Bora Abdo 1977 İstanbul doğumlu. 1995’den beri dergilerde öykülerle başlayan 20 yıllık bir yazı
serüveni
var. Aslında az sayılmaz.
Demek 18 yaşında yayınlamaya başlamış öykülerini. Bir hesapla şimdi (2016) 39 yaşında.
Küçük bir derleme yaptım ve canımı sıkan (Hayret, hâlâ canım sıkılabiliyor.), toplumsal sanat
yaşamımızda
da futbol takımı
yandaşlığının ötesine geçememiş oluşumuz. Canhıraş bir benimseme, savunma ya da tersi. Peki, doğrusu
ortalamayı tutturmak mı? İşte bu hiç
değil. Okumaya yeni başlıyormuşuz gibi davranmaktan vazgeçebilir ya da bildiğimizden (!) kuşku
duymaktan
çıkabiliriz yola. Sözkonusu sanatsal
edimse (pratik) eğer, güneşin altında yeni bir şey yok, çünkü her şey zaten yeni (olmak zorunda. Nedir
yeni derseniz bu da ayrı.) İlk yapıtla
son yapıt hem sonsuz yakındır, hem sonsuz ırak…
Abdo’yu ödüle boğmanın (Öteki Kışın Kitabı’yla 2013 Yunus Nadi Öykü
Ödülü, Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü ile 2014 Sait Faik Hikâye
Armağanı)
kurumsal(!) yazın çevremizin niteliğiyle ilgili anlamlı bir gösterge olduğunu geçerken vurgulamak
isterim.
Gençlik ya da heveslendirme
ödülleri daha doğrudur. Yoksa sayısız şey (kurum, kişi, tin, okur, vb.) incitilmiş, hatta yaralanmış
olur.
Hele ağzını denetleyemeyen
duayenlerimize bakınca umutsuz olmak için bile pek de bir neden kalmadığını görebiliriz. Umutsuzluk
durumun (hal) ta kendisinde.. İvecenlik
neden? Bir toplum iki günde neden birini doruğa taşır ve bu nasıl bir toplum olur? Yanıtı ben vereyim:
Birikimsiz ve eşanlı olarak belleksiz.
Kendi altımızı oymak mı işimiz abiler? (Ablalar kayıp, kusura bakmayın.)
Bu dediklerim Bora Abdo için, Bora Abdo’yu desteklemek içindir. O elinin tersiyle itecek kerte
yazısının
aslı, iyesi, ardı olabilmeliydi:
Daha değil! Bayanlar Baylar, hele durun biraz, daha değil!
Abdo’nun ilk teslim etmem gereken niteliği yazma vurgunu yemişliği kuşkusuz. Sanırım ona
yapabileceğim övgülerin en iyisi budur.
Sanki balık için su neyse Abdo için yazı o. Llosa için de yazının baş(tan) koşulu bu değil miydi? Ve
ancak
böyle gelmez mi iyi yazı?
Böyle gelir ve gelecek. Çünkü istem (irade) kola, kol ele, el yazıya takılmış, bağlanmış bir kez.
*
Abdo’nun yazdığına geçmeden önce (ki çözümleyicilik tuzağı Abdo’nun okura kurduğu en büyük hile) onun
hakkında verilmiş yargıları
örneklemek ve eleştirmek, tanıtım ve eleştirimizin niteliğini az çok göstermek isterim. Yineliyorum ve
bu
kaçak güreş değil, okunmayacak,
sözün gerçek anlamında güç bir yazısı yok Bora Abdo’nun, ama tekniği okuru çarpmaya, yıkmaya
(devirmeye),
fareli köy kavalcılığına yönelik
ve eşitlikçi olmayan bir teknik. Böyle bir şeyin arkasına çok saygın anlatımlar da yerleştirilebilir:
Öfke, kin, yalnızlık, şiir, vb.
Zokayı cup diye yutmayacak okur azdır.
Sokakta, kalabalığın içinde vahşi, kanlı, iştahlı bir gösteri sunma (happening) oldukça gerilerde
kalmış,
ardçağcılığı hazırlayan
dönemlerin ilk belirtilerindendi. Ardçağcı (postmodern) küresel siyaset ve toplum mühendislikleri
foslasa
da sanatın (!) böyle bir geriden
gelme, arkadan toplama gibi huyu var. Hep geç kaldığı için öncüdür belki de.
*
Yazardan çok yayınevinin (Doğan Kitap) tutumu olsa gerek, son kitabın (Seni Seviyorum.
Çok,) arkasına Bora Abdo hakkında söylenmiş ya da
yazılmışlardan bir küçük derleme yapılmış. Onlara bakacağım kısaca. Alıntı yapılan adlar şöyle:
Cemil Kavukçu (Akşam Kitap, 16 Ekim 2012):
‘Dili ön planda tutması ve ataklığı dönem öyküdaşlarından ayırıyordu onu.’ Sorularım:
‘Dili
ön planda tutmak’ nedir? ‘Ataklığı’ nasıl ve
neye göre anlamalı? Sonuç: Boş (yargı) küme(si). ‘Kendi sesine bu kadar yaklaşan öykücü’
derken
Kavukçu’nun (bu büyük öykü, evet benim
gözümde büyük öykü yazarımızın) özgünlüğü, biçemi düşündüğü açık ama yine de ivecen, hatta olmayacak
yerlere sürükleyecek bir yargı sayılmaz
mı? ‘Kendi sesi,’ne, yani önceden olan bir sese, töze mi yaklaşıyor Abdo ve ‘kendi sesi’
ne zamandır yazınsal bir değer ya da ölçüt?
Bu bir değer yargısı değil, yine boş kümedir. ‘Abdo, öykünün bir dil işçiliği olduğunu bildiği
kadar’
demenin de bir anlamı var mı
bilemiyorum. ‘Dil işçiliği’ zorunluluk değil mi? Daha doğrusu bir dil tutumu, özeninden söz
etmek
istiyorsak, yazının nesnelerinden,
ana izleklerinden biri dil demeye getiriyoruz. Peki, o zaman, şöyle soralım: Bir yazı, metin ne zaman
kendi diline ellemiş, kendi dilini
sorunsallaştırmış yazı ya da metindir? ‘Anlatımını zenginleştiren şiirsel bir dili var.’
Artık bu
beylik yargıları ve kolaycılıklarını
masamızın üzerinden süpürmemiz gerekmiyor mu? ‘Aradaki mesafeyi çok iyi koruyarak imgelerin altında
ezilmiyor.’ İçimden gülmek geldi.
Ezilmeden çıkan, kurtulan ne ki? Abdo bunun peşinde mi? ‘Yeni, benzersiz ve güçlü bir ses.’
Yani,
pes.
Faruk Duman (Cumhuriyet Kitap, 20 Eylül 2012):
‘Güçlü imgelerle yazıyor öykülerini.’ Bu yargı ‘güçlü imge’ ne demekten başlayan
bir
dizi soruyu kışkırtıyor içimde. Bir imge nasıl
olursa ‘güçlü imge’ olur? Tanıma geldiğinde mi, tanımdan kaydığında mı? İmge nece kapalı bir
evren? (Bkz. Faruk Duman öyküleri.)
‘Yeni ve verimli bir öykü madeni Bora Abdo,’ derken haklı. Buna yürekten katılıyorum. Ama bu
yargı kendisi için daha doğru bana kalırsa.
Aykut Ertuğrul (Sabit Fikir, 12 Kasım 2012):
‘Öteki Kışın Kitabı modern edebiyatı takip etmek isteyen okur-yazar…’ tümcesinde şöyle bir
duralamamak, ürkmemek olanaksız.
‘Modern edebiyatı takip etmek’ ne büyük bir sav. Hem de Bora Abdo okuyarak… ‘Öykülere
sinmiş…
karanlık öfke’ bana da doğru bir saptama gibi
geldi. Ama ‘ironi dozu yüksek, hince buluşlar, kelime oyunları, biçimsel denemeler vs. içeren
öyküler’ beklentisinde yanıldığını, karşısında
‘gerilimini metne ustalıkla yedirilmiş öfkeye borçlu, nispeten kapalı ve bir o kadar da ustalıklı
metinler’ bulduğunu söylemesinde tam
oturmayan bir şey var. Sağlamlık, tümcüllük, denge gibi bir kaygısı…var mı yazarımızın? ‘Abdo’nun
karakterleri ekseriyetle kayıp, yenik,
ketum ve neredeyse monoton tipler. Aynı zamanda tekinsiz…’ tümcesine ben de katılıyorum
‘tekinsiz’e yüklediği anlamı kestiremesem de.
Buradaki sorum şu: Öykünün ilk nedeni ‘kendine özgü bir dil ve üslup inşa etmek’ olabilir mi?
Yoksa göç yolda mı derlenir.
Celal Üster (Cumhuriyet Kitap):
Celal Üster, Semih Gümüş’ün Abdo’yla ilgili ‘özgün bir dil’ yargısına gönderme yapıyor. Bora
Abdo’nun öyküye ara vererek okumayı öne
çıkardığını söylüyor bir süre. Bilge Karasu, Ferit Edgü, Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener. ‘Nasıl
anlatabilirim kaygısı’nı öne çıkarması, onu
‘kendine özgü bir üsluba, öykü diline’ taşıdı. Üster çok genel anlatımlarla bir şey demeden
bir
şey demeyi beceriyor.
Kadir Yüksel (Dünyanın Öyküsü Dergisi):
‘Kurgudaki boşlukları çok iyi kullanan bir anlatım’ yargısının ilk bölümü için anlamlı bir
saptama diyeceğim ama geneli için katılamıyorum.
Boşlukların öykü, kitap bağlamında ustalıkla, çok iyi değerlendirildiğini nasıl söyleyeceğiz? Yine dil
özelliği, hatta yansıtmalı dil: Sisli,
puslu hava dili örneğin. ‘Ayrıksı, kendi içinde sürekli devinen bir biçem’, ‘ayrıksı,
kışkırtan yeni öyküler’.
Mehmet Fırat Pürselim (Birgün, 2 Eylül 2013):
‘Kısa ama yoğun anlatım tarzı.’ ‘İnsanı çarpan öyküler.’ ‘İlk kitabıyla da yazar beklentilerimizi
fazlasıyla karşıladı.’ Duralım.
Ne bekliyorduk? Neydi bizim yazar beklentilerimiz? Çok mu alçakgönüllüyüz ve böyle olma hakkımız var
mı?
‘Kısa, yoğun, sert ve boşluk
bırakarak yazıyor.’
Semih Gümüş (Radikal Kitap, 4 Mayıs 2014):
‘Dil ve anlatım öncelikli yerini koruyor’ (ikinci kitapta). Çok genel bir yargı, hatta boş
yargı
bana göre. Her yazar için dil ve anlatım
önceliklidir varsayımlı olarak. Sonra aynı bölümce içinde, baştaki yargı sonda yineleniyor. Ne demiş
olduk? ‘Bora Abdo anlatmayı iyi
biliyor’ (?) ‘Zengin bir dili var’ (?) ‘Zenginlik (…) adeta debisi yüksek bir
anlatıma
da yol açıyor.’(?) Sürekli mi, inişli çıkışlı mı?
‘Debi’ derken (birim zamanda birim kesitten geçen su/dil kütlesi) amaçladığı nedir Sayın
Gümüş’ün?
Sibel Oral (Radikal Kitap, 25 Mayıs 2014):
‘Dağınık bir ritmi olan, dağınık, çekici ve karanlık bir kitap’ (Bizi Çağanoz
Diye
Biri Öldürdü). ‘Yani bütün taşlar dördüncü kitapta
yerine oturacak’ yargısındaki havada iyimserliğe dikkat! İkinci bölümce sözcüklerin yeri
değiştirilerek aynı şeyleri yineliyor.
Ali Bulunmaz (Cumhuriyet Kitap):
‘Haylı sağlam öyküler’ (Öteki Kışın Kitabı). Sağlam derken? ‘Kısa ve vurucu
cümleleri’:
Ama her zaman değil. ‘Anlamlandırma işini okura
bırakırken’ yargısı tartışılmaya değer bir yargı, evet. ‘Kullandığı dilin şifrelerini
çözmek,
aynı öykülerdeki gibi fırtınada yol almayı
gerektiriyordu.’ Şifre meselesi de önemli, yazınsal bir özelliği açmak için bir kapı.
‘Öykülerin ayrıntılarla çerçevelenişi’ gerçekten Abdo
biçeminin bir tutumu mu? ‘Fakat yine kimi boşluklarla yapbozu okurun tamamlamasını istiyor.’ Arayı
okura bırakıyor tamamlaması için. Yapboz,
köşe kapmaca… Ya sonra? Onun evreninde ‘herkes her şey olabilir’. ‘Garip bir masal’
evreni. ‘Bizi rahatsız edebilecek bir hikâye gibi.’
Neşe Aksakal (Sarnıç Dergisi, Kasım-Aralık 2014).
Bora Abdo ‘estetik meselesini malzemeyi de sorgulayarak sorunsallaştırmakta.’ Doğrusu işte
dikkate değer bir yargı. Sorunsallaştırma
girişiminin amacı ise ‘iç dünyalarımızı daha derinden görme çabası’. Üst ya da meta-imge için
kabul edilebilir. Pisliği yaratıp tiksinti
duyma sahteliğine vurgu yapıyor Aksakal, Abdo üzerinden. ‘Çirkin ve değersiz olageleni hem konuya
yaklaşım hem de kullandığı sözcükler
düzeyinde öyküye taşıyarak metinde bir anlamda tuhaflığın hazzını yaratma.’ (Gönderme
Duchamp’a:
Çeşme, 1919) ‘Bora Abdo’nun metinleri yazın
alanında, çirkinin estetik tarafıyla –dil seçimiyle de- uğraştığı için öncü ve yenilikçi.’ Yani
‘karşı duruş öyküleri.’ Genç kuşaklara dönük
‘iğrençlik eğitimi’. Yani eğitbilimsel işlev de üstlenmiş oluyor yazarımız böylece. Şuna ne
buyrulur: ‘Diyebiliriz ki Bora Abdo yazını yeni
bir estetik haz yaratma denemeleriyle güçlü bir biçimde daha insancıl geleceğe işaret
etmektedir.’
Kusturan öykü arıtan öyküye (katarsis)
dönüşerek kurtulmuş oldu demek.
*
Neşe Aksakal’ın ele gelir birkaç yargısının değerini vurgulamalıyım. Öte yandan Bora Abdo hakkında
olumsuz
eleştirel okumalar da
yapılmış olmalı ve bunları bulup göstermek (ki birkaçını ben bilgisunarda gördüm) Abdo ya da
yayıncısının
işi değil, kabul ederim.
Yukarıda yazarın (ya da yayınevinin) seçtiği değerlendirmelerde ortak paydayı yazarın biçemi ve
özgün
dili oluşturuyor. Dönüp dönüp
mü dile gelmiş bu yargı, yoksa cüce (evet, cüce) yazınımızda hep olageldiği gibi birinin dediği mi
sürekli
artmış hiç eksilmemiş, belirsiz.
Üstad demeyegörsün, sakız ağızdan ağıza çiğnene çiğnene gider artık.
*
İkinci Yeni isparmozu, histerisi görevi düzlüklere mi saldı nedir? Kimi özellikleri
açısından
aynı zamanda genel bir yekinmeyi de
imleyen özgünlük çılgınlığı bir tımarhaneye çevirdi öykümüzü kaç onyıldır, yalnızca öykümüzü mü?
(Debord’un kulaklarını mı çınlatmalıyız
acep?) 100 metre yarışının daha iyi sonuçlarına doğru deliler gibi koşturduğumuz yazarlarımızı okuru
etkileme (şoke etme) çizgisine
tutsak kılmamayı ne zaman öğreniriz?
Yazının hakikati (sahiciliği) sorusu kimleri nasıl uğraştırmamış ki. (Örneğin Bkz. Wayne Booth,
Kurmacanın Retoriği, Metis y., İstanbul, 2012)
Neyi yansıtmalı? Nasıl yansıtmalı? Nasıl somutlaştırmalı? Anlatmalı? Kur(gula)malı? Vb. Doyurucu yanıt
elbette yoktur (Çünkü yazınbilimi
bilim değildir, yaklaşımdır, tıpkı tarih gibi.) Öyleyse tüm yazın ürünleri deneyim(leme)dir. Ve bir
deneyimi ötekinden üste çıkaran ya da
alta düşüren bir değerleme ölçütü yoktur (diyebiliriz). Başka şeylere bakmak zorundayız. Konuya bu
kadarcık değinmekle yetineceğim şimdilik.
Bora Abdo’nun hakkını hangi uygulamalarında teslim etmeli önce bunu belirtmeliyim. Örneğin, yazının
önceliği başta geliyor. Arkasından
yazıda görünmeyen bir sıkıdüzen(disiplin)… Çok gevşek, rastlansal dokunmuşluk imgesi (evet,
imgesi) ciddi bir emeğin, düşünsel kaygının,
hacamatın sonucu olabilir ancak. Yazar yazısının saltık egemenidir ve bunun dışavurulma biçimi saltık
özerkliktir. Her tümce (anlambirimi)
bağımsız bir devletçik, özerk yerel yönetimler gibi. Sürdürürsek, Abdo’nun katkılarından bir başkası
da
somutlaştırma oyunu ve içerikle biçimin
bu somut-laştırma (Konkrete) bağlamında işbirliği. Elbette İkinci Yeni buralara cesaret
edememişti, anlamı bulandırmıştı yazı-oyun
hazzıyla, tinsel spazmlarıyla, ama Batıda somut şiir bugün etkisini yitirmiş olarak 50’lerden sonra
kendini gösterdi, daha çok müzikte ama,
şiirde de. O gün bugün bizde keyfe keder, hadi bir de şundan olsun gibilerden tek tük örnekler gördük.
Necatigil’in denemelerini ayrı
bir bağlamda değerlendirmek doğru olabilir. Şunu da ekleyelim. Yazınımız dışlanmışa (marjinal),
kıyı
anlatılarına ruh hali olarak hep
yatkın oldu, bunların büyük bölümü de toplumcu gerçekçi ürün sayıldıişin tuhafı. Ama sanırım
Metin Kaçan’dan sonra en iyi örneklerden
biri Bora Abdo’nun kıyıdanlığı (marjinalizmi). Sevim Burak için bir şey demem gerekli mi burada? Bunu
yalnızca öykü kişileri, yaşamları,
konuşmaları açısından söylemiyorum, izlek, kurgu, dil siyaseti açısından da söylüyorum. Bütün bunları
toplayacak, kucaklayacak bir örtü
var mı peki? Anarşizm? Yadsımacılık? Hiççilik? Köktencilik? Kıyıdancılık (Marjinalizm)? Dışarlıklılık,
ötekilik ve bunun umursamaz,
iplemez, yitik duygu tınlamaları? Ters(ten) okumalar? Kaçak bellek, çıldırmış tımarlık evren imge
dökümleri (envanter) ve evet, elbette,
usa hayır!
Evrensel bozunum yasasının (Termodinamik 2: Entropi) yasasını çıkarırsak önünde
umarsızlıkla sayıkladığımız bir delilerevi öyküsü,
bilincin sınırları dışından tutturulan bir Amok koşusu ya da fil çılgınlığı, yani bozunum değişmezi
(sabiti, entropi katsayısı) kalır.
(Ama Ayfer Tunç bakışı bunu ele geçirmiş, kavrayışa çıkarmıştı. Onun gerisinde artık kalınmamalıydı
hem.)
Abdo metinleri bu anlamda
ardçağcı (postmodern) birer dayatma. Rastsal imgeleri (türüne göre ayırmadan) biçim, ses, görüntü, yer
(uzam), zaman içinde serpiştiriyor
ve çürümenin kokusunu yazıdan çıkarmaya çabalıyor. Örgensel çürüme, kokuşmadan söz ediyorum. Ama yazı
tutumunda emek ve sıkıdüzende buna
karşın ısrar ediyorum. Yazının mikroptan arındırılmış (steril) yapay (sentetik) yüzeyine kanırtarak
bastırıyor dilini, yedi renkte kan
fışkırtana dek, yazının, yaşamın aortundan. Okurun sağlam us, bellek, örgüt, vb. duvarlarını, yani
yerindenliğini ve zamandanlığını
(O yer, o zaman), yani korunaklarını, savunma düzeneklerini tarümar ediyor, yağmalıyor.
Tutamaksız kalmış okuru sayfa dibinden izleyip
kıs kıs gülen bir hali yok iyi ki. Bunu yapmıyor çünkü yazıya fena halde dalmış, bağlanmış görünüyor.
Derdi umutsuz ve aşağılayıcı bir
karayergi değil. Başkalarının düşüşünden nemalanmak, göreli yükselmek türünden bir beklentisi, amacı
yok.
Tersine, metinlerinin sonuna
dek sabırla okunmasını, herşeye bulanmışlığı boka sarmışlığa dek taşıyabilmesine borçlu. Bilinçaltının
ussal, Freudçu açılımından dizgeli,
yasal bir sapma çıkarmaktan tiksinmek için birçoğumuzun da, Bora Abdo denli sayısız nedeni olabilir.
Sonuçta bilinçaltı (düş) kazısından
iğrenç, cıvık, çöpten ya da lağımdan başka şey çıkmayabilir (Merhaba Bilge Karasu!), ele gelmeyecek,
açıklanması olanaksız ‘kitle’:tümör
ya da ‘dışkı’. Hoş, yapıçözüm dışkıya da uzun süredir gözünü dikmiş görünüyor ama sanatçının
(!)
eline kimse su dökemeyecek anlaşılan,
biline.
Benim buradaki sorum (bağlamı adım adım genişleterek) sanatı ilgi çekici nesne kılmakla ilgili
matrisin
tanımlanması hakkında. İlgi çekicilik
ne zaman tekneyi alabora eder, sanat sanat(lığın)ı yadsır. Resimde, sinemada, gösterinin bin türünde
(gösteri, hatta gösterim, teşhir
toplumunda) bunun çok da ilginç örneklerine yıllardır tanık olageliriz. Gösterim, göstermek,
bakışı(n sağduyusunu) büyülemek, usun köşelerinden
sızmak, yakalanmayan avın (Moby Dick) karanlık deliği ve hipnozu, vb. tüm bunlar kimi yazın
kuramlarında yapıtın (anlatı) asal bileşeni
olarak da yorumlanmıştır. (Bu noktada yazarımızı bir tür Maniyerizmle ilişkilendirmek yerinde
ve
doğru olurdu gerçekten.) Doğrusu
sıradanlığın, sonsuz ve bıktırıcı yinelenmenin, aşkınsızlığın ve köseliğin daraltan, boğucu, tekdüze
dünyasında ilgi çekiciliği fetişe,
büyü nesneye dönüştürmek ve sazanlar gibi albenili (cazip) sunumların üzerine sıçramak yeni bir durum
değil. Konunun birçok boyutu var.
Kimin ilgisini çekmek? (:Das Man’ın elbette.) Neden? (Çünkü das Man tüketir.) Nasıl
çekmek? (Sıradışı olup yine de meta kalarak.) İyi de
das Man kendi ortalamasında dönenip durmaz, kendi sığ düzgü (kod) takımı içerisine gireni
yakalamaz mı? Takım derken yanılmayalım, üç beş
göstergeden söz ediyorum (ki onlar da artık metadır). Bu noktada işin içine büyü(lemek) ve maniyerizm
katışıyor. Cinci hoca muskalarını bir
nesneçözüme tutmanın gerektiği bu andır. Muska, gizemli yazı-nesne, fetiş yazı… Bora Abdo’yu bu
bağlamın
içine oturtuyor muyum? Evet ve
hayır. Pespayeleşmiş, tetiklemezleşmiş, edilgin, kuyrukta sürüklenen yaygın ve ortalama dil tutumu
(yavan
dil) yazarı sarsmaya, kırıp
dökmeye (Thomas Bernhard), deprem dalgaları üretimine yöneltebilir. Daha çok, herkesin acısına eşlik
eden,
kendini acının parçası gören
yazarın ilgi çekme ve çektiği ilgiyi güce dönüştürme girişimidir bu. Ama ip kopup iki ucu ayrıldığında
(ilgi çekme-son vuruş) uçlardan biri
ucubeleşir. Göstergenin bağsız, ilişkisiz uçlarından biri döner döner kendine bakar ve ayrım
yaratamadığı,
kendisinden uzaklaşamadığı (mesafelenmek), ötekine durmadığı, niyetlenmediği için içerikten düşer.
Tekdüzelikten ilginç tekdüzelik gelir. Tıkanmış kanal açılır
ama yeniden tıkanmaktan başkasını bilmez.
Çünkü efendim, bozunum da bir süreçtir. Karşıt yokülkeleri (distopyaları) vardır ve bozunmak, bir
şeyden
(kaynakta ya da amaçta bir şeyden)
bozunmaktır, sapmaktır. Bir durallık, bir an değildir, öteden (geçmiş ve gelecekten) ıralanır. İyi
tamam
da, Bora Abdo’nun kumaşından
giysi çıkmaz mı? Derdi yalnızca ilgi çekmek, sıradışılığı belgelemek (tescillemek) değilse eninde
sonunda
dil kumaşından okura giysi
çıkmaz mı? Bence çıkar, eğer kimi gösterim ve büyü ayinlerinden vazgeçerse (ikileme, üçleme, dörtleme,
vb.
gibi.), ilgi çekmeyi bir
duruşa, eşitlik istemine, bir yankılanmaya bağlarsa. Yapmıyor mu sorusuna yanıt vermek öyle kolay
değil
kuşkusuz. Duyarlı olduğu, hatta
keskin duyarlıklar içre olduğu ve çok somut biçimde insan olarak da kanadığını söyleyebiliriz. Ama
orasını
burasını jiletle doğrayan
sanatçının bunu gösterme arzusunun sırtına bisturisini saplamasında çok ama çok yarar var, diyorum.
Elbette dürüstler içinde en
dürüstü sayılabilecek Bora Abdo meselesi değil mesele. Konu son çıkışın karartılması ve içimizde en
körün
içeriden kör olanın yani
aydını(mızı)n zifiri, karanlığı. Son aydınımız sanırım Aziz Nesin’di. Onca yanlışıyla, hem de. Onu
arıyoruz, özlüyoruz, hayaleti
bile işe yarardı.
Abdo özelinde yazma isteği beni havalandırıyor ama kendimi denetlemem gerektiğinin ve doğabilecek
tartışmaları ertelemenin
(Nereye?) sırasıdır diyorum.
Konu gelip imge siyasetine dayanıyor. İmge yalnızca yapı gerecidir diyen yanılır. İmge siyasettir,
zamana
ilişkilenen gereçtir diyebiliriz.
Ama bir kurmaca yapıda imgeler imparatorluğunda imge dizilerinin, düzeninin yapısal istiflenişi de bir
siyaset üretir. İmgeyi imgeye
(üst, alt, eş imgeler) ve imgenin olmadığı boş uzamlara ulayan zincir ya da örgü yapıtın neredesini
biçimler. Yapıtın gözü nereden bakar,
sesi nereden gelir, neremizden dürter bizi? Bu konuyu da atlıyorum.
Şimdi üç yapıta kısaca bakalım. Öteki Kışın Kitabı Semih Gümüş’e teşekkür,
babaya sunuşla açılıyor. Abdo sırayla yapıtlarını babaya,
oğula ve anneye sunuyor. Ve yazarlığının en duyarlı noktalarını oluşturuyor bu sunuş metinleri.
Örneğin:
“Her şey bozuluyor babacığım.
Soğuyor. Sonra yanıyor. Yanıyorum. ‘Baba,’ diyorum, ‘Söyle babam,’ diyorsun. Ben bütün bunları
yazarken.
Sen. Yazmamı sevmezdin.
Bu kitap senin için.” Tabii bu söyleme biçimi (retorik) yapıtı baştan sona biçimliyor,
kuşatıyor.
Her şeyin içinden çıktığı o yer.
Kim gelmez tava soruyorum. Genel öykü başlıkları uydurulmuş fırtına adlarından oluşuyor kitapta:
Kokona Kediler Fırtınası, Kara
Kediler Uğursuz Değildir Fırtınası, vb. Fırtına varlığı altüst eden bir olay
olduğuna
göre buradan şunu çıkarıyorum. Fırtına
köpeği yağdanlığa, kokonayı ya da karı kediye, öleceğini anlamayı gitmeye, göğsünde uyumayı unutmaya,
vb.
iliştirilir. Buradan
öyle bir şiir çıkar ki olsa olsa ancak şiirdir ya da şiir demeye bin tanık ister. Çarpıcılık ilk
olumsuz
etkisini böylelikle
yaratmış olur. İnceden bir tasım dipte olanaksız buluşmaları (imge yapıbozumu) biçimler. Aşınmış,
duyarlığını yitirmiş dile kitakse!
Böylece geldik şu yere: Bu okunur abi.
Doğru. Bu okunur. Sıkı el imgeyi ellemekten, düzmekten vazgeçmeyecek. Dil acı çektirecek ama çekecek
de.
Bora Abdo’nun tekniği aslında
yalındır. Haiku anında belleğine çarpan bir im, çarpıtmaları, aykırı, saçma, sıradışı konuşmaları,
görüntüleri kışkırtır. Us özel bir çaba
içerisine girer, yani her adımda kendini daha çok dizginler. Öykü ‘usdışının yönetimi için
kurallar’ı kanıtlarcasına karşıt yapı, kendini
indir(gey)en yapı olarak sürer. Bu bir düşler evreni (Freudiyen) değil, çünkü bilimin sızamayacağı bir
kıvamdan, yoğunluktan (arketip,
omurilik sapı) tütüyor. Belki de Freud’dan kurtulmuş (!) düşlerin sahici evrenidir. Bu dediklerimin
ürünle
(çıktı) ilgili olduğunu yine
de, anımsatmama gerek var mı? Tümü düşünülmüştür, sınanmıştır, Made in Abdo.
Daha ilk öykülerinde ritim tuttuğunu, orkestra davulcusu gibi sözcüklerden, tümcelerden bas, trampet,
timbal sesleri çıkardığını, öyküsünü
(teknik olarak) ivmelediğini, yavaşlattığını, neredeyse durdurduğunu, sonra birden gaza bastığını,
hızlandığını ve acı frenle birden hız
kestiğini, trafik kurallarını epeyce bir zorladığını söylemek doğru olur.
Baştaki, Acı Dünya (Ümit Efekan, 1986) filminden bir replik
alıntısıyla
başlayan ikinci kitap, (“Hep sen sordun Hâkim Bey. Şimdi ben
soruyorum. Yaşadım mı ben?”) aslında Demirkubuz (üçüncü sayfa haberleri) dünyasında gezinti ve
tanıklığını sürdürdüğünün kanıtı Bora
Abdo’nun. Öykülerini sınıflandırdığı dört bölümü yan yana dizdiğimizde, belki de yine Yeşilçam
filminden
bir monolog çıkıyor ortaya:
“Biz onu öldüreceğimizi söyledik diye o kendini öldürmekten vazgeçti”
“Bizim üstümüze yığdı bu cinayeti”
“İçti, hep içti bir an önce öldürelim diye/ Rakı içti, bira içti, esrar
içti”
“Onu öldürelim diye her gün kitap okudu”
Bu başlıklar dramatik çağrışımlarla dolu. Ama özgür bir çağrışım alanındayız. Yeraltının, suçun,
otun,
pisliğin irkiltici ve düzene
(uydumculuğumuza) suikast düzenleyen, nifak sokan dünyasında gezindiğimiz çok açık. Nereden
geldiğimiz, ne
ya da kim olduğumuz, nereye
gittiğimiz önemli değil ama böyle, buralıkta, aralıktayız. Azınlığız, adsızız, kakılmışız,
dilimiz de usumuz gibi gidip geliyor,
sokaktayız, ayazda, deli, hasta, vb. (Foucault.) Kurbanlarız, neşeyle kurbanlarız ya da doğrusu, yine
de
gülmeyi atlamadan, çok
abartmadan; sevişmeyi, sapkınlığı, vedayı, özlemeyi, gülmeyi, ağlamayı. Tümünde dürtüsel, dirimsel,
tepkesel bir kendindelik,
doğallıkla. Davul vuruyor, hızlanıyor, zil tiz perdeden çınlıyor ve el bastırıyor, titreşimi kesiyor,
sessizlik boza kıvamında
sarıp kucaklıyor varla yok arası, bedenden ibaret olduklarından ötürü yalnızca ruh olan insan
gölgelerini
ve onların kırık dökük
ve dahi derme çatma yaşamlarını. Peki, yıkım getiren tutkuya ne demeli. Gölgenin gizli renklerine...
Sürünen renkler, can çekişen,
yerde kıvranan solucanlar gibi. Beckett? Hayır, iki kez… İlgisi yok. Henüz duyumsal, henüz somut,
fazla
ele gelir türden bir yerdeyiz.
Fazla bu yaşama, çöpe bağlı, somut. Evet, fazla.
Keskin dönüşler (virajlar) bile sürekliliği dışlamaz. Oysa bir şeritten karşı ters şerite, ters yöne
ya da
uçuruma. Tümceden ölüme sıçrama.
Bildikten bilinmez(liğ)e, kent belirtgecinden büyük boşluğa, kuyuya. ‘Özür dilerim seni arka
güvertede
bıçaklamayacaktım.” (26)
Ağzımızda yutamadığımız pütürlü, diken diken o ses: Ğığ. Bu cinayette senin
payın da bu... Hadi çıkar göreyim, hadi kus, hadi öl
(de göreyim). Sevgili Bora Abdo, senin kadar güzel tavus kuyruğu marifeti nerde bizde. Ama ben senden
yanayım unutma, öldüremeyecek
ama okuyacak kadar. Dolayısıyla kendini öldür, diye değil. Yaz, diye. Yanlış anlama, yineliyorum. Yaz,
diye.
Juan Rulfo buralarda bi yerde mi? Neredeysen çık ortaya. Uğraştırma beni. Uyanık, her ayrıntıya
maydanoz
Bora Abdo bakışını, Latin bakışı
sananlar yanılır. Dıştan yüzeysel bir benzetimdir, yanıltır. Bağlam (paradigma) ya da göze (hücre)
zarı
yırtıldığında, patladığında
omurga yastığı (disk), fıtıklaşır yaşam. Öyle ki adına artık kimse yaşam(ak) diyemez. Çekirdek bir
yana,
sitoplazma, yıldız, bağırsak
öte yana. Gerçek bir saçılma. (Neden gülüyorsunuz Bay Mo Yan?) Tarihin yarattığı en iyi,
biricik
iyi, evrensel çöplüğümüzde seçilmez
olur. Sıfır noktası eşitliği ve de kardeşliği, siler uzağı yakını, iyiyi kötüyü ve deşilmiş
bağırsaklardan
pislik ve yalnızca pislik
saçıldıkça saçılır durma. Karnı paramparça asker elleriyle bağırsaklarını toplamaya çalışırken koşuyor
bakın. Şimdi gerçeğin neresindeyiz
peki? Çember dağıldığına ve toplumsal varlık tutsaklığı sona erdiğine göre dil atışı özgürdür:
Ateş!
Ateş! Ateş! Son gökadanın (kehkeşân)
son yıldızı vurulup düşene kadar. Bağırsakları unutmayın. Bir yıldız bir balina değildir. ‘Bu bir
pipo
değildir.’ (Magritte, 1928-29)
Ortada dolanan az bulunur (nadir, kıt) hiçbir şey az bulunur şey değildir. Bildiğimiz şeyler
bildiğimiz
biçimlerde ilişmiyor birbirine.
Ters, kıçtan dalışları, olmadık yerden bağlanışları var ki olmasa iyiydi dedirtir çok insana. Ama
vardır
bir nedeni! Tombala değil ya
bu? Hem tombala torbalanmaktan namuslu sayılmaz mı yine de? Kepazelik olanaksız sahiden. Hangi taşı
kaldırsan altından bir erk (iktidar)
kımıldar: Seni erk-ek, seni şey! Kurtuluş olsa olsa Kurtuluş’ta…mı?
“Merhaba, (Merhaba;)” (18, Bizi…) Nedeni sonuca vurup dağıttık
masayı
da serpildik ortalığa da kime yem
olacağız bilmem ama eğlenceli olacak hem biz öyle istediğimizden istersek yoksa ağlamak da böbreğini
dalıp
çıkarmak satmak da ölüyü baştan
çıkarmak da, yok yoktur bağlamsız, bağlantısız bu karşı-evrende. Şu dil de olmasa (idi ah, aşkım!) Dil
bozgunun da kökü, ne desemin tersi,
tamam da tersi olmayan şeyi umamaz mıyım, kurtulamaz mıyım şu tersinden: Bir ters, iki düz… Dilden
kazak
çıkıyor, bere, kar, özleyiş,
köpek, cinayet. Dili nice nesnelesen, somutlasan yine orospulaşan bir yanı var, kaçak güreşen bir
yanı,
gözü ötede, güvenilmez, kaypak
ve kaltak. Dil, ağzıyla kuş tutsa, Abdo’ya ancak uzaktan göz kırpıyor. Kardeşim, tuzak kurmak, kapana
kıstırmaksa derdin, dili yakalamakla
kalmayacak, boğacak, gömecek, duasını bile etmeyeceksin. Yoksa yazar durursun aynalardan aynalara.
Kurtuluşun dil kardeşliğimizden
(her şeye rağmen), benden söylemesi. Senin vermediğin sütü biz dilden içmeyi beceriyoruz. (Yine mi
siz,
Bay Mo Yan?)
“Kadıyoran yokuşundan inerken belediyenin reklam tabelalarındaki resimde açılıp giden bir
vapurun
arkasından karamsar gözlerle bakan
terk edilmiş, sarı, şehla köpeğin ve altındaki nefti yazı yüzünden üç gün üç gece içtin; Beni terk
etme.
(Seni seviyorum, seni seviyorum)
Eylül iki bin on ikiydi.” (23, Bizi…)
Ğığ’dan:
“‘Baban?’
‘O evde, akşamları girer denize. Gündüzleri yazı yazar.’
‘Öyle mi? Yazar mı baban? Adı ne?’
‘Bora.’
‘Bora mı? Soyadı?’
‘Abdo.’
Hatırladım, sakallı bir resmi vardı kitabının iç kapağında. Karlı, kışlı bir kitaptı. Çöpten
bulmuş ve
sıkıntıdan okumuştum, yine de
sonuna kadar okumuştum. Evet. Akşamdı. Çürüktü. Berbattı. Karanlıktı. Cezaydı. Kardı.
‘Ha, şu abuk sabuk öyküleri yazan,’ dedim. Kızdı galiba, kumral kaşlarını çattı. Küçük elleriyle
bir
kediyi çağırıp (pisi pisi) kucağına
aldı, sevdi.
‘Evet, babam biraz abuk sabuktur ama çok iyi bir insandır. Ben onu çok severim’ dedi.
Yanaklarından
makas aldım. Ensesini kokladım.
‘Peki, koş söyle ona’ dedim, ‘ne yapsın ne etsin, beni öldürmesin.’” (39,
Bizi…)
Karanlığın içinde arada görünüp hızla yiten o kaygı verici imge. Öykülerin arasında dolanan ve birden
karşımızda beliren... Bir bilincin
çıkmaz sokaklarında (labirentinde), oksijensiz derinliklerinde, tekinsiz uzamlarındayız (mekân) demek.
Aynı Schubert’den çıkıyor, sızıyor
yukarıya, yeryüzüne kükürt, hidrojen sülfür, radyoaktivite, zehir, bitmiyor, bitmeyecek
(unfinished). Kirkor yine ölecek bu gidişle.
Uzaktan, ufukta küçücük görünen dalga yaklaşacak, büyüyecek,
büyüyeyecek, büyüyecek,
büyüyecek,
koca bir dalga yamyassı olacak kıyıda kendi
ağırlığının altında. Yazı yakınlaşıp uzaklaşacak bizden bir yakıngörmez bir uzakgörmez yaratacak, hasta
olan yazı mı biz mi
anlayamayacağız bir türlü.
Hayır, öykü çözümlemesi yok. Bunun için çözülecek öykü gerek, yalnızca yazı (metin) yetmez. Çağrışım
tamam, imge tamam ama tüm bunları
karıştırıp bir resim çıktığını düşünmek cesaret ister. (Hem bakalım her resim resim midir?) Bora
Abdo’nun
bu cesareti kendinde bulmak için
geliştirilebilir bir haklılığı, gerekçesi var mı? Var. Bir yazının bizi daha çok şaşırttığı için daha
yetkin bir yazı olduğunu düşünebilmek
için gerçekten Türkiye’de yaşamak ve hadi söyleyelim, başka ve tuhaf ve yepyepyepyeni susuzluğu
içerisinde
serapa eleştirmen olmak gerek.
Peki, ya bana ne gerek. Abdo’nun dördüncü şansı gerek. Evet, onun için kareyi tamamlamak iyi olacak.
Ya
sürecek yolculuğumuz, ya yollarımız
ayrılacak.
“ ‘Adam ne olacak?’
“Çağanoz’ diyorum, ‘Çağanoz ne olacak?’
‘Seni de öldürecek bir gün’ diyor, ‘bunu bil, yazar mazar anlamaz o.’
‘Vicdansız’ diyorum ‘hep vicdansız’” (122, Bizi…)
*
Bu aşamada ne kitaplar, ne öyküler üzerinde durabilirdim gerçekte. Yazısını(n biçimini) daha
somutlaştırarak çizgisini üçüncü kitabında da
sürdürdü yazarımız. Anneye yine etkileyici bir biçimde sunulmuş Seni Seviyorum.
Çok, araya serpiştirilmiş halkçıl,
popülist düzgülerle (kod)sanki sınırsız bir tuval üzerinde geniş adımlar, vuruşlar, serpintilerle
saçılma
kuramını uyguluyor. Onun yapısı
yeraltına doğru kurulduğundan (inşa) altlıksız boşlukta duyumsuyoruz kendimizi. Bütün bu uçları
buluşturup
ilmeklemek için; n’olur tanrım
beni baştan yarat, bu kez adım bora abdo olsun, hiç olmazsa klonla da hakkını vereyim
öyküsünün.
Kendisini en iyi yine ancak bora abdo okur (katlanabilirse tabii.) Çünkü…bir şaka bu.
Kopuk devrelerden, ipliklerden bir anlatı en başta kendini anlatamaz, okuru kandıramaz (ikna
anlamında),
gerekçesini koyamaz ortaya. Herkesi
ve kendini salak yerine koymakla (Ne diyor anlamadım ama harika bir şey olmalı!) kalır.
Niyetler
elbette kusursuzdur, bu insanlar ister
yazar ister okur olsun gerçekten de iyiler. Dayanışmanın değerini bilecekgiller bana kalırsa tümü…
Neden
eli uzatıp bu bir el değildir diyoruz?
Saçma ya da soyut dil de bir dildir. Dil olmayan dile ne demeli? Yani şu: Tümcelerde, sözcüklerde,
bölümcelerde çağrışım ve imge düz ya da
tek aşımlı, dolayımlı iken ve bunların kaotik bir araya gelmesinden çıkan resmin çağrışımı boşluğa
bindirme etkisi yaratıyor. İmge
siyasetsiz kalıyor.
Derdimiz siyasetsizlik mi? N’olacak ki öyle olunca…
Size bir şey diyeyim. Bora Abdo’yu izlemeli. O sandığımızdan büyük bir şeyin, sanki bir epiğin
peşinde.
Epik derken yanlış anlamayın,
düşündüğüm şey; yazıdan su çıkarmak ya da na/hoş bir koku ya da hepimizi zamanın önüne önüne
katmış sürükleyen, görünmez ama bir yandan
da bozulan, çürüyen, çürüdükçe gazlanan sülfürlü bir yazgı. Kendisi ve eli ve elinin parmağı buna
işaret
ettiğine göre dünyanın tek temiz
kalan yeri orası mı? (Bir de aile var.)
Bora Abdo’ya elbette teşekkür ediyorum.