Sunuş
Bu yazı Haydar Ergülen
şiiri hakkında bir son söz değil. çünkü
şairimizin şiiri güçlenerek sürecek belli ki.
üç bölümün
ilkinde eski (2012) Ergülen okumalarım hakkında düşüncelerimi
koydum. Amacım Ergülen şiiri hakkında görüşlerimin
evrimini de izleyebilmek, gerekirse özeleştiri yapabilmekti.
Belki de bölümü ek olarak yazının sonuna koymak doğru
olurdu. Ama amaç böyle bir kurgu gerektirdi.
İkinci bölüm
Haydar Ergülen'in son üç şiir kitabının yakın
okumasıdır. Bolca alıntılar ve yerinde, sıcak yorumlarla
harmanlamadır söz konusu olan. Aslında Ergülen şiirine
eşlik ederek şiiri ve şairi yeniden üretmek, yazmak çabası.
Elbette bir yere kadardır.
Üçüncü
bölüm beni esinleyen yanıyla Haydar Ergülen şiiri
hakkında düşüncelerimin geçici serimidir. Kuşkusuz
şiirin tümüyle ele geçirilmesi amaçlanmamış,
şair bağlamında birkaç soru oluşturulmaya çalışılmıştır
ve istenen, çıkarımların şairimizin kendisiyle sınırlı
olmadığının anlaşılmasıdır öncelikle.
1.Bölüm: 2012 Haydar Ergülen Okumalarım
Üzgün Kediler Gazeli (2007)
2008 Metin Altıok Şiir ödüllü
kitabı biraz gecikmeli okumuş oldum. Aynı zamanda Ergülen'i
de şairlerim arasına katabileceğimi gördüm. Genel olarak
bende yaşamından şiir üretmeyi aşan, yaşamı(nı) şiirleştiren bir
söz-gövde izlenimi bıraktı. Sözü bedeninin bir
uzantısı olarak getiriyor önümüze ve bunun
doğurabileceği iyi kötü sonuçlar hakkında
sakınımsız.
Dergi izlemediğim için
ülkemizde şiirin sınıflaşmasının, katmanlaşmasının ayrımında
değilim açıkçası. Egemen kimdir, şiir devrimcisi var
mı, varsa kim, bilmem. çokca şiir yazıldığını söylüyorlar,
oldukça da kitap yayını var. Tamam kalabalık caddenin uğultusu
elbette yabana atılmamalı ama bu uğultunun içinden seçik,
ayrışık, bağımsız, kendi olmuş bir sesi dünya korosu içinde
kendi tınısıyla ayırabilmek için neyi, ne kadar bekleyeceğiz
daha? çünkü bu şair olma meselesi değil, okur olma
meselesi aynı zamanda. Hatta okurun dili(ni) taşıma becerisi,
yeteneğiyle ilgili. Bu dil bilinci yazarını dünyaya taşır ya da
taşımaz. Nazım'ı dünyaya taşıyan ne, Dağlarca'yı
taşımayan ne? Bir soru.
Güzel, küre çaplı
şairlerimizin de şansı çok az, demek istediğim. Ve bunları
yazışımın nedeni Haydar Ergülen'e paye biçmek
değil. Bunu yapamam. Kendi dilinin kuyumculuğunu önceliyor
anladığım kadarıyla. Onu bunca sevişimin kaynağında şiirlerinden
taşan dil tutkusu olsa gerek. Bu tutku ne uçlarda soğuk dil
oyunlarına saplanıp kalmış, ne de sahici de olsa dramatik çatılarda
kilitlenmiş... Böyle olması kötü değil, ama bunu
göstermese de içinde taşıyıp onun ötesine geçebilen
bir dinginlik, bilgelikten söz ediyorum. Ha, kuşkusuz yaşam
sevincini, tutkusunu azaltması gerekmez ayrıca.
Bir şair dilinin toprağına
bedeniyle basmalı, basıyor olmalı, ağırlığını okuruna geçirmeli.
Şiirin toprağı üzerinden okur yurtlanmalı (=dillenmeli). Azdır
Haydar Ergülen gibileri. çünkü şiirin
yurtlanma, yurt bağışlama, bir armağan olduğunu kavramış belli ki
ender insanlardan. Armağan diyorum, dikkat, armağanın özürü,
gerekçesi, açıklaması ya gereksiz ya da arkadandır.
ölçüye gelmez, tartılmaz armağan...
Bu genel çerçevede
Haydar Ergülen'in en önemli özelliği kapsamlı
bir ekinsel (kültürel) birikim üzerine oturuyor oluşu,
üstelik iyice sindirilmiş bir birikim bu. Yalnızca bilgi,
olgular vb. birikimi değil, bunlar çok önemli de değil,
edalar, dilsel duruşlar, dilin aynasından yansıyan kakışımlar,
girişimler, bireşimlerden oluşan bir birikim... İşte nefesler,
gazeller... Dilin binlerce yıla yayılan arınık deyiş gücü,
tüm ses ve bakış var(sıl)lığıyla günün dil kullanımına
eklemleniyor, aslında bedenleniyor. (Bkz.İç
Nefes, 11)
Anlam (içerik) bu
yapı-duruşlardan üremeye başlıyor bu noktada (Kitapta da böyle
zaten.) Yanlış izlenimi silmek için söylüyorum,
yazarın anlamla sorunu olmadığı gibi tersine bu yeni anlamlama
kat(man)ıyla çift (katmer)-anlamlı şiirlere ulaşıyor sonuçta.
Buna güçlendirilmiş anlam(lama) da diyebiliriz. Yani
okurun beklentisini hemen her şiirle aşıyor şiirsel içerik.
Okur anlamadığı şeyi anlıyor.
Gelenek yinelenmiyor asla. Ama
anıştırılıyor, okuru bilinçaltı gönderimlerine bağlıyor.
ölçü (vezin), dizim (ritim), uyak (kafiye) zorunluğu
değil, zorunsuzluğu ve benzeri anıştırımlar, çağrışımlar bizi
dilin okyanusuna daldırıyor ürpertilerle.
Hani şiirin geldiği kimi
yer(ler)de bir kulak yerleşimi (iskân), bir alışkanlık ve buna
bağlı yüzeyden teğet kayış (aslında teğel) yaşansa da yine de
uyumu bozan bir çıkma yerleşikleşmemizi, şiiri kanıksamamızı
önlüyor. Bol yazışını da (yanıltıcı bir izlenim belki) bir
bolluk, bereket olarak, doğal taşma, artma gibi anlıyorum bu durumda.
Bol yazmak her zaman handikap değil, çokluk, ordu, güç
ve inanç da demek. çünkü has şair dil
çorbasını kaşıklar ve her kaşığı dilin ayrı ayrı aşırı
olana(klılı)ğıdır (imkân). Şair aşırı gidendir (Bkz. Şair-Dandi
ilişkisi.) Dokunduğu sözcük altınlaşır. Sözcükler
yenmediğine göre şimdilik Midas'da olduğu gibi sorun da
yok.
Ergülen şiirinde ikinci
belirgin özellik olarak eytişmeyi vurgulamak isterim. Yaşam
sayısız türlülükte varlığı, varlıksızlığı ve çokluğu,
azlığıyla şiirlerde sürtüşüyor, kabarıyor, buluşup
ayrışıyor, mayalanıyor. Şiir yaşamları(mızı) mayalıyor gerçekten.
Nedenini anlamak zor değil ama yazarın dünya (varlık)
kavrayışıyla ilgili olduğu açık.
"yaşadığımız hayattan alacağı varsa yaşanmayanın
ne anlamı kalır yalnızca yaşadığımızı hatırlamanın
............
hepimizin yerine balkondan düşeni hatırla
şiir bazen öyle de çarpabilir hayata
....." (29,Şikâyetler Gazeli)
Bir üçüncü
önemli Ergülen özelliği de, şiirinin yaşamı
yanıtlaması. Birçok şiir (Yetimler
Gazeli,
41; Bi'dolu,
vb.) zamanına duyarlı bir şairi imliyor, bu işlevi öne çıkarıp
kendini indirgiyor (Ki bu cesaret ister, biliyoruz).
"........
aslında ne türk'üz, ne kürd'üz, ne Ermeni'yiz
öyle bir 'baba'mız var ki Hrant, hepimiz yetimiz
........" (41, Yetimler Gazeli)
Ergülen okumaya ve şiirini anlamaya devam!
Bir örnek:
İç Nefes
o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin
o bir dile sığınmıştı, sözü içinde
yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde
ben eski kalmıştım, senin içinde
oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!
düşü geçtik, kendine bakabilirsin
o bir bende kırılmıştı, hayli içimde
ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde
ben kime kalmıştım, senin içinde
oysa kaç bahçe içinde açmıştım seni!
kimi geçtik, kimseye sorabilirsin
*
Ergülen, Haydar; Aşk Şiirleri Antolojisi (2011)
Bir şairi şair yapan şey
gösterebildiği o tek sözcük olmasaydı bu kötü
(iyi) kitap nedeniyle derin bir düşkırıklığı yaşadığımı
yazabilirdim buraya rahatlıkla. Oysa Haydar Ergülen'in
kendisi şunu ilan ediyor: Şiir yaşamı yedekler, ona omuz verir,
kusurunu en güzel taşıyan biricik insan etkinliğidir ve kusur
güzel, dayanılır kılar yaşamı ya da daha iyisi kusura bakış, onu
kavrayış, bağış...
Yoksa bilmez mi taşkın
duyguların folklor gibi şiire düşman olduğunu Ergülen gibi
koca bir şair. Şairliği onun; bu kötü kitabından şunu
anladım ki, şairliği onun, Neruda gibi (Yanlış anlamayın, Neruda
denli değil) şiiri insana döşemesi, dayaması, yöneltmesi.
Beni yakalayan yanı tam da bu. Kostak, kuru sözcüklerle,
takır takır, kusursuz yontulmuş, ışık oyunlarına gömülmüş
ama yanmamış, ama tutuşmamış dilde gözü yok onun. (Benim
de.)
Ergülen'i bu
dışarlıklı, uy(um/gun)suz cesaretinden ötürü sevmemek
de olanaksız. Şiirin ipini koyuverişi, bu 'Her
şey serbest!'
karnavali (faşing), zamanın aralandığı ve toprağın kokusunun, içinde
taşıdığı ne varsa her şeyiyle (ölüsü dirisi, kokmuşu
gülü, nemi ağusu balıyla...) derin derin içe
çekildiği bu gönüllü terk, vazgeçişi
seçimi tüm kıl
şairlerimize önerilir. İdea varlıktan (çamurdan) süzülür,
gökten inmez. Aristoteles haklı (Platon'a karşı).
Eh, bu şiire şiir olarak
dayanmak zordur. Şimdi bunu söyleyebilirim. çünkü
zaten ortada şiir falan da yoktur. Daha doğrusu hem hası var (24
ayar), hem berbatı. (Ayarı düşük: 14) Bu tekneye binecek,
fırtınayı göze alacaksın ve için dışına çıkacak.
Bulantı, kusmuk ve daha kötüsüne hazırlan. Ama elması
da unutma.
Bir güzelleme, bir tür
geleneksel övgüleme biçimini yenileyen Haydar
Ergülen, şiiri kendine değil, kendini şiire açıyor,
bırakıyor. Başına ne gelecekse gelecek. Böyle olunca onun
başkalarından farkı ortaya çıkıyor. Onun şiiri Türkçe
şiir yazılan topluma (sosyete) da bir açılım, bakış, nitelik
getiriyor. Uyarıcı bir özeleştiri çağrısı (davet).
Dostça, sevecen kuşkusuz. Yargılayan, küçük
düşüren değil.
Onda iyi olan bir şey daha:
'Birikime
yaslanmak'.
Kimin kitabıydı bu başlık bilmiyorum. Herkesin hakkını fazla fazla
teslim ediyor. Kimseye borçlu kalmadığı gibi bu konuda özel
bir duyarlık gösteriyor. Cemal Süreya, Edip Cansever,
Turgut Uyar, Didem Madak, usuma gelen birkaçı. Teşekkür
ederim Sayın Ergülen. Yalnızca bu nedenle bile daha iyi şiir
yazılamaz.
Öte yandan, yaşam
dağınıklığı, hoyratlığı, olanaksızlıkları ve ince yücelikleriyle
günbegün de bu şiirde. Yaşam bazen taşkın, bazen dingin,
durgun ya da dalgalı, orasından burasından şiiri ortalıyor. Şiir
demem lafın gelişi. Ergülen de ayrımında. Ortaya çıkan
bizim de parça bölük yaşantımız, dünyamız.
Hısımlık buradan, okurla yazar hısımlığı. çok az şairimiz bu
hısımlık duygusunu verir okura. Gülten Akın biri olabilir mi?
Okuması güç geldi
gelmesine. çoğu kez de dayanamadım ve kendimde aradım kusuru.
Daha doğrusu kusurun kusurunu... Karnaval bana (da) gerek(mez
mi?)
Bir açıklama: Kitap kendi şiirlerinden seçtiği bir aşk güldestesi.
Aşk için önsöz
Beni üzme
Kendini de benimle üzme
Sözümüzü üşütme
Fazla açılma benden
çok açılma bana da
Kendine de fazla açılıp da
İçine düşme
Geçmişe gül gönder
Unutma
Anılar da su ister
Anılara iyi bak
Bana bak
Beni tut
Bana tutun
Beni orda burda
Beni şunda bunda
Unutma
Bak(19)
*
İdiller gazeli
gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki Granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgâr
çocukluğun tutmuş da yine âşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile dolduramaz bazı âşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan,sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan
hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan (29)
*
Amor Fati
İki günüm değil yalnızca birbirine benzeyen
olsaydı iki ömrüm de birbirine benzerdi benim
benzemese de ne gam nasılsa ben benzetirdim
iki kişi de olsaydım benzerdim ötekine, çünkü bilemezdim
ötekiyle ne yapacağımı, sözgelimi olsaydı iki kalbim
biri bile fazla geliyor ya bazen, Tanrı eksikliğini göstermesin,
birbirlerine benzemek olurdu onların da kaderi, sanki birbirinin
kaderi olmak için bende dururdu onlar da, bilmem ki
iyi mi olurdu, iyi olurdu diyelim, nasıl da ikimserim,
amor fati, amor fati, kaderini sev, kaderini sev gibi
kaderim ol, kaderim ol derdim iki kalbime de ikisi de
bir olup kader diye beni bir köşede unutmadan önce! (63)
2.Bölüm: 2018-9 HAYDAR ERGüLEN YAKIN OKUMALARIM
https://www.turkedebiyati.org/sairler/haydar-ergulen.html
bilgisunar kaynağında verilen Haydar Ergülen şiir kitaplarının
dizisi aşağıda. Şiir dışında da birçok kitabı bulunan şairimiz
yazmayı seven biri. Hemen hemen tüm önemli şiir ödüllerinin
de iyesi. Ayrıca belirtmiyorum.
- Karşılığını Bulamamış Sorular(1981)
- Sokak Prensesi(1990)
- Sırat Şiirleri(1991)
- Eskiden Terzi(1995)
- Kabareden Emekli Bir Kızkardeş(1995, "Lina Salamandre" adı altında)
- 40 Şiir ve Bir(1997)
- Karton Valiz(1999)
- Ölüm Bir Skandal(1999)
- Keder Gibi ödünç(2005)
- Yağmur Cemi(2005)
- Üzgün Kediler Gazeli(2007)
- Zarf(2010)
- Aşk Şiirleri Antolojisi(2011)
- Öyle Küçük Şeyler(2016)
- Sen Güneş Kokuyorsun Hâlâ(2018)
- İdilLikler(2019)
Günümüz
Türk şiirinin (Birhan Keskin, küçük İskender,
vb. birkaç şairin yanına katarak) bu önemli adını 2012'de
yakalamışım aslında ama o yıl okuduğum iki kitabından biri üzgün
Kediler Gazeli'nin
ilk basım tarihi 2007. 2011'den başlayarak şairimizi şiir
kitaplarıyla aksatmadan izlemeye başlamışım. Onu okumak beni mutlu
eden bir okuma uğraşı. Daha önce (2017'de) üzgün
Kediler Gazeli
(2007) ve Aşk
Şiirleri Antolojisi
(2011) için yazdığım kısa metinleri bu yazının önüne
koydum. Burada son üç kitabı çevresinde, 5
kitabıyla tanımaya yeltendiğim Haydar Ergülen hakkında (yeniden)
yazacağım, 16 kitapta 5 kitabın (5/16) bunun için
yetmeyeceğini kestirip bilerek... Hemen belirteyim ki 6 yıl önce
yazdığım yazılarda şairimizi (kendimce) hemen hemen doğru kavramış,
değerlendirmişim. Yargılarım çok değişmeyecek. Bugün onun
hakkında yazacağım şey çokça o zamanki görüşlerimi
yinelemekle sınırlı kalacak ne yazık ki.
Ergülen'in
(Doğ.1956) kuşağı acı toplumsal ve kişisel tanıklıların kızgın kömür
koru üzerinde yürüttüğü insanların
(şairlerin) kuşağı. Bir insan ömrüne sığmazdı gözleriyle
gördükleri, baş etmek zorunda kaldıkları şey. Sayrıl yürek
çizgesi (grafik) gibi keskin iniş çıkışlar, yer yer
kopuşlarla iki üç insanı patlatacak yeğinlikte yaşam
bindirmelerinin üstesinden geldiler, sağ kaldılar ve şiirlerinde
duyarlık düzeyi ve keskinliği, birey bölgesinde damıtılmış
duygusal yoğunluk arttı da arttı. Budak için imlemiştim,
kuşağın toplum(sal) düşleri dinamitlenmiş diğer şairleri
(örneğin, Erbaş) için de durum aşağı yukarı böyle.
Yani büyük yıkım dalgası, şiirleri toplumsal seyir içinde
büyüyecek bu şairleri kendi kişisel, tikel yaşamlarına
sürükledi, hatta iteledi. Direndiler, uslarını,
bilinçlerini korudular,
yılmadılar
ama geliştirdikleri inceltilmiş şiir aygıtını (enstrüman) bu kez
daha sınırlı, en küçük (minimal) evrene uyguladılar.
Onlar için durum, duyarlığı aşırı gelişmiş, ama daha sonraki
şiir kuşağının sinirceli (nöral) duyarlığına benzer tepkisel,
sapkın (travmatik ya da patolojik) bir duyarlıktan çok,
dingin, bilge, en küçükçü (minimalist),
yerleşik, bağdaşık, doygun, yine uyanık, uyarıcı ama köpürgen
(kışkırtıcı, saldırgan)
olmayan, yetkin, usta işi minör yapılara (kompozisyon) ilişik
hazcıl (bunu geniş anlamda söylüyorum), düşünsel
(felsefi), bilge bir şiire varmıştır. Toplumsal duyarlık birikimi
birey alanına ve bireyin gündelik öykülerine
yönlendirilmiş, dolayısıyla bu birikim dünyanın bir gününü
anlatmak için eşsiz bir avadanlığı devreye sokmuştur. Aslında
başka koşulların bilenmiş şiiri küçük evrenin dilini
kanatlandırmış, uçurmuştur neredeyse. Gülten Akın
örneğinin yol açıcı olduğunu geçerken
belirtmeliyim. Bilge ve alçakgönüllü kuşak
şairleri 'çocukluk sayrılığı'nın acı
deneyimlerinden payına düşenleri üstlendikten sonra
varlıklarını adadıkları tasarı terk etmediler, sınırı belirsiz bir
zamana yayılan düşünceleri güne, günün
yaşamına, onda eksik olan niteliğe haliyle takıldı. Nitelik sözcüğü
boşuna değil. O birikim ve duyarlık güncele kaçınılmaz
olarak nitelik verecek, onu alıp elbette yükseltecekti. Sorun
ise bu yakada, yani okurdadır. Okur ne oku(yo)r? Nerelidir, yurdu
(dil, coğrafya, kimlik, siyaset, vb.) neresidir ve buradaki dilsel
konuşu (iniş, yeniden konumlanma) nereden, nasıl kavrayacaktır? Benim
sorum da özünde budur, kendimedir.
*
"İdil'e
ve ağacımız, dalımız, meyvemiz, kızımız, kızılımız
Nar'ımıza..."
sunuşu yukarıda dediklerimize açıklık getiriyor öyle
Küçük Şeyler
girişindeki. Sözünü ettiğim kuşağın belki ortak bir
özelliği olarak gizli, dizgeselleşme eğilimli karayergisini
(ironi) İki
Uzun Şiir
başlıklı, iki dizeli iki kısa şiir kanıtlıyor. İki kısacık, dizeli
ama şiirin sınırlarını içeytişmesiyle sonsuza zorlayan şiirler
şöyle.
İt
Köpeğin içinde bir ev havlıyor
kapısını açan yok!
At
At ölür
rüzgârıyla gömülür. (11)
Dereler
buluşacak, onların kardeşliği sirkleri yıkacak, kafesler
parçalanacaktır bir gün, şairimiz kafeste tutsak
olanların kurtulacağına inanıyor. Eytişimi (diyalektik) tasavvufa
eklemliyor Sensiz
Olmuyor'da
(14), Gamlı'da.
(16) Bir adım ötesi başka bir evren, mesel evrenidir ama
Ergülen sınırda durmasını bilen biridir. Beride kalır ama
seçiklik, duruluk onu bilgece yargılara taşımaktan, şiiri
(gizil) bilgiye (epistem) ulamaktan alıkoymaz. Olgunluk şiirleridir
bunlar, öyle edalanmışlardır. Şair tedirgin, yurtsuz olmaktan
çıkmış, özgüveniyle, dünyaya ve kendine
verilmiş çift yönlü onay ya da bunun varsayımıyla
doygun şiirler yazmaktadır. Dağlarca şiir siyaseti (poetikası) uzak
değildir. Söz öyle doymuştur ki, şiir olmaktan çıkar,
nesnelenir (Yine yeri gelmişken Dağlarca'nın binlercesini
yazdığı Haydi'ler
deneyimini anımsayalım.) "İnsan
anılarıdır/ beni unutma// İnsan acılarıdır/ beni avutma"
(17) Yalınlık şiire girdi olur. Halkçıl deme (deyiş)
biçimlerinin yalın biçim içre varsıl, çok
yanlı/yönlü içeriği yansılanır. Giz de buradan
çarpar okura. Şiir tanımı, baykuş gamı, vb, iliştirilmiş
pusuladır kapıya, aynaya, masaya. Şiiri unutma! Mavisiz olmaz, Ermeni
teyzesiz de... Böyle böyle gelir bahar(at)lı şiire
kalırız. Şiir dediğin (Garip'
den el almışız) işe yaramalı, yemek yapar, söyleşir, sevişirken.
Rütbe, tören, 'gereği'
diye bir şeyi aranma, bulamazsın burada. Şiir nice çıplaksa
(Whitman) onca iyidir. Belki de 'iyiliğimizi'
yeterince göstermeyi bilememişizdir. Belki arada susarak da şiir
söylenebileceğini... Ses de bir varlıktır çünkü,
dolusu boşu vardır. Gölge de bazen bedenini geride ya da ileride
bırakıp çeker gider: "Geçen
yaz kendisi geçenin/ bu yaz gölgesi geçer/ gelecek
yıl anısı// Bilinmez ki hem/ gelecek mi/ gelecek yaz// Bu şiirin de
üstünden/ kimbilir kaç yaz geçer// herkesin
gölgesi bir gün/ kendini geçer!"
(28) Ergülen ele geçirilemez, yanı başımızdaki şey
konusunda Ritsosvari duyarlığını ilerletiyor adım adım. Kendini
geçenin yolu Başkaları'na
varır. Kalır mı orada peki, çakılır da? Olanaksızdır bu: "ve
unuturdu kimde gece olduğunu/ ruhunun, gövdesinin, gözlerinin/
ve daha bunlar gibi yitiklerinin..."
(30, Başkaları)
Başkalık
izleği üzerinde düşündüğü çok belli
olan yazarımız "herkes
'üçüncü şahsın şiiri'"
(31) diye noktalıyor soruşturmasını. Ama bu soruşturmasında (ve
genelde) yarattığı biçem, dil (Türkçe) üzerinden
kusursuz bir bireşime ulaşıyor. Dünya sıcak ve rengarenk bir
topaç gibi dönüyor şiirinde ve renkler artlarında
uzun kuyruklar bırakarak dizeleri boyuyor. Yalnızlık mavidir,
inanmıyorsanız buyrun: "Mavilik
dersen/ aramızda denizden başka bir şey yoktu/ maviye sayılsa da
birkaç vapur/ insan bazen yalnızlığını başkasıyla gezdirir/
bazen de başkasında gezer yalnızlığıyla/ hem insan yaşarken sudan/
severken yalnızlıktan başka nedir?"
(33, Mavi
Yalnızlık)
Yetmez, siyah bir sesle sevişilir, kırmızı bir sesle ağlanabilir.
(35, Kızıl
ile Kara)
Bu eşsiz dizeler Ergülen'in Türkçenin
bamteline dokunduğunun, yaşamı kıvamlı yerinden kavradığının, şairin
günümüz şiirinde temsile ulaştığının kanıtı değil de
nedir? Konu (mesele) dilden ışığın kırılarak geçmesidir, ışığı
kırmayan dille ilişkisi yoktur onun. İnsan da insanın içinde
kırılarak yankılanır, hele yağmurluysa. öyle
Küçük Şeyler,
bir yağmur damlasının derin izini bırakır değdiği yere. Şiir oradan
filizlenir. Oyulan toprakta, dilde, "eksik
harfini bulmak için varlığın/ yazılıp duruyor bunca dize,/
bunca şiir ve bunca fazlalık..."
(40, Şiirin
Keşfi)
Eksik imin peşine düşmek aynı zamanda eksiltme olmasın. Eksiltme
nedir? çalmaktır eksiltmek... Dünyayı eksiltmek dünyayı
çalmaktır. Sözün eri şair çalar, çalandır
(sözün iki anlamında). (42, Hırsız)
"ve
ne güzeldir/ her şeyin sonunda şiir olması:"
(43, Tül
Yağmur)
ötesi var. Yağmur başlarsa yağmaya, çekilsin şiir kenara.
(46, Tanrının
İncileri)
Her şiirle şair yeniden yaralanmıştır. Taze yarasından bellidir yeni
bir şiirden çıktığı. Ama yaralanmadan edemez, yine
yaralanmanın peşindedir. Ağlaması yarım kalmıştır giden şiirle. Ama
işte köşede bir kedi: "gel
pisi, gel şiirin kedisi..."
(49, Kedi)
Gel, gel şiirin kokusu; manolyası, zeytini, narı, sediri, akasyası:
"Makilerin
kokusu epik,/ ağaçların kokusu lirik/ hep böyle bir şiir/
yazmak istemişimdir!"
(51, Şiir
Kokusu)
Şimdi dönüp soralım şaire: "sen
kimin suyusun ki herkesle akıyorsun!"
(73, Ruh
Şiiri)
Yanıtlıyor şair: sözcüklerim ayaklarının türabıdır
(81, O
Benim İşte!)
Şiir kedidir ya öte yandan "Şiirde
ara sıra ıslık çalmak iyidir/ eski arkadaşlar duyup gelir/
eski sözcükler imgeler de/ belki eski aşklar imgeler de"
(84, Bir
Daha çal Şair!)
Şiirde sözcüklenmeden 'uçan,
yiten, kaçan, giden aşklar da'
dönemezler geceleri evlerine. (85) "İnsan
kendi hayatındaki yerini/ unutmalı!"
(89, Yersiz)
diyen Ergülen dönüp dönüp şiire bulanıyor:
"şiir
bazen de böyle bir şey olabilir işte Arjantin gibi/ bir şiirin
içinde geçmesi beklenmeyen şeyleri/ çağırabilir,
sevindirebilir ve kim bilir daha neleri..."
(91, Buenos
Aires)
Yolu türküye gelip dayandığında şunları yazmadan edemiyor:
"Bütün
şiirlerimi,/ henüz yazmadıklarımı da,/ bu dörtlükle
değişirim!"
(98, Derman)
Şairliği işte burdan bellidir.
*
Sen
Güneş Kokuyorsun Daha!
2017 kitabı. Aydınlık, sıcak, sarıp sarmalayan bir Haydar Ergülen
şiir kitabı. 'Evvelgiden
ahbaba'
sunulmuş... Evvelgiden,
kendinden küçük kardeşi mi Haydar Ergülen'in?
Başka biri(ler)i mi?
İnce
Defter'le
başlıyoruz sayfaları aralamaya. İlk dize ile çarpılıyoruz
önce: "Babaannem
derdi ki: İnsan kısadır oğlum/ ve bilmezden gelir kısalığını,
bilseydi"
başka olurdu her şey. Oysa çocukluk bile rüyasından
kısadır. "sözgelimi
bir ağaç kaybolsa da orman yine orman,/ ya bir harfi kaybolsa,
zaten kaç harf ki insan?"
(9, İnsan
Kısadır)
Böylece (olağanüstü) bir şiir okudum. Bunu ayrımsadım
mı? Kalın gövdeli, enli, kamaşmalı, duygu paylaşmalı şiirler
oluk oluk akarken, hatta taşarken akağından; "ama
unutma kimse benim kadar derinden söyleyemez/ şu 'yeşil
ördek gibi daldım göllere' türküsünü/
ben hiç söylemedim mi sana, demek ki görememişim/
bir damla gözyaşı olsun acının yağmurunu kirpiklerinde/ küs
öyleyse, küs bi da'a da bizim sokaktan geçme!",
diyor Ergülen (12, Yeşil
ördek)
Ulus Baker'e sunduğu izleyen şiirde (Gözün
Suçu)
'yoksa
sen gözlerinden başka kimsesi olmayan mısın?'
diye sorup görünün derinliğine, ıraklığına bağlar
şiiri. Hatta daha çoğuna: "gözler
de yalnızca mırıldanabilir."
(13) Böyle bir kitapta devrimci gençliğimiz de
gözyaşlarından ayrı düşünülemezdi. Neyimiz varsa
sevgiyle üstlenerek "Biz
gözyaşından devrimler yaptık/ Toprak üstümüze
gülüyordu ve anladık ki artık yalnızca/ gözyaşlarımızla
yoldaştık, azdık, bir şiire bile yazılamadık,/ Ece acıdı da Devlet
ve Tabiat'ın
'Meçhul öğrenci Anıtı'na kazıldık,/ yenilsek
de, di mi, hazırlıklı olmalıydık soruya: Haydari, sahi siz/ tabiattan
niye çaktınız? Adınız Irmak, Ege, Deniz/ tabiattan çakan
eski öğrencilerin suya hasreti, devrimsiniz!"
(14, Devrim
ve Tabiat)
Kederler ve sevinçler 'bahsinde'
babası Kel Hasan'a ve Mahzuni Şerif amacasına da düşer
yolu Haydari'nin. çağrışım gücü hele bizim
kuşaklara boydan büyük enden geniş "İşte
Gidiyorum..."
şiiri Aşık Mahzuni'yi getirdi gözlerimin önüne,
çünkü şu dizelerle bitirilmiş: "meğer
'Dosta yandım cehenneme yanamam' dediğinceymiş/ ince
defter çocukluğun içi sizden beri boş/ 'babam
oğlu', yokluğuna gözüm dolu gönlüm boş!"
(17) Başka şeyler de bu arada kargıladı, kanattı okurluğumu: "insan
ve ne yazsa şair olmak istemezdi Kerbela'dan sonra,/ olmasın,
Kerbela'nın şiiri kalbimde hâlâ, ve çöl
sürüyor:/ Hüseyin Kerbela, Lorca Granada, Behçet
Sivas, Deniz Ankara..."
(20, Kalbi
Hüseynî)
Auschwitz'den sonra şiir olur mu sorusuna verilmiş buradan bir
yanıt. 'Şiir
unutmak için yazılıyorsa'
Haydar Ergülen yok, bu şiir de. (21) Eğer şiir olacaksa, şairin
yarısı çocuk kalacak, umarı yok. "şiir
yaz, âşık ol, çocuk yap, dünyayı gez hep hepsinde
de/ insan çocukluğuna yetişmeye çalışıyor işte//...//
çünkü insan ancak durursa yetişebilir çocukluğuna/
biraz da siz büyüyün öyleyse ben bir yere
gitmiyorum!"
(22, Eski
çocuk)
Naneruhu'yla
sürdürüyoruz okumamızı. İçimiz nice açılacak,
soluğumuz yaşam kokacak bakalım. önce Haydar Ergülen
okurunun beynine çakılan (Genişçe düşünün
lütfen!) iki adı kazıyalım buraya: İdil
(Eş), Nar
(Kızçocuk). Haydar Ergülen'de abartarak söylersek
poetik iki kavrama dönüşmüş iki ad. Bölümün
ilk şiiri İdil'e ('İdil'ime')
sunulmuştur. İlk dize de oldukça sağlam bir kanıt gibi durur
şiirin tepesinde: "Seni
sevmek niye eski yazlar gibi hep yeni bende".
(25, Eski
Yazlar Gibi Yeni...)
Şiirin tepesinde Demokles'in kılıcı gibidir hem. çünkü
şairi şiirinden yalnızca sevdiği (İdil) kurtarabilir. önce İdil
vardı, sonra şiir. Nar
bakalım bu üçlemenin (triloji) neresinde? Bir yazı
yaşamakla yazmak belki de aynı şeydir ve yaza ve yazıya kimin eşlik
ettiğine bağlı olarak kuşkusuz. Ergülen için kedinin aynı
zamanda şiir olduğunu biliyoruz. Sağlamasını da Miguel Tamen'le
yapmıştık zaten. (Bkz. Tamen,
Miguel; Sanat
Neye Benzer
(What
Art is Like,
2012), çev. Nedim çatlı, Metis Yayınları, Birinci
basım, Mart 2015, İstanbul, 141 s.)
Eğer "kedisokaktaysa
şiir de sokaktadır/ yaz da sokaktadır ağaçlar da"
(26, Aşksokakta)
Kedi deyince dünyada bir tek kedi var sandınız yırlayan. Şakıyan
kuşu unuttunuz mu? Ergülen araya girecek, anımsatacaktır bize:
"Kuşlardan
eski halk var mı/ kuşlardan yüksek bir şiir/(...)/
kuşlardan başka insan...// Gök kuşların değilse/ şiirin evi
olur mu hiç?// Kuşlar hiç gibi çok/ az gibi iyi/
gülümseyiş gibi yeni/ uçmak gibi yok"
(27, Kuştan
Şiir)
Var mı bir diyeceğimiz? Şiir
nedire
aykırı yanıtlar soruşturması sürüyor. 'En
çok bu saatlerde'
gelen şey midir şiir? Son yıllarda okuduğum en güzel şiirlerden
biri olan öksüzöldüren
bu soru peşinde pek yaman dolanan bir şiir. Türkçenin
kendi içinde yüzeyler açtığı, ses ve sözcük
oyunlarıyla yine de duygusuna sıkıca bağlanan şiirde her dize buluş,
çağrışım, anıştırım gücüyle tatlı-sert okşuyor
okurunu. Yazının sonuna alıyorum. (Yazarından izin almadan, üzgünüm.)
Ama arkadan Naneruhu
geliyor.
(Zavallı okurluğum!) "(...
) bu şiir de dalından düşer,/ düşsün, Saliihli'den
gelmiş kiraz gibi uzak/ ve kibirli durmasın da sokaklara
düşsün..."
(29) Ayrılır gibi sevmek, ayrılır gibi yazmakla aynı şey mi? Ayrılmak
sesten ayrı düşmek (kalmak) olmasın, yani şiirden ve şiirin
koşulu ayrılmak mı? "ve
sesinde toplanırmış her ayrılıktan/ sonra döndüğü o
siyah günler gibi insan!"
(32, Ne
çok Sevmek)
Ayrı olunan, uzak olan aranır ve bunun için başka şeyler
yapıldığı gibi şiir de yazılır. Gözyaşı çocukluğunu
dolanır arar. Şiirler yetmez arayışa. İnsan (şair) tükenir. Şiir
tükenmez. Hem şair övülmek değil, taşlanmak ister,
taşın güzelliğiyle dokunulmak: "Mardin'den
söz ediyorum sana,/ 'Mardin'i bu şiire
karıştırmayalım/ eğer Mardin'i seversen' de lütfen,/
taş gibi otursun içime söylediklerin/ beni taşla, taşa
tut, taşa vur, taşla yık beni/ taşla yıka beni toz et, tuzla buz et,
toz kondur ki/ taş kesileyim bu şiirden sonra!// kötü
davran, korkma, ben daha kötü/ olmam, olamam bundan, beni
kötüle/ sesin kokuyor de, bok kokuyor sesin de/ sözcüklerin
de ne bileyim domuzlar körfezi,/ bit yeniği. Vietnam çukuru,
Irak çölü/ ve Ortadoğu bataklığı gibi de ki,/ bombok
bir şeyler olduğu anlaşılsın bundan da işte,/ ve bu şiirden de her
aşkın sonu gibi sevgilim/ bombok bir hatıra kalsın bana!"
(35-6, Mardinkapı
Şen...)
Ama babaları rahat bırakın, hele de gittikleri yeri cennet kılan
Haydarin
babaları. Kahkahalara boğulmuş bir eşsiz ses-şiir daha arkadan
patlıyor. Araya girip adımlarınızı uydurun, okumayı bırakın,
kahkahalaşın bu şiirle. (40, Gül
Ha Gül!)
Daha önce pek de kahkahaya benzemeyen kahkahaları Cemal Süreya
atmıştı (Dalga).
Şiirin dalga yüksekliği doruk yapmıştır işin tam burasında:
Kuzeye!
Kuzeye!,
Kış
Güneşinin Altındaki Kedi, Sen Güneş kokuyorsun Daha,
vb.
Bu
şiirler kitabın, Haydar Ergülen'in bile üzerindedir
(nasıl oluyorsa). Şairi Pantheon'a
alır yerleştirir diyeceğim. 'Bu
kadar kuzey dünyada yoktur'
ve bile bile yola çıkılır, bu kadar kuzeye düşülür,
"bazı
yollar gibi bazı çocuklar da yarım kalır,"
(41, Kuzeye!
Kuzeye!)
Ve bir kez daha şiir kedidir, hatta şiir her zaman 1 eksik kedidir ya
da tersi, kedi artı 1 eşittir şiir. İnanmayan Kış
Güneşinin Altındaki Şiir'e
baksın. "kış
güneşinin altındaki kedi kadar olamadı şiirim/ kedi deyip
geçmeyin, geçmezsiniz bilirim/ hem kışı hem güneşi
hem kendini sevindiriyor".
Bu durumda şiirin görevi olsa olsa, "kış
güneşinin altındaki kediyi şımartmak"tır
(43) Bahçeden ne denli kedi geçerse o denli iyidir:
"kediler,
nar, John Berger, Cevat çapan, Elitis/ eh bir şiirde bunlar
geçiyorsa/ o şiir de şiirlerin kralı gibi gelir insana,/
bilhassa 'kainatça tanınmış Türk Şiir Kralı'/
Florinalı Nazım'dan sonra..."
( 48, Şiirin
Kralı)
Şairin açmazı da bu. Bunca severken (kedi ve tüm
ötekileri) nasıl eli varıp da şiir yazacaktır o? (50)
3
şiirden oluşan 12,
13, 14
bölümünde yer alan şiirler yarım yüzyıl
öncesinden devşirilmiş (Şairimiz 12-14 yaşlarında, orta-lise?
öğrencisi) : Giden
(1968, 55), Kaçkın
(1969, 56), Eksikler
Sözü
(1970, 57). üçü de Eskişehirli. Yıllar sonra
üzerlerinde çalışılmış olmalı.
Şairimiz
bir başka büyük yazara ve yapıtına (Parasız
Yatılı,
Füruzan,
1971)
saygısını 2011 yılında kitaptaki öykü sırasına uygun 12
şiirle gösteriyor kitabın yayımının 40. yıldönümünde,
açtığı Parasız
Yatılı
bölümüyle. Şiirlerde bolca alıntı kullanan şair
("özgürlük
Atları"
tümüyle alıntılardan çatılı), öykülerin
yürek burkan duygusuna yakın duyguları şiirleştirmeye çalışmış
denebilir. örneğin, "Yoksullar
için de bir mutluluk vardır:/ Mutluluğun yarısı baştan
kayıptır,/ hep, varsa diye diye diye diye diye/ kalan yarısı aranır!"
(63, "Sabah
Eskimişliğin")
ya da "Balo
biter, piyano susar: 'Konak ne yana düşer usta,/
cumhuriyet ne yana düşer?'"
(70, "Piyano
çalabilmek")
Virgülsüz
başlıklı bölüm belki daha büyük izleklere ve
güncel sorunlara açık, daha uzun soluklu, sözün
kendinden taştığı ("Süleymaaaaaaaan
durdur beni durdur beni be adam",
Afrika
Semahı,
103; "iki
kaşın arasına bir anne oturur/ bu şiir burda bitmez sadece tamam
olur",
Yavaş
Abdal Yoldadır,
110), şairinin sınır aştığı şiirleri bir araya getirmiş denebilir.
Kanıkuru,
insanı öteki türe açılmaya çağırırken
("yalnızca
insan olarak kalırsa ya/ daha büyük kötülük
var mı insandan?// İçinde ne çok hayvan/ varsa insan o
kadar insan",
87), Türk
Düşünce Hayatı
(88) düşünsel perişanlığımızın başarılı biçimde
makaraya sarılması. Aynı acı yergi Ege'nin karanlık sularına
gömülen kaçak göçmenler için
yazılan Su
çok Güzel ölsene
(89), için de söz konusu. Afrika'dan nasıl bir imge
çıkar? Bakınız Dünkü
çocuk.
"baobab
ağacı gibi bir kibri var çünkü şiirin de Afrika'nın
da/ inadına diri, inadına yüksek, inadına yavaş, inadına kara!"
(95) Bakınız: Afrika
Semahı
(99-105). Buralardan bir Afrika
Kitabı
(!) da çıkar. "Şiirime
belki kırk kez yazarsam kırkıncıda/ bir de bakarım şiirim baştan başa
Afrika"
(99).
Herkes
Gitmiş
başlıklı son bölüm gidenler (ölenler) için
yazılmış şiirler. Başka Gezi'nin
yürek paralayan, döve döve öldürüler
gencecik kurbanı Ali İsmail için yazılan şiir var: Ali
Kuşevi.
"Ali'nin
elleri kuşevi/ derinden bir gül Ali/ gülüşten derin
Ali/ elleri serin gülden".
(113) ölümü kendi yüzüne tutar şair ama
uyarır kendini: "ölümü
tutma yüzüne/ kardeşin görünür
gözüne".
(118, Sey!)
Onun yasını sahici kılan iki dizesi var: "yani
o kadar da şair değilim,/ imgelerden önce de bir hayat vardır,".
(121, İnsanın
Arkadaşı Gidince...)
*
Haydar
Ergülen kim diye daha merak ediyorsanız İdilikler'in
ilk sayfasına konmuş şu tanımla yetinmek zorundasınız: "Haydar
Ergülen, İdil'in sevgilisi, Nar'ın babası."
Kitabın adı İdilikler'in
nereden geldiği, şiirin klasik türel izleklerinden idilin
amaçlanmadığı anlaşılıyor böylelikle. Şairin somutuyla
soyutu, şairle şiiri arasında okura da düz ya da çapraz
bağlarla yansıyan çelişkiyi tartışmayı aşağıda daha ayrıntılı
yorumuma bırakıyorum. Elbette bu tanımla yetinecek biri değil
Ergülen. Ayrıca daha önce de olageldiği gibi sunusu var:
"İdil'ime,
Nar'ımın annesine, bu daha başlangıç, aşkla devam! 8
Ocak 2019"
'Bu
daha başlangıç'
sözcesi içimden bir 'eyvah' geçmesine
neden olmadı desem yalan olacak. Tamam Sevgili Şair, azcık yatışmalı,
şiirin Pisagor
Bağlantısı'nı
anıştırırcasına Ergülen
Bağlantısı
oluşturma sevdandan vazgeçmelisin. Bu, sevdandan vazgeçmelisin
anlamına gelmez kesinlikle. Şiirden yasa (evrensel bağıntı) çıkmaz.
(Umarım yanılıyorumdur.)
Kitap
boyunca aşk sunuları, güzellemeler okuyacağımız baştan belli.
Güzel
Rubai:
"Yolun
sende başlayıp sana dönmesi ne güzel/ (...)aşkın sende
başlayıp nara dönmesi ne güzel."
(7) Göreceğiz, Hayyam'dan, Mevlana'dan çekiştirip
tüm bunlar ne denli değişmecedir (metafor) ya da değil. Okudukça
anlıyoruz ki şairimiz bu kitabında değişmece olarak ne varsa
ayıklamanın, bedenin (ten) yüreğine ulaşmanın peşinde. Var
kılmak, somutun içinden şiiri çıkarmakla ilgili tıpkı
Mavi
Gitar'lı
Wallace
Stevens
gibi. Göze alınması yıldırıcı büyük bir tasar olduğunu
hemence baştan söyleyelim. Şiir daha önce böylesi bir
tasarda nerelere dek gitti ve burada gidebilir? (Paul
Auster'in
duyarlı 4F ya da G noktasına yaklaşabilecek miyiz? Bkz. Paul Auster,
4
3 2 1,
özgün dilde, 2017)
"Bir
bahçenin içindeyim sendeyken/ bir ses, kapın, sonra
içerdeyim,".
(9, Yeniyar)
'Tendenruha'
diyor da tendentine
demek usuna gelmiyor, mim koyuyorum. (9) Ama ona yürekten
katılıyorum (ki daha önce de katılmıştım): "Ota,
boka şiir yazmak ne güzel.../ Dedim!"
(10, Kendim
ki Neydim)
Türkçe güzelliğini aşk için aşkla
anıms(atı)ıyor. "Aydır
sıla, sıladan tül/ içrek tine sarmaşır dil/ o karangu
maviliği içim bil// Büyü tenden öte yalım geçti
bel/ hiçsenkuşu vadimüstü uçtu el/ gece taşım
gülün ile küstü sel// İkiye yan gönlüm
sargın nicene/ gözü tenden som yakınım aysıla/ hiçimden
bir odasılık tüttü gel!"
(14, Aysıla)
Aşkın varolan abece imlerinden taşacağı bellidir ve gereken "İdiller
Alfabesi, İdil ilmi, İdilik yazı"dır.
(15, Hurufî)
Bu simgeler evreninde iki noktanın birbirine konuşlanması da
önemlidir: üst üste, yan yana. Küs
küse
olursa kötü ama... (22, :
)
Diyelim karardık, sığmaz olduk dünyaya. Aç kapıyı:
"Açarım
yavaşça üç kere vurulan kapıyı/ sanki bir kar
tanesi olmuş da gelmiş gibi/ Tanrı durur karşımda".
(25, Kara
Kara)
ürperdik. Yaz
Odasına
da dönelim biz. Isıya, tere, tene, ışığa. "Yaz
odasında yolculuğa çıkıyorum/ o senin gür ve sık ve sıkı
ve/ git git bitmez ve iç iç bitmez teninde,/ bir yaz
kayığı oluyorsun birden,".
(40, Yaz
Odası)
Haziran ayını çakalım duvara, unutmayalım. Her şeyi anlamaya
yeter. (42) Şairimiz temel tezini bir kez daha yineliyor: "şiir
ne ki insanın gölgesi/ insan ne ki?"
(44, üzüm
üzüm)
"şiir
de gerekmez iki mavi varsa/ şiir geçer, mavi kalır/ yurdunu
bulmuş olur aşk da/ mavi bir telâşla..."
(46, İki
Mavi)
Belki de üç maviden söz etmeli ama üçüncüde
(Nar) kırmızı ağır basıyor: "üçümüz
bir şiirin güller açmış haliyiz diyelim/ Ve adam kadını,
ve kadın adamı ve nurtopu bir Nar/ Yaşasın alfabemizde aşk var, İdil
var, Nar var./ Zeytin var, incir var, üzüm var, mavi var,
Ege var!"
(64, İdil
Alfabesi)
Kitapta
küçük bir ikinci bölüm açmış Haydar
Ergülen: Göğ'sün.
Göğ-
kökü üzerinden çeşitlemeler bir tür.
Sondaki ğ, yerine göre değişik abece imleriyle değiştiriliyor.
Küçük şiirlerin adlarını yazmakla yetiniyorum:
Göğ'deli,
Göğ'erik, Göğ'ün, Göğ'nüm,
Göğ'çoğ, Yergöğ'aşk, Göğ'terzisi,
Göğ'kapı, Göğ'bağı, Göğ'içi,
Göğ'üs Göğ'üse.
Öksüzöldüren
Akşamüstü şarabı, vakitlerden bulut
şiir en çok bu saatlerde geliyor
senin hiç gelmeyeceğim saatlerde
dünya en çok bu saatlerde şiir
sen en çok bu saatlerde sensin
çünkü en çok bu saatlerde yoksun
ben de bir buluta mı sorsam, saatim kaç,
yoksa hiç... şiir olur muyum susarsam
dünya beni hatırlar mı, ya akşamüstü,
şarap unutursa hele kırmızı
bir unutmak olursa fena bu!
İnsan, içine bir balkon yapmalı,
ara sıra çıkmalı, iç sızıları için içbalkon
ve onda bakayalnız kalmalı, bakakalmalı,
ikindiyi geçtin, akşam birazdan, üstü kalsın,
ben burada kaldım, sen bana kalma,
kim kime kalır ki hem bu yalnızlıkla,
nasıl olsa kimse kimseye kalmıyor sonunda,
kimse kendine de kalmıyor,
kimseye kalmıyor yalnızlık da,
tenhan sıla senin teninse gurbet bana
bulut vakti, beni şiire bırakır, seni akşama
ve öksüzöldüren bir şaraba dönüşür
bekleyiş ıssızlığın içbalkonunda.
3.Bölüm: Okumanın Okuması
Az yukarıda, bu yazımda ve
daha önceki Haydar Ergülen yorumlarımı yineleme pahasına
günümüz Türk Şiiri içinde en önemli
şairlerimizden biri olduğunu vurguladım, burada bir kez daha
belirtmeden geçemiyorum. Neden böyle
düşündüğümü
anlama yönünde sınırlandırılmış, belki de kıt bir yorumla
yetineceğim izleyen birkaç sayfada. Onun bir renkler ve ısılar
şairi olduğunu, ustalığını doğaçlama izlenimi verecek kerte
incelttiğini, matematiksiz bir matematiğin şiirini yazdığını baştan
belirtelim. Yatağını bulmuş ve akışını pürüzsüz,
engelsiz sürdüren bir ırmak devingenliği ve biçemiyle
sürdüren paylaşımlı şiir kütlesi ayrı izleklere
ilintilenmiş görünse de neredeyse hepsinin arkasında ya da
altında genelleştirilebilir, tümel bir epope
arzusu parçalanmış okuru da tümlüğe, büyük
ırmağın dalı, kolu, budağı olmaya zorluyor. Zorluyor
sözcüğündeki
aşırılığa dikkat edelim ama. Ergülen insancalığı (hümanizma),
ki etkin, eylemli (aktif)
bir insancalıktır, her türden zoru (şiddet)
defterinden silmiş gibidir. Durum bizi insancalığın bir dönem
Marksist çevrelerde (başta Althusser)
ağır bir eleştiri konusu yapıldığı zamana taşıyor. İstek kipiyle
zorunluluk kipinin Ergülen, Budak, Erbaş, vb. örneklerde
oluşturduğu arakesitler biz okurları da onlarla birlikte yeniden
düşünmeye itiyor. Ergülen bağımsız şiir
cumhuriyetinden söz ediyor, diğerleri de elbette. Doğrusu bunun
yaratabileceği çelişkiyi aşmanın yolu üzerinde, hele
içinde yaşadığımız ortamda yine ve yine düşünsek
yeridir. Kimsenin işi kolay değil. Belki de tartışmayı toplumsal
deneyimin altbaşlığı olarak başka türden bir bağlama oturtmamız
gerek. Şiir insan, insan toplum içre ise şiirin ilk taklasını
attığı yer şairin toplumsal (toplumu içinde kendini
yerleştirdiği) yeridir. Okur da şairle aynı yerden birçok
nedenle başlayabilir. Bir varsayımdır bu. Tıpkıla(n)mak değil. Bir
şairin okuru ayırmak, dışlamak gibi bir seçeneği yoktur ama
aynı şey okur için de geçerli. üzerinde durulacak
konu böylece sahici okuru sahici şiirle buluşturacak etkileşimli
(interaktif)
çerçevedir. Siyasal toplumsal bilincin yarım kaldığı
yarı(m)-toplumlarda bazen şair, bazen şiir, çoğu kez de okur
yanlış yerde, yanlış derken olmaması gereken, olursa içinden
çıkılamayacak, uzlaşmaz çelişki (antagonist)
yaşanacak yerde durur. Bunun sonucunda ağlatısal (trajik)
ama daha çok gülünç (komik)
durumlar çıkar ortaya. ülkede olan da bu. Büyük
düşüngüsel (ideolojik)
bulandırmanın küçük araçları, aygıtları tam
gaz çalışıyor demektir. Olguya
kilitlendikçe daha çok kilitleneceğiz demektir. Bunu
sanat uğraşıları içerisindeki insanların iyi kavraması, her
nerede iseler orayla tutarlı ve ödünsüz bir çizgi
izlemeleri, yanlış anlama ya da omurgasız (oportünist)
üstlenmelere karşı olanca dikkati göstermeleri, insanın
değil yalnızca, şiirin (sanatın) geleceği için de önemlidir.
Yoksa, bak ben sosyalistim, komünistim, şuyum buyum uyarısı
kandırmacadan ileri gitmez. Dürüstlük, açıklık
anlamına da gelmez her zaman. Sanatçıyı sözde sanatçıdan
(!) ayıran şey halkçıllık (popülizm)
konusundaki seçimdir. Kitle sanatı gerçekten kitleden
ne anladığımıza ve ne anlamamız gerektiğine bağlı olarak canalıcı
(kritik) bir eşik oluşturur.
Ergülen sazında herkesin
aradığı teli çoktan bulmuş biri olarak bir yandan da bu
kaygıların üzerinde bir şairdir. Kim ne derse desin şiire
ilişkin bildiğinden şaşmayacak, kendi iç şiirini açtığı
akakta akıtmayı sürdürecektir. Toplumu aşan çok daha
büyük bir bağlamla poetik
anlamda ilişkilenmiş gibidir. Bu onu kibirli, tepeden biri de yapmaz
(ki öğretmeni Dağlarca'da biraz vardır bu.) Herkesin şair
ağabeyi, şiirin piri gibi sanlar, payeler Ergülen'e uzak
mı uzaktır. Hatta şiiri bu türden nitemlerin, kondurmaların
yadsınmasıdır bir anlamda. Bu aşamalardan geçip de geldiği
yerde alçakgönüllülük (bir Alevi dedenin
alçakgönüllülüğü) neredeyse şiirsel
bir söylem (retorik)
yaratır. Arkadaki şair alçakgönüllüdür
demekle yetinmez, alçakgönüllülüğü
şiirin kendine (diline) bağlarız. İki varlıkta, şairde ve şiirde bu
eşleşme iki varlığı ayrı ayrı yapaylaşmaktan, eğretilikten kurtarmaya
da yeter. Ergülen'in kendisinden bağımsız olarak da (aşırı
bir anlatıma başvurduğumu hemen belirteyim) şiiri
alçakgönüllüdür.
Ama yanlış anlaşılmasın. Ş(a/i)irin önüne çıkan her
şeye eyvallah diyen bir alçakgönüllülükten
(!) söz etmiyoruz. Ağaçlaşmış düşüncenin dal
uçlarında çiçeklenmesi ya da bir kiraz ağacının
kimse için değil, kendinden çiçeklenmesine
benzer seçilmemiş, içkin bir (var)olma biçemidir
(üslup)
bu.
Bir tını ya da perdeyi (oktav)
imler bu nitelik Ergülen şiirinde. Bir gamı vardır ve bu
şiir(sel ezgi) gamı yalnızca şiir içi değil şiir-dışı
kaynaklara (referans)
dayanır. Ergülen'in yaşam ve insan seçimleri şiir
gamının ana yayılımı ve gidişini (lejand
ya da makam
diyelim) oluşturur. Yerel, eşitlikçi, yatay (minör)
bir gamdan söz ediyoruz ama buna karşın eşlikçi yan
sesler bakımından (akor)
çoğul, varsıl, renkli bir uyum (armoni),
tutarlılık şiirinde git git artan, belirginleşen, gelişen bir
özellik. (Bunu kişisel bir izlenim olarak söylüyorum.)
Kuşağının diğer şairleriyle tınısal (tonalite),
ezgisel tutum açısından hısımdır. Onu diğerlerinden ayıran şey
şair beni
üzerinde vurgusu değil (Hemen tümü için şiir,
benin
yakın sınırları içinde dolanır.) şiirindeki armonik
varsıllık. Hatta daha ileri giderek söylenebilir ki bir toplam
çizgisi çekildiğinde yukarıda imlediğim insancalık
kökenli olumluluk (pozitivite)
özgün bir Ergülen ayrımı olarak belirtilebilir. Onun
şiirinin yüzü, ölüm şiirlerinde bile yaşama
dönüktür. Yılgısız, yapıcı, dayanışmacı bir kardeşlik
duygu ve çağrısı ısınan toprak gibi buram buram tüter
şiirinin bedeninden. Ve tabii yukarıda imlemeye çalıştığım
üzre şiirinin duyarlık (aslında şiir) eşiği de işte bu
insancalık ile olumlu/olumsuz, her iki anlamda ilişkilidir. çünkü
ayrımları silen (sakat) bir eşitleyicilik şiirin beylikleşmesine,
genel geçerlileşmesine yol açabilir. Solun kimi
şairleri bu çıkmaza tüm iyiniyetleriyle gömülmüşlerdir
örneğin. Tartışma gerçekte bir kavram çiftiyle ve
günceli siyasetin yakalama biçimiyle ilgilidir. Sorunu
ortaya çıkaran somut odaklanma somuta batmayla sonuçlanabilir
ve tersi de yalnızca varlığı, nesneleri, türleri, edimleri
eşitlemekten öte, eşleştiren bir gizemcil (mistik)
dalınca, bir tür körlüğe yol açabilir. Belki
günün okuru (Kimdir?) şaşıracak ama olguculuğu (pozitivizm)
gizemciliğe (mistisizm)
yaklaştıran, hatta buluşturan şeyden söz ediyorum. Bunlar karşıt
kavrama biçimleri değil, neredeyse özdeşler. Böylece
Ergülen şiirini büyük keyiflerle okurken kedinin,
Sahra'nın, kuzukulağının görünüme çarpıcı
biçimde gelmeleri okurun evrensel bir yanılgıya boylu boyunca
düşmesi sonucunu getirebilir. Her şeyi özünden
(Tanrıdan yansıyan) yanıyla sevmeyi sevememekten ayıran bir çizgi
varsa bunun üzerinde düşünmek iyi olabilir.
Tartışmaların daha önce yapılıp çözüldüğü
düşünülse bile geçiştirmeyi çözümle
karıştıran kendine yontma (oportünizm)
tutumu egemenliğini (üstelik artarak) bugün de
sürdürmektedir. Şairin doğa ve onun nesnelerinin algıya
geliş biçimleriyle karşılaşması ve bundan çıkarılabilecek
biçem altta yatan siyasal (Sözcüğü en geniş
anlamda düşünüyorum, seçme, dolayısıyla seçmeme
bağlamında...) yapıyı karşılar aslında. Sorun günümüzde
yazan şairlerin neredeyse ortak sorunsalıdır diyebilirim, yalnızca
Ergülen'in gücül kapanı değil. öte yandan
Haydar Ergülen'in şiire ilişkin olarak açık(lık)
siyaseti tartışmaya hep hazır olduğunu, şiirini sınamalara yine ve
yine sürdüğünü gösteriyor bize. Buncası onu
çok sevmem için yetiyor zaten. Yanılmaktan korkmayan,
üstelik bunu erdem olarak başkasına satmaya kalkmayan özgün
ve kişisel duruşu orada
bir şair olmanın
ne anlama gelebileceğini de örnekliyor. Bunu yazık ki çok
az güncel şairimizde görebiliyoruz.
Bunca kişiselleştirme ve
varsayımcıl eşitlemelerden yine de şiir olarak çıkabilen
Ergülen bunu neye borçlu diye sormamız gerek. Bir kere
üstlendiği tüm bir gelenek (tarihsel, toplumsal, düşünsel,
vb...) onu öncelememizi öngerektiriyor. Ama bunların
hiçbiri şiiri şiir yapmaya yetmez. Ama bir şeyi daha eklersek
bu yargı doğru yerleme (koordinat)
oturabilir. Şiir içi gelenekler ve üstlenimleri konusunda
da emeği saygındır şairimizin. Kendinin ve şiirinin sonuna dek
dünyanın ve Türkçenin şiirine varlığını adamış bir
öğrenci saymaktadır kendini. öyle ki onun şiirinin
tazeliği, döngüsel türlülüğü
(çeşitlilik),
öğrenmeye açık tutulan bu bilinçli yarımlıktan
(Tüm
zamanların öğrencisi!)
köklenmektedir. Deneyimlere, nesnelere, öykülere,
insanlara, anlatılara tutkun bir izsürücüdür
(Stalker,
Andrey
Tarkovski, 1979)
ve atılgan, denemeye yatkın, boşa harcamasız (hebasız
karşılığı), değerbilir bir insandır. Dolayısıyla yaşamı bağış,
armağan olarak algılama, kavrama konusunda sanki seçeneksiz
gibidir. öyle yazmaktadır. Yaşama sevinci önseldir (a
priori)
onda. Kendi kişi, şair uslamlamasını aşan varlık ve belirimleri
önünde varlıktan-kopan değil varlık-kapan bir kimlik
(karakter)
üstlenir ve buna kimse oburluk ya da avcılık diyemez. çünkü
şair usu (tasavvuf geleneğine özgü) yetinim, doygunluk,
zarar vermeme, hatta yememe (tüketmeme) kavramları çerçevesinde
işler. Karıncanın dur dediği yerdedir. Varlığı harcamak (tüketmek)
şöyle dursun varlık eklemek, çoğullamak, doğumu hayranlık
ve sevinçle karşılamak, bununla da kalmayıp bir dilsel tapınca
dönüştürmek ['rit(üel)-ret(orik)']
onun ve şiirinin gerekçesidir.
Büründüğü
dondan iki somut sonuç kendiliğinden doğar. Biri öteki
şaire bakış, ötekini üstleniş biçimi. Bir kez önüne
şiir olarak gelmiş her şeyin arkası artık bağışlanmış, şiirin
gerisinde yatan öykü kafadan ve bilinçle
silinmiştir. Dedikoduyu bitirir şiir. Arkasında soyut-genel şair
(emekçi)
emeğinden başka bir şey yoktur. Bu yüzden Ergülen'in
kaynakları tüm dünya ve ülke şiiridir. Herkesten
aldığının altını ayrımsız ve kalın kalın çizer, verdiğini ise
aldıklarından sayar ya da öyle sayılsın ister. Az bulunur özgeci
bir şair niteliği ya da örneği çıkarır ortaya. Bunun
şairin kendisinden çok şiirin evrensel bedenine katkısını
imlemekle yetineceğim.
Diğer somutluk ise şairin
yaşamı, onu kuşatan varlık çemberiyle ilgilidir. çıkıp
şiiri kişiselleştiriyor demek bir yere değin haksızlık olacaktır ki
bu durum yaklaşıma bağlı olarak bir engele dönüşme
olasılığını barındırıyor olsa da. Ama Ergülen'in
başkalarına (okur) İdil'ini,
Nar'ını
göstermek ya da dayatmak gibi bir takınağı yoktur. Hatta
gereğinden çok takınaksızdır. Bu iki varlığın (eş ve çocuk)
şiirine güçlü bir besleyici kaynak olmasından
kaynaklanır vurgu. Ama olayın bir de öteki
boyutu
vardır ve öteki
(her kimse),
indirgemeye, yanlış anlamaya ve sonuçlar çıkarmaya,
yarım yamalak öğrendiklerini yarım yamalak uygulamaya en
başından yatkındır. Bin çaba, emekle şiir kişiden (özneden,
benden) kurtarılmışken adı konulmuş, adı konularak seçilmiş
varlığın okurun algısı önünde uçuşması bir istenmez
leke, karartma etkisi de yapabilir. Şiir güzeldir ama bir şey
yapışmış, bulaşmış gibidir ve okur ne yapsa bulaşan bu şeyi ne
yakalayabiliyor ne de ayraç içine alabiliyor. Bir
huzursuzluk kaynağı şeye dönüşen bu şair önermeleri
belki de özel olan siyasaldır belgisine dayalı cesur bir
yüzleşme, hatta dahası şiir (sanat) eninde sonunda kendiyle
örtüşür yargısıyla bağdaşımdır. Ama (herhangi bir)
okur koşullanmaları itildiği konumu özel olana davet, bilmemesi
gerekeni bilmeye çağrı olarak görebilir. Huzursuzluk
bununla ilgili. İstemediği şeyi görmek, tanık olmak... İçerik
önemli değildir. Bu senin öykündür. Hepimizin
öyküsü olmanın gereği yeterince yerine getirilmiş
midir? Bir kişinin seçimi nereye dek tümümüzün
seçimi olabilir? Olursa, hele de büründüğü
donlarda inandırıcı ise okurlar olarak özeleştiri yapmamız
gerekir mi? Ya bu türden soruları sormak, azmış gibi yeni bir
yasak (sansür) girişimine dönüşürse? Tam olmaması
gereken de budur. Bırakalım şiir önümüze hangi dona
bürünmüş olursa olsun ama gelsin. Bizde yankılanan
öznellikle, yaşama seçişleri ve tutumlarımızla hele biz
bir hesaplaşalım önce.
*
Haydar Ergülen'in
şiirde canlı, varsıl yeri, imge konusunda titiz siyasetiyle yakından
ilgilidir. Diğer sanatsal anlatımlar, siyasal söylemler de
içinde olmak üzere onun şiirlerinde kurucu yapı
bileşenlerine doğallıkla yerleşir. öyle doğal bir geçişme
çıkar ki ortaya, şiire bakma, dinleme isteği duyulur. Söyleşme
izlenimini de, günlük söz dağarcığını da devreye
alırsak aslında bir sahne yapıtı karşısında olduğumuzu düşünebiliriz.
Tüm bu bileşimi tadı yerinde, lezzetli bir çorbaya
dönüştürmek, okurun şiiri okumak değil tatmak üzere
olduğunu anımsatmak için Ergülen'in titiz,
ayrıntılı, çok özenli bir imge yontuculuğu yaptığını
kabul etmemiz gerek. çünkü her şiire sayısız kez
girmiş tüm bu varlık, ilişki ve söyleşmeler okurun kavrayış
abağını (şablon) nasıl delip de büyük geçişken
(osmotik)
buluşmayla sonuçlanacak? Ancak imge üzerine bir yeniden
şair çalışması, bileşimin içinden biricik, yeni,
denenmemiş yüzeyi açığa çıkarabilirse ve imge
aynasında okurlar olarak kendimizi açılmış bir yeni yüzeyle
daha çoklanmış, artmış, ayrımsamış yakalayabilirsek söz
konusu yeniden buluşma, neredeyse kakışma diyeceğim, gerçekleşir.
Okur bu özgül imge ile şaire kakılır ve şair imgesinin
aracılığıyla okura kakılmış olur. Bu
ses benim sesim
ya da kendi
sesimi dinliyorum.
Ergülen okurunun hoş yanılsamalarından biri budur. Elbette
görüntü, özellikle renk denli ses de şiir
mimarisine yapısal öğe olarak katılır. Sesin katışımında
geleneksel kulak birikimlerinin Ergülen özelinde varlığı
yadsınamaz. Ama öğrenmede çocuk duyarlığını taze tutma
konusunda kararlı şair çağcıl şiir geleneğimizin oldukça
kıt ama yer yer iyi örneklerindeki yetkin ses çalışmalarının
da karıncalığını üstlenir. Belki Yahya Kemal çizgisinden
değil, hatta Nazım çizgisinden de... Yani şiirde sesçil
öğe araştırmalarını şiirin anlam katıyla, içeriğiyle
birebir ilişkilendirmek ve şiirsel amacı pekiştirmek niyetinin
ötesinde bir süsleme (tezyin) niyetini da yanı sıra taşıyan
bir ses bilincidir onunkisi. çünkü doğa ve
seslerinin insandan bağımsız, özerk varoluşları konusunda içrek
(Bâtınî)
bir duruşu vardır. Bu ses toplumun ötesine, hatta dibine kayar,
varoluşa bulanır. Kuşların ötüşü, kedinin miyavlaması
denli doğal, kendiliğinden ve üstüne üstlük
yapılı (eklentili) bir ses bireşimi çıkar ortaya. Oysa benzer
ses çalışmaları, dediğimiz gibi daha önce (Divan
şiirindeki sesi saymıyorum, hatta oradaki bir tür, sesi
gidimlemeden öte geçmez ama Yahya Kemal, Nazım Hikmet,
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Attila İlhan'dan günümüze
örneğin Birhan Keskin'e gelinceye dek yapısal, işlevsel
öğe olarak ses araştırmaları yürütülmüştür.)
kendinde değil kendi için zemininde yükseltilmiştir.
Sesin kendini varlık olarak öne çıkarma cesareti gösteren
benim bildiğim iki başka kuşaktan şaire dikkati yeniden çekmek
isterim: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Birhan Keskin. Bunlar kimi
örneklerde sesi şiire değil, şiiri sese bağlayarak büyük
oyunu imlemişlerdir. Şiirle şiiri aşma, şiirden taşma oyunu...
Ergülen ses konusunda son çalışmalarında bu türden
bir arayışı yoklama, deneyleme yönünde anlamlı bir
çalışmayı büyütmektedir. Büyütmektedir
diyorum çünkü örneğin Sen
Güneş Kokuyorsun Hâlâ'da
(2018) sesin yapıyı harçladığı uzun mimariler gelecekte
yazılacak şiire bir tür girişler olarak görülebilir.
öte yandan kimi türel yansılamalar (rubai,
vb.) şairin ses araştırmalarının uygulamaları olarak da ayrıca
değerlendirilebilir. Artık şunu diyebilecek durumdayız. öyle
örnekler var ki şiir sesçil sürekliliği
yankılamakta, sesin sürekliliği ise anlatının (anlatılanın)
sürekliliğini anıştırarak yazar okur tümümüzü
bir büyük destana (epope)
ulamaktadır. Destana ulanmayı sözün (ya da türel
kavramın) çağrışımsal uçlarına doğru kıvırmayı, hatta
Haydar Ergülen şiirinde Süreklilik
(başka bir deyimle, Kesintisizlik)
kavramını (yeni)şiirinin kurucu bileşenlerinden biri olarak anlamayı
öneriyorum. Kavramla ilgili bugüne gelen tüm birikimi
yeniden değerleme olanağım elbette yok. Ama örneğin zaman/uzamla
süreklilik kavramının ilişkilendirilmesi belki de kaçınılmazdır.
Bu bizi ve şiiri coğrafya(daki eyleşme) ve güncele (edim
içreliğe) bağlayacaktır. Ergülen şiirinin bir bakıma yeni
devingen gücünü (dinamiğini) bu oluşturabilir, bu
yöndeki araştırmalarını sürdürürse kuşkusuz (ki
şair vazgeçse şiir bırakmayacak gibidir). Sürekliliği
(dolayısıyla uzam/zamanı) ilintisellikle, bağlantısallıkla, giderek
eytişmeyle buluşturmamız kaçınılmaz olmasa da olasıdır. Her
şeyin her şeyle ilgili ve ayrıca o şey olduğu varsayımı (vahdeti
vücud)
şiirin gündemine zorunlu olarak dokuma (örme) kavramını
sokacaktır. Son şeyi dışarıda bırakmayacak sarmaş dolaş (DNA
benzeri) örgülenim tüm yönlere (s)açılan
bir ağ bozgunundan (siz bunu umutsuzluk anlayın) nasıl sıyrılıp da
-den...-e'ye
bir akışı, hem de kesintisiz, döngüsel bir akışı, akma
duygusunu, izlenimini yaratacak? Ergülen okumasında geldiğimiz
yerdeki sorumuz şimdilik budur. Bu sorunun yanıtı ya da çözümü
yazıdan gelmeyecektir, uygulayımdan (teknik) da. Bilincin kapsama ya
da bilişsel alan gücünden (akısından) gelecektir dokumanın
süreğen tıkırtısı, ezgisi, enine boyuna büyümesi ve
sürekliliği... Şiir kendini şiir olarak üretecek,
enine ve boyuna... Uzayacak. Bileşimine varlığın bin türü
ve durumunu (hâl)
katacak. Kattıkça daha şiir olacak, alıp başını gidecek akışa
eklenip, şairi de şenliğine (dokuma şenliği) bir ucundan ekleyerek.
Artık şiir şairini yapmaktadır. özne nesne ilişkisi tersine
dönmemiş ama yerdeğiştirebilir olmuştur. (Bunu yukarıdaki
alçakgönüllülük kavramıyla
ilişkilendirebilirsiniz.) Şair şiir (varlık) dokumasının sayısız
ipliğinden biri olarak bireşime girmektedir. Girmesinin koşulu
dokumanın insancalık kökü, çıkış noktasıdır. Tüm
çift yönlü süreç hem gidimli hem varlığa
dil (bilinç) ekleme sevincidir. Şiir Asya'yı Afrika'ya,
diriyi ölüye, Haydar'ı İdil'e, Nar'a,
yaprağı tirşeye, kediyi düşe katarak, Nietzsche'ce
söylersek büyük, evrensel horaya davet çıkarır.
Her şiir böylesi büyüme yeteneği, taşkın sevinciyle
ulayıcı (ulaç), bağlayıcı (bağlaç) işlevi üstlenir
dilbilgisel (grammatik) bir yapı-doku önererek. Bu varsıl ve
karmaşık öyküler buluşmasında dramalarımız, büyük
büyük harfli anlatılarımız bile sevinci gölgeleme
yeteneklerini yitirip, ölçeklerinde yer kaplamaya, yaşama
sevincini boylamaya ('boy
boylamak, soy soylamak';
Dedem
Korkut)
) çaplarınca katkıda bulunmaktan öteye geçmezler.
Şiir yatayına, dolambaçlı, uzun uzun denizine yol almaya
koyulmuştur. Şairse şiirle (suyla) akmakta, eşlik edip akışın sesini
yazmaktadır. Böyle parlak birkaç denemesi var Haydar
Ergülen'in ve şiirinde bir eşik atlamasını muştular.
Sonuçta varılan bilgelik yeri ve şiirin püfü, insanı
insana, varlığı varlığa ulamaktır. Elbette ki sorun(umuz)
çözülmüş
olmayacak. İnsanın insana ulanmasında ilk engel insanın kendini
insandan düşürmesi ise... Şiir işte tam da bunu
imleyecektir. İnsanı kendini daha insan (!) kılma konusunda
destekleyecektir, büründüğü, hatta arkasına
sığınıp saklandığı donunu çizme, kazıma pahasına. Ergülen'in
şiiri kendi donundan sıyrılma, kendi tenini yüzme (acılı
yüzleşme, özeleştiri, vb.) noktasına değin ilerleyecek mi?
Bunu zaman gösterecek. Başkasının derisini kaldırmak daha
kolaydır. (Ergülen özelinde bunun adı, başkasındaki özü
ortaya çıkarmaktır yaslandığı büyük birikimi
doğrularcasına.) Demek daha Nazım'ın altında, gölgesindeyiz
ve bu bir eksik, kusur da değildir. Acı vermeyen tarih yok ve tarihin
şenlikleri de acının yansılamalarından (parodi)
başka değil. Soruyu şöyle özetleyebiliriz: Soyut insan
somut insanın önünde midir, ardında mı? Kâmil
Masaracı'nın karikatür bantlarındaki (çizgilik,
Cumhuriyet
Gazetesi)
insan evrimiyle ilgili bir diziyi de böylelikle anmış olalım.
*
Belli duyarlıkları biriktirmiş
bir şairler kuşağının şiirin genel görüntüsünde
yeni biçim arayışları, eski anlatısal biçimleri (form)
gündemlerine almaları söze ilişkin bir karşıcıllığı da
imliyor olabilir. (Bu konuda Abdülkadir Budak'ın Site adlı
şiiri için yaptığım çözümlemeye bakılabilir.)
Roman türünde dünyada ve ülkemizde fiziksel
anlamda kolaylaştırılmış doğrudan ya da dolaylı biçimlendirmeler
tek şiirin sunuluşunda da yazarı seçim yapmaya zorlamaktadır.
Algının odaklanmada geometrik oranlı güçlük yaşıyor
oluşu, kirlenmenin umutsuzluğu doruğa taşıyan boyutu, gündelik
yaşam biçim ve dayatmaları, insan şairi de duruşa ve karşı
duruşa itiyor. Yapıtı önünde sanıldığınca özgür
değildir belki. Bunu ikinci elden yazar çoğunluğu için
özellikle belirtiyorum. Has şairin yaratıcı özgürlüğünden,
biçimden içeriklemeye dek geniş yelpazede herhangi bir
ödün verebileceğini düşünmüyorum ve dediğim
gibi bu gerçek şiir kat(man)ıyla ilgilidir. En başta soru,
şiire gereken zaman sorunu? Bu da bizi neyi anlamak istediğimize ve
anlama isteğimizin gerektirdiği en az zaman sorusuna taşıyor. Burada
zaman kavramının gizli eşlikçisi adı geçse de geçmese
de uzamdır (mekân). Şiirin (şairin) zamanı (ve dolayısıyla
uzamı) karşılayanın (okur, muhatap)
zamanıyla nasıl ilişkilenecek? Bu bir yordam öngörüsüyle
(strateji
ve bağıl taktikler,
uygulamalar dizisi) ne ölçüde örtüşür?
Yayıncılık (şiirin ortamı, medyası)
tüm bunları nasıl karşılar ve taşır? Ve tüm bunlara karşın
şair yine de karşı-şair (kendinden kopmuş, nesne olmuş dünkü
şiirine bile karşı) olmayı umabilir, becerebilir mi? Şairlerin
genelinde bir uyumsuzluktan söz etmek genel olarak bir
karşı-şiir (-şair) duruşu anlamına gelir mi? Hayır, bunu ayırmak
gerekir. Toparlarsak, Haydar Ergülen'in öne
çıkardığım kimi şiirlerinde beklentiyi zorlayan, hatta
tersleyen (tabii ki kırıp dökmeden, yakınlık, hısımlık
seslenimleriyle) bir karşı-şair
tipolojisi
kendini (artık kabullenilme düzeyiyle de desteklenerek) bir
yandan biçimlendirmektedir diyebilirim. Ne seçilen
anlatıma ilişkin genel kalıplar yenidir, ne içerik
bambaşkadır. Burada şiiri, şu zamanı ve uzamı aşan, öte(ki)yi
(hatta ölüleri, hayaletleri) devreye alan her şeyi üstlenme
ve şiir için seferber etme niyeti açıktır. Anlamı şu:
Bugüne dek yazılan şiirin kırıntısını bile harcamanın savurganı
olamayız. Tümü gündemlenecek, gündem birikimle
yeniden sınanacaktır. Şair içindeki şairler denli şairdir,
şiir de öyle. İçindeki şiirler denlidir şiir. O zaman
şunu demiş, şairimizin hakkını vermiş olduk. çok az şairimiz,
yazarımızda (örn. Selim İleri) gördüğümüz
kalıtı iyelenme (sahiplenme)
özelliğini en iyi taşıyanlardan biridir Haydar Ergülen ve
şiirinin yazılmış (belki yazılacak) bütün şiirlerin sonucu,
geçici özü (mütemmim
cüzü)
olduğunu bilmektedir. Yazılarından, konuşmalarından da bunu açıkça
anlıyabiliyoruz. Yalnızca düşünsel içerikleri
üstlenmekle kalmıyor, tüm yapı, dokuma, örgüleme
biçimlerini canlı tutmaya, yaşatmaya çalışıyor. Bazen
iyi sonuçlar vermeyecek bu sorumluluk (yüklenim ya da
üstlenim), kimi zaman da inanılmaz bir anlatım gücü,
lezzet, sulu meyve tadı taşıyor. öyleyse ekleyebiliriz. Haydar
Ergülen'in şiirini şairinden ayırmak pek de kolay
değildir. (Şiir, yaşamdır ve yaşam, şiir...)
*
Kısaca değinip geçeceğim.
Yukarıdaki genel
saptamalarımdan bir şair (şiir) huyu suyu da ister istemez çıkıyor
ortaya. Birçok şairin şiirinden çıkar ırasallık,
kişisellik özellikleri... Ergülen'in sokulgan, sıcak,
bağışlayıcı, barışçıl ırası şiirinin soğuk renklerini (mavi,
örneğin) bile sıcak bir duyguyla eşleştiriyor. Katı yapıları,
pekinlikleri çözen, eriten bir coşku(luluk); kalıpları
zorlarken bile yadırganmazlık; bilgece çıkarımlarında (hikmet)
tepeden bakmayan bir yerdenlik ('şiir
yoksa boşluk var/ boşluk yoksa aşk var',
öyle
Güzel Şeyler,
116);
yergilerinde, karayergilerinde, atışmalarında, söz oyunlarında
incitmezlik; aşkınsal (transandantal),
Whitman'ca bir doğacılık, sarıp sarmalama ve ayrımsız bir
varlıkçıl kardeşlik duygusu ('İçtikleri
sudan küçük, öttükleri şarkı kadar
sırılsıklam serçeler', öGŞ,
61);
yapı
bütünlüğü konusunda var olan sıkıdüzenlerden
kaçan bir serüvencilik (serdengeçtilik);
anlatımda sözün davranıyı (jest)
yerinelediği doruklanmalar ('bahar
bahar deli deli/ tövbe tövbe, tövbe tövbe...',
öGŞ,
70);
şiirle insan
getirileri (Hikmet Kıvılcımlı, Fürüzan, Cevat çapan,
vb.); anıştırmalarla dünya ekininin birçok olayına
çağrışımlı gönderimler ('Bir
daha çal şair!',
öGŞ,
84:
'Bir
daha çal Sam!',
Casablanca,
Herbert Ross, 1972;
20 Aşk
Şiiri
bölüm başlığı: Neruda); zenlemeler
('Yolculuk
yaptım. Kendimden geçtim.',
öGŞ,
99);
Türkçe'nin eskil (arkaik) kaynaklarını yoklama
(İdilikler,
Aysıla, 14);
neredeyse kusursuz divan ve halk anlatı (beyit, türkü,
mani, vb.) biçimlerinin kullanımları; dizeyle düzyazı
arasında geçişimler, sonraki dizede biten tümceler;
yukarıda ayrıca değindiğimiz ses araştırmaları, aliterasyon'lar
(Sen Güneş
Kokuyorsun Daha'da
Sevinçççççççççççli
Küpe,
15;
Yaz
terzisi, 16; Kaşgarlı: k sesi, 97; Gül Ha Gül! 40, Kronik
Şefkat, 44; İdilikler,
23);
Abdülkadir
Budak'la
karşılaştırılacak kerte önemli 'baba'
örgesi (SGKD,
38);
yansılama (SGKD,
Şiirin Kralı, 47);
tensellik (İdilikler),
vb. sayısı istenirsa daha da arttırılacak Haydar Ergülen şiirine
özgü kısa saptamalar olarak belirtilebilir.
*
Bir Sonuç
bölümü açmak için erken. Haydar Ergülen
daha önemli şiirler yazacak, Türkçe şiir bayrağını
yükseltecek gibi geliyor bana. Hele Sen
Güneş Kokuyorsun Daha'
yı okuduktan sonra bu kanım iyiden pekişti. Zorlu yolunda başarı
dilemekle yetineceğim şairimize. Sevmek öğrenmek demektir.
Şiirse öğrenmenin bilinen en iyi yollarından biri. Böyle
diyerek nice şair(ciğ)i elediğimi biliyorum. Kalanı bana yetiyor,
yetecek.