz? Neden böyle yazıyorsunuz? Okurlarınızı etkilemeye çalışıyor musunuz, eğer
öyleyse bunu nasıl yapıyorsunuz? Kitaplarınızın işlevi nedir? Sürekli üstünü çizip düzelterek mi, yoksa doğrudan aklınıza
geldiği gibi mi yazıyorsunuz? ünlü bir yazar olmak nasıl bir şey ve bu ailenizi nasıl etkiliyor? Neden her şeyi çoğunlukla
olumsuz yönleriyle ele alıyorsunuz? Başka yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz, sizi etkileyenler hangileri, hangilerine
dayanamıyorsunuz? Bu arada, kendinizi nasıl tanımlarsınız? Size saldıranlara nasıl karşılık veriyorsunuz ve saldırılar sizi
nasıl etkiliyor? Kalemle mi yazıyorsunuz, yoksa bilgisayarda mı? Her kitaptan aşağı yukarı ne kadar kazanıyorsunuz?
Hikâyelerinizdeki malzeme hayal gücünüzden mi geliyor, yoksa doğrudan hayatın kendisinden mi? Eski eşiniz kitaplarınızdaki
kadın karakterler hakkında ne düşünüyor?" (7) Sorular ikinci bölümcede sürüyor, daha saçmalaşarak... İlk ve ikinci eşinizi neden terk ettiniz, vb. İşin başında ardçağcı
(postmodernist), yazarın yazı boyunca kendini göstere göstere hırpalayacağı bir metinle karşı karşıya olduğumuzu, hatta kendini
gösteren yazının dolambaçlarında yitip gideceğimizi bile düşünebilirdik böyle bir girişle. öte yandan çağcıl (modern) yazı
deneyimleri anlatıcı ya da yazarını çok uzun zamandır kurgunun bir parçasına dönüştürmektedir. üstelik böylesi yergisel kurgu ve
yazı tutumlarını çağcı (modernist) anlayışın belirgin (tipik) özelliklerinden biri olarak da düşünüyorduk. Ardçağcılığın anlatıcı,
üstanlatıcı, anlatılan ilişkilerinde nedensellikten sapan, tersinmeli ve rastlantısal, ilkesiz (oportünist) uygulamaları ise
gerçekte başkadır. Yansılamayla çağcı anlatıları tıpkılayabilir de. Onu ardçağcı kılan uygulayımsal seçimlerinden çok 'yargı
yok(sun)luğu'dur. Okura onu aldatma konusunda iş birliği önerilir. Hep beraber yanıltılmış, aldatılmış olmanın bir keyfi varsa o
çıkarılacaktır.
Oz'a gelirsek bu küçük yapıtının gerçekten yaratıcı girişiminin magnum opus'u olduğunu söylerdik, eğer daha önce okuduğumuz
Oz'lar için de aynı şeyi düşünmemiş olsaydık. Ama bu yapıt çoğul, çoklu okumalara açıklığıyla gerçekten bir küçük başyapıt...
çünkü anlatının içinde yazarını dolaştırmakla kalmıyor, alaycı (sarkastik) bir yaklaşımla yazar tipini parmağına doluyor,
sonuçta yazma kavramı enikonu irdeleniyor. üstelik iri, kuramsal sözler etmeden, kurgu patikasında, keçi yollarında
düşünceli yürüyüşler yaparak, yaptırarak, hem de güle ağlaya.
*
"Yazar bu akşam yeni bir şey söyleyecek mi? Bize işlerin nasıl bu hale geldiğini ya da olanları değiştirmek için ne yapmamız
gerektiğini açıklayabilecek mi? Bizim göremediğimiz bi şeyi görmüş olabilir mi?" (15)
Beni (yani okurluğumu) çok erken yaşlarımdan beri huzursuz eden bir ilişki bileşenlerine dek çözülmüş, dokunun iplikleri, kökleri
böylece ayrıştırılmış oluyor. Ama yine bir artısı var. Yazarın ve yazmanın ipliğini pazara çıkaran yazarın ve yazının
eytişmeli bir geri dönüşümle onanması. Yazı önce kirleniyor, sonra ve böyle aklanıyor (yazınsal ya da
üretimsel katharsis). Buradaki yazıyı sanat diye okuyalım. Bir yazarı yazar yapan, onu herhangibirinden ayıran neydi? Okur huzursuzluğum insanla
yazar arasındaki yarıktan saçılan şeylerle ilgiliydi ilk okumalarımdan bu yana. Bağdaşmazlıktan, açıdan, aralıktan yine de
yükselebiliyordu yapıt, İnsan ve yapıtı Janus'un iki yüzü bile değildi, kaldı ki paranın iki yüzü hiç. Bir yüzün ötekini
doğrulaması ve sonsuz uyum (armoni), yani bir tansık söz konusuydu ama bunu yaratan en az iki bileşen yetersiz, hatta olanaksız
görünüyordu. Benim küçük usum Prometheus gibi yarı-tanrılara kilitlendi uzunca bir süre. Sonra sonra elemeyi, eksiltmeyi öğrendim
ve buna karşın yine geriye yapıt kalabildi. Ve insansız yapıt enderdi, yoktu. Bana göre eleştiri kavramı bir ilişkilendirme
girişimi, eşitleme çabasıydı, yani umutsuz bir çaba. Tıpkı yaratma çabası gibi. O da noktasız, bitimsizdir. Bu çerçeve bizi Amos
Oz'un Yaşam ve ölüm Kafiyeleri'nde ne yapmak istediğine taşıyacaktır. Mutfakta dolaşmaya, birinci sınıf aşevinin mutfağında sizi irkiltecek, hoşunuza
gitmeyecek şeyleri görmeye hazır mısınız? Roman size kılavuzluk edecek, basınç odası işlevi görecek, yaptığınız tanıklıktan ötürü
nalları dikmenizi önleyecek. öyleyse hadi sıvayın kollarınızı!
Yazarımız ünlüdür. Toplumsaldır. Bir yandan yazarken öte yandan çağrıları yanıtlar, koşturur öteye beriye. Yazarımız ünlü
olduğunca yalancıdır da... çağrılı olduğu yerde, onu kimbilir hangi nedenlerle dinlemeye gelen toplumun her kesiminden insanların
gözlerinin içine bakarak inanmadığı, hatta yalan ya da yanlış olduğunu bildiği şeyleri söyler. Hem öyle söyler ki özgüvenli,
keyifli, sözü dinlenir, eğlenceli bir insan görüntüsü sunma konusunda çok da zorlanması gerekmez. Pişkindir neredeyse. "Yazar, yalnızlık, kültürel hassasiyet ve hüznü birleştiren bir yüz ifadesiyle yalan üstüne yalan söylüyor. Dinleyicilerden
gelen, neden yazıyorsunuz? vb. gibi sorulara daha önce verdiği cevapları veriyor; bazıları akıllı, bazıları nükteli, bazıları
kaçamak... İkinci sınıf diplomat olan babasından öğrendiği numaralar. Sonuç olarak topu kültür merkezi müdürü Yerucham
Şdemati'ye atıyor ve Yaşam ve ölüm Kafiyeleri'nden bazı satırları kullanarak onu kendi silahıyla vuruyor." (31) Doyurucu, kandırıcıdır, varlığı
ve sözünden mutluluk saçılır. Ama tümü bu değil. Aynı zamanda bir erkektir o ve sahnede ya da başka bir yerde usundan nelerin
geçtiğini kimse bilmez, iyi ki bilmez çünkü sonuçları korkunç olurdu. Ama yazarın (kurgusal) usundan, bilincinden geçeni yine
yazar bilir. Kısaca yazarı yazar bilir. (O kendini bilir.) Bu nedeni kendi olan (totoloji) bir sözce gibi görünse de açıklayıcı,
anlamlı bir yargıdır. Geriye neden dolayı bilinmez cesaret kalır. Başka bir deyişle 'yıkmada sonuna dek' özel uzmanlar
topluluğu, ordusu kökten yıkım işine başlar. İşin püf noktası şudur. Yazar yazarını yıkarken, sıfırlarken okur gözlerinin önünde
yürütülen yıkım çalışmasından bir yapı(t) yükseldiğini ayrımsar. Yıkım bir yandan yapım sürecidir. Buna boşluk oyma, oyarken
boşluktan yapı kurma da diyebiliriz. Yıkım derken aslında yazıyla yapılanı özyıkımdır. Yazar kendini ve her bileşenini ayrı ayrı
yıkıma uğratır. Anlığının karanlık, yasa dışı sularında kulaç atarken ağzından çıkan söz başka ve bağımsızdır. Daha önce
Stevenson'da (1886), yakınlarda Calvino'da (İkiye Bölünen Vikont, özgün dilde 1952) yüzleştiğimiz ikiye bölünme, burada eşanlı ilerleyen tek bedenli ama iki düzeyli süreç olarak önümüze
gelir. Bilge yazar bir yandan yazı deneyimlerini paylaşıyor, öte yandan örtük algısı cinsel iştahını kışkırtan imgeler, görüntüler
peşinde fırdolanmaktadır. Garson kızın külodunun etek üzerinde kışkırtıcı biçimde bakışımsız izi, kabartısı; dinleyici sıralarında
derin meme çatalları, diri ve baştan çıkaran baldırlar... Algı iki düzeyli ve koşutlu, dalgalı seyreder. Yazardaki insanla
insandaki yazar arasında okur çıplak ve utandırıcı bir tanıklık yapar. Utandırıcı, çünkü okurluğu çoktan nasiplenmiş, kendi
ikiyüzlülüğü açığa çıkarılmıştır (deşifrasyon). İyi güzel de utanmak bilmem kaç milyar insanın yaşadığı şu başıbozuk kürede
yalnızca yazarın ve okurun payına mı düşer? Aslını doğrulamayan suret ya da suretini doğrulamayan asıl tutmazlığı, içler acısı
komedyası birilerine özgülenemez herhalde: "Yazar bir anda krallar (hatta bir tanrı) gibi yaşayan, çılgınlıklar yapan, para kazanan, boşanan, şehirde bütün gün Rus
sarışınlarla mavi Buick'iyle gezen, kahkaha ve şakayla herkesin omzuna şaplak atan, gürleyerek geğiren, kadın-erkek tanıştığı
herkesi, yabancıları bile sarılıp öpen, bir kahkaha patlattığında pencereleri titreten ve şimdi Ichilov'da kateteri dışarı
kaymış, gece hemşiresi onun cılız inlemesini duyamayacak kadar uşakta olduğu için birazdan soğuyup göbeğini, kasığını, sırtını
sırılsıklam edecek, kaba etlerini ıslak çarşafa yapıştıracak ılık, ekşi, kanlı sidik birikintisinde uzanan Ovadya Hazzam'ı
anımsıyor." (39) Bu komedya sahiden, hani daha önce Dante'nin, Shakespeare'in, Balzac'ın, Zola'nın, du Gard'ın vb. komedyasını fena halde
anımsatıyor. Sanatların köküne yerleştirilebilecek ve türümüzü ıralayan (karakterize eden) bir ilkörnek (arketip) ya da
Bachelard'sı bir kök-imgeden söz ediyorum, çünkü sanatın üç beş ana ya da kök-imgesinden biri budur: Yarılma, bölünme.
Yarattığımız türel aktörelerimiz (dizge katındakiler kurumsallaşmıştır) doğan açıklığı kapatma, örtme girişimleri olarak
anlaşılabilir ama aktöre (etik) ve ürünü tüze (hukuk) asla sanata (estetik) yetmeyecektir. Anlama, bilme ise bu açıklığa bakma,
algılama, tanımlama, geçici dizgeleme, kullanıma almayla ilgili omuzlamadır (bana göre).
Kimse Amos Oz'un anlatıcı-yazarın yer altı haritasını çıkarmakla yetineceğini ummasın. Onun yazarı ya da anlatıcısı en başından
kusurlu, eksik, (herhangi)biridir aynı zamanda. İyi okurun gözünde değerini yükselten yazarlık kavrayışı kötü okurun gözünde
kimbilir ne anlamlar taşır? Ama Amos Oz'un kötü okurla ilgisi yok. Nasıl bu ülkede (Türkiye) kötü (okur, insan, vb.) kıtlığı
çekilmezse, İsrail'de de çekilmez bence. Oz buna şerbetlidir. Yazma süreci bir yanıyla arınma (katharsis) süreci olsa da akla(n)ma
süreci değildir. Sahici yazı süreçlerinden anlatıcılar, kurgusal ya da gerçek yazarlar ve onların üzerinden bir dizi erkcil yapı
aklanıp paklanarak çıkmaz. Daha doğrusu yapıt yazarı taşımaz değil, taşır, kimliği, onurudur en sonunda. Ama girdiyle çıktı aynı
şey asla olmaz. Olsa yazılmazdı. Şöyle sorar kendine Oz: "Ama neden sensiz de var olan şeyler hakkında yazasın ki? Neden kelime olmayan şeyleri kelimelerle tarif edesin ki? üstelik
hikâyelerin, eğer varsa, hangi amaca hizmet ediyorlar? Kime faydaları var? Ayıptır sorması, hüsran dolu garsonlar,
kedilerle yaşayan yalnız okurlar ya da Eilat'taki Dalgaların Kraliçesi yarışmasının yıllar önceki ikincisi hakkında seks
sahneleriyle dolu pespaye fanteziyerine kimin ihtiyacı var? Belki bize, kısaca ve kendi cümlelerinizle Yazar'ın burada ne
anlatmak istediğini açıklama zahmetine katlanırsınız? / "Kafası karışık ve utanç içinde, çünkü onun için sadece kitaplarında
kullanılmak üzere var olmuşlar gibi onları uzaktan, kulisten gözlemliyor. Ve bu utanca, dokunamadan ve dokunulamadan, kafası
daima fotoğrafçının eski kara kumaşına gömülü olarak hep dışarıda kalmanın derin hüznü eşlik ediyor." (78)
Yazarımıza toplum (kavramsal olarak) yetmez. O kendilerinden doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun oluştuğu, yani topluma dönük
yüzleriyle toplumu oluşturan tüm kesim insanlarının kımıldanışlarına, dürtülenmelerine, bir kez daha atılıp yine bozguna uğrayıp
çekilmelerine, umutsuzca çabalamalarına yöneltir bakışımızı öte yandan. O toplumu içinde yine de yapayalnız bireyin (çocuk, genç,
kadın, erkek, yaşlı) fotoğrafını olanca dürüstlükle çeker ve önümüze anımsamamız için koyar: Anımsamamız istenen şey çok da uzak,
başka yaşamlar değildir. Daha dün içine düştüğümüz durumlar, başedemeyeceğimizi düşündüğümüz yitimler, ilk duygusal
savrulmalarımız, utançlarımız, sevinçlerimiz ve öfkelerimiz... "Kadın hiçbir şey söylemiyor. Parmakları düğmelerini iliklemek üzere geceliğine uzanıyor ama başaramaz, çünkü zaten
iliklidir." (75) Bu sayfalar arasında anlatılan insanlar sahiden biziz, bir Woody Allen filmine (Kahire'nin Mor Gülü, 1985) dalar gibi Oz'un öyküsü içine dalar, benzerlerimizle içten pazarlıklı ya da apaçık komedya alışverişine başlarız.
"Burada bir saniye durmalı ve bu karaktere onu okurlarının hafızasına kazıyacak bazı alışkanlıklar, iki ya da üç bariz
eksantriklik vermelisin. Mesela, zarfın yapışkan bandını diliyle boydan boya, sanki bir şekermiş gibi şehvetle yalama
alışkanlığı. Yerucham Şdemati şehvetli bir hırsla pulları da bol tükürükle yalıyor, duyusal bir hırsla, sonra da onları zarfa
onun 'gizli Tatar tarafı'ndan büyülenen Miriam Nehorait'in yüreğini ağzına getiren kudretli bir yumrukla yapıştırmaktan
hoşlanıyor. Telefonu da sanki bir taşı fırlatırmış gibi geniş, büyük bir hareketle ve daima ilk çalışında açıyor ve ahizeye
şöyle bağırıyor: Evet, ben Şdemati, kim arıyor? Bartok mu? Bartok diye birini tanımıyorum. Arnold isimli ya da başka bir Bartok
tanımıyorum, aziz dostum, kesinlikle, hiçbir şekilde, üzgünüm ama Yazar'ın telefon numarasını verme yetkisine sahip değilim, çok
üzgünüm, dostum, sormamın mahzuru yoksa, neden Yazarlar Sendikası'ndan temin etmeye çalışmıyorsunuz? Ha?" (80) öykülerin katlanarak, geometrik biçimlerde çoğaldığı kesişip ayrıştığı bu küçük komedyada insanlık durumumuz hoşnutlukla
hoşnutsuzluk arasında sarkaç gibi ve çılgınca sallanadursun, yazar tam gereken olgunluk noktasında bir sıçrama yapar ve kurguyu
böylesine doğal kılmış yaratıcı yeteneğimiz bizi kendisi ya da kurgu üzerine kuramsal bir tartışmaya çağırır. Ama biz dokunumsal
Amos Oz öyküsünün gel git dalgaları arasında ürke korka kendi öykümüzü yazmaya çabalarken yazmak, imgelem, yansı(t)ma,
aynala(n)ma, anlatı uygulamaları (teknik), vb. konularında ağır kuramsal yazınbilim tartışmaları içinde buluruz. Thomas
Bernhard'ın uygulamayla ilgili bir yazı öğesi olarak yükselttiği dolayım(lama) Amos Oz'da da bir başka açıdan araştırma konusu
olur. üst okur, hatta öteki yazarlar için eşsiz bir kuramsal kaynağa dönüşür bir anda Yaşam ve ölüm Kafiyeleri. Böyle bir tartışmayı bu çekicilik, bu nitelikte Amos Oz yapabilirdi. örneğin Paul Auster da yapabilir. Sanırım Türkçede son
yayımlanan dev romanı böyle bir girişime örnek. (Henüz okumadım. Yanılabilirim: 4 3 2 1, özgün dilde 2017) Joyce tüm bunları çok erken dönemlerde örneklemiş olsa da anlama, kuram derdi olmamıştır,
yazınbilimini ayrıştırmaya gerek duymamıştır yazından.
Amos Oz dersler dolu bu küçük başyapıtında kendi yazma deneyiminden öte, yazma deneyimini: neredeyse bilimsel denebilecek ama bunu
da sonuna değin götürüp yozlaştırmayan bir yöntemle, kurgu içinde kalırken öte yandan kurguya uygulamacı olarak bakıp çözümlemekte
(analiz), asıl önemli olansa eşanlı olarak, altını çiziyorum, arkadan değil, eşanlı olarak bireşimlemektedir (sentez).
İlginç biçimde bir karmaşaya da yol açmadan (çünkü Amos Oz'un kendisi kitabın görünmez odağıdır.) anlatıcımız aynı zamanda kendini
en az ikiye bölerek sunan bir yazar, yazarımızsa (dolayısıyla anlatıcımız) roman içinde başkişi (onun bakışından bakıyoruz biz de)
ama kendisiyle bağdaşık değil, mesafeli biri. Bir yandan anlatısı içinde yaşar ve yaşadıklarını anlatırken bir yandan da
imgeleminde yazmakta, kurgulamakta, yaratmaktadır. Esinlenmeleri gündelik yaşamından, anlık esinlenmelerdir ya o anda içinde
bulunduğu duruma uygun ıralama, tipleme ve öyküleme yapmaktan çok, bir yaratma edimi ve alışkanlığıyla tanıklık ettiği dünya ve
onun varlıklarına öykü yazmakta, uydurmaktadır. Bu uydurduğu öykülerin bazılarına kendini de bir kişi (karakter) olarak
yerleştirirken, bakışımsız ve karayergisel bir anlağın dışavurumunun somutlanması biçiminde beceriksiz, karşı(anti)-kişi, kahraman
olmaktan çekinmemekte, ötesi tüm bunların, tüm bunları düşünen, imgeleminde kurgulayanın da kendisi (anlatıcı-yazar) olduğunu
öteki iç ya da alt kurgu kişilerine anlatma sıkıntısı çekmekte, anlatanın ve yazarın da kurgunun bir parçası olduğu bu imge
deviniminde çoklu geometrik ortaların birer düğüm ve çözülme noktaları olarak gerçeklik evrenimize de taşınabileceğini haydi haydi
ima etmektedir. "Keşke ona, dinle Rochele, diyebilse, üzülmene hiç gerek yok, bu kitaptaki karakterler Yazar'ın kendisinden başka şey değil:
Ricky, Charlie, Lucy, Leon, Ovadya, Yuval, Yerucham, hepsi sonuçta Yazar ve onların başına ne geliyorsa aslında sadece Yazar'ın
başına geliyor ve sen bile Rochele, kafamdaki bir düşünceden ibaretsin ve ikimizin başından geçenler de sadece benim başımdan
geçiyor." (73) Evet, adıyla Amos Oz da kurgusunun çıktısı, belki de zorunsuz parçasıdır. Bunu kitabın adından da anlıyoruz. Kitabın adı
Yaşam ve ölüm Kafiyeleri bir başka İsrail'li yazar-şairin dizeleri. Bunun izini sürmek de öyle kolay değil hem. "İçerisi hâlâ ılık ve rutubetli, dışarıda yoğun karanlık. Yazar son bir sigara yakıyor, birazdan yatıp uyuyacak.
Sabahın dördünün seslerini pencereden duyabiliyor: çimenlerdeki fısikeyin şırıltısı, park edilmiş bir arabanın yalnızlığa
dayanamayıp öttürdüğü alarmın kırık haykırışları, komşu dairedeki adamın duvarın öbür tarafında sessizce ağlaması, yakınlardaki
bir gece kuşunun, belki sizden ve benden saklanan bir şeyi görebiliyor olduğu için haykırışı. Söyleyin bana Tsefania
Beit-Halachmi diye bir ad duydunuz mu hiç? Yaşam ve ölüm Kafiyeleri?
Hayır mı? Şiirleri eskiden burada çok bilinen ama yıllar geçtikçe unutulan önemsiz bir şairdi. Gelinsiz bir damat olamayacağı
konusunda yanılmıştı. Ve şimdi gece kuşu haykırmayı bıraktı ve yatağımın başucunda beni bekleyen ve dün sabahın erken
saatlerinde okuduğum akşam postasında, şairin Raanana'da, 97 yaşında uykusunda kalp yetmezliğinden öldüğünü öğrendim. Ne olup
bittiğini netleştirmek için arada sırada ışığı yakmak lazım. Yarın da sıcak ve rutubetli olacak. Ve aslında, bugün, yarın." (95) ön kapıyla arka kapı arasında bir araya gelip her yönde dizilen (istiflenen) varlıklar içerisinde uyaklanma düzenekleri
çıkarmak dediğimiz şeydir öykülerimiz. Bir kez daha belirtmek gerekirse kurgusuna katışan anlatıcı ya da üstanlatıcı-yazardan,
onun başka zaman ve uzamlarından söz etmiyoruz yalnızca, bu çağcıl yazının yazı oyunları geleneğinde klasikleşmiştir neredeyse.
Amos Oz'da yazı oyunlarında sahicilik koşulunun devreye girmesi, daha önce yazar hakkında anlatmaya çalıştığım iyi ya da kötü
'kardeşlik' duygusunu, kederlerimizi çoğaltma pahasına pekiştiriyor. Ne yazık ki kardeşiz işte. öykü kendimizi içinde bulduğumuz
bu kardeşlik durumundan saçılıyor (neş'ed, çıkış).
Yazar insana karışmış ya da düğümlenmiştir ya da tersi, insan yazara. Yazıya ortak tüm yanlar (taraf) için oldukça sıkıntılı bir
durum doğmuştur. Bu yazar(la) ne yapılır? Bunları yazdım, çünkü Oz'un bunların arkasında da derdinin yazı, anlatma uygulamaları
hakkında kuramsal dersler vermek olmadığını düşünüyorum. Böyle bir şeye yeltenecek biri de değil. O doğallaştırılmış tüm toplumsal
ayrıcalıkları, erkcil konumlanmaları yıkmakla ilgili biri. Hele Tanrının oğullarını görevlendirdiği bir eril gelenek içinde en son
hesaplaşmasının bu olmasına şaşırmamak gerek. Yer her yere, zaman her zamana, insan herkese dönüşebilir ve bu olabilir olunca
geometri üç boyutlu da olsa uzamın ve zamanın sınırlarında silindiği ve birbirine dönüştüğü uzayda basamaklar (hiyerarşi),
iyelikler, güçler, dayatmalar bir anda geçersizleşip sıfırlanmakta, Tanrı yersiz ve zamansızlaştığı için birlikte onunla
ilişkilendirilerek kurgulanmış tüm tasarımlar da silinmekte, yerle bir olmaktadır. Sartre haklıdır. Nedensizlikte eşitiz. Bir
yazarla bir manavı ya da kadastro memurunu ayrıştırmak zordur, kurgusaldır. Yazar gelir en son bunu gösterir. Parmağı kendini
göstermektedir, yıkılacak son kale, kişi O'dur. Ama sevgili Amos Oz, daha yaratıcı sanatçılara çok var. Kötücül, ham
(ervah) erk yuvalarında yuvalanmış nice çöp var öncelikle arınılması gereken. Kendini gösteren parmak burada olsa olsa
karayergisel kıvılcım işlevi görebilir. Anımsatabilir bize erkin nasıl sinsi binbir yüzü olduğunu, daha dikkatli olmamız
gerektiğini.
Yazınbilimsel açıdan küçük bir deneylik (atölye, laboratuvar) sayılabilecek, gözlem altına daha başka yanlarıyla da alınabilecek
bu kısa roman Oz hakkında daha önce yazdıklarımı da doğruladığından onları yinelemeyeceğim. Ama bir şeyi üstelik bu yazı içinde
bir kez daha yinelemekten geri durmayacağım. Kurmacanın kurmacasına öylesine bir örnek diye geçiştirelecek bir roman değil
Yaşam ve ölüm Kafiyeleri. Her iki terimi de çift cinsiyetli ve birbirini kusursuz tümleyen (Yaşam ve ölüm) büyük buluşma, büyük uyak
düzeninin, ideanın olanaksızlığı; sanatı, anlatıyı ve şiiri sürükleyen ilk ve sonul nedendir. İnsanın ikici (düalist)
kavramlaştırma eğilimine ya da sayrılığına yakalanması onu kendisi yapmıştır. Uyak düzeni derlenmiş ve sınıflandırılmış insan
deneyimi ve birikiminin açılandıkça, uyumsuzluk koyulttukça uyağı gelecekten devşirme umudundan kökenlendi. Bunun için gelecek
oyuldu ama gelecek oyulurken geçmiş yaratılıp berilendi. Tüm bunlar anlatmakla ilgili kuşkusuz. Bu bağlamda Joyce'u, Beckett'i,
Kafka'yı, Bernhard'ı, Marias'ı yeniden gözden geçirebilirsiniz. Ama Oz'u atlamayın derim. Bu çileli sürecin adını böyle koydu,
olmadığın gibi ve yerde olmakla ilgiliydi öykümüz. Her anlatma girişimi uzatılan el, geçici oydaşma, uzlaşma önerisi (teklif), göz
yumma, istenileni görmeye yatıp istenilmeyenin üzerinden geçme ve çemberi genişletme yönünde atılan ürkek adımlardı ve cesur
adımlardı öte yandan. Kimse kendi değildi, kendinin tersinmelerinden (hiçlenmelerinden) yaşadıkça yarattığı ta kendiydi.
Yazarı sokaktan biri (dirim-, toplum-, tin-bilimsel bir en az düzeydenlik) olunca bundan teselli çıkaracak kişi(ler) hele
yolumuzdan çekilsin(ler) önce. Amos Oz'u böyle anlayabiliriz ancak. Bir el bir eldir. Uzatılmış bir el uzatılmış bir eldir. Amos
Oz'un
Yaşam ve ölüm Kafiyeleri Amos Oz'un Yaşam ve ölüm Kafiyeleri'dir.