Uğultulu Tepeler (Rüzgarlı Bayır)

Zeki Z. Kırmızı / Temmuz 2010

Emily Bronte

Bronte, Emily; Rüzgârlı Bayır (1847), Çev. Naciye Akseki Öncül

Can Yayınları, İkinci Basım, 2000, İstanbul, 378s.

*

Bronte, Emily; Uğultulu Tepeler [Rüzgârlı Bayır] (1847), Çev. Azize Bergin

Hayat Neşriyat AŞ Yayınları, Birinci Basım, 1967, İstanbul, 373s., Ciltli.

*

Urgan, Mina; İngiliz Edebiyatı Tarihi IV (1991)

Altın Kitabevi Yayınları, Birinci Basım, 1991, İstanbul, 320s.


Emily Bronte

Bu evrensel başyapıtla ilgili birkaç gözlemimi (tez) dile getirmeden önce, İngiliz yazını üzerine Türkçe’de en yetkin kaynak sayılan Mina Urgan yapıtı hakkında bir iki şey söylemek istiyorum. Nasıl değerli, güzel bir insan olduğunu bilmez değilim. Onu iyilikle anıyor, ululuyorum.

Bu çalışma (Mina Urgan’ınki), öğretim izlencesi (program) için hazırlanmış, belli anlayışı taşıyan bir girişim. Doyurucu değil. Çünkü, hani Halide Edip sığlığı akademik bir ölçünle (standart) biraz derinleştirilmiş gibi geldi bana ve dokundu birazca. Çünkü İngiliz yazını üzerine, yazınbilim kuramlarıyla pekiştirilmiş çok özgün, yaratıcı çalışmalar yapılalı nicedir…

Bizim okura (yani öğrenciye), romanın genişçe bir özetini ver, birkaç yerleşik kanıyı kişiselleştir, devam et.

Yargılamak kolaydır diyenleri elbette duyuyorum ve yargılamanın kolaycılığına sığındığım falan da yok. Hele insan harcamak gibi bir derdim hiç yok. Yaklaşık 50-60 sayfalık Bronte Kardeşleri konu alan iki bölüm bana ne verdi, diye soruyorum. Ben İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olsaydım da, bu bana yetmezdi. Sorun bilgi yığmak, yığınak yapmak (depolamak) değil.

Yine de haksızlık etmek istemiyorum. Temel eğitim yoksulu ülke insanımız belki abecenin (alfabe) ilk harfinden başlamak zorunda.

Eleştirim öz olarak şudur. Bu yazıların bakış açısı, sorunsallaştırma gücü yok. Aktarıyor, özetliyor, bununla yetiniyor. O zaman yapılacak en iyi öneri, yapıtın kendini bul ve oku, olmalı. Yalnızca bu.

Emily (Bronte) hakkında şöyle yazıyor: “Emily Bronte de XIX. yüzyılın ortasında, romancı olarak tek başına bir fenomendir. Başkalarından hiç etkilenmeyen, hiç kimselere benzemeyen, tümüyle özgün yaratıcılardır ikisi de. Emily Bronte, yaşadığı çağa her bakımdan ters düşer. Victoria Çağının tüm geleneklerini, tüm ahlâk kurallarını altüst eder. Her şeyden fazla ölçülü davranmaya, törelere uymaya, en beylik anlamda aklı başında davranmaya özen gösteren bir çağda, Emily çılgın bir aşk tutkusunu anlatır. Heatchliff de, Catherine de, o çağda hiç kimselerin söyleyemeyeceği sözleri söylerler, hiç kimselerin yapamayacağı şeyleri yaparlar. Ve buna karşın, inandırıcı ve gerçek olmanın yolunu bulurlar yine de. (…) Wuthering Heights, ne nesnel gözlemlerden, ne de öznel deneyimlerden kaynaklanır. Sadece ve sadece düşgücünün yarattığı bir mucizedir. Ve insan şaşar, ıssız Haworth köyünden ancak birkaç ay uzaklaşan, ailesi dışında nerdeyse hiç kimseyi tanımayan bu evde kalmış kızın, salt düşgücüyle böyle bir mucize yaratmış olmasına.” (71)

George Sampson’dan bir alıntı yapar: “The book is unique. There was nothing like it before, there has been nothing like it since, there will be nothing like it again.”


*

Taşrada lisedeydim ve 60’ların ikinci yarısında bir yayınevi (Hayat AŞ., sanırım Şevket Rado’nundu) , aradan geçen 50 yılda bile aşılamamış nitelikte ciltli klasik kitaplar (romanlar) yayınlamış, Urfa Özlem Kitabevi’nin (kentin biricik kitabevinin sahibi; yazar, yayıncı, kitapçı, bilge ve has Urfalı Naci İpek’e yüreğimin derinliklerinden bin selâm) dallarına, bu olağanüstü tropik kuşlar uzun bir yolculuktan sonra konuvermişlerdi. Güven Basımevinin Şaheser Romanları’nı ve onların eşsiz baskılarını da unutmuş değilim. Bütün bu parlak yayıncılık girişimlerinin arkasında yoksa Vahdet Gültekin mi vardı? Küçük dev, bir kişi-kurum…O zamanlar, demek ki bu ülke, bir ülkeymiş, bu ülkenin yurttaşı da insanmış… Ve o ülke ve o insanlar bugün yok ve o insanların tasarıları, düşleri de, kuşkusuz… Bu gerçeği kabul edelim. 30 kitabı buldu mu bilmiyorum, çoğunu aldığım gerçek. Uğultulu Tepeler de ilklerinden biriydi. Öyle hırsla, büyülenmişçe üzerine saldırmış, okumuşum ki, işi saygısızlığa vardırmış, kitabı delik deşik, perişan etmişim. Şimdi bu eski tansıksı (mucizevi) dostla yeniden buluştuğumda üzüldüm ve kendime kızdım. Bir kitaba, bir insandan daha çok özen göstermek gerektiğini anlamak için 45-50 yıl mı gerekiyor? Şimdi çok iyi bildiğim şeyi, o zamanlar bilmiyordum. Kitap canlıdır, ama insan için her zaman söyleyemezsiniz böyle bir şeyi.

Kitabın üzerine kazıdığım izlerden belli ki sarsılmış, çokça etkilenmişim bu tarihler öncesindeki yabanıl okumamdan. O okuma beni ben yapmış belli ki, nasıl yaptığını hiç anımsamasam, bilmesem de…


*

Bugün, dingin ve tüm esinlere açık bir ikinci (yoksa üçüncü mü?) okumadan sonra bu roman için yabancı, yerli söylenmişe ne ekleyebilirim. Hemen içimdeki Lars (Von Trier) soruyu tersine çevirecek, bekliyordum ve… çevirdi bile. Belki de soru, sorulaşmışa dönük bir soru olabilirdi. Roman üzerine söylem ve söylemsel kabuk kaşınabilir, kazınabilirdi ve belki böyle yapmakla yanıldığımı anlardım. Ya da…

Yerleşik (beylik) kanı, yargı geçmişte hiç olmadığınca ürkütür oldu beni. (Flaubert etkisi mi?) Beni sevdiğini söyleyen ağızdan kuşku duyar olmaktan daha kötüsü, sevmediğini söyleyen ağızdan kuşku duymak (örneğin). İnsanlar elbirliğiyle, bir yanda sokak ağzı, öte yanda uzman akademileriyle ve binbir çile, çaba, emekle bir yargıyı yapıp kurumlaştırıyorlar. Bunda kötü ne var denecek. Aslında birikmiş emek, varlıktır (sermaye) ve her başlangıç birikmiş varlıkla olanaklı, biliyorum. Sorun ne o zaman?

Emily Bronte
Emily Bronte

Küçük bir araştırma, bu dediklerimi kanıtlayacak, somutlayacaktır. Uğultulu Tepeler’in (Rüzgarlı Bayır) yerli yabancı baskılarına bakın. Kapak resimlerine dikkat edin. Önünüze gelecek görsel imge çıplak tepe, kudurmuş, köpürmüş deniz, fırtınada savrulan ağaç, göksel çakımlar ve saltık bir yalnızlıktır. Çözümlemelerde gerçekçi akıma da bir ucundan bağlanan Emily Bronte, bu imgeler yüzünden ortalama bilinçte bir coşumcu (romantik) olarak yankılanır. Zemin çoktan kaymıştır bile. Ablasında, kendisi ve hatta Anne’de (küçük kızkardeş) coşumculuğun izleri, dalgaları, küçük çıkartmaları yok mu demek istiyorum. Hayır, ilgisi yok. Daha, metnin dışındayız ve koşullanmaya başladık bile. Sonra halkçı (popüler) kültür kendi aynasında bu romandan bir ‘kitsch’ üretiyor. Bu da olağan kuşkusuz… Sorun şurada. Bağlılık (sadakat) etiği (Badiou) nasıl bu denli devre dışındadır ve sektörün üretim boyutu, sanayisi bu çarpı(tı)lmaya neden göz yumar? Bunu da anlamak zor değil. 21.yüzyılla geldiğimiz yer, bilgi çağı falan değil, yerleşikleşmiş, evcilleşmiş bir ‘pop’ çağıdır. Bu çağın özelliği verilenle, varolagelen tanımla yetinmek, yerleşik kanıyı bir kalıp (şablon) gibi, hatta rastgele uygulamak her şeye.

Metalaşmaya, kitlesel ve niteliksiz ürüne dönüşmeye en yatkın nesnelerden biri de duygulardır. Bunlar gelenek-göreneksel, geçerlileştirilmiş, ödülü ve cezalarıyla tanımlanmış şeylerdir ve suçu kendi yapısı içinde (içkin olarak) kışkırtmaktan da geri durmazlar. Örneğin, aşkı ele alalım. Bunu bir duygu kategorisi olarak sınırlı bir biçimde ele aldığımın ayrımındayım ve gerisi bu yazı boyunca beni ilgilendirmiyor. 50’lerden sonra naylon çorap nasıl kadın olmanın (kadınlaşma) içkin parçasına dönüştürüldü ve sürümden kazanıldıysa, aşk denilen şey de, bütün giydirilmiş, bindirilmiş, yapılmış şeyliğiyle kitlesel ürün statüsü kazandırılmış, bu özel ürün ideolojik bir veriye de dönüştürülerek, tüketim ağında birçok yan ürünle birlikte dizgenin (sistem) girdi-çıktısı işlemi görmeye başlamıştır. Bunun böyle olmasının nedeni, Marx’ın işaret ettiği evrensel pazardır ve dolaşım, tüketimin evrensel kitle (kütle) boyutudur.

Böyle bir deliksiz, ayrıcasız, kapalı ve evrensel damgalı yapı içinde insanlığın bugüne değin yapıp ettiği her şey kaçınılmaz olarak ürünleştirilecektir (metalaşma). Özgünlük (özgürlük mü deseydim) yorumda, bakışta, algıda, araçlaştırmada, sürgün edilecektir; hem de aşağılanarak, kuruluk, ruhsuzluk, imansızlık, yavanlık sayılarak.

İşte bu salaklığın (budalalık) öcünü almak için şimdi gereken kişi örneğin Gustave Flaubert’dir, örneğin Karl Marx’tır, örneğin Lars Von Trier’dir.


*

Kastettiğim şey buydu. Soru soru olmaktan çıktı. Kendinin çaprazına, aykırı dalına yerleşti. Emily Bronte’ye ve biricik romanına böylece kara kucak dalmış (!) oldum.

Victoria romanı, romantik roman, aşk romanı, gerçekçi roman, olanaksız roman vb. demeye gerek yok. Önce bütün bu yapıştırma, yakıştırma yargıları temizleyerek başlayalım okumaya.

Ben birkaç sorunun peşine düşeceğim. Bu kızkardeşlerin çağlarıyla etkileşimleri nasıl oldu, onların uzak ve kapalı (görünen) dünyalarına dış dünyadan sızan şey neydi? Bu kardeşler birbirlerini yazı konusunda nasıl etkilediler? Biz onları uyumlu, sevgi dolu görüyor olsak da, üç kızkardeşin üç romanında (hatta tümünde) genç kızlar (kadınlar) girişimde bulunup yazgılarını değiştiriyorlar. Bu önemli değil mi? Onlar baba evinde mutlu muydular ve birbirlerine bağlılıkları bizim gördüğümüz gibi ve kadar mıydı? Emily’nin Charlotte’dan nefret ettiği olmuş mudur? Charlotte’u kırmayı, onun canını yakmayı istemiş midir? Biliyorum, yaşamöykülerine bakmalı diyeceksiniz. Bakmayacağım. Yazıları yeter bana. Bu sonuçları çıkarmak için kullanmada uygunsuz da olsalar, sonuçta bunlar kurgusal metin de olsalar…

Üç kızkardeş babaya, Emily ablası Charlotte’a direndi. Anne (küçük) yazgısına boyun eğdi. Erkek kardeşin daha baştan baba karşısında büyük yenilgisi, üç kızkardeşi öyle bir göreve çağırdı ki, babanın egemenliğini erkek kardeşin yerine ve adına bir biçimde tartışmaları, sarsmaları gerekiyordu. Kutsal belki böyle onarılabilir, Tanrı kazanılabilirdi. Bence bu konuda, yaşam koşulları Charlotte’u otoriteyi ve anneliği üstlenmek zorunda bırakarak bir tür ikiyüzlülüğe, yer yer ödüne, anlaşmaya (sözleşmeye) sürükledi, ama insan onurunu koruyabildi yine de.

Taşrada aşksızlık (yoksunluk) öfkeyi bileyebilir. Bir değeri taşıdığını ama onun paylaşılamayacağını bilmek insanı çıldırtabilir. Tanrı (bile) teselli edemez bu çoraklık duygusunu. Güzel güzel oynayalım, yazmaca oynayalım, Charlotte açısından içten içe acı çekerek, bile bile bir kandırma girişimi, niyetine dönüşmüştür. Bu çocukları (kızları) kendinden vazgeçme, içten paralanma pahasına yatıştırmak, avutmak için oyun(u) kuran Charlotte’dur. Ağabeyin (!) üçünden de yetenekli olduğu söyleniyor. Bilmiyoruz. Emily ‘çorak yüreğinin’ teselli edilemeyeceğini, ablasının girişiminin arkasındaki düşünceyi bilir. Hem boyun eğer, oyuna katılır, hem kinlenir, öfkelidir, kızgındır ve bazen bu ablasına yönelmiştir (Charlotte bunu hiç hak etmediği halde) kanımca. Emily öç almaktan, yadsımaktan, başkaldırmaktan yanadır. Onun öfkesi, Ahab’ın çekirdeği, kaynağıdır. Melville, Ahab’ını Heatchliff ve Catherine’den (Cathy) yontmuş olmalı. Onun öfkesinde dindışı bir kutsallık var. İmana iman(sızlık)la karşı koyar, ama şu ablası, iyilik perisi (melek) olmasa. Ablayı Emily endişelendirdi. Onun bazen açıklayamadığı tepkileri, hırçınlıkları, krizleri Charlotte’u sanırım yanılttı. Arkasında yatan aşkla sevilme, bedenlenme, varlığa gelme arzusunu göz ardı etmede acele etti. Böyle de yapmak zorundaydı, çünkü Emily’den önce kendisi için kaygulanabilirdi ve bunda da yerden göğe haklı olurdu. Madem o kendisini kendisinden vazgeçerek (adayarak) inanca bırakabildi, Emily de böyle yapmalıydı. Anne ise bu iki abla arasındaki gizli, alttan alta tutuşmuş kavgayı şaşkın gözlerle izliyor, onların telaşıyla kendi bedenlenmesini baştan terk ediyordu. Bütün bunların acı dolu, fırtınalı bir iç yaşama neden olduğunu düşünüyorum. Tek ipucu, doğrudan göndermeleri olmayan romanlar.

Bedeli hiç kimse ödemeyecekse, ölümden başka çıkış yolu kalmaz. Üçü için de biricik çıkış yolu erken (ama çok erken) ölümdür. Hatta tüm ailenin yazgısı imgelemin yetmezliğiyle ilgili olarak ölüme, hiçleşmeye doğrudur. İmgelem derken onu yaşamın içine yerleştirdiğimi dikkatli okur anlayacaktır. Yoksa bu güzel insanların imgelemleri canlı, yaratıcıydı. Öylesine ki, bu dünya onları daha uzun taşımayı beceremezdi kendi koşullarında.


Anlatıcı Anlatıya (Yaşama) Sığar mı?


Kurgunun (yani yapının) bu kaçınılmaz ve çözümsüz sorununa değişik yanıtlar vermiştir değişik disiplinlerden sanatçılar. Bunların birini diğerine üstün ya da yetkin kılan herhangi bir şey olmadığını artık öğrenmiş bulunuyorum. Sonuçta tümünü de buluşturan şey kusur, yani aralıktır. Yazar, anlatısının olanaklı kılınması, kurgulanabilimesi için … gibi yapmak zorundadır. Sanatçının gibiliği (geçici kullanmalık ağız) onun kendisiyle, kendi bedeniyle örtüşememesinin, yaratım sürecindeki yarılması, ikilenmesinin belirtgesidir. Bu sancılı, ağrılı süreçte, etinden etini koparan, koparmak zorunda kalan sanatçı, kendisiyle kendisi arasına bir aralık, uzaklık (mesafe) zorlar. Bunu zorla, güç kullanarak yapar.

Bu kuramsal tartışmayı bir yana atıp, Emily Bronte’ye dönersek, aynı sorunsalla onun da baş etmek ve kendince kusurlu bir çözüm üretmek zorunda olduğunu saptarız hemence. Demek ki bu kusurun kaynağı varoluşsaldır (ontolojik) ve geri dönüşsüzdür.

Anlatı tekniğinin bir felsefesi yapıldı mı, neleri kapsadı (dünyadan söz ediyorum) bilmiyorum, yani çok şey bilmiyorum. Ama işin özünü, açığa düşme oluşturuyor kanımca. Sanatçıyı açığa düşerken herhangi birinden ayıran şey, kendini açığa düşürmesidir (bilinçle). Öte yandan bir anlatım düzeneğini ötekinden üstün kılan içkin bir nitelik yoksa eğer, ne kalır geriye. Tüm uygulamaları cennetimize katmış mı oluruz böylelikle. Hayır, bunu demek istemem. Diyebileceğim şey, sanat uygulamalarında her kendini açığa alma tasarının (proje) öyle sınırsız biçimleri olmadığı, her seçilmiş biçimin kendi iç ölçütleriyle değerlendirilebileceği ve ölçütleri tutturma düzeyinin başarıyı perçinlediğidir. Biz sanat alıcıları, böyle bir önsel (a priori) varsayımı işin başında benimser, yapıtın teknik Aşil topuğunu, başlangıç (sıfır) noktası olarak arkamıza alır, yola devam edersek sorun çözülmüş demektir. Kurmacanın kurmacalığının gücü tam da budur işte. Biz, yaşamamızın ağır çarkının kurucusuzluğundan (yani kurgusuzluğundan) arzumuzu yeterince doyurabilseydik, öylesine, orada yaşarken bir de bunu ötekilere anlatma derdine düşmezdik. Demek, bunu yapıyorsak, sanat girişimi ve nesneleri dolanıyorsa ortalıkta, bunlar varlıklarını ne içeriklerine, ne önemlerine ve vazgeçilmez anlamlarına, ne anımsattıklarına, ne de önerdiklerine değil, başvurdukları yapay tekniklerinin (doğada karşılığı olmayan) iç tutarlılığına, yani geometrik ortalarının sağlamlığına borçlular.

Örneğimize yakından bakalım. Uğultulu Tepeler’i büyüleyici kılan şey, doğaya aykırı sıra dışı öyküsü değil. Bu sıra dışı öyküyü karşılayacak bir dil olanaksız olduğundan, bunu olanaklı kılacak sıra dışı (doğal olmayan, usa aykırı) teknik (anlatı tekniği) devreye girmiştir. Bu roman özelinde birden çok anlatıcıya başvurulması, anlatıcı çevrenlerinin (perspektif) çokluğunun, yapıtın çatışmalı (dramatik) duygu yoğunluğunu karşılamak ve dengelemek için zorunlu olması, anlatıcıların sağduyu ya da yanlılığıyla romanın kolay benimseyemeyeceğimiz duygusal çırpıntılarının içselleştirilebilmelerinin kolaylaştırılması nedeniyledir. Us, anlatıcı katmanında romanın çılgın, dünyadışılığını, dizge (sistem) yıkıcılığını dengeler. Lars Von Trier üzerine çalışmamda onun seyircisini yemlemesi dediğim şeydir bu bir açıdan. Us, yani usdışı boşluk, hiçlik, anlatının dünyalılaştırılması için gerekli kusur noktasını, aralıktaki hiçi, geometrik ortayı, noktayı sağlar. Biz böylelikle anlatı boyunca kendimizi bu varsayımlı usa, kurmaca püfüne, aslında varlıksızlığa emanet ederiz. Eğer baştan bu varsayımı benimsemez, kabülü yapmazsak, yapıt tuhaf bir biçimde bize inandırıcılıktan yoksun, tutarsız, saçma, abartılı, gerçek dışı görünecektir. Buradaki ironiye lütfen dikkat ediniz. Bunun böyle olmaması, en dünyadışı anlatıyı bile kurgunun içselleştirilebilmesi, dayanağını bu usdışı us noktası varsayımından alır. Sürecin bir yerine yazar olarak, okur olarak bir varsayım (hiç noktası, yapay us/sentetik akıl) yerleştirmek zorundayız ve bunu yaşayan toplumsal varlıklar olarak en başta ve bir kez yaparız. Bu edim boyunca (estetik süreç) tökezlemeyeceğimiz anlamına gelmez.

Köye Heatchliff’e kiracı olarak gelen Mr. Lookwood çerçeve anlatıcıdır, ama aslında dinleyicidir. Öykü onun ağzından, yaşadıklarının (gözlem) aktarımı biçiminde (eşanlı ben anlatımı) başlar. Orada zaman gerçek zamandır. Olaylara bir ucundan katılmış, katıldığı, tanıklık ettiği zamanı anlatır. Ama gözlemlediği birçok şey bir anlam bütünü içine girmeyecek, her şey bölük pörçük olduğundan, anlatan bir diğer anlatana şiddetle gereksinim duyacaktır. Yani anlatan, şimdi dinlemeye hazırdır.

Anlatının alttaki, çekirdeğe yakın ikinci katmanına Bayan Nelly Dean’le (iki ailenin de geçmişine iki kuşak boyunca tanıklık eden dadı) geçeriz. Bu, anlatıcı uzaklığının (aralığının) epeyce azaldığı, daha içerden bir öykülemedir. Nedenler, sonuçlar, tepkiler bir anlama (ya da anlamsızlığa) bağlanabilmektedir bu katmanda. Yine de Mr. Lookwood (üst anlatıcı) denli olmasa da Bayan Dean, bir kavrayış ve denge noktasıdır. Bir dadı bu rol için uygun mudur? Coğrafi konumu, ağdaki yeri açısından en uygunudur ve bu biçimsel tutarlılık, içeriksel varsayımı görmezlikten gelmemiz için yetebilmektedir. Her okur bunu deneyler.

Her iki anlatıcının da tanıklıklarında kişisellikleri, şöyle ya da böyle yan (taraf) oluşları, ayrıca kendilerine özgü bir yaşamları olduğu duygusu hoşumuza gider. Çünkü, dünyadaki her şey birbirine bağlı, birbirinin öyküsü, anlatanı ve anlatılanıdır. Bu çoğulluk duygusu bilinçaltımıza yerleşir. En üstteki anlatıcı ise, gerçekten güzel bir şey yaparak anlatıcılarını anlatılana bulamayı becermiş, bunu yanlışsız yapabilmiş, tutarlılığı zorlamamış, tersine zamanla da doğru ilintilendirebilmiştir.

İlk anlatıcı (Bay Lookwood) son anlatıcıdır. İkinci katmanın çekirdeğe ilişkin anlatısı tamamlanmış, geçmiş kapanmış, ama öykü bitmemiştir. Yaşam sürmektedir. Bir üst kata çıkmamız, ikinci anlatıcıyı (Bayan Dean) aşmamız gerekir. Aşarız ama, yakın geçmişi doldurmak için yine Nelly Dean’e başvuracaktır Lookwood. Üstelik çekimserdir, bu öyküye katılma düzeyi konusunda ikircimlidir ve kenarda kalmayı yeğler. Yalnızca bizim için (üçüncü kişiler) bir kez daha dadıyı dinleyecektir. Zaman artık yakın geçmiş zamanıdır ve Mr. Lookwood da bir biçimde öykünün parçasıdır. Roman şöyle biter: “Dingin gökyüzünün altında, bu mezarların yanında biraz oyalandım. Fundalıklar ve yabansümbülleri arasında uçuşan pervaneleri izledim, otları hışırdatan hafif yeli dinledim ve insan bu dingin toprağın altında uyuyanların nasıl olur da huzursuz bir uyku içinde olduklarını düşünebilir, diye şaştım.” (Can, 378)

Anlatıcı (öyküleyici) zamanı ile anlatı zamanı başta çakışırken romanın uzun bir bölümü boyunca anlatıcı zamanı ile anlatı zamanı (şimdi-geçmiş) ayrışır. Sonra yine anlatıcı aktarımdan tanıklığa, şimdiye gelir. Dinleme konumu na geçer ve zaman bir kez daha ayrışır, ama bu kez şimdi-yakın geçmişle buluşur. Beşinci zamansal tümce şimdide akorlanır ve dilek kipinde doyurucu olmayan bir evrensel çağrıyla biter. Ölenler ölmüştür. Onların huzura kavuştuğunu düşünmekten başka ne yapabiliriz ki. İyicil anlatıcıların bu son dilekleri, her ikisini kara(nlık) kanatları altına almış üst (yazar) anlatıcının mutsuzluğuna, tedirginliğine bir çözüm olabilir mi? İyi ki olmamıştır, eğer bu tümce (dilek) başta yer alsaydı, roman var olmazdı. Emily Bronte, kendi anlatıcılarından başka türlü kavramış, anlamış, ama yine de bunun görünür kılınması için kendine değil onlara başvurmuştur. Belki Mina Urgan’ın dediği gibi, inandırıcılığı ve okuru gözetmiştir, belki yapıtının açtığı uçurumun derinliğinden korkmuş, onu sağduyuyla dengelemek istemiştir.

Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte
Emily Bronte

Anlatıcı sesinin değişikliğine (fark) sayın okuyucum (her kimseniz, içtenlikle saygılarımı sunuyorum) ilginizi ayrıca odaklamak, yoğunlaştırmak isterim. Okumayı gerçekten seven ve çocukluklarından başlayarak, belki de baba etkisiyle, kendi çağlarına değin yaratılmış büyük yapıtları okumuş bulunan kızkardeşler, yazmak için kolları sıvadıklarında, yaşamsal deneyim kıtlıklarına karşın, yazı tekniği açısından, ortalama düzeyi tutturmanın çok ötesine geçmişlerdi ve anlatıcı sesine özen, onların ince yazınsal kaygılarından birinin de sahicilik, gerçeğe bağlılık (sadakat) olduğunu kanıtlamaktadır yeterince. Bunu Anne Bronte’de bile (Agnes Gray) görebilirsiniz. Ben anlatıcısının kendi sesinden kuşkusu, böyle bir çoksesliliğe açılır. Aynı şeyi daha az olarak Charlotte Bronte’de (çünkü o yazısına, yazısının bütünlüğüne daha egemendir), daha çok Emily Bronte’de rastlarız. Abla ve küçük kızkardeşin yapısal özellikler açısından ortalamalar içerisine yerleştirilebilecek yapıtlarının Emily Bronte’de sıra dışı tekniklere, yapılara ulaşması bir tansık mı? Ben bu yapısal çözümleri, ki bunlar yarı bilinçli çözümler gibi geliyor bana, yazgıya ilişkin duruşlarıyla ilişkilendirmek isterim açıkcası.


Yazgıya Kafa Tutan Öfke


Bu yumuşak ve evrensel anlatıları insanlığa armağan eden ve o günden beri dolaylarında örülü dev söylemle (mitolojiler) coğrafyalara ve zamanlara işlene işlene aktarılan yaratıların kaynağındaki Yorkshire’lı (Haworth) üç kızı özel kılan şey, içinde yaşadıkları alanı (kır) genişletme yönünde içlerinde uyanan köklü dürtüdür. Her üçünde, ama özellikle iki ablada belirgin bir tin durumu (ruh hali) var, yazılarına yansıyan. Onlar, görü(ntü) estetiği açısından yaklaşırsak konuya, önce görünmek, görünür olmak istediler, sonra bununla yetinmeyip, onlara yönelen yerleşik görüye (bakışa) kafa tuttular. Bunun anlamı şu. Simgeler dünyasının bir parçası olma hakkını aradılar yazarak, babadan pay almak istediler (Büyük a, Lacan). Neden? Bana kalırsa kırsal dünyalarının benzer genç kızlarından biri olabilirlerdi. Onları kendi gelecekteki yazgılarını ayrımsamaya zorlayan şey, sanırım kitaplarla tanışmaları, erken okurlukları ve birbirlerini bu yönde etkilemeleridir. Birinin yazma nedeni kesinlikle ötekidir ve yaş sırasıyladır bu.

İleri sürdüğüm tezi, yani yazgı bilinci, yazgıyı aşma girişimi ve öfkeyi yapıtlarının eksenine yerleştiren görüşümü, uysal görüntülerle günümüze aktarılan kızlar için (Bronte’ler) temellendirmeliyim. Onları sıradan aşk öyküleri, melodramlar içine sıkıştırmak haksızlıktan öte, ayıptır da. Sevmek onların en belirgin istemleriydi, hem de tutkuyla sevmek. Ama bu dürtünün arkasında özneleşmek, dikilmek vardı (Buna Freud-Lacan çizgisinin Thanatos, ölüm içgüdüsü dediğini belirtmeliyim yeri gelmişken). Seven, sevebilen bir kadın-özne olmak, bunu tek başına kotarmak ve bunun için göze alınması gereken her şeyi göze almak. Onların yapıtları gerçeği bu yeni boyutuyla gizli, açık taşırlar ve bu yüzden devrimcidirler. Böyle bir çerçevede aşk, tutku öyküleri nitemiyle yetinmek konuyu çarpıtmaktır da aynı zamanda.

Bütün bu dediklerim ve diyeceklerim Anne Bronte için daha az ölçüde geçerlidir, çünkü o direnişini geliştirecek, biçimleyecek zamanı bulamamıştır. Önünde iki direniş örneğiyle (Charlotte ve Emily), yaşasaydı susgun kalamayacak, düşüncelerini ve özellikle imgelemini özgür bırakacaktı bir noktadan sonra.

Bu kızların (Emily’nin) önündeki engeller neydi? En başka döneminin egemen değer yapıları ve bunun içerisinde kadın için biçilmiş yer. Püritanizm günlük yaşamı katı bir biçimde yorumlayıp belli bir amaca göre biçimler. Kalıp, yaşamdan güçlü ve üsttedir (varsayımsal olarak). Bu ağır bir yazgı çizgisi, evrensel bir yas (hatta çile) gibi taşınacaktır ve görev de budur.

Emily çok ileri gitmiş, ablasını aşmıştır, üstelik ablasını onun adına tedirgin edecek, bu tedirginliği dile getirecek, gerekçesini öne sürecek denli. Emily ne ailenin kurgusu içerisine, ne Yorkshire’ın, ne İngiltere imparatorluğunun, ne de dünyanın içine sığacak gibiydi. Bir yere oturtulamayan, bu nedenle duyunçlaşan (vicdan) bir kötü, huzursuz, yıkıcı anımsatıcı olarak 1847’den beri bizi okudukça yerimizden oynatıyor.

Charlotte Bronte’nin yayın sırasına göre ilk, o büyük başyapıtı kafa tutmanın ilk örneğini açıkyüreklilikle koyar ortaya (Jane Eyre). Bu kızlar birbirlerinin yazdıklarını daha taslakken okuyorlardı kuşkusuz ama, birlikte geçirdikleri bütün zaman, aynı zamanda yazgı (kader) üzerine düşündükleri zamanlar olsa gerek. Onlar orada bulunuşlarının niyeliğini (kurgusal tanıklıklarının olağanüstü örneklerinden esinlerle yüklenmiş olarak) birbirlerine soruyor, çıkışı, benliği, özneliği, kimliği kendi aralarında tartışıyorlardı. Tanrısal yazgıda sorunu hangi odağa yerleştirmeliydi? Çünkü artık onların mutsuzluğu apaçık ve gözler önündeydi, bunu görmezlikten gelemezlerdi. Yalnızca üç kişi oldukları ve paylaştıkları için. Tek başına olsalardı bu atılımı asla yapamazlardı. Birbirlerinin beslenme havzalarıydılar.

Emily Bronte

Victorien açılımının, ben, ikiyüzlülüğüne verilmiş sert ve en iyi yanıtlar olduğunu düşünüyorum iki romanın. Uğultulu Tepeler, yayınlandıktan sonra kargışlandı (lanetlendi) neredeyse. Ahlaksız, kötülük tohumu, dinsiz bir yapıt olarak görüldü. Evet, Victorien açıda öyleydiler, çünkü Emily Bronte’nin, yetiştiği dünya ve kişisel yaşamı tam tersi imgeyi verse de bize, yapıtının bu yargıyı doğruladığı gerçek. Çünkü yapıtın yapısından başlayarak, kişilerine ve olay örgüsüne değin tüm önerileri (ya da önerisizliği), geleneksel toplumsal yapıların (din, yönetim, cemaatler, vb.) hiç birinin içine sokulamaz, sokulamadı. Ya, çağlar kapanıp açıldıktan, karanlığın sonuna değin gidildikten sonra, bugün? Gelenek bana sorarsanız sürmektedir, Lars Von Trier son filminde bunu tilkinin ağzından apaçık söyledi, ‘kaos sürecek’. Hâlâ o tek öykünün parçasıyız, o büyük bozunumun (entropi) ve Emily’nin yaptığı kaosun dilini tersinlemesi, açığa düşürmesi. O yüzden büyük Geleneğin binlerce yıldan beri sürdüğü dünyalılığımızda (buradalık) Uğultulu Tepeler, bir yere sığmıyor, sığmayacak.

Yapıtın özündeki ya da özünü oluşturan öfke anlatıcıyla dengelenir. Yapıt uyumsuz bir karmaşaya dönebilecekken anlatıcı seçimi, yapıtı bizim açımızdan algılanabilir kılar. İşimiz ancak bu biçimsel teknikle kolaylaştırılmış olur. Ödün verilmiştir verilmesine ama, içerik bu sertliği, kavranılmazlığı, sıra dışılığıyla önümüze gelebilmiştir. Başka sanatçılar başka çözümler bulmuşlarsa da yazarın önüne gelen, elaltına giren en uygun çözüm, ne dersek diyelim, bu biçim-içerik eytişmesinden (diyalektik) gelmiştir.

Sanat yapıtının işlevi, sıra dışına aracılığıyla ilgilidir. Bu varsayılmış, tekinsiz alanda yola çıkışımız bir serüvendir, gündelik korkaklığımız, sinikliğimiz bu kurmaca, saymaca, oyuncul bataklıkta gezinirken bir kenara itilir ve orada yalnızca yaşam değil ölüm (düşüncesi) de oyun içre deneylenir. Bunu Poe, Conrad, Dostoyevski, Emily Bronte, vb. yaşatır bize. Dertleri kendi sorularıdır, bizim gündelik yavanlığımızı gidermek değil elbette.

Emily Bronte, ablası gibi sözcüğün gerçek anlamında özgür(ce) yaşamak ister (bunu talep eder). Bu özgürlük sözcüğü sonraki yozlaştırılmış serüveninden öncesine ilişkin çağrışımlarla yüklüdür ve henüz kirlenmemiştir. Daha çok da kendini, görünmez ideolojik kafesten kurtarma, kadına biçilmiş toplumsal yazgıya baş kaldırma, her şeyde eşit olma istemlerine bağlar. Bu açık ya da gizlidir. Kadın kadınlıktan görünüşte vazgeçtiğinde olumlanmakta, kabul edilmekte, idealleştirilmektedir. İkiyüzlü etik yıkıcıdır bu noktada. Hem toplumsal refah ve zenginleşmeyle arzu nesnelerinde artış söz konusudur ve arzu nesnelerinde artış, arzulayan öznenin artışıyla tamamlanmalıdır ve yalnızca erkeklerin arzusu arzu nesnesi yığınağını (stok) tüketemez, eritemez durumdadır; bu nedenle kadın, çocuk da verilen izinler, komutlar çerçevesinde birer arzulayan olarak sahneye çıkmalıdırlar. Hem de püriten çilede asıl pay sahibi kadın olmalıdır, kadın yalnız kadınlığının değil tüm toplumun bedelini ödemelidir.

Bu kızkardeşler ilk kez soruyu doğrudan sordular, ama asıl Emily apaçık, yekten ve ürkütücü bir dille. Ondan önce eğlenceli, cinsel çağrışımlarla dolu, hoppa kadınların ve aşk kaçamaklarının avaza çıktığı anlatılar zaman zaman modalaşarak da, bol bol yazılmıştı ya, bunların yaptığı bir çeşitleme değildi asla. Daha edepsiz, ayıp şeylerden bile söz edebilirlerdi, yeter ki bu yazdıklarını yazmasınlar… Bize 150 yıl sonra çok tuhaf gelebilir bütün bunlar. Ama aynı oyun bugün de sahnelenmektedir kuşkunuz olmasın.

Bu eğlence mantığını ve keyif verici avadanlık olma haklarını reddetti bu iki kadın. Bunu yapsalardı bambaşka yerlerde olacaklardı. Onların sorunu iki kızoğlankızın yatak odalarını dünyaya açmaları ve herkesi röntgene çağırmaları hiç olmadı. Öyle sanıyorum böyle bir şey onları da irkiltirdi, üstelik bedeni cesaretle öne getirmeleri, somutlaştırmaları, yani bu cesaretlerine karşın… Dertleri kendilerini özgür duyumsamak, özgürce sevmek ve sevilmekti.

Onların sorusu yazgının ne olduğu, neden olduğu ve kadına biçilmiş yazgının doğallaştırılmasının kaynakları üzerine düşünmekle ilgiliydi. Tanrı buna nasıl izin verirdi, verir miydi? Kadın Jane Eyre’de erkekle (iki ayrı sınıf gerçeğine karşın) eşitliğe eğilimli, yatkındı (bu bile yeterince görülmemiş şeydi) ama Uğultulu Tepeler’de artık kötücüllükte bile bağımsız, özerk bir özne olarak, buradayım senin kadar, diye haykırmaktadır. Bu çığlık gerçekten dehşet veren, ürpertici bir çığlıktır.

Emily, bu eşitlik ve adalet istemi (talep) için önce erkeği bozmakla işe başladı. Heatchliff erkeğin doğallaştırılmış egemenliğinin bozunumudur. Erkek de içten içe yanıp tutuşan kadın gibidir tıpatıp, tutku onu da biçimden biçime sokar, dönüşüme (metamorfoz) uğratır. Kötülük yalnızca kadının (kadınlığın) vahiysel özü (şeytanla ayartılmış, şeytanı yanında taşıyan, erkeği günâha sokan, şerrin kaynağı-kökü olan) değildir. Aynı zamanda bir erkek de onu (kötülüğü) içinde açıklanamaz, doğadışı biçim ve içeriklerde, anlama gelmez anlatım ve aktarımlar içerisinde taşıyabilir ve kadın(lık)a özgü tutkuyla, değişkenlikle, dönüşüm yeteneğiyle bunu yapabilir. Emily Bronte’nin öfkesinin öç sınırlarında dolaştığının da kanıtıdır bu. Bunu düşünmekle yetinmez, erkeğin de günaha arada bir, şeytanca (kadınca) baştan çıkarılarak bedeniyle bulaştığını değil, ruhuna varıncaya değin şeytana teslim olduğunu gösterir. Bunu göstermesidir dehşetimizin kaynağı. Heatchliff’i ironik bir eciş bücüşlük içinde karikatür, yergi nesnesi olarak imleyebilseydik, bu bizi çok rahatlatacaktı. Ama yergisellik bile yapıtı kategorize etmeye yetmiyor yazık ki ve bu şeytan kadın (Emily) sınırları aşmıştır, çağları aşmıştır ve Mr. Hyde’ımızın (1886, Dr. Jekyll and Mr. Hyde, Robert L. Stevenson) öncülünü bağışlamıştır bize. Peki biz içimizdeki bu Heatchliff’le ne yapacağız?

Bence Emily Bronte’nin ütopyası, erkekteki bozunumu (entropi) kanıtlamak değildi. Benim söylediğim bu değil. Onun yaptığı, öfkeyle, üzerine basarak ve güçlü bir biçimde dile getirdiği şey, erkeğin kadından (tabii tersi de) hemen hiç ayrımı olmadığıydı; mutsuzlukta, acıda, günahta, suçta ve varsa erdemde tam eşitlik geçerliydi, yani gerçek böyleydi. Romanı, tarihin dayattığı güncel (Victorien) gerçeği bu ütopik varsayımla sarsıyor, dolayısıyla yeniden kurgulamak zorunda bırakıyordu. Ablasından daha dev, daha yüce bu bozguncu, devrimci edimini kundakçılığa vardırmaktan da çekinmiyordu. Çünkü bugün de yapıtı açık değil kapalı yapıttır içerik örgüleri, donatıları açısından ve dikkat isterim, örneğin en yakınındaki Jane Eyre’e göre Eco’cu anlamda açık yapıttır aynı zamanda Uğultulu Tepeler. Çelişki yakalamaya uğraşmayın, rica ederim; açık yapıttır, çünkü roman okurunu ikilemekle yetinmez, her çağdan okurunu yerinden etmekle kanmaz, kendi belirsizlik alanını (ben buna izninizle, öfke alanı diyeceğim), bizim anlamlandırma çabamıza karşın ve bu çaba sürekodukça dayatır, büyütür. Yapıtın içinden üzerimize doğru gelen fırtınayı (saldırıyı) fiziksel bir etki olarak duyumsar, bu alanın manyetik çekimine kapılır, korkar, korka korka sürükleniriz peşi sıra. Bizi bu romanda çeken şey, yine çeken şey bu belirsizlik alanının gizli sözü, vaadidir. Biz buralıyız, yeryüzülüyüz, aynıyız, kardeşiz. Aşkla ve ölümle… Şimdi belki Faulkner’i ve onun ilk romanını daha iyi anlayabilirim: Türkçede Aşk ve Ölüm. (“Hayatın ön kapısıyla, arka kapısı…”, Soldier’s Pay, 1926).


Emily Bronte
Emily Bronte

Cathy’yi (anne Catherine) tek başına anlayabilir, insanoğlunun günâhkarlığı üzerine geniş geniş yargılar üretebilirdik böyle bir okurluk deneyiminden, ne yararlı, ne de iyi olurdu böylesi. Ama yazar tutup da, sanki eril ikiziymiş gibi Heatchliff’i de aynı kötülük içre tanımlayınca, bizde pusula şaşıyor. Öyle oldu.

Burada önemli olan yazarının ve yapıtının göze aldığı şeydir. Yaratıcı kanon, dizgeye bağlı seyretmez, dizgenin (sarmal) açığı, aralığı, yetmediği yer ya da şeydir. Bu yüzden bir geleneğe bağlanmadan, kendi de gerçekte bir gelenek oluşturmadan (yani zaman ve uzamaşırılık sözünü ettiğim, tarihdışılık) yapıt dizgeyi tümlerken (bağlamı genişletmek), tam bunu yaparken bir yandan da eksiltir. Tamamlarken eksiltme tasarıdır (proje) sanat. Şimdi bunu bilen, bilince çıkaran, yapılanın ne olduğunu, anlamsızın kıyısındaki (uçurumun kıyısı) asıl anlamı bilir, ayrımsar. Yargı, kanonun bilinci tarafından verilir, azınlıktır bu bilinç, çoğunluk onu mülk edinir, kullanmalığa dönüştürür. Bu yargı beylik yargıya dönüşür ve izini artık kolay kolay silemez. Kitlenin malı olduktan sonra, dediğim. Başyapıt olmanın gerekçesi kanonun içinde kalır, öte yana geçtiğinde düşer (gündemden, bilinçten, gerekten). Geriye kalan başka ağızdan devşirilmiş yaygın, yerleşik kanıdır. Doğru da olabilir, yanlış da. Önemli olan bu yargıyla yüzleşmedir son okurca. Bu yargı bir kez daha sınanmadıkça geçerli değildir kuramsal açıdan (yanlışlama).

Yani, dünyanın en iyi on romanından (!), diyelim ki biri sayılması, Uğultulu Tepeler’i daha okunur, daha yaşamsal kılmaz herhangi biri için. Bunun için gereken şey içimizde taşıdığımız Heatchliff’i, Catherine’i yüze çıkarmaktır. Yoksa budalalığımızla kendimize gerçekte haksızlık yapmayı sürdüreceğiz, hep bağışla(n)dığımızı sanırken.

Tutkunun ölümcüllüğü konusunda (ölümüne tutku) sınırları sonuna değin zorlar Emily Bronte. Bu tutku, böyle, bu biçimiyle içinde yaşadığımız dünyada vardır, onun tutkusudur. Kendimizi aldatamayız (sahiciliğe davet alıyoruz, demek). Belki kurumları bile (örneğin, evlilik) hedefine koyan, bir anda yerle bir eden bu tutku, sıra dışı (anormal), inanılmaz ve abartılmış mıdır? Bir sapkınlık, sayrılık mıdır (hastalık)? Flaubert bile böylesine ileri gitmiş değildir belki de. Babası belli olmayan bir devşirme çocuk (Heatchliff) tutkuyu böylesine derinliğine taşıyabilir mi? Eşitlikte çok aşırıya kaçmıyor mu yazarımız? Toplumun bütün değerlerini çiğneyen bu ikili, Tanrıya başkaldırmıyor, kafa tutmuyor mu? Bunu her ikisi de söz ve eylemleriyle apaçık yapar. Sanki derinliklerinde içkin bir meydan okuma özü, Prometheus özü, çekirdeği ayaklanmıştır da başından beri, Olimpos’un tanrılarına katlanamamaktadır bu kadın ve bu erkek. Onlar Ahab’a benzerler (söylemiştim). Beyaz Balina’nın, Moby Dick’in (Tanrının) peşine düşmüş balina avcısı, Kaptan Ahab’a. Bacağını alan Tanrıdan, aslında onun tarafından yaratılmışlıktan (!) nefret eden, bunun öcünün peşine düşmüş Ahab gibi Heatchliff de, Catherine de, tutkularına yaklaşan herkesi tutuşturan, yakıp yıkıp öldüren güçte bir öçle yeryüzüne saldırırlar. Yaygın, yerleşik ve sıradan ahmaklık aşkı, bu tutkuyu anlayamaz, anlayamayacaktır. Oradan bakan büyük bir çatışma, yoksun bırakma, kin ve yok etme eylemine tanıklık ettiğini düşünecektir. Bu sevmenin kendine özgü, kendince yaratılan dili, ortalamanın dilinin dışında, çok üstündedir ve bu iki karakter bu yüzden yalnızca birbirlerinin dillerini anlarlar. Bu romanı böylesine erişilmez, büyük yapan şey, bağrında diri tuttuğu Tanrıya kafa tutma boyutu, gücü, duygusal yoğunluğudur. Bu küçük, çirkin sayılabilecek, bedeni sevilmemiş kadın, bu bana kalsa güzeller güzeli civan, Emily, hangi cinsten olursa olsun bir insanı güzel ve doğru yapacak şeyin, başkaldırmak, Tanrıya (bile) kafa tutmak olduğunu anlamıştır. Eğer varsa bundan Tanrı yitirmeyecek, ama insan(oğlu) kazanacaktır. Yani hesap şimdi, burada görülecek, bedel her ne ise şimdi, burada her şeyle gerekirse ödenecektir.

Emily Bronte

Bu İnsanlar


Arkada güçlü bir coşumcu esinti, İngiltere’de özellikle etkin anlatımlara ulaşmış gotik öykülerin olduğunu biliyoruz. Bu kızların bu geleneği ayrımsamadığını düşünmek saflık olur. Üstelik yaşamlarının uzamsal kesişim noktası, onların tinlerini (ruh) bütün bunlarla kişisel olarak da beslemiş olsa gerek. Uyaranların az olduğu kapalı eyleşim(sizlik)de düşgücünün düşlemsel (fantastik) yanı olağanın üstünde üretici olabilir. Fantasmagorik salgı çoktur böylesi anlarda.

Üç kızkardeşin de yazıda en titiz oldukları şey, okuyunca anlıyoruz ki karakterlerin resimlenmesi, betimlenmeleridir. Bunu yazıya soyunmuş bir tasarının olmazsa olmazı, temel kuralı saydıkları belli. Yalnızca kişilerin değil, dış dünyanın genel açıda görüntülerinin, iç uzamların nesnelerle dolduruluşlarının titiz ve olması gerektiği kadar (ne çok, ne az) betimleri konusunda bu özenin kaynağı ne olabilir? Kızkardeşleri buluşturan bu yöntembilimini ve gerçekten bugün de etkileyici büyük gücünü ben şöyle açıklıyorum: Kaynak kıtlığı. Gereç kıtlığı. Ellerinin altında gereç öyle sınırlı, güdük, verimsizdi ki, onu (yoğurdu) üfleyerek, hiçbir şeyi atlamama kaygısı ve duyarlılığıyla yediler, değerlendirdiler. Bu ekonomizmleri şaşırtıcıdır ama kaçınılmazdı da. Bu yüzden aynı şeyleri (dışarlık açısından; yani olay örgüleri, karakterler, ilişkiler, söyleşmeler, uzamlar, vb.) yazmışlardır. Onları, dikkatli göz açısından ayıran şey, yaklaşımlarının arkasında gizli soruları, bu sorunun omurgasını oluşturan cesaret eşiğidir. Yaklaşımlarında gösterdikleri cesarette gidebildikleri erim (menzil) onları birbirlerinden ayırır.

Yani Rochester (Jane Eyre), biraz Heatchliff (Uğultulu Tepeler), biraz Agnes Gray’deki Master Bloomfield ya da Uncel Robson’dır. Her iki Catherine’de (anne ve kızı), Jane (Eyre) yankılanır gerçekte. Agnes, yavru kuşları, içlerinde Heatchliff ve Catherine’leri açık biçimde yankılayan Bloomfield’lerin çocuklarından kurtarmak için bir taşla ezer. Demek yaşamın özündeki şiddetten hepsi de kendi ölçeklerinde paylarını almış bu güzel insanları ayıran şey, göze aldıkları şey, yani göze alma düzeyleridir. Çünkü üçü de aynı kafesin içindedir ve birbirlerinin sesleriyle ötüşü öğrendiklerini, içim burkularak söylemem gerek.

Dertleri kadınlık (hakkı) olduğundan önce kadın karakterler üzerinde durmak istiyorum birazıcık. Üçünün de kadın karakterlerinde açıktan ya da gizli yürüyen bir arayış var ve zaten Bronte’leri bu açıya yerleştirmek gerekir öncelikle. Onlar Victoria ahlâkının kurbanları olarak, yaşamın yığınsallaşan arzulu çağrılarıyla kadına biçilmiş kuralların (norm) arasında tüm kadınlığın acılarının bedelini İsa gibi ödemek üzere çarmıha gerilmiş üç karakterdiler. Jane bedenini ucundan, yarı-örtük, arzulayabilen özne(ymiş gibi) göstermiş, Cathy (daha çok anne, ama kızı da) bedeni bütün günahıyla birlikte üstlenmiş, tanrısız bir tutkuya neredeyse sürüklemiş, Agnes ise belki üzerinden atamadığı örtüsüyle alttaki bedeni imlemiştir.

Uğultulu Tepeler’e (Rüzgarlı Bayır) dönersek, kadınların yine erkek (Heatchliff) üzerinden tutkularını sahiplenebildiklerini, bu tutkunun erkek üzerinden açığa çıktığını söyleyebiliriz. Dışarıdan aileye daha çocukken giren Heatchliff’in, Catherine’in tutkusunun açığa çıkmasına, oluşmasına yol açtığını, onun ikilemlerinden anlarız. Heatchliff’le yaşam yoluna çıkıp çıkamayacağını bir türlü kestiremeyen Cathy, tutar sırf Heatchliff’in canını yakmak, onu uyarmak için belki de, Linton’la evlenir.

Romanın ana kişileri hayvansıdır, çünkü tutkulu, dolayısıyla duygularıyla devinir, konuşurlar. İçgüdüsel tepkiler verir, şiddeti bir iletişim yordamı olarak öncelikle kullanırlar. Bu gözlemlerden yola çıkarak birçok büyük klasikte ana imgeyi oluşturan iyi(lik)/kötü(lük) çatışmasının, akla karanın bu romanın temelini de oluşturduğunu söylemeyeceğiz. Hatta tersine, Bronte’nin bu evrensel izleği yıktığını ve bunun yarattığı estetik güzelliğin daha önemli olduğunu düşünmeliyiz. Çünkü böyle bir ikicilik (düalizm) insan(oğlunun) öyküsünü, özellikle tek tanrılı dinler üzerinden sakatlamıştır. Bu ikicilik, bir fındık kıracağı kıskacı gibi, varsa insan tümlüğünü çatlatmış, kırmış, hatta içini (öz) ezip geçmiştir. Romandaki uzamsal (mekân) dağılım, bu izlenimi (ikicilik) vermektedir. İki karşıt ev ve bu iki evin kişileri de ayrı, karşıttır. Bir ev (Trushcross Grange) iyicil bir odakken, Wuthering Heights Mr. Hindlay’i, Joseph’i, Hareton’ı, Heatchliff’i, hatta yeğen Linton’ı (İsabel’in oğlu), Catherine’iyle kötücül, karanlık bir odak gibidir. Kolayca bu tuzağa düşebilir okur. Bu karşıtlığın coşumsal gücünden yararlanmıştır Emily Bronte, başarılı bir gerilim kurucu olduğundan… Ama tümü budur. Düşlemini, yeteneğini böyle bir karşıtlığa dayamakla yetinemezdi. Çünkü dediğim gibi onun derdi başkaydı. Yapıtın daha üst katmanlarında gezindiğimizde, en genel imgeye, bütünsel, egemen imgeye baktığımızda göreceğimiz şey, tek gövdelidir (monolitik). Orada doğuştan gelen karşıt özler değil, ilişki ve toplum vardır. Tutku tutkuyu, söz sözü tetikler, hatta çığırından çıkarır ve bu dünya böyle olduğundan, olabileceğindendir. Emily Bronte bunu kavramıştır kesinlikle. Onun yolu doğrudan Freud’a çıkar, çünkü libido (beyin soğan sapı, bence elbette), ikili (iyi/kötü) yapay kurguların dibinde yatan ve o tüyler ürpertici çığlığı gökyüzüne boşaltmak için bekleyen tek bir hayvandır (yaratık). Yine sanki gelmiş, bir öze dayanmış gibiyiz, onun bir ya da iki olması neyi değiştirir, denebilir. Hayır, Emily Bronte sözkonusu olduğunda, içeride dipte bir yapıdan söz etmedim, önüme getirdiğim şey, Oedipus’u yapan Oedipus, Lacan’ı yapan Freud, Heatchliff’i yapan Catherine, vb.dir. İşte bu yapıcılık, bu üretim, dışarıdan geldiği, dünyalı olduğu için Uğultulu Tepeler böyle etkilidir, sarsılırız okuyunca. Dostoyevski, demişti, tinbiliminin kaynağında durur, sanırım Nietzsche. Ama Emily Bronte’yi okumuş muydu, bilmiyorum. Onda sözden düşen söz, insandan düşen insan olarak tinbilimi (psikoloji) yapıtın havasını oluşturur. Kişilerin canlılığı, üç boyutlulukları ve yapıtta içkin çokseslilik bu tinbiliminden gelir.

Emily Bronte

L S. Lowry


Tutku (arzu), omurgayı oluşturur ya da ekseni. İstemek (arzulamak) bedeni, yeri (toprak) çağrıştıran, çağı içinde (püritanizm) başlı başına bir günah iken, hem de yukarıda dokunduğum gibi kadınla (onun bedeniyle) ilişkilendirilmişken, iki anlatıcı dışında (iki kısa devre) bir romanı tutkulu bir dolu insanla doldurmanın başka ne anlamı olur? Ablanın (Charlotte) açık etkisi uçlara taşınmış, gerçek bedenler, yalnızca ışık değil gölgeleriyle de belirmişlerdir. Bu doğru gereçten gerçek (sahici) insanlar yapmaktan başka bir şey değil. Bir oyma, kazıma, kör, sağır şu kütükten tin çıkarma, bir tür cadılık töreni. Emily Bronte, ilk tümleşik, bireşimsel cadı olduğu içindir ki sesi bunca bunaltıcı, cehennemsi, ürkütücü ve uyarıcıdır. Yani onun kişileri cadının kötü cinleri gibi basar evimizi (beyin çatımızı). Ve burada nasıl anımsamam Trier’i (Antichrist, 2009). Tutkunun ilk nesneleştirildiği, önümüze getirildiği bu romanın kişileri içimizde gömdüğümüz ve ektisiz kıldığımızı sandığımız ne kadar hortlak varsa tümünü yüze getirir. Aman Tanrım, içimizde ne çok hortlak barındırıyormuşuz!.. (İbsen, Emily Bronte’ye bir şey borçlu mudur?)

İşte bu ele geçmezlikle, bu kaygan iğrençlikle dolu, tiksinti verici kişilerden yanadır yazarın seçimi. İkiciliği (düalite) aşan boyutu bu romanı evrensel kılıyor bu nedenle. Eğer, iki alt anlatıcısı gibi baksaydı dünyaya (bir dengeleyici, bir uzlaştırıcı, bir uyumlu insan) böyle bir romanı yazmaz, bu kişileri çıkarmazdı ortaya Emily (Bronte). Anlatıcılarının sınırı ötesinde yaratır roman kendi coğrafyasını, tinini. Bunun son egemeni kimdir sorusu yersiz burada (kuşkusuz yazardır bu kişi). Ve yazmış, bu dizginlerinden boşanmış insanları ortalığa salmıştır. Onlar sevmede öyle ileri gitmişlerdir ki, bizi hayran, ağzı açık bırakan şey bu dalganın Richter ölçeği değil, büyük cesareti ve insanın gizilgücü (potansiyel), olanaklılığıdır (imkân). Bu bizi onur-landırır (malı), ama ürküt-ür (meli) de öte yandan. Bunları okuyacak kişi sanabilir ki, yazara çok şey, olmayacağı şey yüklenmektedir. Uslu, uysal yaşantıları içerisinde bu üç kızkardeşle ilgili bugüne değin böyle yorumlar yapılmadı belki de. (Aslında bilmiyorum) Çok ileri gidilmektedir. Görünüşte öyle. Bu benim hoşuma gittiği, bu kızları böyle anlamak istediğimle ilgilidir biraz, bundan kuşkum yok. Ama kötü okur da sayılmam (sanırım). Kitabın ayrı, kendi sesini de duyarım, usum bu sesin kitabı yapanın sesiyle arada bir de olsa örtüştüğünü düşünür. Diyorum ki, bu uysal, bu ahlâklı, taşralı kızlar, hayır, tam tersine dünyaya açıktılar tinleriyle, dünyalıydılar, taşraya sığmadılar, çünkü sığamazdılar ve çağlarının ahlâkı onlara asla yetmezdi, çünkü daha büyük, daha yetkin, yaratıcı, kurucu bir ahlâkın sahibiydiler aynı zamanda. Romanlarındaki insanları onlar yarattılar, hem abla ve küçük kızkardeşten ayrı olarak Emily Bronte, kendi kişileri (karakter) için olumsuz yargı hiç vermedi. Tersine, onları yazdı, onlar için yazdı, kendini (tutkusunu, arzusunu) anlattı.

Tutku böylesine belirleyici olunca, çatışma derin ve sarsıntılı geçecekti. Yapıt boydan boya dev bir kırılımla, sürtünme ve çatışmayla kulaklarımızın dayanamayacağı seslerin eşliğinde uçurumu derinleştirecekti. Oraya (bu yerçukuruna, jeosenkline) yeni bir okyanus dolacak, insanın tutuşmuş tinsel magması orasından burasından delecekti bizim yaşam dediğimiz tekdüzeliğimizi, bu dayanılmaz yavanlığımızı. Volkanizma bitmemiş, tutku ölmemiştir. Yaşam, birin bölünmesi, parçalanmasının süreği, öyküsüdür.

Öyle de oldu.

Emily Bronte
Emily Bronte

Belki benim artık bu roman üzerine söyleyebileceğim şey buncadır. Sorumu ancak buraya değin oluşturabildim ve taşıyabildim. Daha birçok açıdan, düzeyden yaklaşılabilir romana. Hem bana kalırsa hiç önemli değildir bütün bunlar. Son ve geçerli söz, okumaya, doğrudan okumaya ilişkin olacaktır. Onun vereceği şeyi, onun hakkında…veremez.

Ben dedim ki, tinbiliminde bir öncüdür Emily Bronte.

Ayrıca dedim ki, o kendisini bir tür Jean Dark (şehit, martyr) gibi sürmüştür baltanın altına, tutuşmuş odunların üzerine.

Üstelik dedim ki, öcünü hakkıyla almış, ondan yaşamını alanlara neyi aldıklarını o gün bugün anımsatıp durmuştur.

Hem dedim ki, Emily Bronte kendisi ve kızkardeşleri için eşitlik ve adalet istedi. Bu roman bunu istemenin acı ama cesur bir örneğini verir.

Ve dedim ki, Emily (Bronte) gökyüzünü gecenin derininde ışıldatan, o yıldız…

Dedim ki, onlardan biri. Belki şafağın, seherin yıldızı…

Belki benim de yıldızım…


Emily Bronte