Damgacıoğlu, M. Hulusi; Yeşil Tahtalar (2006),
Pan Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2006, İstanbul, 133 s., Fotoğraflı.
1928 doğumlu İTÜ Mezunları Derneği'nin 18. sıradaki kurucu üyesi, Mak.Y. Müh. Dr. Hulusi Damgacıoğlu yazar değil,
Cumhuriyet'imizin (artık Cumhuriyetsiz kalan Cumhuriyet'in mi deseydim?) öncü (İkinci kuşak sayılabilir, meslek serüveni 50'lerden
başlıyor.) mühendislerinden biri. Arkasını getireceği sözünü verdiği anılarının ilk kitabında çocukluğunu, onu mühendisliğe
taşıyan öğrenciliğini ve İstanbul yılları ile gencecik bir mühendis olarak altyapı seferberliği süren cumhuriyete hizmetlerini
anlatıyor. Bu satırları yazdığım günlerde yaşamla sıkı bir savaşım içinde olan 88'lik yurttaşımın önünde saygıyla eğilmek ve bir
mühendis olarak kendimle ve mühendisliği toplum olarak kavrayışımızla hesaplaşmak (bir ucundan da olsa) gibi bir niyeti taşısam da
ikilemler içerisinde kıvranıyorum. Konuya ve mühendisimize hak ettiği yeri ve zamanı ayıramamak ya da haksızlık yapmak ayıbını
kaldırabilecek miyim, sonra?
İyi bir yayın yönetmenliğinin desteğiyle daha derli toplu, kusursuz anılara dönüşebilecek kitabın tüm yazı amatörlüğüne karşın
içten ve kendini okutan bir yanı olduğunu kabul etmeliyim. Daldan dala atlayan, kopuk, arada boşlukları okuyanın doldurmakta
güçlük çektiği anılarda çocukluk dönemi Bergama'sı, yoksul ama dupduru taşra yaşamı, tütüncülük, okul anıları epeyce bir yer
tutuyor. Kendisi altını yeterince çizmese de Cumhuriyet'in kırsal yaşamdan bir çocuğu mühendisliğe taşıyan ve rastlantıları elden
geldiğince azaltan öğrenim izlencesinden etkilenmemek ancak önyargıyla olanaklı. Kızlı erkekli tütün kırma, kurutma işlemleriyle
ilgili sıcak anıları arasında
yeşil tahtalar
sözcesi geçiyor. Yaş tütünün dizildiği tahtalara deniyor yanlış anımsamıyorsam. (Çünkü okuyalı çok oldu, kitap ödünçtü, elimin
altında değil, bakamıyorum.)
Cumhuriyet yeni kurulan yoksul bir ülkenin zorunlu gereksinimlerinden yola çıkıp kaynak yaratma (sanayileşme) siyasetini etkili
bir dizi izlenceye dönüştürdü ve öyle bir kalkınma tasarladı ki toplum kendi içinden yarattığı herhangi bir kaynağı yeniden
üretime yatırmanın yanı sıra üretimi orta, uzun dönemli besleyecek destek izlencelerle de (Nitelikli işgücü öğretimi yalnızca
biri.) üleşti. Örneğin büyük kamu yatırımları (Sümerbank, Karayolları, vb.) aynı zamanda kendi alanlarında nitelikli insan
(işgücü) gereksinimini karşılamak için yoksul öğrencilere kaynak aktararak (zorunlu çalışma karşılığı burs, vb.) eğitim öğretime
destek oldular. Bu yolla bir taşla birkaç kuş vurulabildi. Kalkınma, çalışma (istihdam), işgücü arasında eşgüdüm sağlandı. Bence
tüm bu etkinliklerin ayrı ayrı tanımı, bağımsız kavranılması eksik kalacaktır. Çünkü asıl mesele ele alınan her konuda ne
yapıldığı, nereye gelindiği değil ulusal tüm kaynakları eşgüdümle ulus için devindirebilmekti. 40'ların ortalarına dek bu anlayış
varlığını sıkıdüzen (disiplin) içerisinde sürdürebildi. Sonra sözkonusu anlayış, bir basamak düzey yitirerek, bütüncül yaklaşım
orasından burasından delik deşik edilerek, neredeyse 70'lerin sonuna değin sürdü aslında. 80'le birlikte (24 Ocak) dengeleyici ve
çoklu ulusal(!) tasım yerini tümden rastgeleliğe (piyasacı liberalizm) bıraktı.
Kabaca özetlenmiş tarihsel evrimin içinde önemli işlev, görev üstlenen mühendis ırasının (karakter, tipoloji) nasıl oluştuğu ve
geri dönüp ulusu oluşturduğu başlıbaşına büyük bir konu. Tek (kamu kimlikli) mühendisin teknik danışmana, oradan teknik
yöneticiliğe sıçrayan sınıfsal evrimi aynı zamanda bölünme, ayrışmayla da el ele gitti. Sınırlı bir mühendisler kesimi egemen
sınıflara (siyasetlere) uzmanlık hizmeti verir ve üremden (kâr) pey alırken büyük çoğunluk kimliksizleşip uzmanlığının kime nasıl
yaradığını bilemez oldu.
Gramsci'ci bir yaklaşımla teknik uzmanlığın (mühendislik) sınıf ve toplumsal katmanlaşmayla çelişkili birliği düşünsel, bilimsel,
aktörel, toplumsal, törel vb. bir dizi sonuç doğurdu elbette.
Bu konuda (bir mühendis olarak, öğrencilik yıllarımdan beri) öyle doluyum, öyle değişik açılardan eleştirel ve öfkeli bir konumum
var ki, kendime,
sen mühendis olamazsın, hiçbir zaman da olmadın, dediğim, takıldığım oluyor. Çünkü beni en başta sinirlendiren
şey, yakın tarihimizin teknik uzmanlığı siyaset üzerinden bönlüğe (ahmaklık, körlük, ne derseniz) tutsak kılması. Bönlük deyince,
olsa olsa kendine zarar verecek şey düşüncesiyle, hafife almayın sözcüğü.
|
Sanırım okuyan için oldukça karışık, hatta anlamsız bir anlatım oldu. Şimdi konuyu mühendisliğin ağabeyi Hulusi Damgacıoğlu'ndan
kaydırıp Türkiye Cumhuriyeti'nde mühendislik hakkında birkaç uçuk önermede bulunmakla yetineceğim. Ama önce Damgacıoğlu'nun meslek
yaşamına göz atalım. Sümerbank burslusu Hulusi Damgacıoğlu, İ TÜ'den çıkış alıp çiçeği burnunda bir mühendis olarak onu
okutan devletine (
Sümerbank
) hizmete koşar. İlk ya da ikinci kuşak kamuya adanmış mühendislerimizin dramı şu olmalı. Alaylı okullu çatışması... İşin içinde
pişmiş ama yükseköğrenim görmemiş ustalar, yani işbilir yarı nitelikli işgücü, yukarıdan paraşütle inen mühendisi küçümser, dışlar
ama öte yandan da emir demiri keser. Burs borcuyla birlikte kapağı bir biçimde
Karayolları
'na atan genç mühendisimizin Anadolu öyküsü başlar. Yurdu demir ve karayollarıyla örmek, limanlar, köprüler yapmak. 50'lerden
sonra kamu büyük altyapı işlerinde ulusal ve uluslararası sermayeyi öne çıkardıkça kamuya olan borcu bitmiş ve palazlanan sınıflar
içerisinde uzmanlığına alan açabilmiş, yaşama biçimi olarak sınırlı da olsa ayak uydurabilmiş mühendisimiz, özel şirketlerde orta
üst yönetim katlarında sınırlı karar sahibi olarak yer tutmaya başlamıştır. Bunlar deneyimli, pişmiş Cumhuriyet (mühendis)
kadrolarıdır ve devletle şirket arasında ilişkiyi uzmanlıklarının ötesinde kotaracak yetenekleri ayrıca vardır. Daha sonra kamuyla
yürütülen işlemler uzmanlaşıp ayrı bir kesime aktarılınca mühendisliğin konum (statü) olarak zorlandığını, eski parlak
dönemlerinin (etki alanı ve gücü açısından) kalmadığını düşünebiliriz. Çünkü şu var. Kalkınma üretme özdeşliği yavaş yavaş kendini
gereksinimden (tüketim zorunluğundan) kurtulmuş üretime, dolayısıyla pazara ve genel/soyut tüketime (bölüşüm) bırakmakta,
mühendislik (teknik işgücü) yeni uzmanlık dalları ve kırma/türedi mesleklerle yeni çıkış yolları aramaktadır. Ülke 70 ortalarına
dek (ithal ikâme, dışalım yerinelik, özkaynakçılık, vb.) kalkınmacı, üretimci anlayışını eksile eksile korumuştur. Mühendisin
çizgesi de ta 50'lerden başlayarak inişe geçmiştir. Yerini, haddini bilmek zorunda bırakılmıştır. Bir yanıyla (çoğunluk taban)
kitleselleşmiş, öte yanıyla (sermayeye yamanan azınlık) üreme (kâr) ortak olmuştur. Siyasetçi, yapsatçı,vb.; ana ve yan sanayi tip
ve işlev olarak öne çıkmış, kararları iyelemişlerdir. Teknik işgücü son karardan çekilmiştir hızla. Alanıyla sınırlı görüşe
bağlanmış, ötesine karışmaması konusunda uyarılmıştır. (dolaylı biçimde tabii.)
Her kurucu düşünce gibi, Cumhuriyet de açık ya da gizli
korporatist
ti. Herkesi aynı amaca katmak, toplu seferberlik, çalışkanlık, yararlılık duygusu, işlevsellik, vb. Öne çıkar. Uzman işgücüne
dolayısıyla paha biçilememiştir bu düşüngüsel iklimde. Askerin kurucu toplumsal görevi (misyon) bir ülke yaratma tasarında yerini
teknik uzmana bırakacaktır. Kumaş, demir, çimento, şeker, kâğıt, demiryolu, liman… Savaşçının, hatta siyasetçinin işe yaramayacağı
kuruluş sürecinde ulusun yararlı çocuğu (evladı), yoksul milletinin özverisiyle yetiştirilmiş mühendis (üreten) göğsünü gere gere
yurduna yararlı olacak, öne çıkacak, kişisel çıkarını asla gözetmeyecek, tüm yoksunlukları göze alacak, yurdu için canla başla
çalışacak, savaşçının bıraktığı yerden o başlayacak, kolları sıvayıp ülkeyi kuracaktır. Ulusal çıkar konusunda aşırı duyarlı,
uzmanlığı konusunda ciddi ve titiz, en önemlisi
inançlı
dır. İnancı yalnızca kendi uzmanlığına, teknik becerisine değildir. Onu yoksul, kıraç Anadolu'dan çekip çıkaran, giydiren, yedirip
içiren devletine ve insanlarına, bu ideali üstlenmiş kurucu düşünceye de inanmaktadır yürekten. Görevlidir o (
misyon
anlamında). Bu noktada bir ayraç açarak ikinci savaş sonrası bağımsızlaşan sömürge ülkelerde kuruluş süreçlerinin yukarıdaki
anlatıya koşutlu seyretmediğini söylememe gerek var mı? Türkiye Cumhuriyeti'nin (1923) tarihsel kaynakları (imparatorluk,
coğrafya, habitus, düşünce, vb.) ve zamanı (20.yüzyılın ilk çeyreği, ilk savaşın hemen ardı) mühendisin yeri ve özgül tarihini
biçimlendirmiştir. Mühendisimizin toplumsal kaynağı askerliktir. Yeni, çağdaş savaş sanatı, uzmanı ilk ordu örgütlenmesinde
kaçınılmaz kılmıştır, yoksa pabuç pahalıdır, saltanat gitti gidiyor. Dananın kuyruğunun koptuğu yer de işte tam burasıdır. İvedi
çözüm ve bilimsizlik (yani bilimsel altyapısızlık) başkalarının çözümlerinin uygulamaya dönük olarak kavrayıcı ve sonuçta yalnızca
kullanıcı uzmanlığından ötesine olanak tanımamıştır.
Alaylı
çözümün (birebir, göğüs göğüse insan çatışmalarının kişisel donatısı) artık yetmediği (mekaniğin, buharın, motorun insan gücünü
toplu kırıma uğratabildiği) süreçte (Tanzimat'dan başlayarak Cumhuriyet'e) anlama, tanıma (teşhis), kitlesel etki,
tele
iletişim ve etkileşimlerle dizgeleri (sistem) temsil eden teknik sunum (mühendislik)
olguculuğun
(pozitivizm) ufkunu aşamazdı, aşamadı zaten. Nereden geliyor bu? Bilimsiz inancın ya da inançtan kurtulamamış bilginin inançla
karıştırılmasından en başta. Olguyu (nesne, olay, kavram) tetikleyen, devindiren, arzulanan sonuçlara zorlayan arkadaki derin
nedenler, kaynaklar ve düşünceler, hatta bir noktadan sonra, yadsınmaya başlandı. Olgu algıya geldiği kadar ve şeydi. Ötesi
Tanrı'nın alanıydı. Olgu Tanrısal (nedensiz) bahane, çözüm, araçtı. Tanrının seçilmiş (necip) kavme armağanıydı. Arkasına, nedene
bakmak günahtı, Tanrı'yı görmeye çalışmaktı: Gazzâlî.) Ama olguculuk, bilimin bu çocuksu (naif) kavrayışı tektanrılı dinlere ya da
İslam'a özgü değildi (yanlış anlaşılmasın). Bana göre metafiziğe karşı metafizikti. Dini (inancı) yıkmanın dini… Etki tepki
ikilemiydi. (Auguste Comte.) İki terim tersten birbirini doğrular bu düz uslamlama biçiminde. Olguya karşı sürülen olgu hemen,
kaynağına ya da amacına hiç de bağlı olmadan, tüm olguların yan yana dizilmesinden başka sonuç vermezdi. Bilemezdik oranın
olgusuyla buranın olgusu, oranın tansığıyla buranınki neresinden ayrılır. Kökü aydınlanmaya taşıyabiliriz ama hemen usa vurmaya
kalkmadan, aptal özdeşleştirmelere, kestirme yargılara sıvanmadan. Ardçağcılığın da us diye boşuna vurup durduğu olguculuktur.
Yalnızca onların mı? Frankfurt Okulu metinleri orada duruyor. Her neyse. Frankofonik Tanzimat ve süreği aynı şaşılıkla ve tıpkı
bugün olduğu gibi (Günümüzde hurafe kılıklı inanç küresel ardçağcılıkla fena halde çakıştı, örtüştü.) teknikle onun eytişmeli
ilişkilendiği bilimsel kaynaklarını (uslamlama, gözlemleme, deneyleme, yasalama, sınama, vb.) birbirine karıştırdı, çorba etti.
Hatta arabayı atın önüne sürdüğü çok oldu, genellikle olan buydu. Eh, elde işe yarıyordu bu yeni alet edavat, iş kullanmasını
öğrenmekteydi. Cumhuriyet kökten bir dönüşüm niyetiydi ama niyetti bir yerde. Düşünceyi besleyen var(sıl)lıktan, kaynaklardan ne
yazık ki yoksundu, asıl gücünü de dünya (Batı, Avrupa) bağlamından (batağa saplanmış dünya konjonktürü) derliyordu.
İmparatorluktan savaşçı niteliği ile kurtuluş arayışlarını devraldı tüm bu nedenlerle. Kuşkusuz ekinsel varlık da devralınanlar
arasındaydı. Kenti, altyapıyı, yeni üretim uzamlarını yaratmak oranla daha kolaydı. Ama konumuz değil. Teknik insanla (mühendis)
ilgiliyiz şu an. Hatta onun tekniği kavrama biçimiyle (tarz) ilgiliyiz. Üstelik bir başka boyutu daha var olayın. 1830'lardan
(belki ekonomik yaşamla ilgili olarak çok daha eskilere gönderme yapabiliriz) başlayarak güçlü Batıyla (daha çok da Cermenik,
Frankofonik) yürütülen bol ödünlü sömürgeleşme süreci Avrupalı ve ayrıcalıklı (imtiyaz) şirketlerin işletmeci olarak özellikle de
Payitahta ve daha çok ulaşım iletişim amaçlı olarak Anadolu'ya yerleşmesine yolaçtı. Dolayısıyla yabancı şirketlerin teknik
kadroları da (Bir örnek: Tünel'i projelendiren Gavan) iş(in)başındaydı. Yabancı ekinden bu uzmanların teknik aygıtla arkasındaki
bilimin ilişkisini kendi öğretim yordamları açısından kuramadıkları düşünülemeyeceğine göre onların yanında yetişen yerlilere bu
canalıcı ilişkiyi gösterdiklerini düşünmeyelim, ummayalım (birçok nedenle). Yerli ekini avuç içinde tutmanın sömürgeci ve
inceltilmiş (rafine) teknikleri de var. Bunlardan biri de bilimsel (yaratıcı) birikimi aktarma konusunda alabildiğine kısıt ve
ürün niteliğine (format) nice yakınsa onca iyi olacak biçimde teknoloji aktarımıyla (yani teknoloji ürünü) yetinme konusunda
stratejik duyarlık. Kuşkusuz işin içine yaratıcılığın gelişen kapitalizmle birlikte metalaşması karışıyor son derece dolambaçlı
yollardan. Bunlar apayrı tartışma konuları. Geldiler, onaylattılar, yaptılar, işlettiler, yönetici-teknik çekirdek kadrolarını da
taşıdılar. Osmanlı-Türk öğe kendi geleneklerinin inançla olguculuğu buluşturan kaynakları ve tarihsal toplumsal nedenlerle, uzam
zamanın o kesitinde sözkonusu dışarıdan yaklaşımlarla bütünleşti (entegrasyon), ama ona düşen iş el, ayak işiydi (bedensel
mühendislik diye bir kavramı, yoksa şimdi ben öneriyorum, bir
oksimoron
olarak.)
Aynı olguculuğun nasıl darkafalı bir dürüstlükle (yalın bir doğruculuk) sonuçlandığına da toplumsaltinsel (sosyopsikolojik) veri
olarak göz atmanın şimdi sırasıdır. Olgunun yansızlığı (!), siyasetin, sanatın, hatta toplumsal bilimlerin karşısına bir güzel
yerleştirilir. Olgu olgudur, onu oraya buraya çekemezsiniz, denir. Algı yanılmaz. Yanılsa da ölçe biçe sapmayı sıfırlarsınız, olur
biter. Bu aptal ve dümdüz bakışın ciddi sonuçları, hasarları çok gecikmez. Olguyu bağlamından etmek, düşünceden sıyırmak aktörel
edimin en kötü tepki biçimine yolaçacaktır. Beş duyu ahlaksızlığı diyeceğim buna da. (İnanmakla ilişkisine dikkat!) Hekim,
mühendis örnek insana, teknolojiyi kavrama, tutma, somutlama yordamları, becerileri nedeniyle yakın durur. (Eğitimsiz toplum böyle
görür.) Usunun ermeyeceği yeteneğin büyüleyici imgesidir uzman. Eski büyücünün karşılığıdır. Dışarıdan, becerili biri. Elçi. Neyi
karşıladığını (temsil) anlamak gerekmiyor, onu kaldırıp öte yana koyabiliyor mu, tamam işte, ayrıca anlamaya ne gerek. Uzman
giderek kurnazlaşır, en azından böylesi yozlaşmaya aralanır kapısı. Yeteneği (büyücülüğü) başka türlü karşılanır ve öyle
algılanıyor olması kuzu etli pilavı atıştırırken çok da işine yarar. Köylü meyvesini, peynirini eksik etmez, (tabii eski
zamanlarda). Aktöre gündelikten (olgudan) türetilemez, gündeliği çeviren şey sorumluluk ve toplum bilincine yükselmez. Bunun için
başka kaynaklar (felsefe, bilim, soyutlayım, kuram, kavram, vb.) gerek. Kulakardından yumurta, niteliksiz işgücünden köprü, kamu
yapısı, fabrika ortaya çıkaranın gerçekten uzmanın büyülü gücü olup olmadığı konusu alan veren düzleminde karşılıklı
koşullamalarla yürüyor. Yanlardan (taraf) her biri konumunu erkle ilişkilendirdiği için konumu ikincil (sekonder), kaypak,
tutarsız olanlar güçlü, eşit erk, iktidar paydaşları olamıyorlar. (Meseleye erk sınırları içerisinde baktığımızda elbette.)
Yönetilenler, sömürülenler, ezilenler olmaya yargılırlar, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar, sanayici, tüccar, siyasetçi, uzman,
işçi, köylü, vb. Ben yine aktöre konusuna döneceğim. Olgunun kendinden değil yerleşmesinden (dizilmesinden) gelir aktöre. Olgunun
yerleş(tiril)mesi ise tümüyle
kim
sor(g)usuyla ilgilidir ve özne, yarı özne, öznemsinin rolüdür olgudan sızdırılacak aktörenin niceliği ve niteliğini belirleyecek
olan. Bilime ve felsefeye (kuramsal bakış) açık olsaydık varlık katında her olgunun arkasında tüm insan(lık) birikiminin yattığını
görebilirdik. Her olgunun diyorum, buna da dikkat! Olguyu kendiyle kavrayamayız ya da kavradığımızı sandığımız şey yalnızca bir
yanılsama (illüzyon), gösteridir. Yani, seyircilerin gözü önünde onu algıdan kaçırır, sonra getirirsiniz. El tezliği bilimi,
düşünceyi örter, kapatır. Tansıklar evreninde uykumuzu sürdürürüz.
Bütün bunları mühendislik eğitimim ve çalışma yaşamımda mühendisliğime ilişkin yaklaşımlardan duyduğum acılar nedeniyle kendime
yazıyorum, yani mühendisliğime. Bu konuyla ilgili genel hesaplaşmama yalnızca bir giriş olabilir. Çok büyük bir konu çünkü...
Ülkemiz özelinde teknik üniversitelerimiz konunun yanına bile yaklaşmadıkları gibi yeni hurafeler çağı (küresel gizemlileşme,
mistifikasyon) ya da yeni ortaçağ yakın geçmişe ilişkin uzman aymazlığımızı yeniden hortlatıyor. Olmayan bilime düşmanlık için
insanda (toplumda) nasıl bir yüz olursa öyle bir yüzle... Olmayan düşmana vurarak durumdan sıyırmak budalalığı desem yanlış mı
olur? Sanmam.
Burada duyarlı (kritik) eşik Cumhuriyet'in doğal içolanağının, kuramsal gizilgücünün tarihsel özdeği (madde) uyumlu biçimde
bükememesi. Cumhuriyetin kaynakları yetmedi ki o Cumhuriyet kendini
Yenidendoğuşun ve onunla yükselen usun, bilim yordamlarının parçası olarak anladı, bildi, kavradı. (Başka türlü de
olmazdı.) Cumhuriyet kişilere ağırlık verdi, birikimden çok güncel bağlamdan ve koşullardan güçlükle ortaya çıkarabildiği yetersiz
varlığıyla, kuramsal dayanaklarının somut karşılıklarını (sınıflar, sermaye, çıkar, Ben, vb.) olması gereken düzeyde yaratamadı.
Kısa kesersek, mühendisliğin Cumhuriyet'teki kuramsal yeri ile ekonomi politikteki (ulusal sermaye yaratma) tarihsel uygulama anı
örtüşemedi. Cumhuriyet öncesi uzmanlık birikimi nitel sıçrama yapamadı, yeni uzman yetiştirme atağı ivedi çözüm gereksinimi
yüzünden uygulayıma (pratik) dönük kaldı. Avrupa'ya öğrenci gönderildi, hemen işbaşına çağrıldılar, yeni Cumhuriyet'i yükseltmek,
geri dönülemeyecek noktalara getirmek herkesin göreviydi ama özellikle uzmanların, yeni teknoloji kullanıcılarının elindeydi top.
Yukarıda dokunduk, mühendislik yurt, Cumhuriyet sevgisiyle Anadolu'nun kıraç, kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine gözünü kırpmadan
açıldı. Tıpkı öğretmenler gibi. Yalnızca okuma yazma bilmez halkı okuryazar yapmak, yalnızca yol, köprü yapmak değildi görev,
Türkiye Cumhuriyeti'ni çağdaş
Batı Uygarlığı
düzeyine çıkarmaktı. Mühendis iki katlı sorumluluğu; inanılmaz özveri öyküleriyle, tüm darkafalılığı, tüm saflığı, tüm
adanmışlığı, giderek kendini bönlüğe daha salışıyla, seve seve üstlendi. Devlet ondan bir istedi o iki verdi, hem de onu adam eden
babaya borcunu gönüllü, yürekten ödediğini düşünerek. Aldatıldığını ne zaman gördü, ne zaman yarıldı bilinci?
Ama önce bütün bunlar için ağabeylerimizden biri olan Hulusi Damgacıoğlu'na buruk, hüzünlü, gözlerimiz birçok nedenle yaşararak
nice teşekkür borçlu olduğumuzu anımsayalım. Yaşadığımız şey hepimizin ortak yazgısıydı, mühendisliğe yaklaşımımız ve onu
Cumhuriyet'in hizmetine sunuşumuzda, evet, bönlük baskındı ama elimizde değildi tersi ve yapmak düşünmekten önce geldi o
koşullarda. Yoksa demiryolu mühendisliğinden karayolu mühendisliğine aynı saf bönlükle bunca kolay geçiş yapamaz, yurdunu bunca
sevmekle teknolojiler üreten, satan ve kullananlar arasında çelişkili sayısız siyasetin salak kurbanlarına, hatta siyaseti
siyasete, işi uzmana bırakmak belgisine (şiar) körlemesine bağlanan aymazlara dönüşmezdik. Ama teknik el kitabını, tekniğin
kaynağı olan bilim kitabına, hatta romana (düşlem ürünü, boş zaman işi sanat) inanılmaz basitlik ve dürüstlükle yeğlemezdik. Buna
doğruluk, dürüstlük demeden önce hiç düşünemediğimiz içindir ki uzmanlığın 40'ların sonunda yolayrımlarına nasıl dayandığını,
uzmanlık algoritmasının egemenlerce nasıl haritalandığını kavrayamadık. Kavramayı isteyecek bilinçten yoksunduk, bir. Pay almaya
başlamış, devlete borcumuzu bitirmiş, yaşam ölçünlerimiz (konfor payımız) yükselmeye, yaşamla kendini ulusuna adamanın ötesinde
yüzleşmeye, ilişkilenmeye başlamıştık. Kamu işleriyle palazlan(dırıl)mış, iyiden irileşmiş şirketler uzmanı iki yola ite kaka
sürebildiler. Türkiye'nin '
Batı Paktı'
içinde yeri Batı güdümlü ulusal yeğlemeleri (kalkınma modelleri, OECD, BM, vb.) ve bu yönde iş piyasalarını öne çıkarmaya
başlamıştı çoktan. Büyük altyapı işleri yine devletindi ama büyük şirketlerle (konsorsiyum) birlikte yürütüldü. Özel sektöre
mühendis devri ya da istihdamıyla birlikte büyük mühendis çoğunluğu orta-küçük burjuva yaşam biçimlerine tutundu ama eski çalışma
alışkanlığıyla emeğinin karşılığı gerçekte düştü, en genel anlamda yoksullaştı (emekçileşmek). Uzmanlığının albenisi, ulusal
yazgıyla koşutluğu kalmadı. Bir boyutu silindi. Ama usu (bilinci) kısa devre çalışmasını yine de sürdürdü. Yalnızca uzmanlığına
özgülenmiş, indirgenmiş kurak bir yaşamadan söz ediyoruz. Uzmanlığının gereği dışında istemeyi unutmuş, olgucu geçmişini şansız,
karşılıksız taşımayı sürdürmüştür. Gizli gizli kendi nitelikli emeğinin her şey demek olduğuna (büyülü değnek) hâlâ inanmaktadır
kimse artık bu yeni dünyada satınalabilirlik dışında bir değer yüklemesi yapmazken. Piyasada mühendislik metası da parayı
bastıranındır. Demin sözünü ettiğim yol ayrımında bilinçli (!) bir mühendis azınlığı da havayı kokladı, tarihsel ilişkilerin
dengesini tarttı ve uzmanlığını tahtıravallinin ağır çeken yanına iliştirdi. Sermayeye, bazen devlet üzerinden, çoğu kez doğrudan
yamandı ve kazandı (!) Yani yolları çatallanan çoğunluk ve azınlık mühendis öbekleri her iki yolda da dünden bugüne olgucu bakış
açıları, kavrayışları ve bunun sonucu sığlıkla hesaplaş(a)madı, tekniği (teknolojiyi) bilimle, bilimi siyasetle, siyaseti başka
dünya tasarlarıyla birleştiremediler. Hayır, çelişki yok. TMMOB çatışı altında solda, karşıcıllıkla biriken mühendislerimize
haksızlık yaptığımı sanmıyorum. Gündeme yanlanma büyük kısa devreleri kaçınılmaz kılıyor ne yazık kı. Çünkü uzmanlıktan siyasete
çekilecek çizgi bilim ve felsefesiz asla olamaz. 100 yıllık mühendisliğimiz tarihin sıkıştırmaları sonucu menteşelerinden
patlayarak, ivedi görevlere (bir noktadan sonra çıkara) saplanarak, öğrenimde, çalışma yaşamında bilimsiz ve dahası felsefesiz
kalmayı sürdürekoydu. Bir özneden ya da istemden elbette söz etmiyorum. Durumdan, toplumdan, tarihten söz ettiğim açık. Mühendisin
kendini mühendis olarak bulduğu ve gözünü açtığı o anda yapacağı seçimin olgulardan ötesine geçmesi için yeter koşul yoktu,
olmadı. Ve onu çalıştıran günümüz piyasası karşısında bilinçsiz teslimiyeti işte tüm buralardan gelmektedir. İşiyle, uzmanlığıyla
ilgisini eskisi gibi kurmayı sürdürmektedir. Uygulamaya (pratik) dönük yetkin çözümüyle zavallıca gurur duyabilmekte, şu an
taşıdığı karmaşık duygularının uzmanlığının erişemediği yerlerde ve boyutlardaki çözümsüzlüğünü, bu olgucu yöntemler nedeniyle,
teknoloji siyasetsizliği nedeniyle anlayışa getirememektedir.
Şimdi burada
'nın en kötü uygulamasının uygun aracı, aygıtı (enstrüman) olmak işte bunca sıradandır işte. Günümüz kitleselliği içerisinde
mühendisin tüm yanan kısadevrelerin üstesinden gelebilecek gizilgücünü, onu giderek daha çok yoksunlaştıran (çoğunluktan söz
ediyorum) dizge amansızca yoketmektedir, bunu da belirtmemiz gerek. Düşük yaşam koşullarına, geçimlik kaygulara tutsak kılınan
uzmanlık uzmanlık ufkunun ötesine istese de geçmekte zorlanmaktadır.
Sınıf eklemlenmeleri içerisinde değişik toplulukların (burada mühendis) tarihe, toplumsal katmanlaşma ve dönüşümlere, bir
orkestrada olduğu gibi koşutlu katıldığını düşünmemek, özgül tarihlere, tarih içinde yön, doğrultu, etki vb. açısından ayrıca
bakmak, içkin tarih, etkin tarih, bağdaşık tarih ayrışmasının çok akaklı biçimde genel tarihsel akışı, bireşimi nasıl
biçimlediğini kendi bağlamları içinde örnekleyerek (modelleme) izlemek yerinde olacaktır. Uzmanın sınıfsallaşma süreçlerinde
katılma biçimleri ciddi bir çözümlemeyi hak ediyor. Tıpkı sanatçılar aydınlar gibi erk (iktidar) açısından çoğaltan, çarpan etkisi
taşıdıkları, niteliğin gücünü tarihe kattıkları açık. Bir mühendis olarak kişisel meslek geçmişimizden hoşnut olmadığımı umarım
yeterince anlatabilmişimdir. Tanıklıklarım mühendislik yaşamım boyunca ardarda düşkırıklıklarıyla dolu. Güne tavırlanmada doğru
yerde durmak, bulunmak (TMMOB) mühendisliği(mizi) doğru kavradığımızın kanıtı değil bana kalırsa.
Öyleyse Hulusi Damgacıoğlu'na iyilikler, sağlıklar, sevgiler dileklerimle birlikte son bir teşekkürü edebilirim. Sayesinde kendim
(ya da beni ben yapan bir parçam) hakkında az da olsa düşünebildim.