|
Junot Diaz
(1968, ABD)
Zeki Z. Kırmızı / 2017
Diaz, Junot; Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin (This isHow You Lose Her, 2012),
Çev. Avi Pardo,
Domingo Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2013, İstanbul, 213 s.
Junot Diaz da Carolyn Cooke
gibi yazının yeni melez kuşağından. 60'lardan sonra melezlik
özellikle yazıya Batı'da (Atlantik'in iki yakasında)
damgasını vuruyor. Doğuculuğun (oryantalizm), büyüleyici
başkalığın (ayrıkçılık, farkçılık, egzotizm),
ilkelciliğin (primitivizm) bir tür yeni dalgası, son kuşağını
oluşturuyorlar. Sonuçta onları bir şey yapan nereden
geldikleri, kimden oldukları değil elbette, ortaya çıkardıkları
iş ve ormandan savaşarak çıktıkları için (elekte
kimbilir kimler kaldı) üstesinden geldikleri şeyi kimse hafife
almamalı. Yerleşikleşmiş yüzlerce yıllık ekinlerin
demirbaşlarıyla, köşetaşlarıyla, siyaset ve gelenekleriyle,
neredeyse yasalaşmış yordamlarıyla başedebildiler ve sonuçta
uyumlandılar (örn. Kuzey Afrika kökenliler), ya da yeni
yeni uygun adım yürümeyi öğreniyorlar (Anglo Sakson
ekinsel çerçevede). Ama kimse onların yaratıcı
yeteneklerinden kuşku duyamıyor, haklarını teslim etmekten geri
duramıyor. Yarışta hırslılar, onlar için bir ölüm
kalım savaşı bu. (Bkz.
Olimpiyatlarda Afrika patlaması...)
Genelde melezliğin tüm
haksızlığa uğramışlık anılarından ötürü doğru yerde
duruyorlar ama genel olarak böyle bu. Yakından bakmamız,
yargımızı geliştirebilir, hatta değiştirebilir bile. çünkü
tutunmayı aşan, ötesine geçmeyi sağlayan şey gözden
yittikçe yitiyor. Şimdinin çarpıcı doğrusu, yarının
serinkanlı, kalıcı, eşitlikçi düşünü
erteleyebilir, silebilir bile. Melez oynak, varsıl bir olanaklar
bileşimi olduğundan ve kendi biçimine (form) sürekli
olarak yol aldığından, duramadığı, asla dinlenemediğinden gerçeklik
dolaylı olarak durdurulabiliyor, çatışma, çelişkiyle
gelen Olay
renkleniyor, bir süre sonra bu şiddet, bu renk, bu dil orada
doğallaşıp kendileşiyor, zamana ve uzama yayılıyor, hep öyleymiş,
hep öyle olacakmış gibi varlıklanıyor. Bunun sonucu (bu
sınıraşan dilin, bu değeryıkıcı carpe
diem'in,
savaşma
seviş'in,
erteleme
yap'ın
sonucu) köktenci isyan düzenin içkin, pekiştirici,
onaylayıcı, duraylılaştırıcı isyanına bir anda, hızla dönüşüyor
(Bkz. Asi
Gençlik,
Nicholas Ray, 1955),
yani isyan olmaktan çıkıyor.
Diaz'ın ilk kitabı
olabilir, Ulusal Kitap Eleştirmenleri ödüllü Oscar
Wao
(2007) romanı. Kitabı 2009 ya da 10'da okumuş, etkilenmiştim.
Kısa ama önemli sayılabilecek bir yazı da yazmıştım (aşağıda).
Ve İşte
Onu Böyle Kaybedersin'den
aynı etkiyi aldığımı söyleyemem, doğru yanlış birçok
nedenle kuşkusuz. Eski yazımı okuyunca yukarıda yazdığım bir iki
şeyin yineleme olduğunu gördüm bu arada ve kendime güldüm.
Ek:
Diaz, Junot; Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı (2007), Çev.Püren Özgören
Everest Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2009, İstanbu, 336s.
Junot
Diaz Dominik kökenli ABD'li bir yazar. 42 yaşında. Bu
romanıyla Pulitzer ödülünü kazandı Amerika'da.
Püren özgören'in olağanüstü başarılı
çevirisiyle özgün dilden okumuş gibiyim. Kendisini
ilk fırsatta kutlamalıyım.
Avrupalı
Hispaniola'ya ayak basar basmaz
fuku
musibeti laneti yakasını bırakmaz bölgenin ve roman bu kargışın
(lanetleme) öyküsüdür bir bakıma. Dominik
Cumhuriyetinin de burnu boktan, o gün bugün bir türlü
kurtulmaz. ömür boyu diktatör Rafael Leonidas Trujillo
Molina 1930-61 arasında
fukunun
ne olduğunu gösterir halkına.
Günümüzde
ABD'de göçmen Oscar Wao'nun (şu erkek demeye
bin şahit, Dominikliliğin utancı, şişman, bilimkurgu düşkünü
inek) yaşamıyla başlar roman (1974-87). Geriye ve öne kurgusal
sıçramalarıyla önümüze gelen öykü
(anlatı demeliydim) büyüleyicidir. öylesine
büyüleyicidir ki, ben geleceğin romanının bu Latin, Afrika
ve Asyalı göçmenlerce yaratılacağı kanısına vardım
sonunda. Onlarda dil daha esnek (plastik), oktavlı, renkli bir gerece
dönüşüyor ve bu, taşıdıkları çoklu kültür
kökeniyle mi ilgili bilemiyorum. Hem geçmiş kültürleri
ve dilleri, hem de vardıkları yerin kültürü ve diliyle
çok özgün, çok da zekice bir ifade, anlatı
biçimi geliştirebiliyorlar. Zeki olmak zorundalar tutunmak
için, bunu da belirtmek zorundayım. Eleğin üstünde
kalanlardan söz ettiğimin ayrımındayım kuşkusuz. Oscar Wao'yu
sarıp sarmalayan öykü bir yandan bir göçmenlik
öyküsüdür ve Junot Diaz açık, dürüst,
uzlaşmasızdır. Dünyanın içinde bulunduğu durumun
öyküsü
göç(men) öyküsüdür, diyorum ben. Buna
doğrudan ya da dolaylı ama kesinlikle bulaşması gerekiyor herhangi
bir anlatının. Diaz da Karaiblerden başlayan, birkaç kuşağı
köklerinden eden bu acılı öykünün tanığı yapar
bizi.
öte
yandan bu öykü üzerinden yalnızca göçün
acısına tanıklık etmez, göçün kaynağında duran
tarihe tanıklık ederiz. Göçü bir bağlama,
öykünün
üzerine teğelleriz. Bunların belirli, bilinebilecek bir anlamı
vardır. Roman bu freski nasıl işlemiştir, nasıl bir tarih kitabına
dönüşmekten son anda kurtulmuştur, budur önemli olan.
Diaz bir tür tarihi animeleştirerek, kişileştirerek öykünün
içine katmış, mitsel bir kurgu yaratarak, bizi yekten olmasa
da üst üste binişik birkaç metinle (tarihsel,
anlatısal, siyasal, toplumsal, vb.) karşı karşıya getirmiştir. Biz
böylece aslında roman okuduğumuzu unutmadan, sahicilikten
sapmadan, gerçeğin başka boyutlarıyla da yüzleşebiliyoruz.
Bu roman
bir yandan da ABD'nin genç kültürüne
doğrudan, ilk elden tanıklık sağlıyor. ABD gençliği dilinin de
romanın dillerinden biri olarak kullanıldığını görüyoruz.
Eşsiz bir tanıklık sağlıyor bize. İçinde geleceğin dili olmaya
yatkın bir öz, gizilgüç var mı yoklamış oluyoruz.
Aynı
zamanda bir gelişim romanıdır
Oscar
Wao'nun Kısa tuhaf Yaşamı
.
Bir gencin çırpınışı, çevresinin beklentilerini
karşılama konusundaki açmazları, onu ölüme
sürükleyen tüm bir kısa yaşam süreci, arkasındaki
neredeyse yüz yıla yayılan öyküyü de taşıyarak
önümüze geliyor. Kendini göstermeyen, eylemi ve
diyaloğu öne çıkaran bir tinçözümü
(psikanaliz), özgün, alaycı, sarkastik bir üst
anlatıcı diliyle varlığını duyumsatıyor.
Bu
romanın bir diğer önemli özelliği, anlatıcı bakış
açılarının (perspektif) çokluğu. özgün
kılansa bakış açılarının dolu olmaları, kendi bireysel,
kişisel özelliklerini taşımaları. En üst (yazar) anlatıcı
da kendini romanın içine sokarak, bakış açılarından
biri gibi yerini alarak, romanı çok az örnekte görüneceği
üzere, demokratik bir vahaya dönüştürüyor.
Roman, bu nedenle sürekli bir tartışma alanı, sesli,
gürültülü
ama eşitlikçi bir ses (fonem) yapısı içinde akıyor.
Geleneksel
yerli kültürlerin güçlü (anaerkil) kadın
figürü anne (La Inca) ve kızı (Lola, Oscar'ın ablası)
geleneklerinden kopup çağcıl yaşamın, kültürün
içinde nasıl tepki verirdi, sorusunun yanıtı bence romanın en
çarpıcı yanlarından biri. Şunu anlıyoruz ki (kendi yazın
geleneğimiz de bunun kanıtlarıyla doludur) dikta(törlükler)
kadınla karşılaşır, yüzleşir, hesaplaşır en sonunda. Generalin
muhatabı sözün en geniş anlamında kadındır. Nitekim bildik,
acı öyküler kaçınılmaz olur bir yerden sonra.
Diktatör, ülkesinin tüm kadınlarını bellemekle
(düzmek) başlayacaktır işe (yani programının ilk maddesi budur
zorunlu olarak).
Bu roman
alçakgönüllülüğü içerisinde
(belki on romanı bir romanda tüketebilmesi, bizim burunlarından
kıl aldırmaz yazarlarımıza örnek olur, umalım) direnmenin yalın
biçimini de gösterir bize. İnanmak ve direnmek nedir, bir
şey nasıl savunulur. Ama bir yandan da toplum nasıl tutsak kılınır,
korku imparatorluğu (fuku
kültürü) nasıl yaratılır, insanlar nasıl kendilerini
olduklarından az görür, teslim olurlar. Bunun da evrensel
örneği konmuştur Junot Diaz kitabında.
Ve
böylece bu romanı okuduk. Yedi veren gül gibi tomur tomur
açılan yapısı bizi şaşırttı. Pes etmeyen, etmeyecek, sürecek
yaşam, o dip akıntısı henüz bitmemiş şeyi (Oscar Wao sevdiği
kadın uğruna öldürülmüş olsa da ve anne La Inca,
kanseriyle bile bir direniş bayrağı gibi dalgalanıp oğlunun yanına
cansız uzanıverse de) işaret etti bize. Bir roman artık nasıl olur
gördük. üzüldük. ülkemizin böyle
bir romanı yok. ülkemiz bir yalan ülke. Herkes birbirine ya
ateş ediyor ya madalya takıyor. öykümüz öykü
değil, düşümüz düş değil. Anımsamıyoruz,
çünkü
anımsayacak şey bulamıyoruz. Geleceğimiz yok, çünkü
şu anda burada olduğumuzdan kuşkuluyuz.
Junot
Diaz gibi yazarlar gerek bize.
Oscar Wao'nun
Tuhaf Kısa Yaşamı
beklentilerimi yükseltince Ve
Onu İşte Böyle Kaybedersin
öyküleri biraz düşkırıklığı yaratmadı desem yalan
olacak. Oysa sınır aşan ardsömürgeci (postkolonyal) bir
anlatıya göre daha yere, somuta iliştirilmiş, daha odaklanılmış,
daha gündelik ve damardan bir kitap bu. Belki düşkırıklığı
ya da tepkimiz somutluğun acı veren kayıtsızlığınadır ya da belki
gizli uydumculuğumuzla (konformizm) ilgilidir. Geri kalmış taşra
ülkemizin biz (yine de) uydumcu okurları, yurttaşları olarak bu
doğrudanlığı, damardanlığı (Bkz.
Bolaño, Vahşi
Hafiyeler,
özgün dilde:
1998), bu
yeni (!)
dünyanın yeni dilini, yeni kavrama biçimini ve etki
gücünü anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu yeni
yaşama biçiminde hiçbir söz, nesne, varlık, olay
bizim bildiğimiz, anımsadığımız, sandığımız gibi değil ve dolayısıyla
içeriyle (öz) dışarının (kabuk) ters açılandığı bu
ağda kendi yerimizi tanımladığımızda ötekinin yerini, ötekinin
yerini tanımladığımızda kendi yerimizi yitiriyoruz. İsterik
gerçekçilik
diye (geçici bir adlandırma olup olmadığını kestiremediğim)
Anglo Amerikan kaynaklı yeni yazın akımı (Smith, Wallace, Franzen,
Cooke, vb.) yaşamlarımızı iten çeken ve üçüncü
türden bu bulanık öykülerle, basamaklanmaları
(hiyerarşi) dağıtıp çözen dalga devinimiyle cenneti ve
cehennemi birlikte yaşatıyor bize. Sarsıcı, çarpıcı, yıkıcı
anlatılar bunlar. Ama örneğin günümüz insanlık
sorunu olan göçe dönük anlatılarda başka, hatta
karşıt anlatı biçimlerini karşılaştırmak anlamlı olacak.
örneğin Diaz'ı, Smith'i başka bir sanat dalından,
sinemadan Ken Loach ile karşılaştırabiliriz. Birini ötekine
karşı sürmeden yapılacak bir karşılaştırma, gerçekten
yıkılması ve yapılması gereken konusunda bizi aydınlatacaktır.
Diaz'ların içinden
çıktıkları ve anlattıkları yaşamlar midemizi kaldırsa da sığ
tepkimizin daha geri, ilkel bir toplumsal ilişkilenme biçimiyle
ilgisini göremezsek hiçbir şey göremeyeceğiz
demektir. Bu (melez) yazarlar ileriden, fersah fersah ötemizden
yazıyorlar, gerimizden değil. (Bu arada melez
nitemini kullanırken yazımdan utandığımı belirteyim.) önümüze
konan ve bir şeye benzetemediğimiz yiyecek, deneyimlerimizin azından
değil çoğundan yiyecektir. Sorun deneysel algımızın toplumsal
ve bireysel sınırlı geçmişidir. (Bir okurluk özeleştirisidir
bu, dikkat!) Bir şeye benzetemediğimiz (neye benzetmek istediğimizi
soran eden yok elbette) şey kötüdür demek gülünç
bile değil. Cinsellik, kadın erkek ilişkileri, gündelik söylem,
uğraşılarımız, elaltında gereçlerimiz, yeni bunca biçim,
dışavurum, anlatı yöntemleri gestusu
inanılmaz bir hızla dönüştürüyor ve Roberto
Bolaño bunun önemli örneklerinden birini
oluşturuyordu örneğin.
Şimdi bir ara verip kitaba
dönmek istiyorum. Sonra belki birkaç söz daha
edeceğim konuyla ilgili.
Ortak kişili bu öyküler
dizisinde aşkı sokağın diliyle belki son kez çağırıyor,
kurtarmanın peşinde Junot Diaz. çok arkalarda çocuksu
(naif) bir duygusal katman olduğu başa konan Sandra Cisneros
alıntısının dizelerinden belli: "Fakat
güzel zamanlarımız da oldu./ Aşk güzeldi. Yanımda çarpık
uyuyuşunu/ sevdim..."
Güneş, Ay,
Yıldızlar'da
Brooklyn'de annesiyle yaşayan Yunior, "Kötü
biri değilim,"
diye başlıyor lafa. Ama Magda onu tipik Dominik erkeği olarak
görüyor: "şehvet
düşkünü götün teki."
(3) Bu arada Avi Pardo'nun çevirisine şapkamı
çıkarıyorum. Kitap (neredeyse) Türkçe yazılmış
işte. Yunior Magda'yı anlatıyor, dinleyin: "özgün
bir Bergenline'lıdır; kısa boylu, büyük ağızlı, geniş
kalçalı ve içinde elini kaybedebileceğin siyah kıvırcık
saçları olan bir hatun. Babası fırıncı, annesi kapı kapı gezip
çocuk kıyafetleri satar. Katır gibi inatçı olabilir ama
aynı zamanda bağışlayıcıdır. Katolik. (...) Aldatmak için
Magda'dan daha kötüsünü bulamazsın."
(5) Magda, son son bizimkini ekmeye başlıyor: "Sık
sık Bartleby numarası çekiyor bana; Hayır, yapmamayı yeğlerim.
Ona bunun ne olduğunu sandığını sorduğumda, Ben de bunu çözmeye
çalışıyorum, diyor."
(7) Bu onun tanıdığı Magda değil: "Nedir
senin sorunun amına koyiyim!"
(12) "Ortalama
bir dallamanın bayılacağı"
Casa de Campo da buzları eritmeye yetmeyecek. Cassandra, şu fıstık da
avutamayacak Magdasız kalmış Yunior'u. "Yanına
oturdum. Elini tuttum. Bunu yürütebiliriz, dedim. Bütün
yapmamız gereken denemek."
(25)
Nilda.
Yunior'un abisinin kız arkadaşı. Dominikli. Anneleri yattıktan
sonra Rafa, Nilda'yı gizlice bodrumdaki yatak odasına atar ve
Yunior'un yanında sevişirler. Rafa, yakışıklı bir zenci ve
herkesi avucunun içinde tutuyor, başta anne olmak üzre.
Yunior'un orospu çocuğu Rafa'dan nefret etmesi
için birçok neden var anlayacağınız. Bıçkın,
yüzü kesik içinde, atlet, boksör... Baba
mı? Rafa'nın "çok
sikindeydi."
Anne ve çocuklarını bırakıp çekip gitmişti ve Yunior
özellikle takmıştı kafayı buna. "Olacağımız
her şeyin başlarımızın üzerinde asılı olduğu bir yazdı o yaz."
(37) Nilda da Rafa'yı bırakıp gitti. Başka erkeklerle, orada
burada sürtmeler... Rafa bu arada öldü, ölümcül
sayrıymış meğer, ama ölümcül bir sayrı gibi davranacak
biri değildi 20'li yaşlarını süren Rafa. Cenaze törenine
sevgilileri, mini etekli Nilda falan geldiler. "Her
şey bir yazda olup bitmişti ve Nilda özel biri değildi, bu
yüzden bütün bunların anlamı neydi? Abim gitti, gitti,
gitti."
(40) Birkaç kez karşılaştılar ve Yunior'un yüreği
fena çarptı durdu. "Evlenebiliriz.
Arabaya atlayıp..."
"İki
yıl sonra üniversiteye gittim, onun hangi cehenneme gittiğine
dair en ufak bir fikrim yok."
(42)
Alma. Anlatıcı
Yunior'a sesleniyor, 'iri
bir Dominikli kıçına sahiP
arkadaşı Alma'dan söz ediyor. "Yüzünü
o kıça bastırmak ya da boynunun narin sinirlerini ısırmak
istemediğin tek gün bile yok."
(45) öyle değil mi Yunior? Bak karşında uzanmış kendini
parmaklıyor. Ne zamana dek? Yunior'un Laxmi'yi
becerdiğini Alma'nın öğrendiği ana dek. Yunior, ne kadar,
"Bebeğim,
bebeğim, bu romanımın bir parçası,"
dese de.
Başka Hayat, Başka
Sefer.
Yasmin, Ramón'u anlatıyor, birlikte yaşadığı adamı. Yeni
eve çıkalım diye tutturdu ama Yasmin isteksiz. çünkü
Virta ve onun kocası Ramón'a yazdığı mektuplar orada
duruyor. Yasmin'in işliği çamaşırhanede iş verdiği
Samantha var bir de, kendini işe verse iyi olacak. Dalgın, anlatımsız
bir yüzle, tamam,
diyor. Samantha ona birşeyler anımsatıyor, bu kıza karşı ezik,
patronluk yapamıyor. Borç veriyor ama hemen arkasından
Samantha işe gelmez oluyor. İyi olsun da. Yasmin hamile ve yalnız.
Elinde bir mektup tutuyor, Ramon'a yazılmış ve Virta'dan
yine... Kederli. Dostu Ana İris'i arıyor konuşmak,
dertleşmek için. Buluşuyorlar. "Kapıda
birbirimize sarılıyoruz, bir saat sürüyor sanki."
(76)
Sıska. öğretmen
Veronica Handrade'ye, beyaz kıza sesleniyor anlatıcı adam,
sevgili. Kendisinin Veronica denli dürüst olmadığını
söylüyor. Melez takıntılı beyaz bir pislik miydin? Zengin,
şımarık... Anlatıcı genç (Yunior) her fırsatı kıza
birşeyleri kakmak için kullanıyor, kaçırmıyor. Oysa
Veronica, yalnızca seviyordu Yunior'u. Son görüştüklerinde:
"Ben
sana bakıyordum ve sen bana bakıyordun ve o an bir tür aşk
gibiydi, değil mi?"
(86) O günün ertesi günü hiç olmadı.
Pura İlkesi.
Rafa ölüyordu. Yunior onyedi buçuk yaşındaydı ve
isyandaydı. Anneleri de Yehova'yla bozmuştu. Yunior'un
otu, annenin Yehovası vardı. Rafa küçüldükçe
küçüldü. üzüntüden ölen
annesine davranışı dışlayıcı, daha kabaydı. Pura, Rafa'nın
sevgilisi eviyle arasını iyiden açtı ve annesi evden kovdu
Rafa'yı. Ama o arada bir eve girip annesinin gizli parasını
çalmayı sürdürdü ve Yunior yakaladığında
Rafa'yı gözden çıkarmış görünen annesi
bırak çalsın, demekle yetindi. çalsın. Rafa ölüm
döşeğinde ve Pura, kancık, giderayak aileyi yolmanın derdinde.
Yunior'un itirazları hiç işe yaramadı. Anne çıkardı,
bile bile parayı verdi Pura'ya. "Bir
daha ne Pura'yı ne oğlunu ne arabamızı ne televizyonumuzu ne de
Rafa'nın bizden onun için çaldığı paraları
gördük."
(116)
Kış. Başa,
Amerika'daki ilk günlere dönüş. Yunior anlatıyor
geçmişi. Resimde baba da var. Kar yağmıştı. Olağanüstüydü
dünya ve mahallenin çocukları dışarıda oynuyorlardı. Mami
(anne) dışarı çıkmalarını kesin bir dille yasakladı iki
kardeşin. TV önünde geçti zamanları. Mami dönüş
düşleri gören tek kişiydi ve giderek umutsuzlaştı, çöktü.
Mutsuzdu ve ağlıyordu. çocuklar gizlice dışarı çıktılar.
Sonraları Mami Dominikli komşu gözledi durdu soğuk verandada.
Ama gelenler hep Porto Riko'luydu. Mahalledeki beyaz aileler ve
onların çocukları yavaş yavaş çekileceklerdi. Komşuları
bir gece ağırlamak Mami için yaşamı daha zorlaştırdı. "Bizi
terk mi ediyor sence?/ Rafa alnını kırıştırdı. Belki, dedi."
(141) Ama Mami köşeden döndü. "Yalnızlık
çekiyor, hepsi bu, dedi Rafa."
(142) O fırtınalı, karlı gün. Mami iki çocuğuyla
fırtınanın gözüne daldı. "Kollarını
belimize doladı."
(144)
Bayan Lora.
Anlatıcı Yunior, kendine sesleniyor. "Abin."
(149) öleli bir yıldan çok oldu. Güçten
düştüğünde seninle ve annenle konuşmayı reddetti.
Hiçbirimiz konuşulmayı hak etmiyormuşuz gibi. 1985 yılıydı
Bayan Lora'ya âşık olduğunda. 16 yaşındaydın. Kendini iyi
duymuyordun. Kötüydün ve Bayan Lora sana dokundu.
Komşundu ve öğretmendi lisede. Sıfır kalça, göğüs,
kıç... Gözleri vardı, evet. Ve seviştin Bayan Lora'yla.
Ne zaman canın çekse itiraz etmedi. Sevgilin olduğunu
söylediğinde de... Gereksinim duyduğunda çaldın
kapısını. Yaşamının bileşeni, vazgeçilmezi değildi, olmadı.
üniversiteden sevgilin Negra ile Bayan Lola'nın evinin
önünden geçerken tutturmuştu çılgın Negra:
Kapısını çalacağım. Bu, "İkinizin
bir fotoğrafı, kumsala gittiğiniz gün çekilmiş. İkiniz de
gülümsüyorsunuz. İkiniz de göz kırpmışsınız."
(171)
Aldatanlar İçin
Aşk Rehberi.
0 yılıdır:
"Kız
arkadaşın onu aldattığını öğrenir."
(175) Yemin ettin. "Ve
aldattın."
(175) Onu yitirmemek için her şeyi denersin ama yetmez. Bir
gün yatağında doğrulup, Buraya kadar, der. "Sonunda
gidersin."
(177) Birinci
yıl: önce
önemi yokmuş gibi davranırsın. Her şey de kusursuz değildi. Ama
bu bir hafta ancak sürer. Deli gibi istersin onu. "Yavaş
yavaş, atom atom parçalanmakta olduğunu hissedersin."
(179) Salarsın iyice kendini. Beşinci kattan atlamaya kalkarsın.
İkinci yıl:
Birşeyler yatışır. Bitti. Elvis, kendine iyi bir Dominikli kız bul,
evlen der kucağına yeni doğan çocuğunu verirken. Adı Noemi.
Dominikli. Dört başka kadından dört ayrı çocuğu olan
adamdan peydahladığı çocuğuyla Noemi. Ama bir sorun var. Noemi
buluşmalarına rağmen Yunior'a 'vermiyor'.
Yunior salaklık yapmadan edemedi yine. Arkadaşlığın devamı 'yakında
verip vermeyeceğine bağlı'
der telefonda Noemi'ye. üçüncü
yıl:
"Kadınlara
ara verirsin. İşine dönmeye çalışırsın, yazmaya."
(186) Koşarsın ama ipin ucu kaçar: plantar
fasciitis.
Koşamayacak. Yoga? Yürümez. Arsız Arlenny gerçekten
afettir. Disk kayması da nereden çıktı? "İki
hafta yataktan kalkamazsın."
(190) Ayak, sırt, kalp arızalı. Tek tük karşılaşmalar...
Dördüncü
yıl:
Kendisini sınıfında öğrencisiyle aldatan hukuk öğrencisi
kız konferans dönüşü evinin kapısında gözü
yaşlı ve üç valiziyle onu beklemektedir. Hamile olduğunu
söyler. Ve? "Göt herif. Ağlamaya
başlar.
Senin salak çocuğundur muhtemelen." (195) Havadan gelen
babalık. Kankası Elvis, Dominik'te kendisinin de yerli bir
kadından oğlu olduğunu söyler. Gerçekten babası mı,
irdelemez. öte yandan Yunior'a yüz vermez evine
sığınan eski sevgili. Yanına sokmaz, yaklaştırmaz. Doğumda hele
yanından kovar. Sonra bir arkadaşını yollar eşyalarını aldırmak için.
Sonraki sevgili Kenyalı gelmiş, kendini affettirmiştir arada ve
Yunior ayazda kalmıştır iyiden. Elvis'le Dominik'e
giderler, Elvis'in oğlunu görmeye. çocuk Elvis'ten
değil, gün gibi açık. "Dalyaraklığın
âlemi yok. O çocuk hık demiş benim burnumdan
düşmüş."
(206) Beşinci
Yıl: "Devam
etmek, kötü ruhları kovmak istersin. Kötü ruhları
kovmak, bütünüyle değişmek..."
(210) Hukuk öğrencisi eski sevgili Kenya'dan evlilik
davetiyesi göndermiştir. Elvis: "Siktir
et kancığı. Bütün kancıkları siktir et."
(210) Herkese sorarsın, aradan beş yıl geçmiş: Birini unutmak
ne kadar sürer? Elvis yolda Yunior'a bu beşinci yılda şunu
söyler: "Kitap.
Aldatanlar için bir aşk rehberi yazmalısın."
(212) Bize sunulan tek şey belki de, yalnızca başlangıçtır.
Kitap bu. Şimdi girişteki
düşüncelerime birkaç ek yapıp tüm bu yazar ve
kitaplar için sonda yapacağım genel değerlendirmeye
bırakacağım bu okuma dizisinden çıkardığım sonuçları.
Schlink'i, bambaşka bir ekinden (Almanya), bambaşka tarihsel
kaygılardan gelen Diaz'a bağlayan aldatma,
daha çok da erkeğin
kadını aldatması izleği
zayıf bir bağ oluşturacaktır kuşkusuz. çünkü aslında
bu izlek özellikle de yazın sanatlarının (öykü, roman,
oyun türlerinde) uzam ve zamana yayıldıkça yayılmış
neredeyse evrensel izleği. örtüşmemek
anlatısıdır
sanki özdeş iki küme olabilirmiş gibi, olmamasına değişik
duygu aralıklarından, tınılarından bakıştır özü. Anlatmak,
iki şeyi aynılamakla, ısrarla dönüp yeniden bunu yapmakla
ilgilidir. Aldatma ise tam da anlatma derdinde olanın (ekinsel tür
olarak insan) sapması, özdeşliği yakalamak istersen daha kaçırıp
ayrıklığı açadurması, yani özdeşliğin olanaksızlığının
bir kez daha kanıtlanması, anlatarak aldatmadır. Eğer izlek kendini
yeniden denemeyle, yine denemekle, yinelemekle sınırlarsa, anlatmanın
sahiden düz anlamında da aldatma olduğunu düşünebilir,
düşünmeliyiz de. Dediğim şey günümüzün
yaygın sahte eşitlikçiliğiyle ilgili. Cesaret bıkıp usanmadan,
asla öğrenmeden, hatta öğrenip biriktirmeyi, deneyimi
yadsıyarak, bir tür yeni olgucu (pozitivizm) yordamıyla şamarın
altına girmek olamaz. Cesaret özdeşliğin neden olanaksız
olduğunun bir kez daha sınanmasıdır ve yinelemenin cansıkıntısını,
anlamsızlığını durduracak şey olayların kapsar kümesinin
varsayımıdır. Anlatmak türümüz için
kaçınılmazdır ve anlatmak zorundayız ama tıpkılamak,
klonlamak, aynılamak için değil. Aldatmanın kaçınılmazlığının
(tersinin değil) nedeni budur. Dürüstçe olan aldatma
ve aldanmadır. Yeter ki bu ikiliyi yöneten umut (idea) yapıtı
sürüklesin. Sanat bu sürüklenişin, örtüşmesiz
anlatma girişiminin kendidir. Ama bir başka tutum tüm olguları
eş(değer)ler, bir şey ne olursa olsun ötekinin yerine
geçebilirmiş gibi bir yaklaşım benimser. Hatta bu uğurda uzamı
ve zamanı siler, çünkü en sonunda iki şeyin
benzemesi, özdeşim, uzamsızlaşma ya da zamansızlaşmayla aynı
şeydir. Hafif anlatılarda içerik (tarih) anlatının dışında
kalır. Dikkate değer anlatılarsa, tarih duygusunu, anlatışın
sürekliliğini ve kaprisini
değişik derinliklerde yapılarında taşırlar. Kuşkusuz Schlink,
Genazino, Carver, Cooke, Junot yapıtları bu ikinci bağlamda
değerlendirilebilir. Ama yapıtını şu ya da bu direnişlere, amaçlara
bağlasa bile kimi yazarlarımızda kanıksanmış ve çoktandır
artık bıktıran dünya gidişlerinin dışında bir anlatı biçimi
öne çıkıyor, Cooke'da, Junot'da olduğu gibi.
Eğer olayörgüsünün somutunda kalakalırsa okur,
alttaki katmanları (tümleşik, bireşimleyici duygular,
kavramalar, aktarımlar) kolay yitirebilir. Bu tür yazarların
daha özgürlükçü, eşitlikçi olduğunu
öyle hemence düşünmemeliyiz. Daha hoşumuza gitmesinin,
hele okurlar olarak yeni kuşakların içine giriyorsak eğer, yaş
eşikleri açısından kolay benimsememizin altında dünya
egemenliklerinin dünyayla ilişkilenme biçimi konusunda
dayatmalarını dikkate almak zorundayız. Her yapıt bizde değişik
türden yaklaşımları bir arada kışkırtır. Kolaycı, tüketimci
eğilimlerimizi ayartan, hıza ayak uydurabildiğimiz kanısını çoğaltan
yeni (!) öğeleri içerir ama öte yandan okurluğumuzun
ikinci sahanlığından bakışımıza çarpan şey, tüm bu yeni
(!) denen gerecin istiflenişi, sıralanışı, dizilişi ve yapıtın
imlediğidir. Olay örgüsünün bizi tıkadığı yerden
(öyle ya kurban efendinin yatağına kolayca girmiştir, genç
kadın erkeğin gündelik takısı, aksesuarıdır, vb.) beklenmedik
biçimde çıkan düşünce türümüzün
bildik tınlamaları, eski anlatılarıdır. İkinci sahanlıktan bakıp bunu
da düzeltelim öyleyse. Daha ötesi yok mu? Bununla da,
bu eski öykülerle, bu öyküleri böyle anlatma
biçimleriyle çok önce hesaplaşmamış mıydık? Yeni
ve çarpıcı olmak bir değer değilse, eski ve bildik kalıplar
(klişe) aslında örtbas ediyorsa artık avaz avaz bilmek
zorundayız ki birbirinin aynı iki şey asla olmayacaktır ve olduğu
yönünde bıkmayan anlatımız her kezinde tersini bir daha
kanıtlayacaktır. Bir tür yarı bilinçlilik alanında
gezintiden mi söz ediyorum? Sanırım, evet.
Tabii Cooke'u, Diaz'ı
bu çevreler içerisinde okumak gerektiğini söylüyorum.
Bu insanlar, tabii şu Şilili de (Boleño) yan yana duracağım
insanlar. Buralarda hiç sorun yok. Yapıt odaklı da sorunum
yok. Onlardan süzdüğüm şeyi, sanıldığının tersine
coşumcu (romantik) demeyeceğim ama içedönük
(melankolik), isterik, hatta çöküntülü
(depressif) de olsa yine de saf, çocuksu, örtük bir
duygusallık olarak adlandırıyorum şimdilik ve geçiyorum. Soru
şu: çağdaş (modern) yazının geliştirdiği araçlar,
zamanında (20.yy.) sergilediği olağanüstü dolayımlar
gerçekten içselleştirilerek mi bu düze çıkıldı?
Bu düzlüğün arkasındaki o büyük dolayım da
dolayımlandı mı? Yeni zamanların yazarları için (daha çok
da dünya yazarları) böyle bir soru okurluğumu aşırı
zorlamaktadır.
Şimdilik geçiyorum.
Elendiği zaman geriye sahiden ne kalır, altta elenen, üstte
tortu olarak? Gelin alacayı bozalım, bakalım boyalı kuş nece boyalı.
Kuş mu, boya mı? İttirildiğimiz yerden miyiz, yoksa yine de uzam
açabilir, zaman çatabilir miyiz?
|
|