Şiirler
2009 yılında 74 yaşında ölen Danimarkalı ozan Inger Christensen’le çeviri üzerinden daha önce
tanıştığımı sanmıyorum. Murat Alpar’ın olağanüstü ve saygın, yaratıcı emeği (bence çeviri
başyapıtlarından son bir yılın) alıp okumak için yeterli nedeni oluşturuyor. Onun Türkçe özeni,
yaratıcı dilsel katkısı, çevirisine soyunduğu ozana ve şiirine saygısı, bağlılığı gerçekten
gözyaşartıcı. Duygulandığımı, soluklandığımı, umutlandığımı söyleyebilirim. Çeviri özgün dilden,
Dancadan.
Ötesinde gerçekten eşsiz bir şiir deneyimine tanıklık da cabası. Eşsiz ve deneyim sözcükleri yersiz
değil. Okurluğumuza evrensel ve fraktal bir açılım getiriyor. Şu anlama gelir: Kulaklarını evrenin
dibine, köküne, kökensel dalgalanmasına kabartmış müzikal bir duyarlık.
Zaten söyleyebileceğimden çoğunu o güzelim sunuşunda Murat Alpar söylüyor ve Christensen’in şiirini
öyle güzel anlatıyor ki bize kalan yalnızca okumak. Kılavuzluğunda, büyülenmişçesine bu matematiksel
kulenin aynalı odadaki durma çoğalmasına takılmaktan, kendi okurluğumuzdan ise düzgün geometrik bir
çokyüzlü çıkarmaktan başka seçeneğimiz yok.
Seçilen şiirlerin yeraldığı kitaplar sırayla Işık (Lys, 1962),
Otlar (Graes, 1963), Bu (Det, 1967),
Nisan Mektubu (Brev i april, 1979), Alfabe
(Alfabet, 1981). Alpar Christensen’in son şiir kitabı Kelebekler
Vadisi’nden (Sommerfugledalen, 1991) şiir almamış… Ona göre Christensen’in başyapıtı
Bu (Det).
*
Christensen şöyle diyor:
“Okurlarımdan birbirleriyle konuşmadıkları şeyler üstüne konuşmalarını isterim. Her şeye karşın,
ara sıra bilincin derinliklerinde kendimizle konuştuğumuz şeyler üstüne.
“Görmedikleri şeyleri görmelerini isterim. Her şeye karşın, durmadan gördüğümüz, ama adlandırmaktan
korktuğumuz şeyleri.
“Yapmadıkları şeyi yapmalarını isterim. Her şeye karşın, sonunda
Okurdan beklediklerinin az buz şeyler olmadığını şiirlerine, özellikle Bu’dan sonrakilere
baktığımızda anlıyoruz. 1971 yılında Kopenhag Üniversitesinde sunduğu bildiride, kendisinin (yazar)
aracı olmadığını söyleyerek başlamış söze. İstediğinin bilinci etkilemek değil, körlüğü etkilemek
olduğunu belirtiyor. Tarih, ona göre bilinç ile körlüğün bulanık bir karışımı. Burada körlüğü
(bilinmeyen etmeni) stratejik olarak etkilemek daha anlamlı ve olası… Zar atımını da
(Mallarme, 1897) etkilemek olanaksız olduğuna göre onu okunaklı kılacak bir şifre bulmak yazarın
görevi olabilir. Söylediği aynen şu: “Rastlantıyı gerekli kılacak bir doğru bulmak ve körlüğü
giderecek bir im-dizgesi tasarlamak; yani, olanaksızla, bütün olmayanla, dışta olanla uğraşmak ve
deney olsun diye, henüz varolmayan bir dili kullanmak: İşte yazarın görevi!/Bu varolmayan dile,
sınıfsız dil diyorum ben. Varolmayan topluma, sınıfsız toplum dedikleri gibi.” (27) Doğrusunu
söylemek gerekirse Christensen’in düşüncesine katılmam olanaksız ama şiirinden yine de etkilenmemi
peşine düştüğü geometrik mimari yapı çabasına bağlıyorum.
Biraz da Murat Alpar’ın sunuşundan aktarma yapacağım.
1960 sonrası Danimarka şiirinde Stephene Mallarme şiirine bağlanmış dizge-şiir (systemdigtning)
akımının öncülerinden biri Christensen. Bu akıma göre ozan, bir dizge (iskelet, kalıp) seçip içeriği
bu yapıya yeniden yükler. Christensen ise dizgeyi daha canlı, dönüşken özellikleriyle yorumlar
(Üreteç). Dolayısıyla onun şiiri biçimlendirme ilkesi, matematiksel yapılara bağlıdır. Dili doğal
varlık olarak Danimarkali ozan, doğa ile dil arasında ayrımı siler. (Organik şiir.) Ekin ve dil
doğadan bağımsız değildir, doğanın biçimlerini ve süreçlerini yineler. Yani şiir doğayı yansılar:
“Yapıtlarındaki ana izlek algılama, dil ve dünya (gerçeklik) arasındaki etkileşimdir.” (14)
Christensen, dizgeyle ilk buluşmasını Bu’da (Det, 1969) deniyor. Üç
bölümden oluşan yapıtın (Prologos, Logos, Epilogos) örneğin ikinci bölümü üç
altbölüme ayrılıyor: Sahne (Scene), Eylem
(Handlingen), Metin (Teksten). Her altbölüm de aynı sekiz kavram ulamından
yapılanıyor: Bakışım (symmetri), Geçişlilik
(transitivet), Süreklilik (kontinuitet), Bağlantı
(konnexitet), Değişkenlik (variabilitet), Uzantı
(extension), Bütünlük (integritet),
Evrensellik (universalitet). Şiirin son bölümü Alpar’ın çevirmeye
yeltenmediği, birkaç küçük alıntıyla örneklendirdiği Epilogos, 528 dizelik
tek bir şiir. 1970 yılında kitabın yazılış öyküsünü anlattığı yazısında şöyle diyor: “…Chomsky’nin
üretimsel dilbilgisi ve dönüşümlü dilbilim ilkeleri ile tanışıklığım ve onun doğuştan dil-yetisi ile
ilgili, aynı zamanda dilin yapısını saptayan, ama sonsuz sayıda tümce üretme olanağı da sağlayan
evrensel, kesin kurallar üstüne görüşleri, bana inanılmaz bir mutluluk duygusu vermiş, dilin,
doğanın doğrudan bir uzantısı olduğu inancını yaratmıştı. Nasıl ki ağacın yaprak verme hakkı varsa,
benim de konuşma ‘hakkım’ vardı. Öyleyse: Dingince bir başlangıç yapabilsem, gizlice ilk tümceleri
kursam, onların içinde saklansam, onlar suyun içindeymiş gibi akıntıya kapılıp ilk küçük kıvrımlara,
sözcüklere, tümcelere varsa ve sayıları gittikçe çoğalsa… diye düşünüyordum.” (47)
Nisan Mektubu’nda ise Fransız besteci Messiaen’ın müzikte uyguladığı
sıralama dizgesi (permutations system) sayı dizgesinden yararlanmış… “Christensen’e göre sayı,
insan ile evreni, sözcük ile şey’i, dıştaki bir düzeni yansıtarak birbirine bağlayan bir görüngüdür.
Dizgeler ve sayılar, insan ile evren arasında bir söyleşiyi olanaklı kılar ve dizgelerle sayıları
şiirlerin içine kaydederek bir
yedek evren ortaya çıkarılır.” (23)
Christensen’den bir alıntı (1991) daha:
“Ama şiirler ister şu ya da bu biçimde yazılsın, ister kendim yazıyorum ya da dil yazıyor gibi
davranayım, isterse de dünyayı okuduğumu ya da dünyayın kendisini okuduğunu söylüyor olayım, ben hep
saf bir okurum, yani dünyasını dıştan hiç göremeyecek bir yerliyim ve saf bir okur olarak kalacağım.
Gözün, ağtabakası ile ilişkisi neyse, benim şiirimin de evrenle ilişkisi odur. Ama ne olursa olsun
göz görüyor. Ve sürdürüyor okumasını. (192)
Birkaç şiir:
SAHNE bakışımlar
8
Zaman: Sözcüklerin posası
siğilli salyangozlar gibi.
Yer: Gelişigüzel yığılmış taşlar gibi
dayanışma içindeki şeyler.
Devinim: Taşın üstünde salyangozun
yapışkan ve parlak izi.
Yanılsama: Tüm eğretilemelerin
bütünlük kuramları.
(Det, Logos, s.72)
*
SAHNE bağlantılar
Les causes sont peut-etre
İnutilesaux effets
Sade
5
Varolmayan bir dünyayı anlatmaya çalıştım varolsun diye.
Artık gitmediğim kentin dışındaki tarlaların üstünde
havada sessizce duran hava. Alışılmış bir uzaklığın verdiği
sevinç. Alışılmış bir tedirginlikteki erinç. Yüksek ateşle
yatarken, insanın önemi olmamasından duyulan mutluluk.
Uzak durmaya çalıştım dünyadan. Güç değildi bu.
Dünyadan uzak durmaya alışkınım ben. Bir yaban-
cıyım. Yabancı olmanın da çok yararı var bana. Böylece
unutuyorum dünyayı. Böylece öfkelenip ağlamıyorum bile.
Böylece aklaşıyor ve umursamaz oluyor dünya.
Ve nerede olursa olsun dolaşabiliyorum ve kımıldamada
durabiliyorum ayakta. Ölmüş olmaya alışıyorum böylece.
İşte insanın dil üzerindeki, dolayısıyla dilin
insan üzerindeki baskısının bir eleştirisi.
(Det, Logos, s.85)
*
SAHNE evrensellikler
2
Yağmur yağıyor Güneş parlıyor Kar yağıyor
Fırtına var Hava çok farklı
Dünyanın farklı yerlerinde
Dünya dönüyor Ama bir gün kaybolacak
Parmakların arasından kayıp giden kum gibi
Parmaklara gereksinim olmaksızın
Kayboluverecek dünya Kum da kaybolacak
Kaybolan kum olarak dünya imgesi de kaybolacak
Ama şimdilik dönmeyi sürdürüyor dünya
Ve kaybolan kumdan çok farklı
Büyük ve sağlam bir sürü boş yerin iyesi
Havanın çok farklı olduğu
Bir sürü farklı yerde
Örneğin kar ya da yağmur ya da fırtına var
Güneş parlıyor Ya da ışık saçıyor ay ve yıldızlar
Love Love Love Happy happy love
(Det, Logos, s.110)
*
SAHNE evrensellikler
8
Mutlu bir makine
Zalim bir imgelem
Olağanüstü bir hırgür
Dönmeyen bir çark
Farketmez bunu insan
Ardına bakmadan kaçar
Bir sözcük beliriverir
Köpekler havlar.
(Det, Logos, s.116)
*
METİN değişkenlikler
1
Arıyorum birinci sabahtan sonra
dudakların ham biçemini
Defalarca öpüyorum anısını sözlerinin
uzat bana! tuzu ve ak bilinci
sonsuz yazıdaki
Düşüncelerime verdiğin şey: sözcükler
ve dışkılar, bir yıldızın işlevleri-
ni sergileyen bir gövde
Arı bir sabah verdin sen bana
Benim tutkum: Devam etmek yoluma
(Det, Logos, s.141)
*
METİN değişkenlikler
3
Arıyorum üçüncü sabahtan sonra
dudakların uyumlu ezgisini
Defalarca uyandırıyorum sevinci, bu yüzden de
büyük bir gürültü kopuyor ve ateş
ateşe veriyor kendisini
Düşüncelerime verdiğin şey: Korkunun
devinimleri ve olanaksızı yapmanın
erinci
Arı iyilik verdin sen bana
Benim tutkum: Devam etmek yoluma
(Det, Logos, s.143)
*
METİN değişkenlikler
5
Arıyorum beşinci sabahtan sonra
dudakların dertsiz iletisini
Defalarca evetliyorum başımla işte
yat benimle! yat benimle! sonrasını
bilemez ki hiç kimse
Düşüncelerime verdiğin şey: Güçlü bir
sevgi yaşama karşı
merhaba
Tam bir kayboluş verdin sen bana
Benim tutkum: Devam etmek yoluma
(Det, Logos, s.145)
*
METİN evrensellikler
8
Hafif bulutları görüyorum
Görüyorum hafif güneşi
Ne kadar da kolay çiziyorlar
Sonsuz bir gelişimi
Güven duyuyorlar sanki
Yeryüzündeki bana
Biliyorlarmış gibi
Sözcükleri olduğumu
(Det, Logos, s.156)
Azorno
Küçük ama zor bir metinle baş etmem gerekiyor şimdi de. Hayır, yanlış
anlamayın. Güreşmekten söz etmiyorum. Bir daha okumaktan
söz ediyorum. Alpar sayesinde Christensen’in (Büyük şair, geometrik
açılımların şairi…) şiirlerini tanıdık, tanır gibi olduk.
Bunun hakkında önceki yıl (2014) okumalarımda (sanırım) yazdım, anlamaya (!)
çalıştım şiiri düşüncesini.
Şimdi düz metin üzerinden sarmal (Ammonitsi) çözgüyü ilerletmek,
geometrik yapının geometrik noktasını (boşluk olmasın bu nokta)
irdelemek gerekiyor. Karşımızda yazardan çok sözcük-tuğlalarla yapı çatma
niyetli bir yapı ustası olduğunu unutmamakta yarar var.
Haliyle sözcük başkasının evinde konaklıyor ve kendini kendine ve bize
yadırgatıyor. (Hadi bir soru: Peki Bora Abdo ne yapıyor?)
Romanın sonundaki Kirkegaard alıntısı geriye, tüm dalga ve köpüğüne karşın
yine de denizin kaldığını söylüyor ve oraya konulması
boşuna değil. “Bu benim/ tek yaşamımdır.” (s.89 ve 91) Bu tek yaşam
aynalanıp, fraktal yinelemelerle çoğalıp bir üst (-meta) benzeş
yapıya (yinelenmeli döngüsel genişlik, kapsam) yönelik olarak kurgulanmış
bir yazgıyı (gen) şimdiden, burada içermektedir (Buna ben
beklentili, bekleyen küme diyorum). Geçmiş ve gelecek, gen
üzerinden akar. Yapıtı yaratıcısından, yaratıcısını adcıdan, adcıyı
yinele(n)meden ayıran şey (ayıram, differancé) üzerinde durmak bize yaratma
ve yaşama eylemini, sanatı ve oluşu, nedeni ve nedensizliği
getirebilir. En azından Christensen böyle düşünüyor.
Ama ben Christensen’i geometrisyen (?) olarak görüyorum. Neden
mimar değil? Mimarın yapı tasar ve kurma girişiminde ‘kapıyı örtme’,
‘uzamı kapanlama’, iç/dış arasında kalıcı geçişli (osmotik) bir alışverişi
olanaklı kılma ve sürekli denge niyeti kaçınılmazdır.
Bu özellikleri oranında yapı sanatlanır (estetik nesne.) Geometri ise bir
durdurma (dondurma), tutma, kap(a)ma girişimi, niyeti
değildir ya da yalnızca bu değildir. Açık yapıların da geometrisi vardır,
hatta yapıyı açan geometri olduğunu da düşünüyorum.
Doğanın kendi eğilimi içinde fraktalının kapama ile açılma arasında
sonsuz (ama kesintili sonsuz) bir yinelemeden doğalaştığını
düşünmemiz için ise çok neden var (Bkz. D. Hostadter).
Christensen’ın sanata (yapıt) bakışında işte bu ikilemden doğan düzgün
yüzeylerin sunduğu henüz kapanmamış, kapanması olanaksız bir geometrik irade
var. Yontulmuş yüzeyler ilişkilenip, (ara)
kesitleşip bir sonraki yüzeye (kapsar küme) bağlanıyor. Her geometrik öğe
(aynı zamanda altküme öğesi, elemanı) bir sonraki
kümenin (çizgi, arakesit, yüzey, vb.) geniş bağlamında yeniden içeriliyor.
Tersinmez biçimde geometrinin yolculuğu kapalı
çokyüzlüye (eninde sonunda Küre: Bkz. Rudolf Arnheim,
Çev. Rahmi Öğdül, 2007, Metis y., İstanbul.) doğrudur ama evren
spirali
açık uçlu olduğundan geometri gerçekte kapanmayacak. Dolayısıyla aynı
noktalara, çizgilere iz düşüren, yinelemeyi katlayan
çoğaltan, döngüsel bir üçüncü boyut deviniminin (dördüncü boyut zaman
devrededir) geometrisi yazarımızı açıklamaya en yakın
terimi oluşturabilir. Her dönüş belirlenmiş noktayı hem ıraksar, hem
yakınsar. Hem çok yakın, benzeş, hem çok uzak, ayrık
bir yinelenimdir bu. Anımsıyorum ama yalnızca ve büyük bir olasılıkla
yanılsama anımsayışım, benziyor ama değil, sanki daha
önce gördüm ama onu tıpatıp böyle hiç görmedim, vb. Bu noktadan
geometrik tasımın ya da kurgunun algı, anıştırma, çağrışıma
verdiği ağırlığın ciddi oranlarda değiştiğini, arttığını belirtmemiz
gerekir. Dil(in gereci) bu anlıksal edimler çevreni
içinde biçimlenir, dizilir, ilişkilenir. Olanaksız geometrik yapı tasarında
yaratma cesaretinden haliyle söz etmeliyiz.
Sanatçının sonul derdi kapıyı kilitlemektir. Cesur sanatçı yapının
kapanmayacağını, bitmesinin olanaksızlığını bilir. Sonuçta
sınırsız genişleyerek dönen (!) evrenin altkümelerinin altkümelerinin…
öğeleriyiz, sanatçı da olsak. Uzlaşma noktası (burada yazarla
okur arasında) kapan-mışlığı varsaymak, mış gibi yapmak. Yalnızca bundan
gelir serüven (yazmak), yapıt okunur olur, okumak
vazgeçilmezleşir. Demek aslında yukarıdaki ayrım yapay, belki de yanlış.
Mimar da olanaksızla karşı karşıyadır. Peki, sanatçı
yaratısında neyle ilgilidir gerçekte? Geometrik nokta, ağırlık noktası, asal
bileşke diyebilir miyiz ilgisinin odaklandığı yere?
Elbette tutunacak bir yerle, başlangıçla ilgilidir ve oradan yükseltebilir
(ya da çatabilir) yapıyı. (Bu evdir, yuvadır, ilk
başlanan yerdir.) Ama genelde, olan bir varlık değil, dolan bir boşluktur,
yapıt ilerledikçe. Bir şeyin dolayında kurulan şeydir yapıt.
Ama şimdi konumuz başka. İnger Christensen’in sözcüklerden geometrik,
döngüsel, sarmal bir yapı çıkarma tasarının ardında yatan niyeti,
dürtüyü anlamak istiyoruz.Kendisi şöyle demiş: “Amacım var olmayan bir
dünyayı var kılmak.” Tüm sanatçıların derdi bu zaten. Onları
ayrıştıran belki de ‘varolmayan bir dünyayı var kılma’
yöntemlerindeki başkalık… Azorno yazarının
matematiğin dizileri, yinelemeli, yansıtmalı matrisleriyle oluşturmaya
çalıştığı geometrik istif imgenin gizilgücüyle buluştuğunda önümüze deneysel
bir anlatının gelmesine şaşırmamak gerekiyor. Kafasında tıpkılanmış
(klonlanmış), bölünerek sınırsızca çoğalmış bir zincirleme varlık evreni
değil (ki böyle bir evren olanaksızdır, boyutsuzdur, kendinden düşer,
evrenleşemez), sapmaya (mutasyona) açık, eşeyli üreyen, DNA sarmalı
biçiminde dizilen çokboyutlu bir evren düşü var. Bu çoklu evrenin çoklu
dizemi (tartım, ritim), kendine gönderiminden ayrı olarak dışa salımı,
sapması, kayması sözkonusu. Yineleme tıpatıp (kusursuz) değil ve
yinelenememiş şeyle yinelenen (şey), izleyen adımda yeni çevrim (halka)
olarak önceki varlık çevrimlerinin tümünü içselleştirmiş biçimde, bir
sonraki düşlemin altkümesine koyulur. Azorno’dan
bir örnek. 90 sayfalık roman boyunca yinelemenin, geri dönüşlü ilerlemenin
birçok örneğinden birinin eksenini şu sözce oluşturuyor: ‘Kocaman saydam
bir çanın içine kapatılmış’. Aynen yinelenen bu çekirdek sözceyi
kuşatan eten (yemişlerin yenen bölümü) tek bölümceli bir anlatı. Ama her
yinelenmede çekirdeği saran bulutsu tümceler az çok değişiyor. Anlatımın
genelde yarattığı imge akvaryum içindelik, kalemin ucundalık,
yaratılmışlıkla ilgili kuşkusuz. Benim bu sözceyle ilgili olarak saptadığım
döngüler 7, 24, 38, 58, 82. sayfalarda. Benzer döngüler: ‘güneş almayan
oda’, ‘yağmurda renkli şemsiyeli kadın’, ‘ahududu reçeli sürülmüş iki
dilim beyaz ekmek’, ‘cam kırıkları’, ‘kum taşından
eciş bücüş cüce heykeli’, ‘şimdiki adresi Roma, Via Napoli 3’, ‘gül
bahçesi’, ‘yerbezi’, ‘kendini pencereden atan kadın’,
‘kendimi açıklayacağım sonra./ Açıklayacağım./ Açık/ Çık/ Öğleden sonra
saat beşte gene dışarı çık-ıyorum.’ Bunları ayrıca sayfalarıyla
saptamadım. Merak eden okumaya başlarken yineleme istatistiği
tutabilir.
Biçimin (daha çok yığışmayı, istifi, dizemi, yinelenmeyi düşünelim) peşine
takılmanın Inger Christensen’in neredeyse saplantılı
ana imgesini oluşturduğunu düşünüyorum. Saplantının kökünde gizi çözmekten
çok yansılama, mimesisden duyulmayan sesi, ezgiyi
çıkarma tutkusu, anlaşılabilirin umudu yatıyor olmalı yine de. Evrensel küme
içinde sonsuzda duran (?) alt kümenin sonsuz öğelerinden
biri olan yazar, fraktal işlemi kendine uyguluyor, bulunduğu yerden evren
kuruyor.
Yöntemi bilince çıkarmak (?) Azorno’yu ele
geçirmeye yetiyor mu peki? Kuşkusuz Azorno (şiir)
çoktan elimizdedir, 1’e içkindir, yapılmış, (zar) ortaya atılmış,
atılabilmiş, bu saflardan (varlıktan) yükselmiştir. Tansık zaten varlıktan
yükselir, yapılabilirin gizli düzgüsüne (kod) borçlu, ilintilidir
(endeksli). Öyleyse beceri, uzmanlık vb. nin ötesinde imge avcılığı,
birikimi, yorumu gerekir matematiğin bıktırıcı dilinden yorulup yolda soluk
soluğa kalmamak için. Tuhaf ve çekici olan tam burasıdır. Duygulardan
sonsuza, ölümüne dek ayrıştırılmış, soyutlanmış geometrinin şiiriyle, tüm
yanlışlarımızın ve bedellerinin (kefaret) oynaştığı gayya kuyusunun somut
sözcüklerinin (bu tadlara bulaşık şey, imge) yakın şiiri düşlemsel yapıya
gerece katılır, harçlanır. Okurun içinden tanıdığı ve hiç tanımadığı sesler,
gölgeler, renkler, yüzeyler, nesneler, biçimler, göz açıp kapayıncaya dek
görünüp yiten fırlatılmış bir bıçak gibi, zamansız yersiz bir kanatlı (kuş)
gibi geçer, sonsuz yörüngesinde yeniden geri dönünceye dek. Bir tüy, gül,
yerbezi, kadın, imge bizi kuşkulandıracak kerte hızla görümüzün içerisinde
belirir yiter. Belki de ötekinin evreni bizim yumuşak dokulu, bulutsu
imgelemimizdir ve tüm ötekiler de kendilerine en yakında bulunanların
imgeleminden ortaya çıkmakta, yansımakta, varolmaktadır. Türevsel ve bitmek
bilmeyen imge (ayna) oyununda somutu saptayıp, gerçek nesneler derlemine
(koleksiyon) iğnelemek, geriye kalan bu gerçeğin türeviydi, sanal
nesnelerden ibaretler, diyebilmek güç ve cesaret isteyen bir şey. Inger
Christensen, varlığı parmaklarının ucunda birbirine katıp tabak gibi
çevirmeye başlayınca, sarmal dönüşün hızı oranında nesneler birbirlerinin
içinde eriyip bir bulamaca (beyaz ışık) dönüşmekte, harala gürele içinde
bileşime katılan nesneleri, hele gerçeğini ayırmak olanaksızlaşmaktadır.
Yazarımızın da imlediği budur işte. Tüm anlatı kişilerinin (Sampel, Azorno,
Randi, Bet Sampel, hatta Batseba, Katarine, Xenia, Louise) ötekilerin yazarı
olduğu, yazarın da anlatısının kişisi olduğu, kendini yazan yazı izleği
evrensel küme karşısında bizim atomsal benimizin kayda değmez önemine
gönderme önemlidir. Dolayısıyla kayda değer (belki de biricik) şey…
En az çıkarmak istediğim şey ise çözümleyici bir enerjiyle geriye, kaynağa
yürümek ve öğeleri çözmek (deşifre etmek).
Geometriyi sayısallaştırmak, sayıları ayrıştırmak, her nokta, öğe için enlem
boylam (koordinat) belirlemek. Öğeleri yerli yerine
yerleştirmek ve bu aykırı önermeler dizgesi üzerinden kötü niyetli ve
coşkulu bir erinçle dünyayı kurtarmak. Bunu Christensen
gibi yazarlara hele asla yapamayız ve üstelik bunu yapmak bir şey yapmak
mıdır? Böyle bir anlamayı kabul etmiyorum, hatta
‘anlamayı’ böyle anlamayı bile.
O zaman doğruyu, yanılsamayı, yanlışı, günahı, suçu, cinayeti, aşkı,
gebeliği, doğumu, sevişmeyi, konukluğu, yansımayı, çanları,
gülleri, ihaneti, yağmuru, vb. bir yana atıp (içe bile atıp) kuyruğuna
yatmayı, kendini yutmayı, büyük ve sonsuz dönüşü, eli çizen
eli (Escher), gösterge topaçı, bellekte kalanı, devinimin bulanık resmini
kanıtlayacak birkaç alıntı koyalım buraya kanıt diye, ki
geçiş yolunda atlama taşlarından başka bir şey de değiller. Çünkü onlar
karşımıza yine çıkacak, onların üzerine belki yine basacağız,
bastığımızı sanacak, düşleyeceğiz:
“Duyduğuma göre, onun daha yedinci sayfada buluştuğu kadın benmişim.”
(7) “Bir iki gün önce, Sampel’in romanındaki başkişinin
daha yedinci sayfada buluştuğu kadının ben olduğumu öğrenmiş ve bunu
bana söylemek için burada buluşmamızı istemişti.” (8)
“Elini elimin içine aldım ve eliyle beceriksizce, belki de biraz
yapmacık bir beceriksizlikle, oynarken, kendisinin, şimdi
karşımda oturduğu gibi, romanımdaki başkişinin daha yedinci sayfada
buluştuğu o kadın olduğunu bir sır verir gibi söyledim.”
(88) “Sanki ilk ve son olarak yaşamla hesaplaşmış ve kendisine bir insan
gözüyle bakabilmesine rastgele koşullarıyla karar veren
bana, bu herhangi bir insana bağlanmıştı.” (89)
Louise: “Bir gün Xenia’nın, Randi’nin, Katarina’nın, Bet Sampel’in,
Sampel’in ve Azorno’nun bu romanı okumalarına izin verdiğimde,
kendilerini romanın kişileri olarak görünce herhalde öyle şaşıracaklar
ki…” (34) Louise: “Louise’yi anlatıcı olarak kullanmaktan
memnundum…” (35)
“Ne kadarını anlatmıştım onlara? Havuzun ılık suyu içinden parmaklarımı
kaydırırken, her birine ne kadarını anlatmış olduğumu;
hepsine değil, kimilerine ne kadarını anlatmış olduğumu; birine değil,
ötekilere ne kadarını anlatmış olduğumu; sonra her birinin
bana değil, ötekilere ne kadarını anlatmış olduğunu ve hepsinin bana
değil, birbirlerine ne kadarını anlatmış olduklarını düşünüyordum.
“Ne var ki, baştan beni, yalnızca, onların ilgisini uyandırabilecek bir
şeyler anlatmak gibi gizli bir isteği içeren ama anlattıklarımı,
o kadar hoşlarına gittiği için çiğnemeden yuttuktan sonra
sindiremedikleri kalıntıları kusmak zorunda kalıp eş dost
toplantılarında o
kalıntılara anlaşılmaz olsa da zararsız bir hastalığın sonuçları gözüyle
baktıkları bir öykünün gidişi nasıl denetim altında tutulabilir?
İşte bu yüzden öykümle ilişkimi çabucak yitirdim ve benim yönümden
katıksız bir yalan olarak başlayan şey, doğruya tehlikeli yakınlıkta
bir şeye kolayca dönüşebilecek duruma geldi.” (31)
Kaynaklar
- Christensen, Inger; Seçme Şiirler (1962-1981), Çev. Murat Alpar, Yapı Kredi Yayınevi, Birinci basım, Aralık 2013, İstanbul, 192 s.
- Christensen, Inger; Azorno (Azorno, 1967), Çev. Murat Alpar,
Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2016, İstanbul, 91 s.