Sunuş
küçük İskender şiirimizin cini, kaprisi, avuçlanamazı.
Bağımlısı olursunuz, size zarar vereceğini, ölümcül yerlere taşıyacağını bile bile, arada
çekersiniz içinize şiirini.
Kimsenin değil de bazen onun şiiri olmadan olmaz.
Oysa kesici, oyucu, tüm işkence avadanlığını size, sizin için hazırladı, tutuyor, bir
yandan
inceltiyor.
Üstüne üstlük sakınımsız, cesur, açık bir bildiri gibi alanda dalgalanıyor.
Çıplaktır.
Devrim değil ama onun elden ele gezen bayrağına benziyor.
İhanete her dem hazır biri… Öylesine ki rahat battıkça adına 'rahat' denen
balonları patlatmadan yerinde durması olanaksız.
'Kurulu düzen'den nefretle beslenir. Kurulu her şeyden…
Bu yüzden kurmakla da ilgisizdir. Ama bunu asla şiirle (sözle) ilgisizliğe dek
götürmemiştir.
Nedir peki?
Ayrıklık? Çapan? Sap(k)ı? Söz? Umut? Yakı?
Cozzzzzz mu, cazzzzzz mı?
Şiir (böyle de) olamaz mı?
NOT: Bu benim bildiğimdir, başkalarının başka İskender'leri vardır, küçüklü
büyüklü. Olması tersinden iyidir. Bence herkese Şeytan denli bir İskender gerek.
İskender'i Ben Öldürmedim
İlk ve eksik küçük İskender okumam… Sonuç alıcı bir okuma değil. Uçlarda gezindiğine,
keşliğine
ilişkin öyle bir eda içinde, imgeleri de buna bağlı olarak yer yer çarpıcı ama o kadar kişisel
(rastlansal) ki sanırım iyiye ve kötüye gereğinden yakın, yüksek voltajlı çarpmaya yatkın bir zekânın
şiddeti şiirini bir yerde öldürüyor.
Okunmaya değip değmeyeceğini kestiremedim.
Teklifsiz Serseri
Dile (Türçe) bu denli 'gereçlik' bakışı, haksızlık. Eğer sözcük yalnızca tını,
yalnızca renk, somut ve kendinde şey olsaydı peki derdim. Bir şair (dilden) sözcükten bunu yapmak
isteyebilir belki. Ben yine de şiirin imgelerle işi olduğunu, imge karşıtı şiirin kendi gerecine
ihanet
ettiğini, imgesizliğin de bir tür çoraklık, bıkkınlık duygusundan başka bir şey getirmeyeceği
kanısındayım. Sözcüklerin (dilin) de kendileriyle oynanabilirliğinin bir sınırı var. Bu sınır şiirin
kenarından değil, okurun yaklaşmasından, arayışından geçer. Sanrı bir yere değin avutur, başlangıçta.
Çölün şiiri her ne ise ve nerede ise iyi eşele(n)meli.
Bu anlatmanın büyük esriği, bu Türk Baudelaire'i, anarşist özgürlük duygusunun tadını, kelle
koltukta elbette, yaşamından olma pahasına, sonsuz oyuncak denizinde oyuncaklarını yağmalayan çocuk ya
da eşeleyip bokunda boncuk arayan biri gibi çıkarıyor, sonuna değin çıkarıyor. Bunun ustası olmuş;
kancıklığın (bile isteye), aldatmanın (bile isteye), yanıltmanın (bile isteye), yıkmanın (bile
isteye),
alaşağı etmenin (bile isteye) ve isyanın (bile isteye)… Bundan güzel duruyor şiiri, anlamından,
içinden
ayrı, dikenli, ağulu bir deri kılıf (zırh), bir yakıcılık, ölüm meleği oluşundan... Bizim onda güzel
bulduğumuz, yerinde bulduğumuz, aynı zamanda ona yüklediğimiz şey... Ne koyuyorsak şiirine o bir
bakıma.
Öylesine bir olanak (imkân), geniş, engin cennet vaadiyle geliyor ki, çok da düşünmeden yatıveriyoruz
ölüme. Böyle hain bu küçük İskender… Bunu desem ve o işitse hoşnut kalır, zevklenir
biliyorum.
Bir soru sormak istiyorum kendime: Son şiiri olarak kendine kıyar mı? (Bu izlenimi vermesi ne kötü!)
Kıymasa iyi olur. Özkıyımın vereceği duyguyu zaten şiiriyle derinlemesine yaşatıyor. Şiir yazsın daha
iyi. Belki sonra silah ticareti yapar (Rimbaud).
Hasta Hayat Depoları
küçük İskender'le olmaz, ama onsuz da olmaz. Türk şiirinde bir yeri yok (gerçek anlamda),
ama Türk şiiri demek bugün biraz o.
Benim gözümde ilk put kırıcı (Nazım'dan farklı olarak dile bile başkaldırdığından), yine gerçek
anlamda. O daha içerden, dipten başladı kırmaya, yok etmeye. İmge yağmasına (imgesizleşmeye) bir dur
dedi önce. Nasıl yaptı bunu? Anatomi dersinde elinde neşter kadavra keser gibi. Bu yüzden, aa, çağıl
çağıl bir imge şiiri bu, Attila İlhan falan derken nerede, imgesizlikten çöl bu şiir, imgeyokedicisi,
terminatörü, biz alışkanlıkla bakıp da okuyup da uyuyanlar imge ya da karşı(anti)-imgeye
iliştiriveriyoruz şiirini.
Onu okuyan, imge dünyasının (artık onun da bir tarihi, geleneği var değil mi?), ikincil bir
alışkanlık,
seçenek bir dünya olduğunu anlamakla kalmaz, bir güç ilişkileri, bir erk biçimi oluşturduğunu da, bir
baskılama aracı olduğunu da görür.
Bu, küçük İskender öğrettiğinden ötürü böyle değildir. Uykuya düşman, sağlığa düşman,
yolunda
giden her şeye aykırı bir öğretmen olabilir mi?
Onunkisi bir sözü boğma, sözü gırtlağından sıkıp cansız bırakma, söz kıyımı (katliam) sanatı.
Saklama,
gizleme, şifreleme işlemi. Kundakçılık. Başarısız kalmış bir suç, cinayet girişimi, ama içtenliğinden
de
kuşku duyulamayacak girişim... Başarısızlığı içtenliğini silmez.
Böylece Türkçeye tutsak… Türkçesiz soluk alamaz. Çevrilemez. Anlamsızlığın(!) daha anlamsızı olmaz
çünkü. Derece işi değil bu. Doğaya, çevreye uyum sağlarcasına imge renkleri, kalıpları kullanır.
Pencereyi, kapıyı araladığınızda içeride imgeden, imgesellikten ve onun verdiği sözden eser yoktur
ama.
Çünkü bu imge var ya, ilk yıkılması gereken şey(dir). Çünkü çok eski, çok bildik, çok tanıdık (aşina)
bir sığınak(tır o). Yok olsun, batsın, kahrolsun uydumculuk (konformizm)!
Oysa bize gereken sığınak değil. Bize gereken çırılçıplak ayazda titremek, sonuna dek aç kalmak,
açlıktan kendini yiyecek kerte, bize gereken gözkapaklarını jiletle kesip atmak, görüyü bitirmek,
görmek
için, yanmak ama nasıl? Tüm sinir hücrelerinin ayrı ayrı acıyla yanmalarının, büzüşmelerinin sesini
duymak… Acıların tümünü duyulur kılmak.
Kendisi üç bölümün başında açıklamış zaten ne yapmak istediğini. Bir başka okuma yapmak ama adı
okumak
olmayan bir okuma yapmak. Sözcükleri kullanmak, ama her sözcüğün kendini yadsımasını da sağlamak…
Sözcüğü sözcüğe bağlayan düzeni kırmak… Yeni bir sözdizimi (sentaks) oluşturmak, daha bu oluşurken
karşı
çıkmak…
Anlama kızgın yağ dökmek. Ve büyük, sonul anlam(a ulaşmak).
Uçuş deneyimi. Kopuş. İlineği çözmek. Doku, lif, hücre, atomaltı. Daha ötesine vurmak kendini…
Bedenini,
sesini, kişisel eylemini, anılarını… Vurmak, çarpmak.
Varlık katına inmek… 'Bir' olmak. Sözcüklerin yığınından, onların özdeksel
varlıklarından, varlıkbilimsel (ontolojik) cümbüşten çıkmak, süzülüp havada belirivermek,
mesnevileşmek.
Şiirin yokladığı, sana geldiği (o an)… Yani küçük İskender'e. Gelenin şiir olduğundan çok emin
olmayalım, tamam. Değişik biçimleri (form) kullanıp, leşlerini sermek duvar dibine. Bir bir.
Okuyanı öldürmek, yeniden diriliş için. Okuru öldürmek için yazıyor küçük İskender. Beraber uçmak
için.
Katıl ya da katılma, pek umurunda değil.
Gece kendine karşı gece olsaydı eğer, geceyi diplemek… Başkaldırmak.
Dünya irili ufaklı tüm nesneleri, özneleri, tüm varlığıyla kabarıp da, üzerine abanıp da
saldırdığında,
her şey ama her şey kendi perdesinde notalandığında, kayık pula, metal yüze yaklaştığında, birdir bir,
az kaldı; biriktirilmiş evrensel kırıntının ya heylenip ortalığa boca edilmesi.
Ha, soğuk tabii… Kırılganlık evet. Duyarlık keskin. Tiz. Bıçkın. Cesaret bağlamsal. Gözyaşı
sahi. Ne diyeyim. Onu okumak olanaksız... Okumamak da…
Türkçeye kimse onun kadar takla attıramamış, Türkçe hiç onun elinde olduğunca baştan çıkmamıştır.
Türkçenin birkaç renginden biri… Bu onu gözümde önemli yapmaya yeter de artar bile.
94.
beş kişiysek
dördümüz kağıt oynar
beşincimiz düşünür
kim bilir, yere atılacak
joker olur ilerde!
beş takla attık geceye-
beşi de beş bela, beşi de beş belalı leş
beş kişiydik beşibiryerde
beşin biri kalleş
ikinci durum, biraz kanla kardeş
kana illaki sipahi kar yağarken,
feci vaziyet, üçüncü: o, fuzuli mükemmel.
tedarik edilen dördüncünün ruhu.
bize lazım olan yerküreyi
kuzey kutbunu güneye doğru
tersyüz edecek güce yetişmiş
o güce yetişmeli 'beş"!
ama esas oğlanların mücadelesinde
esas olan
atılması gereken o tarihi düşeş!
(s.103)
Ölü Evinde Seks Partisi
Tüm referansları (dil/imge) kundaklayan İskender şiiri yurtsuz bir şiir. Ama yurtsuzluğu hüzünlü,
duygulu bir yurtsuzluk da değil.
Devrimci bir şiir… Ama düşsüz, ütopyasız bir devrimcilik… Sahte bu anlamda… Sahteliğinde bir dayatma,
bir seçkinci, ayrıcalıklı aldırmazlık var (belki şımarıklık daha uygun düşerdi). Dil eğer bu kadar
oyunsa, dil oyunsa, oyundan ibaret dil tez bıktırır, yorar. Onun şiiri de (ki en sevdiklerimden)
yavanlık sularında yalnızca usandırır oldu (olabilir). Şair Tanrılığa yatırım yaptığında (salt
yadsımadan ibaret bir Tanrılık) sonu bu. Ne umar ama ne bulursun. Silkelemek, sarsmak, köklemek
istersin
uydumculuğun (konformizm) kıçına bıçağı. Öyle çok istersin ki, uydumcu kıçların yumuşak koltuğu olur
kalırsın ortalık yerde. Mesele bu ve kimse bana özgün dilden, kendi dilinden söz etmesin. Kendiyle
cebelleşmeyen özgünlük mü olur?
Başka, sıradan bir şairi değil ama küçük İskender'i sertçe eleştirmek isterim, buna değen birkaç
kişiden biridir, bunu bilirim (sezgimle).
Mitolojilerini yitirmiş bir dünyada en uygun seçim mitleşmek midir? Tamam, kabul, başta bu çekici ve
devrimci bir tutumdur ama bir an böyledir bu.
Unutmayalım, büyük organizmanın bağırsaklarında sindirilmeyi bekliyoruz hep beraber… Eğer oradaysak
küçük İskender bile olmak bizi kurtaramayacak…
Toplumsal (tarihsel) belleği kırmak, yok saymak bir yere değin sürükleyebilir ardı sıra bizi. Hem
ancak
bir şeyi yapacaksa bağışlayabiliriz onu; her şeyi unutturduktan sonra en çok unutmamız gereken en
dipteki şeyi anımsatırsa… Anımsatırsa…
Yoksa eşsiz şiirleri, dizeleri var. Çünkü duyargaları olan bir insan da...
Sarı Şey
küçük İskender'in kitap olarak yayınlanan şiirlerini düzenli
okuyorum. Çok yazan ve yayınlayan birisi… Kendinden geçiş (trans) içinde yazdığı izlenimi veriyor. Her
zamanki gibi kendini yinelemeden öteye geçmediğini düşünüyorum. İzlediğim bir yazar olmasına karşın
ilkesizliği ve dil tutum(suzluğ)u beni tedirgin, rahatsız ediyor. Şiirin bir dille söyleşme, dil içi
bir eylem olduğunu benden iyi biliyor olmalı.
Ama hep ürktüğüm insan tipi, yaklaşımı onda da öne çıkıyor. Yüzeysel kabarışı, etkiyi önemsiyor.
Ataklar, atılımlar (atraksiyon belki daha doğru), çarpıcı, parlak imgeler (Attila İlhan'ın
şiiri de bundan
hem yararlanmış, hem yaralanmıştır.) geçiti, düşünceyi dağıtan patlamalar (infilak), çatırtılar
izlenimi, üstelik şiddetle oynana oynana yalama olmuş, aşınmış, inandırıcılığını yitirmiş arklar,
isyanlar, özgürlüğü ayaklanmayla karıştırmış bir sözde siyaset (politika) özde siyasetsizlik, tam
tersi
gibi izlenim verse de örtük bir uydumculuk (Bu yeterince tiksinçtir ve küçük İskender'e hele hiç
yakışmaz) beni ondan yavaş yavaş uzaklaştırıyor.
Anarşizme karşı hep bu duyguyu yaşadım. Bu duygunun adını koyabiliriz:
kalplık, sahtelik. Anlaşılana değin geçen sahte banknotlar gibidir anarşizmin dışavurumları.
Gerçek bir başkaldırı, ayaklanma, yadsıma (red), savla ilgileri yoktur. Çokca bağdaşıktır, çokca
düzen(i) üretir anarşist. Şimdi şiirimizin geçmiş yapıtaşlarına bakıyorum da, şiirle bu denli, böyle
oynanmamıştı. İskender'i bağışlatabilecek biricik şey, boşverme cesareti olabilirdi belki. Ama
aynı zamanda ürünü meta olmasaydı… İyi şairin boşverebileceğini, ama yine de yazmaktan başka
bir girişimde bulunmayacağını sanmıyor, düşünemiyorum. Şimdi şiirimizin, Oktay Rıfat'ın, Behçet
Necatigil'in, Sebahattin Kudret Aksal'ın, Edip Cansever'in vb. vb. o özenini, o yazı
kavrayışını anımsıyorum da, hercailik iyiden sevimsizleşiyor gözümde.
Şiir elbette edeple yazılmaz, ama şiirin kendinin bir edebi
var, olmalı. Ben yaptım(sa) olur, edası sinirlendiriyor beni. Dil önünde bu hazcı pervasızlık,
özdoyumun (en geniş anlamda) diyelim dile ve şiire yamanması şiirin başka herhangi bir türden daha çok
kaldırabileceği pornografiyi bile olanaksızlaştırıyor. küçük İskender'in şiiri düşündüğü şeyi
taşımakta güçlük çekiyor.
Kendini yırtan bir şiirin erdemi yok mu? Bu soru, bana. İskender, Fassbinder'in yaptığını,
Bernhard'ın yaptığını, Godard'ın yaptığını yapıyor olamaz mı?
Olabilirdi. Gerçek bir öncü olabilirdi, bu gizilgücü taşıyor, eğer yapay, sahte bir öncü (dandi,
züppe)
olmaya, gösteriye bu denli abanmasaydı, dayanmasaydı.
Nevrozu da inandırıcılıktan yoksun, yazık ki. Şu dizelere karşın: "adem, Havva, şeytan
yılan ve tanrı ve elma/ ha ha/ dikkatli bak, biri daha var çalıların arasında" (79).
Bütün bunları, önemsediğim birkaç şairden biri olduğu için yazıyorum.
Uzun bir şiirini alıyorum aşağıya:
Bir kişi daha fazla olsalar atomun cinsiyetini görecekler
Emeğin de zaman sömürgeciliği girecek döngüye
Bkz. Toplu katliamlar Abç: Faşizm tahterevallisi Çn: Soykırımlar
Kedi köpek mamasıyla bebek maması
aynı rafta satılıyor tirinine bandığımın marketlerinde
-Ah kuzum dondurulmuş bok kalmamış
-Ah ama şekerim dondurulmuş taze çocuk kafası var burada bu arada
Doktrenler, yasadışı eylemler, telekulak ve Alzheimer
ve Kyoto sözleşmesi ve özel hayata benzeyen seralardan
salınan gaz ve ıslak hamburger kokan şamanik osuruk
ve bir cumhuriyeti bilmemkaç senede iç etmek
ve hep yarım kalan savruk devrimlerle avunmak
ve hep yarım kalan savruk devrimlerle bir halkı savunmak
ve 27 ocak 1299 fahrenhaytı 23 nisan 1920 santigrata çevirme telaşı
kıçımızı başımızı her dakika bayraklarla donatmak
açık alınla çıkılan her savaştan
yalnız dönmek eve, eve dönebilmek hatta dönek ve yalnız da olsan kendinle
Hey Bak Bebeğim Beni Dinle!
Marketler: İçtima için naylon sabahlarda plastik nöbetler tuttuğumuz!
Tüm bunlar
kasiyerin sikinde değil – ha paraüstü ha akşamüstü
Buzullar çözüldü
Penguenler, kutupayıları, foklar örgütlenemiyormuş Bana ne
Bir atom daha fazla olsalar atomun amını görecekler
Bir hayvan daha fazla olsalar nötronların sarkık, şişko memelerini,
protonların kalın, damarlı yaraklarını görecekler
oysa mikroskop gibi yürek, teleskop gibi akıl gerek
oysa Tüm bunlar Tüm bunlar oysa
kasiyeri ilgilendirmiyor şekil birde anlatıldığı üzre
-Ah bebeğim üç şık var: Renklerine göre
ABD mavisi beyazı karışık kırmızısıyla Pepsi mi
her ideolojiye uyan mutlak kırmızısıyla Coca Cola mı
yoksa
domuz yağı kullanılmayan kırmızısıyla Kola Turca mı..
Tarihe karışan Akola'yı da sor, unutma canım
-Ben gazoz alayım hayatım mümkünse Uludağ ya da Ankara
Aman aman, daha daha erken kararıyor hava bu ülkede gitgide
-Ay enerji içeceği sidik de kalmamış çükümde
-Em Em.. Ne varsa em varsa finansal bedenimde
-Akşama babacığım unutma Ülker getir diye diye senelerce
getirdik tahtta oturttuk hep biriktirdiğimiz gizli kimliğimizi de
Tahammülsüzlük
Kabullenememe
İçine sindirememe
ve milyonlarca insana hâlâ masum gelen
o 'linç' denen afrodizyak kelime
anayasanın değiştirelemez maddelerinden biriyse
Eve dönerken fare zehiri ve che portreli tişörtler almalı
Nazım almalı, kutsal kitap almalı, kredi kartı almalı, almalı almalı
hep hep almalı
kasiyere göre!
made in west yahut made in fuckin' other countries
Bir komşum Yavuz Çetin dinliyor sabaha kadar
diğer komşu sonuca ha ulaştı ha ulaşacak nükleer tanrı denemelerinde
Demedi deme
Hey Bana Bak Demedi Deme!
Tanrı Mayındır Basma Üstüne!
Museleman ile Müslüman'ın kulağa hoş gelen didişmesinde
incele
sindirim sistemi dayrekt or indayrekt hangi yönde mental
faaliyette
ve kudurmuş bir toplumu aşka karşı marşla aşılamak
ve kudurmuş bir toplumu çırılçıplak bir ahlakla karşılamak
ve kudurmuş bir toplumu beklentisizlikle, en az 3 çocukla başkalaştırmak
kasiyere göre>
made in home handmade.. yahut işte el yapımı, ev işi
hangi dilse ne haltsa, hangi dilde dilin belini getirmekteyse
Bkz: Milliyetçilik Abç: Din Çn: Gelenek görenek önünde tir tir titreme
Sana titreme diyorum,
Hey Bana Bak Bebeğim Titreme!
Tanrı Mayındır Asla Tanrımayın Basma Üstüne!
Bir kişi daha fazla olsalar anamızı sikecekler düğünle dernekle
Ama sik denilen de konsantre bir şey, bedeli ağır bir şey
Kolestrolü ve şekeri yükseltiyor çok aşırı yenildiğinde!
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, ancak
yine de belleğimde kurttan kurt bir düşman var,
yepyeşilden daha beter
yeşil mi yeşil bir endişe! (s. 11)
Periler Ölürken Özür Diler
Bu kitabını 30 yaşındayken yayınlamış küçük İskender. Öncesini bilemiyorum. Sonrasında da ne zaman
şiirine çalışmaya başladığımı (okuma) kestiremiyorum şu an. Şiirinin ortasından girdiğim açık. Ama
bunu
dert etmeyeceğim. Çünkü şiirinde inanılmaz bir tutarlılık (tutuculuk demiyorum) var. Daha ilk şiirinde
en sonuncusunu yazmış (gibi). Bu nedenle şiirlerini çekici kılan şey, gelişimi değil de, belki
Rimbaud'vari devrimi (yalnızca biçimsel benzetme bu).
Onun şiiri dilden çok kendine (bedenine) yaslı (anladığım kadarıyla). Öylesine ki, bedeninin tüm
kıvrımlanmaları, dalgalanmaları şiirinin bedeninde ya da gövdesinde yankılanıyor. Yani gövdeli şiir
yazdığını düşündüğüm Birhan keskin'den daha kaprisli bir beden dili var küçük İskender'in ve
asla bilinçsiz, kurgusuz bir beden değil bu. Tersine, sergileyici (teşhirci) bir beden ve bu bedensel
şiirin gösterdiği, bir tür bedene aracılık yapmak aslında. Aracılık gösteriliyor. Tutarsızlık, abartı,
geçersizlik, gerekçesizlik oyunları işte bu aracılığın dışavurum biçimleri… Yeter ki o beden görünsün,
her türlü aşırılık, en saçması bile denenebilir. Amacına böylesine kilitlenmiş bir yazının (şiir) tüm
içsel saçılma, dağıtma niyetine ve kastına karşın, yine de bir bedensel, duruşsal bütünü, edayı
taşıması
onun şairliğinin püf noktasını oluşturuyor bence. Üzerine gidilecek konu budur. Çünkü o şiirlerinde
şiirin ilkelerini almış yürütür, ilerletirken birden kırıp düşürmeye, hiçleştirmeye bayılıyor. Çünkü
derdi şiiri aşıyor, çünkü o, şiir üzerinden beden(ini) sergiliyor.
Kullandığı teknikler nereye değin özgün? Bu soru sorulabilir ve yanıtı verilebilir. Her ne kadar bir
yöntem (bilimi) içine sığmadığını duyursa, yadsısa da... Okuru ilk elde şaşırtacak bir dil oyunu
(dilbazlık) deneyen İskender, şiirinin bütününü şiirinin elindeki tek kâğıda karşı gözü peklikle poker
masasına sürüyor. Yitirmek umurunda değil, hatta aranıyor denebilir. O zaman şiirsel anlambirimi (ya
da
içerik diyelim) içinde yaratılan tüm boşluklara, ilgisiz ve rastgele içerikler; biçimsel, fiziksel
benzerliklerle yetinilmiş ve kandırılmış olarak yerleştirilir. Mantığı aşırı zorlanmış, hatta
hiçsenmiş
bir düzdeğişmeceden (metonimi) söz edebiliriz. Gözü kapalı kör parmakla seçilen sözcükler, uymasa da
konulmuşçasına (ki genellikle ses, dizem, uyak vb. açısından uyuyor, cuk oturuyor ve insanda
çağrışımsal, hatta sürçme ve patolojik dil sapmalarıyla ilgili saçma bir doğaçlama duygusu yaratıyor)
olması gereken anlam biriminin yerine geçiyor. (Sözcüğün en geniş anlamında zorlama ya da doğal, bir
tür
uçuş deneyimi.) Okuyanın anlamcıl okuması, sesçil ve sözlüksel, dilbilgisel (gramatik) okumasıyla
kakışmalar üzerinden armonileşiyor. Müzik var, beliriyor. Şiir mi? Her zaman, hatta çoğu kez değil.
Değersiz mi? Bu da değil.
O zaman sakınımlı bir yargı üretiyor, işte dile getiriyorum: Geçmişsiz ve geleceksiz bir şiir
onunkisi.
Bu anlamda bir anarşizmi taşıyor. Bence yarattığı etkide bunun önemli bir payı var (en azından benim
üzerimde). Onu okuduktan sonra, kremlere, köpüklere, acı tatlı, katı sıvı rengârenk bir bulamaca batıp
çıktıktan sonra kimi okusak yavan geliyor. Ve diyoruz ki diğer şairlerimize, kendi dilinizde,
kendinizce, daha azına razı olmayın, küçük İskender'i okuduğumuzu unutmayın. Sorun onun
diğerlerinden iyi şiirler yazması değil (belki tersi), dili yapıcı, yaratıcı bir tutum(suzluk)la dert
etmesi. Dili dert etmesi…
Önemini anlayabildiğimi sanıyorum. Bunu Nazım'dan sonra, Dağlarca doruğa taşıdı, Cemal Süreya, vb.
kıyısından bulaştı. Dille uğraşmaktı yaptıkları, bile isteye. Sanırım çok şey göze aldılar.
İskender kuşkusuz dili ayıba aşırtıp yeni bir şiir dili kuramı üretir. Altında mayın da olsa üzerine
basmadığı bir dil alanına katlanamaz. Göze alıp pazarın, sokağın dilini yükseltir, yükseltir ya da
şiirin dilini alçaltır, alçaltır. Sanırım olması gereken ve şiirimizi şiire daha yaklaştıran bir cesur
girişimdir bu. Örnektir ve öğrenilecek çok şey vardır onun bodoslama dil savaşlarından.
Seslerden (sert ünsüzler) içerik üretme, sözcük kırma, sesletim oyunları vb. yi ben güçlü bir biçimde
Birhan Keskin şiirlerinde gözlemiştim. O bunu rastlantısal bir şiir içeriği gibi değil de, yapı(sal)
bir
öğe olarak bakmayı deniyordu. Oysa anladığım kadarıyla İskender, bunu en azından 1994'den beri
uygulamış, hem de bilinçle ve başarıyla. Bu uygulaması için onu kutlamaktan çoğunu yapamam. Çok açık
ki,
onun şiiri kendi deneyevinde sonu belirsiz bir deneyleme girişimi...
Ayıbı, seksi ortalaması da böyle… Şiiri bedene düşürmesini, bayağılaşma, özdekleşme (maddeleşme) gibi
görmüyor, tersine şiirin tinini yeniden ele geçirmesi olarak değerlendiriyorum. Şiire amaçlı olarak
beden biçiyor, giysi değil. Çünkü çok uzun zamandır Türkçe şiiri bedensiz giysiden ibaret. İskender
gibi
birkaç duyarlı göz, işte bu bedeni yaratmıyor, böyle söylemek haksızlık olur, ama çağırıyor. Buraya,
şiirin tam ortasına…
küçük İskender'in bende anlamı bu.
karo valesinin intikamı
.....
ah ne yazık! ah ne yazık!
tatmin etmedi hırsınızı bir türlü
ölü ele geçirilmiş aşk mektuplarım!
asla coplanmadı
kurduğumuz hayallere kalkan çükleriniz!
siz, virajsız yolların sözde usta sürücüleri!
siz, yokuşaşağının kolaycı sözcüleri!
bilmeden, sormadan, ağlamadan
az daha eğiliyordum dumanla;
ben ananızın amıyım
haydi durmayın
sikin beni! (43)
haşefe
yanılmışım, ikinci bir tabiatmış seni ısıtan,
cinsaçı gibi kuşatarak vücudunun en mutena yer
lerini, sana bakmak olmazmış, o heykellerin götü
rüldüğü ılık havzada sana dudaklarını vermişmiş
simsiyah şahmeran, (oluşmuş bir dönenceyim senin
yanardağında, dönemem, dönersem kazığa bağlarlar
akşamımı, ipe çekerler, ben aya bakmadan ağlayamam)
yanılmışım, bir taymış önümde diz çöken, unutturan,
bir kadının elinden sıyrılıp düşmesi gibi çocuğu
nun, oyuncaklarımın kanadıydı hep bir tarafları sen
bana dokundukça,
yanılmışım, yağlı gözlerimin kuyusunda asit köpü
rürmüş, siyanürmüş tükürüğün, sana sincap getiren
ressamı hatırla, infilak eden o karaşın kahpeyi,
on sekiz yaşından küçükler giremezmiş rüyana,
yanılmışım, bu orman değilmiş benim kaybolduğum,
ben kendi werther'imi
bir başka koyda uyurken bulurum. (86)
beşinci iblis
yığıntı:
beklemez; gece, sesin süsüdür beklemez
örtülür başvuru aşkların
feylesof sırlarıyla, rahvan gider ömr.
Söylemez; cinnet, bir serzeniş bahçesidir söylemez
Sökülür takılarak
Sökülür takılarak bütün kenarlarıyla şehr.
'oybirliğiyle yalnızız'
der
demez
kuşu
birdenbire şaibe, birdenbire huşu;
-söylemez; bu akşam birlikte uyuyalım
-ama sonra birbirine nüfuz eden rüyalar
-cereyana kapılır kalp, yalpalar
-vücut: tunç yalım. uyuyalım. Beklemez; (118)
2.heves eden seda
içindeki heykele negatif bir kan aranıyor
kentin
bir yabancıyı idrak ediyorum
ki ilkokulu ne zor bitirdi yeryüzü
karnesinde tek kırık kalbim
derisini yitirmiş hayvan gibi gece
senden likör yapılmıyor ömrüm (133)
Bu Defa Çok Fena
küçük İskender'in (Derman İskender Över) üretim hızına yetişmekte okur olarak zorlanıyorum.
Özellikle şiirini de uzunca bir zamandır atlamak istemiyorum bir yandan. Rastlantı, onun 17 yıl
aralıklı
iki şiir kitabını arka arkaya okumamı sağladı ve iyi oldu. Böylece şiirinin çizgisini izleyebildim az
da
olsa. Arada okumalarım var tabii.
Daha baştan şunu söyleyebilirim. İskender'in şiirinde 17 yılda değişen bir şey yok. Bu iyi mi,
kötü mü? Her ikisi de. Genelde şiiri için verilebilecek yargı tüm kitapları için az çok geçerli
olacaktır. Periler Ölürken Özür Diler (1994), ne kadar öncü sayılır
bilmiyorum
ama ondaki ataklar, buluşlardan sonra aynı atakları sürdüren Bu Defa Çok
Fena,
değer (itibar) yitiriyor ister istemez. 17 yıl aradan sonra İskender'i devrimci tutuculuğunda
ayrıştıran tek ayrıntı, güncel siyasete açıksözlü sayılabilecek tepkisi, ne yazık ki.
Gelişigüzellikle yaratıcı buluş gücü, sesçillik, oyunlar, usdışı düzdeğişmece (mantıksız metonimi),
dilin ses değerlerine özel yatırım, şiirsel bütünün bedensel duruşuna açık gönderme (ima), başkaldırı,
şiire yakışan yapı ve yaklaşımlar olmakla birlikte, tüm şiirsel varlık bu ve benzeri özelliklere
yaslanamaz.
Okurlar olarak okurluğun yerinden oynatılmasının, küçük İskender özelinde, nasıl da önemli olduğunu
bilmez değiliz. Her ülkeye, kültüre bir İskender elbette gerekiyor ve ulusal kördüğümün gereksinme
duyduğu şey de tam budur. Dil de, toplum da kendinden kopma, uçuruma yuvarlanma pahasına kendini
görmek
zorunda (bilinçaltı+1-Lacan).
Öyleyse sorun ne? Keçiboynuzu da yenmez değil, hatta halt bile, gerekirse. Sorun başkaldıran dilin
(anlatının) evcilleşmesi. Kendinin +1'i olamayan ifade (yani +1'in +1'i), dilsiz
(bilinçaltısız) kalabilir. Zaten, Lacan söylemişti: Bilinçaltı yok, yapılır.
Sorun, atılmış dile yaslanma, hep birlikte şairiyle okuruyla yaylana yaylana 'öyle bir
şiir' olma. Sorun, küçük İskender şiiri olma. Her şairin, sanatçının düşü neden küçük
İskender'e bağışlanmasın peki. Yanıtım basit olacak: küçük İskender olduğu için. Sanırım Genet
için de bunu söyleyebilirdim (ne yazık ki daha okuyamadım).
Ece Ayhan'ı bu sorgulamada nereye koyabilirim? Bu da benim geleceğe sorum olsun.
Bu noktada artık onun dil liberalizmini tartışmayacağım. Bunun liberalizm (hürriyet ve
itilafçılık) olup olmadığını da. Değişmece karşıtçılığını da (anti-metaforizm)… Şiirinin iki
akaklı olduğunu, aslında akaklardan birinin su (şiir) taşımadığını, diğerinin şairliği ufalamaktan
(bozmak) başka bir şey olmadığını da… Hatta onun son yılların en özgün şiir-sizlik tasarı (proje)
olduğunu… Kusurunun, eksikliğinin dikkate değer bir şiir kaynağı olduğunu…
Biliyorum, çelişkili sözler bunlar. Diyeceğim, 17 yıl sonra aynı yerde, doğrusu daha da geride
durmasından başka sorun yok. Sahiciliğine ve sadakatine inanmayı sürdürüyorum (yanılana, yanlışlanana
değin de sürdüreceğim). Değil mi ki,
".....
Yatıştırıcılar yüzünden zaten yasaklanan bankalarda sıra beklemem
Faturaları da ödemedim daha hay amına koyayım
Borsadan para düdükleyenlerle konyak içerdim bir zamanlar mevsim yazdı
....." (13),
diyebiliyor.
hasta ile ilaç: çekirdek aile
Ölecek miyim doktor hanım, tıp yetersiz mi kalıyor
Ameliyathane hazırsa elimde sağlam ve cesur cesetler var
Konsültasyon yapıldı, hep öksürüyorum, tamam, camdan bakıyorum
Ki sokak da öksürüyor, gece de öksürüyor, ber artık çocuk değilim
Çok hastayım, ciğerlerim patlak tamtam çalıyor, al tam tam da tam tam
Kuvvetli bir gırtlak temizlemeye benziyor manayla ilgilenmemiz
Bedenim bir deneye kalkışıyor: O da artık sallayabiliyor türbülans gibi hooop yukarı hooop
sola
Televizyon bir deneye kalkışıyor: Spikerler haberleri çıplak sunacak
"Şimdi elimize ulaşan" bir kazanın görüntüleri midir aşk bırak bırak bırak daha
parçalansın
gövdeler
Kahvaltı sofralarını uranyum marmelatının süsleyeceği günler yakın
Ölüleri gömmeyelim, ölüleri yakmayalım, ölüleri serbest bırakalım
Kanser bir deneye kalkışıyor: Habis tümörle selim tümörü barıştıracakmış
Bir oğlum olursa ona batık alacağım (tekmeye kafa uzatmak)
Bir kızım olursa ona kırk ayaklı bulut alacağım (kafaya tekme atmak)
Bir sevgilim olursa terk edeceğim, tek derdim sendin diyeceğim
Açacağım bir köpek öldüren, içinde köpek balığı dolaştıracağım
Kapatacağım bir kalp, içinde boğulacağım (şimdi reklamlar)
Bir devlet kurup içinde isyanlar başlatacağım (şimdi sıçtık)
Konsültasyona devam, öksürüyorum/ben..tamam..
sadece bu (u dönüşünün yasaklandığı) camdan bakacağım
tek tekerlekli bir bisiklete binip
"düştüm düştüm" diye bağıra bağıra uzaklaşacağım
Bir şarkının son notası olacak son nefesim son ağzımda (61)
metal ceket
Aklımı zimmetime geçirdim, seviyorsak birbirimizi suçortağı sayılırız.
Ama mesele suçortağı değil, uçortağı olmakta
Sevişmeye başladın mı senin her yerinin rengi değişiyor
Ateşteki çorbanın adı değişiyor, memleketin adı değişiyor
Bizimkisi seks sayılma, bildiğin köle ticareti
Üç kuruşa birbirimize eziyet, üç kuruşa şahane sevda
Yatağa girdik mi hangimiz adem, hangimiz havva, ama mesele elma
Elmayı bir sen ısırıyorsun bir ben, elmanın bir ben, elmanın çekirdeğine kadar çıplağız
Zorlasak tenlerimizin tadı kaçacak
Derken, bir sen boşalıyorsun bir ben, boşala boşala boştayız
Buna başkaları ahlaksızlık diyor, ama bize göre bunun kendisi kimya
Bazen sen asitsin, ben baz. Birleştik mi birşeyler patlıyor
Bana kalsa sadistiz, sana kalsa her organ her orgazm muamma
Ama mesele elma
Bir elmayı paylaşmak kavgasındayız ben altta sen üstte sen üstte ben altta
Çiftleşemiyoruz Tekleşiyoruz birleş birleş de o da bir yere kadar
Bedenim hep otobanda sana süratli, bedenim her otobanda bir sana radar (63)
Ali
İçinde en az iki şair ırası (karakter) taşıyor küçük İskender. Belki ona Türkçenin Pessoa'sı
denebilir. Gerçi başka donlara, kimliklere bürünüp bürünmediğini bilmiyorum. Şiirlerini okudum
(zevkle).
Şiirinin içinde, arkasında bulunan kimliklerinden söz ediyorum. Başka yazılarını değil ama şiirlerini
elimden geldiğince izlemekte kararlıyım. Tekniği diyebileceğim, şiir anlatımında aşırı bulduğum
kemikleşmeye karşın, yine kendi şiiri içinde kemikkıranlık (oyunbozanlık) yapması okuruna olduğunca
kendine de soluk aldırıyor olsa gerek. Yoksa yakıcı değil yıkıcı imge düzeni sınırları ve sabırları
çok
zorluyor. Kendinin tam da bunu istiyor olması doğruyu söylemek gerekirse yeterli açıklama değil.
En az iki şair kişiliği iki kanallı şiirinden de belli. Sanki yatışmış dönemler ve çılgın dönemlerin
dizemsel (ritmik) yığışımıyla hedeflenen aslında bir büyük şiir var ve o şiiri ya göstermemeye yeminli
ya da, işte o benim, diyor. Elbette diyebilir küçük İskender, herkesten daha çok. En az iki
akımlı, kanallı şiir içi gerginlik doğrusu yıpratıcı, yorucu. (Aslında) iyi okurun isteyeceği türden
bir
cebel olanağı... Ama acaba iyi okur ideasının bir sınırı var mı ve nereden geçmeli?
İşte küçük İskender'i gözümde büyüten yanlarından biri okurun ülkesiyle yazarın ülkesi arasından
geçen sınırboyu ve karşılıklı tanımalar konusunda bir yoklama, düşünme alanı açması. Onun öncü,
akıncı,
saldırgan müfrezeleri beklenmedik anda okurun içkalelerine baskınlar düzenliyor, ilk darbenin
yıldırıcı
etkilerine çokça güveniyor, aynı hızla geriye çekilen şiir yitiklerini belki de kavrayamıyor. Bu
vurkaç
(Haşhaşin) taktikleri tarihin (şiir) ne ölçüde kalıcı öğelerini, belleğini oluşturur, kestirmek zor.
Çünkü şiirsel olgu olmasına bunlar da olgu. Buradan belki tartışılması gereken ikinci bir konu
çıkıyor:
Sanatçı (Tarihçi) gerecine nasıl yaklaşmalı? En iyi boya, en iyi tuval, vb.ni kıskançlıkla kendisi
üreten ressam sanatsal edimine ne zaman soyunmuş olur?
Acaba şu mu demek istediğim?
küçük İskender gereciyle şiirini sıkça yerdeğiştiriyor (ikâme). Yani onda şiir, zanaatla sanatın bir
tür
değişmecesine (metafor) yol açıyor.
Bu izlek neredeyse onun şiiririn yapı taşına dönüşüyor. Sonuçta ortaya çıkan, okurun manyetik
kutbuyla
şiirin (şairin) kutuplarının eş ya da karşıt olmasına bağlı olarak (++, -- ya da +-) savrulmalar ve
kavuşmalardır.
Bu genel çerçevede onun imgeyle (etkin bir şiir öznesi olduğundan aynı zamanda şiirinin karşı
safındaki
okurla) sorunu olduğu açık. Elbette uydumculukla (konformizm) bağlantısını kurmak isterdim bu büyük
dilemma'nın. Çünkü şairin eylemciliğinde (aktivizm) rahata bat(ır)an bana göre doğru bir şey de
var. Gerçek(ten) şiirleri de belli bir anda böyle kristalize oluyor sanırım. Şiirleri uykusuzluğa
yatırım, üstelik şairin uykusuzluğundan öte, okurunkine. Şairlerimizin içerisinde onun gibi kan
emicisi
(vampir) azdır ya da yoktur. Örneğin uydumculuk karşıtı Ece Ayhan bir kan emici olmayabilir. Uyumsuz
şiirimizin ilki (Birinci Yeni) ya da ikincisi (İkinci Yeni), belki 80 ardı üçüncüsü gereğinden çok
uysal
nedense. Ama bu sorunun çözümü olay ve yapı kavramlarını çiftleştirmek ve şiir bağlamına bu kavram
çiftlerini örnekler üzerinden çözümlemeyi gerektirir ki doğrusu bununla uğraşamayacağım. Yapabilir
miyim'i düşünmedim bile.
Kışkırtma (provokasyon) kilit sözcük olabilir ve ben okurluk sezgimle küçük İskender'in kolayından
göstermediği, diplerde bir vicdan meselesi olduğuna ve gizli insancalığına (hümanizm) kalıbımı
basabilirim çok düşünmeden. Yıkıcı biçimi (dili), saldırganlığı (taciz) onun bildirisi (manifesto).
Öyleyse çekinmeden söyleyeceğim. Şairliğini de eylemine (bedenine) harcayan kundakçı şair, anarşizm de
içinde hangi dona girerse girsin, dünya önünde aşırı duyarlı ve her dem güncel. En son gelen, şimdi
gelen jest (duru, söz) öfkenin en yalın hali olmalı. Peki, onu Rimbaud'nun (elbette jesti içinde)
berisinde tutan ne? Soru yanıtlanmaya değer. Çünkü şiirin son yeri beden(sel)-imge… Şiir er geç bedene
toslar. Toslamadıysa yol alıyor, şiire daha çok yol var demektir.
Kimse çatıldığınca kolay bir açıklama ve örnekleme ummasın. Açıklama her zaman kusurludur.
(Yanlışlanmaya açıktır.) Kusurludur ve bir soyutlamadır.
Eylemcilerin (şairler?) bir başka özellikleri daha var: Taktiksel yararcılık (pragmatizm). Bu
Makyavelizm sonuç alıcı bir niyete işaret ediyor olsa da daha genel, geniş bağlamlarda doğruluğu su
götürür. Konu, gerecin ayrıştırılması... küçük İskender derlediği, yığınaklaştırdığı tüm gereci biçime
eylemci ivecenliğiyle kolayca harcıyor, feda edebiliyor. Bir yanıyla cesaret, gözüpeklik sayılacak bir
tutum. Varlığı çeri çöpüyle el altına alıyor ve elmas çakıltaşıyla yan yana duruyor onun derleminde
(koleksiyon). Çoğu kez şiirini, şairi bu çerçöpe, gerece ayak uydururken görüyoruz. Hani bunda
Şarlo'nun Nazi askerlerine beceriksiz ayak uydur(ama)ması gibisinden bir ironi yoksa kolaycılık
izlenimi vermesi beklenir. Yani taktik (gereç) stratejiyi, dünyayı peşi sıra sürüklemektedir. Bu
sözleri
biraz Türkçe konusundaki serdengeçtiliği nedeniyle söyledim. Şiir kötü, tutarsız bir dil siyasetine
aracılık etmemeli ve dilde arılığın ana derdi düşüncelerde arılık, aslında düşünmenin savunusudur.
Dili
varsıllaştıracak ve şiiri som (ama seçkinci değil) metin yapacak olan şey, el altında işimize gelen,
işimizi kolaylaştıran dil gereci değil (uyak, sesuyumu uğruna, vb.) şairin önüne kolay gelen sese,
sözcüğe bir kez daha direnmesidir. küçük İskender'de en önemli sorun olarak bunu görüyorum, yani
gerecin ayrıştırılmaması ve taktiğin önceliği. Bir tuzaktan söz ediyorum. Şiir çöp(lük) değil ama
çöpün
de şiiri olabilir.
Belki daha yaklaşmalı, şairin anlamı kavrayışını anlamaya çalışmalıyız. Gerçeküstücülük ya da
harfçilik
(letrizm), özdevimcilik (otomatizm) vb. deneyimler anlamın erk (iktidar) pekiştiren yanına bir tür
direniş örgütleme girişimleriydi. Böyle siyasal kışkırtıcı duruş örneği şiirimizde azdır. Bu noktayı
kavramak belki incelik gerektirecek. Erke özgü anlamları yıkmak ve kızoğlankız bir yeni adlama dizgesi
(cennet) kurmak için şiir en olanaklı anlatı türlerinden biri kuşku yok. (Devrim dili.) Ama erk
(iktidar)=anlam özdeşlemesini kırmak için anarşist olmaktan daha kötüsü çağcılardı (postmodern)
düşünceyi savunmak olurdu. Baştan söyleyeyim küçük İskender'in böyle bir derdi yok. Ama bir şairin
eninde sonunda yüzleşeceği bir konu bu... Ve bizi şiirin bedeni (gövdesi) meselesine taşır. Bedenin
tüm
kurucu öğeleri işlevseldir diyemeyeceğimizi biliyoruz. Üstelik işlevi erkten yalıtmak istiyoruz. Ne
yapmalı(yız)?
Özdeşliği kıran bir dile başvursak da sözdizimi, sesdizimi, yapısal akış, diziliş vb. biçimsel
içeriklerle yine de bir beden kuracak, tasarlayacağız. Bu beden anıştıracak. İşte günümüz şiirinde
şiir
bedenine anlam meselesini tartışmış olarak en yakın duran şairlerimizden biri de küçük İskender.
Başkaları de (Örneğin, bambaşka yollardan Günvar, vb.) var elbette. Bu beden yine de beden (şiir) gibi
davranır ama ele gelmez kolayca.
Divan şiirinin anlam-yapı-beden konusundaki çözümünün (?) birçok şairimizde etkili olduğunu kabul
etmek
gerek. Oradaki durum daha kötüydü. Dize şiirin başına çuval gibi (taç) geçiyordu. Peki, böyle bile
olsa
şiirin bir bedeni (eda) var mıydı? Ancak Nedim'le ve daha sonra…
Umarım, lafı da çok uzatmadan, tartışmaya değer birkaç şiir-soru üretebilmişimdir. Bu kadarıyla
yetineyim.
(Okyanus Çıkmazı'ndan)
".....
Ne kadar çıkıp çıkıp gitsen de
Kalbini ne kadar basite indirgesen de
Hiç sevmediğin gövden sevişebilecek kadar sıcak hâlâ
.....
Ayakların hatırlamadığın bir sokağa sokarsa seni bir gün
O sokakta ayrılmıştık, vaktin varsa sadece bunu düşün!
Sonra git, yeni biriyle tanışmak için pasaport çıkart kendine!
Ya da ver ruhunu, ver ruhunu.. unutulmuş, işporta bir dine!
.....
(son ayakta yatan türk atının altılısı'ndan)
hesap tamamsa, nasip bu işte
ben öleli hayli zaman oldu sevgilim
yoğurdumdaki kalın kaymak, düşüne düşüne katladığım mendilim!
*
akşamcı duası
Uyku bir aforizmaysa yandı keten helva az gider uz gider
Bizim buradan yaban eldeki rakıya selam gider meze gider buz gider
Yoksa, teslimiyet dürtüsü ile geç beş yüz tevatürüne gıcığız
Uyuyup da büyüyenlerdendik, kaderimiz bu, mazlumuz, böyle söylene
Düşman almış yürümüşse de bizim danalar bostana ana avrat düz gider
Hüznün katarını cümle alem alsın çekedursun kendi açtığı tuzlu kuyudan
Meramımız hakikattir akılda; gece gelir dellendirir gündüz gider
*
ben iyi değilim
Ağlamıyorum: Gözlerim kurşun sıkıyor
Susmuyorum: Sessizliğim lisan bilmediğimden
Seni sevmiyorum: Mesleğim gereği kanı uzaya çıkaran ilk insan
Ama omzunda uyusam deprem oluyor
Dizlerinde uyansam bir bakıyorum bahar gelmiş, geçmiş hatta
Geçmiş hataysa gelecekten bize ne, şimdiden de bıktıksa
Yıllar sonra gece vakti pencerenin altında bir ıslık sesi duyarsan
Uyan, kendi ellerini okşa, kendi ellerini öp benim yerime
Hatırla: Üzerine hayat sıçratmış biri vardı
Sen yıkandıkça geçmedi o leke, gitgide yerleşti daha derine
Ağlamıyorum: Gözlerim senin yağmurunun ardından gökkuşağı
Susmuyorum: Konuşsam adın felç olup inecek sanki dilime
Ne fark eder: He sakatım, ha özürlüyüm, ha engelliyim
Ayrılalım sevgilim. Ben iyi değilim.
*
Kesme sözümü
Sözlerin de kanı vardır
Sıçrar üstüne.
*
ali
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali
Mehmetler ölüyor, Aliler öldürülüyor çünkü
Ayşelerse doğuştan ya dul ya evli
Ayşe bazen çok Ali
İçimizdeki isimlere yeni bir şans vermeli,
Gidenin peşine düşmeden
Ölenin duasını etmeden
Mümkünse sade, mümkünse seviyeli
Yalnızlık unutuluyor, ayrılıklar unutturuluyor çünkü
Kalanlarsa bile bile ya sessiz ya deli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Hikâyenin gerisi zaten çok belli
Dertler zarifse vakit almaz teselli
Hoş geldin esvabımın cevabı, aklımın zamanı
Aşk bazen insandan çok evveli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali
*
herkes bize bakıyor
Ortalık yerde içkimi döküyorsun Alkolün gözü dönüyor
Şarabın façasını bozuyor gülüşün O nasıl yağmur
Bir insan bu kadar mı güzel sarhoş olur
Ay içini geri istiyor geceden Şimdi bul bulabilirsen
Yazın başka sevişiyorsun kışın başka
Aşka ihtiras karıştı mı arı dolusun vızır vızır
Uzun uzun öpüştük mü zehirleniyoruz Sahil boyu hastane
Sonra işin gücün yoksa Olacak şey mi Her şey ver elini ilkbahar
Herkes bize bakıyor Dedim sana Sevme beni bu kadar
*
(kaç tavşan kaç)
.....
İyileşmen kimseye yaramayacak – sen sadece hükme açsın
Keserken ekmeği bile kanatırsa eğer bıçak
Durma. Tavşan kaç. Tavşan kaç.
*
hasar çok hasan
Beni bir tümör emzirmiş şimdi öğrendim
Hasar çok Hasan
Yuttuğum sütün rengini hiç göstermediler
Kendimi kime sorsam sessizce balığa çıktı
Meyhanelerde hep tek başıma bıçaklandım
Donunu, çorabını çitilerken ağlayan adam
Dışarıda devamlı dayı, evde devamlı omlet
Bu insanlar bu sinemalara neden gider
Bu insanlar bu şehre neresinden girer
Üç kuruşa beş bela geçici işler mucidi adam
Dışarıda devamlı kayıntı, evde devamlı hüsran
Hasar çok Hasan
Tespihim, yüzüğüm ilk görüş günümde o kızdan
Hani adını menzil koyduğum yar
Bir daha hayattan medet ummadım ne de bir haber var
22'sinde girdim, 15 sene yattım kalktım yattım kalktım çıktım
Uğruna kuşlara bakmayı unuttuğum davam
Ağzını jilet açmayan adam
Dışarıda devamlı büyüksün abi, evde devamlı küçük insan
Beni konuşturup da boşuna arızanın yerini arama
Hasar çok Hasan
Mayıs Giremez
|
2005'ten beri kitaplaşmış şiirlerini düzenli okumaya çalışırım küçük İskender'in ve
hemen her okuduğum kitabı hakkında bir şeyler yazmışım, öyle ki tümü bir araya geldiğinde, bölük
pörçük
de olsa, ufak bir kitap oluşturabilir. Okuduğum şiir kitaplarını sıralayayım. 2005'te
İskender'i Ben Öldürmedim (2005), 2007'de Teklifsiz
Serseri (2006), 2008'de Hasta Hayat Depoları (2007) ve
Ölü Evinde Seks Partisi (2008), 2010'da Sarı
Şey (2010), 2011'de Periler Ölürken Özür Diler (1994)
ve Bu Defa Çok Fena (2011), 2013'de Ali (2013)
okurluğumdan (iz bırakarak) geçmiş kitapları. Atladığım olmuştur belki ama yılı yılına okumuşum aşağı
yukarı. Şimdi önümde Mayıs Giremez ve 11 yıllık arkadaşlığımızın (!)
tanıklığını yapan yaklaşımlarım. İnişli çıkışlı, doğasına uygun biçimde yer yer çelişik düşünceler
bunlar ama okuduğum yazarın küçük İskender olduğunu kimse unutmasın. Çelişkileri aşan bir üst
düzeyde şair hakkında yaklaşımımı çok da kötü bulmadığımı (ama tersi doğru) söylemem haktanırlık olur,
arada sırıtan yakışıksız sivriliklere karşın.
küçük İskender'i okuma geçmişimden nasıl bir bireşim çıkardımsa Mayıs
Giremez'in kapağını kapadığımdaki düşüncem şiirin 'küçük'
bir sarsıntı geçirdiği, hafif bir iniş yaşadığı yönünde (idi.) Yer yer çakan dizelerle eski
şimşek aydınlığı karanlıktaki içimi bir an ışığa boğsa ve o dizelerde kendimi ışığa yakalanmış bulsam
da
kitabın bütünü hakkında yargım değişmedi. Belki ikinci bir okuma ilkokuma izlenimimi silebilirdi.
Belki
de oluşturduğum kanı küçük İskender şiirinin bütünü için geçerli. Sözcükler: kitch/olay estetiği,
gösteri-m (show), querr, beden, canlı/anlık tepkileşim, yarıyeraltı, kıyıdanlık (marjinalizm),
imge(yi)bozum, tutkuculluk, ıraksallık, nevrotizm (?), şoklama, dil kakması, sözcüklere cinsiyet
yüklemesi, net görüntü, dışavurum, dövüş kulübü, isyan, cesaret, oyunbozma, karayergi, şiirsel
sindirim
(metabolizm), solucan, nevrotik duyarlık, aktöre yıkıcılığı, ölümüne direniş, düzdeğişmece (metonimi),
vb.
Geçmişte yazdıklarıma ve odaklandığım özelliklerine göz attığımda; imge siyasetini: "imgeleri
(…) yer yer çarpıcı ama o kadar da kişisel", "Yüzeysel kabarışı, etkiyi
önemsiyor. Ataklar, atılımlar (atraksiyon belki daha doğru), çarpıcı, parlak imgeler geçiti
(Attila İlhan'ın şiiri de bundan hem yararlanmış, hem yaralanmıştır.), düşünceyi dağıtan
patlamalar (infilak), çatırtılar izlenimi, üstelik şiddetle oynana oynana yalama olmuş, aşınmış,
inandırıcılığını yitirmiş arklar, isyanlar, özgürlüğü ayaklanmayla karıştırmış bir sözde siyaset
(politika) özde siyasetsizlik, tam tersi gibi izlenim verse de örtük bir uydumculuk (Bu yeterince
tiksinçtir ve küçük İskender'e hele hiç yakışmaz) beni ondan yavaş yavaş uzaklaştırıyor",
"Yoksa yakıcı değil yıkıcı imge düzeni sınırları ve sabırları çok zorluyor. Kendinin tam da bunu
istiyor olması doğruyu söylemek gerekirse yeterli açıklama değil" (2005, 2008, 2010, 2013);
dile gereç gibi yaklaşımını, şiirinin ince zarında nükleer/nöral yangıyı: "güzel duruyor
şiiri, anlamından, içinden ayrı, dikenli, ağulu bir deri kılıf (zırh), bir yakıcılık, ölüm meleği
oluşundan", "Altında mayın da olsa üzerine basmadığı bir dil alanına katlanamaz.
Göze alıp pazarın, sokağın dilini yükseltir, yükseltir ya da şiirin dilini alçaltır, alçaltır.
Sanırım
olması gereken ve şiirimizi şiire daha yaklaştıran bir cesur girişimdir bu. Örnektir ve öğrenilecek
çok şey vardır onun bodoslama dil savaşlarından", "küçük İskender gereciyle
şiirini sıkça birbirinin yerine geçiriyor (ikâme). Yani onda şiir, zanaatla sanatın bir tür
değişmecesine (metonimi) yol açıyor", "küçük İskender'de en önemli sorun olarak bunu
görüyorum, yani gerecin ayrıştırılmaması ve taktiğin önceliği. Bir tuzaktan söz ediyorum. Şiir
çöp(lük) değil ama çöpün de şiiri olabilir" (2007, 2011, 2013); biçeme varmış
başkaldırısını, hatta kundakçılığını ve her türden erk (iktidar) eleştirisini: "Sözcüğü
sözcüğe bağlayan düzeni kırmak… Yeni bir sözdizimi (sentaks) oluşturmak, daha bu oluşurken karşı
çıkmak", okuruna bile musallat olma niyetini: "Okuru öldürmek için
yazıyor küçük İskender. Beraber uçmak için. Katıl ya da katılma, pek umurunda değil" ,
yurtsuzluğunu: "Ama yurtsuzluğu hüzünlü, duygulu bir yurtsuzluk da değil", düşsüz,
ütopyasız devrimciliğini: "Devrimci bir şiir… Ama düşsüz, ütopyasız bir devrimcilik… Sahte bu
anlamda… Sahteliğinde bir dayatma, bir seçkinci, ayrıcalıklı aldırmazlık var",
uydumculuktan nefretini: "Silkelemek, sarsmak, köklemek istersin uydumculuğun (konformizm)
kıçına bıçağı. Öyle çok istersin ki, uydumcu kıçların yumuşak koltuğu olur kalırsın ortalık
yerde", "Yıkıcı biçimi (dili), saldırganlığı (taciz) onun bildirisi (manifesto). Öyleyse
çekinmeden söyleyeceğim. Şairliğini de eylemine (bedenine) harcayan kundakçı şair, anarşizm de
içinde
hangi dona girerse girsin, dünya önünde aşırı duyarlı ve her dem güncel" (2008, 2013);
cinselliği şiire katma biçimini: "Dil önünde bu yapmacık hazcı pervasızlık, özdoyumun (en
geniş anlamda) diyelim dile ve şiire öteki şiir adına yamanması şiirin başka herhangi bir türden
daha
çok kaldırabileceği pornografiyi bile olanaksızlaştırıyor. küçük İskender'in şiiri düşündüğü
şeyi taşımakta güçlük çekiyor", "Çünkü derdi şiiri aşıyor, çünkü o, şiir
üzerinden beden(ini) sergiliyor", "Şiiri bedene düşürmesini, bayağılaşma,
özdekleşme (maddeleşme) gibi görmüyor, tersine şiirin tinini yeniden ele geçirmesi olarak
değerlendiriyorum. Şiire amaçlı olarak beden biçiyor, giysi değil", şiirindeki evrimini:
"Daha ilk şiirinde en sonuncusunu yazmış (gibi). Bu nedenle şiirlerini çekici kılan şey,
gelişimi değil de, belki Rimbaud'vari devrimi (yalnızca biçimsel benzetme bu)",
"İşte günümüz şiirinde şiir bedenine anlam meselesini tartışmış olarak en yakın duran
şairlerimizden biri de küçük İskender" (2010, 2011, 2013), dilime doladığımı görüyorum.
Artık küçük İskender'i hakkında yazdığım her şeyle ayrı bir dosya yapacak, böyle de
yayınlayacağım. (www.
okumanınsonunayolculuk.com )
Doğrusu daha önce yazdıklarıma ekleyebileceğim çok şey yok. küçük İskender bir olay
(fenomen)
asla demeyeceğim yine de. Direnişiyle, itirazıyla gerçektir, orada, doğru yerde ve zamanda.
*
"Uydurduğum Tuhaf Bir Hatıraydı Yaz". Bu tek dizeyle (sunumla)
girilen kitap 137 sayfa ve içinde 79 şiir var. Birçok şairimizin neredeyse 4 ayrı kitap çıkaracağı bir
yoğunluk. Küçük İskender hiçbir zaman bununla (kalıpla) uğraşmadı bana göre. Yazmak onu
dürttüğünde yazdı. (Bkz. Dağlarca.) Hatta sakınımsız, çoğu kez de çalakalem, çünkü
(diyeceğim)
kusursuzla bir derdi var (ya da hiç yok). Dize zaten bir şey anlatıyor, 'uydurulan
yaz'dan söz ediyor, bir evren tasarından. En başta, başka bir dünyanın içinde
dolanacağımızın muştusu gibi…
Ama içine girdiğimiz evrenin 'eskiden caz' dedikleri bir evren olduğunu düşünmemiz
için belirtiler (alâmetler) çok. Aksak dizemden doğaçlamaya, uyumsuzdan uyuma ya da tersi geçişler,
yırtıcı seslerden hızla düşen tınılara, çiğ ve pişmiş duyguların iç içe harmanlanmasına, kanatlanıp
uçmaktan tepeüstü çakılmaya, bambaşka, yer yer karşıt uyumsuz çalgılar (enstrüman) cümbüşünden uzun,
dingin solo tümcelere, duygunun yırtılayazdığı uzatılmış, eğik ses uzanımlı yüzeylerden karmaşalı
(kaotik) iplik kopuk çığlığa, imge yapbozundan düş adacıklarına (vaha), sövgüden (küfür) duaya,
tutkulu
aşktan arka kapı ölüm pes(til)ine daha birçok caz kakışması, anıştırması yazarımızın doludizgin
koşusunun neyi yansıladığını açıkça gösteriyor: Dil cazı. Belleğim yanıltmamış, zaten bakınca gördüm.
İt Cazı (2006) diye bir kitabı varmış…
Öyleyse daha önce yazmadığım, çağrışımları korkunç bir özelliğini böylece saptamış oldum. Şöyle
diyor:
"// Eskiden daha güzeldi hepimizin hikâyesi/ Eskiden caz derlerdi bir kuşun
havalanmasına/…" (9) Öte yandan cazın en berbat söz(cük)leri yapıya yedirdiğini, katlanılır
kıldığını, toplu ayinsel çalgılama (yorum) olmasa ve ayinselliğin yarattığı tin (hava) insanları
(okur)
sürüklemese tüm biçimsizliği, çirkinliği ve tiksindirici çıplaklığıyla bu söz(cük)lerin şiiri içinden
kırıp geçirdiğini gözardı edemeyiz. (Bkz. Eagleton.) Ama kişisel olarak ben bunu, bu cesareti
ve sunumu değerli buluyor, beğeniyor ve savunuyorum, kast ve sınıf yoksaymalarından,
dışlamalarından (iptal) ötürü. Yol alan insan kafa göz kıra kıra yürümekte direniyor. (Başka bir
şairimiz bu teşekkürü hak eder mi bilemem ama küçük İskender'e bunun için teşekkür
borçluyuz, yani cesaretinden ötürü. Görevi yanlış dizeler kurmak değil ama yanlış yapma hakkını da
kullanmak ve masaya sürmektir çünkü. Vecihi Timuroğlu'nun Dağlarca hakkında bir yazısını Kültür
Bakanlığı'nın şair hakkında bir derleme kitabında okumuştum ve bak şu sözcüğü Dağlarca yanlış
kullanıyor, diye yazdıkça gülmüştüm. Dağlarca yanlış yapamayacağından değil, yanlışı ona
bağışlamayan tutuma…) Ben düşük, kırık, aykırı dize örnekleri peşine düşüp de kendimi gülünç kılmak
niyetinde değilim, hiç de olmadım, biline.
Bir başka dize: "…/ Balıklar balıklar balıklar kıpır kıpır kalabalıklar tüm
meydanlarda/..." Ne mi var? Anlatımcılık, yansıtmacılık, en sevimlisi, muzipi: yansılama
(taklit). O özel aralıkta şiire (yaşama) bir hava akımı girip çıkıyor. Anlıyoruz ki küçük
İskender'in bir özelliği daha var. Onda sözcükler ya da sözcük bileşimlerinin düz ya da
değişmecesel (metaforik ama ağırlıkla metonimik) içeriklerinden başka, konumlarından, ilişkilerinden
gelen içerikleri de var ve imge göstergenin dural (statik) yükü denli devingen (dinamik) yüküyle de
içerikleniyor.
Hemen bir başka saptamaya geçiyorum. Güncele verilen şiir-yanıt. O içinde yeraldığı dünyayla şiirinin
kendi bedeni üzerinden girdi-çıktı ilişkisinin ayrımında olmakla kalmıyor, aynı zamanda şiirini
dünyaya
giren ve çıkan bir nesne (sayısız çağrışımlı) olarak tasarımlıyor. Bu eğilimini de hayranlıkla,
saygıyla
izliyorum. "// Şimdi sana itiraf ediyorum adımı bu süratte/ bu saatte elbette hiç açık nükleer
santral yoktur/ yeşil evrenlerden L şeklinde L sesinde geçerken/ el ele-/ le deme el de
bana". (63) Onun şiiri gösteri(m) temelli de olsa siyasal bir şiir. Bundan
vazgeçebilecekken, okur kitlesinin böyle bir beklentisi yokken ya da buna sıcak bakmazken o edasını,
duruşunu pekleştiriyor, takmıyor ona yönelik beklentileri bile. (Uydumculuk karşıtlığı.):
"…//Böyle zamanlarda felsefenin tamamen bittiği söylenir ya/…" (11) Ve: "//
Ölüm evden çıktı ve bir daha kendisinden haber alınamadı evlat diye başlardı en sevdiğim kitaplar/
Şimdi toz, küf, söz, kavga, hepsi/…" (12)
Cazı kente bağlayan çok şey var. Kentin örgensel karmaşası (organik kaos) çelişkileriyle yas,
umutsuzluk, uyumsuzluk, yalnızlıktan başka ne üretir? Kentin uğultusu kendi üzerine çöktüğünde, yoğun
sözcük dumanı kaldırıma bastırdığında tini, devinim devinimi iteklediğinde, araçlar araçları ve
duvarlar
duvarları… "// Şimdi metro bitti –son seferini yaptı aslında- anons sırası/ Kalpler, ümitler,
hayaller kapanmakta –pek kimsem yok şehirde" (13) Havva'nın yaprağı solgundur.
"// Mesela, çıkılması unutulmuş bir yolculuk nerede biter şimdi/ Herkes sevdiği insanın evinde
kaybetmiştir nüfus kâğıdını elbette". (14) Ölümcül dünyada ölüm izleği baskındır
kaçınılmazca. "kimi arasam hepsi öldürülmüş'tür. Ölüm bahçededir.
"/ Ölüm hepimiz için artık yakın bir akraba/" (15)
Joyce'vari sürçmeler, söz oyunları, ses kaydırmaları, benzetimleri bu şiirin kentin travmatik
bilincindeki kopuşu imlediğinin ayrı bir kanıtı. Cazın yanlış, sürçmüş, kaymış notası 'hâl i pür
melâl'imizin imi. "/ Ufak tüfek bir adam…" (16) "Üze üze ezersen
eğer üzümü/" (17), "/Ve şu şelale!" (40). 'Akortu bozuk,
aksak' dünyanın dışavurumu. Sonuç: "/Yalnızsındır ayaklanıp kapına dayanan
yalnızlığı içeri alacak kadar" (18)
Ses, söz sanatlarını tüketir yaşam dediğimiz şey. morgda tasnif gerekiyor.
Şiirin omurgası kaymış, bedeni çözülmüş, şiir düze inmiştir, düzü (düzyazıyı) yoklar. Kendini dağıtır,
çözer, yayılır. "// İskender över veya/ game over yani" (22) Bir yerde o
titreşimin, saksafonun en çiğ aydınlığıyla ıslanana dek. Orada şiir el değmemiş hayvanını,
yabanıllığını
işe koşar yeniden. "/ Yazılı kâğıdını boş teslim eden en çalışkanda başlıyor isyan ve
devrim" (29) ve zozi gelir önümüze, dikilir.
Yaşamı kıra kıra yükseltmek yaşamdan, kentsoylu duyguyu kökleyip bitirmek: "// Salonda sıcacık
gecede eski bir televizyon dizisi izlemek niye/ Bunca insan dünyanın yeryüzüne vurmuş çekirdeğinde/
Aşk şiddet ve entrika adına zamanı tarihe çevirirken/ Aşk şiddet ve entrika adına hep az sonraysa en
can alıcı sahne/ Caz şefkat ve psikiyatri adına, adımı telâffuz edemeden kovuldum/ kaçıncı bölümde
son
verildi işime işte asıl bir onu hatırlamıyorum". (32) Tüm bunlar nedir diye soruyor
musun(uz) hâlâ? Uydumculuktan haklı nefret desem bir de nefretden neyi anladığımı açıklamam
mı
gerekir? küçük İskender şiirinin elifbası (abece), tıpkı Thomas Bernhard'da olduğu gibi,
tesis edilmiş, yerleşik nizama ve bu nizam intizamın koltuğuna gömük yağlı kıça
duyulan öfke sayılmalı. Okumak için öfkeyle dolu olmak koşul, demek ki... Ya da bir çocuk uymazlığıyla
donatık olmak: "orhan veli'nin ilk aşkı." (33)
Avm'ler, radyoaktif kalpler, et kazaları, 'ruhu kırılmış cesetler',
'sallanan toprak', 'acil servis', vb. bütün bunlar olup
biterken "/ Bütün fotoğraflarda gülerek bakmak hiç güzel değil". (37)
Yaşamın koyu, dizemli (ritmik) yürek atışı, kentin TV polis dizilerine özgü hızla akan görüntüleri,
siyasi cinayetten imge çıkarır ve kanatır. (Bkz. Attila İlhan.) "//Çünkü ben meselem
kadar hürüm/ Sonra sokaklar, kovalamaca, polis, çapraz ateş ve ölüm" (42) Kentin
zorunlulukları denli rastlantıları, doğaçlamaları; bambaşka, ilişkisiz ulamlara (kategori) özgü
kavramları, nesneleri, onların niteliklerini usu zorlayan, dışlayan biçimlerde yan yana getirir ve
ilginçtir ki okur yerleşik usun bu zorlanma biçimine direnmez, karşı çıkmaz: "aşk
çıkışında çirkin saldırı"… Yetmez mi? Bir örnek o zaman:
fas planları
İnsan bebekliğinde sevişir en güzel
Tarçın kokusunu sevmem ondan
Rüzgâr ve tül nasıl da uyumlu iki şey
İçin hayatı sevmem ondan
Baharat çarşısı bulacağım Marakeş'te
Bir elime kırmızı, diğerine karabiber süreceğim
Kartal yavrusu bir oğlan kapacak cüzdanımı
İçin yolculuğu sevmem ondan
Her şehirde istersem denize inerim ben
Şu teknenin altı hep balık, bununki hep yosun
Kimse bilmiyor yüzmeyi hangi okyanusta öğrendim
İçin bilinçaltını sevmem ondan
Sıcakta buz gibi vişne suyuna asla hayır demem
İçin seni sevmem ondan (53)
Dil diri, canlı bir tin (soul, soluk) gibi, ağulu mu ağusuz mu olasılıklarını bir arada
taşıyarak, başka evrene, şeylerin orada olmadıkları gibi oldukları, durdukları, ilişkilendikleri
evrene
taşır bizi. Attığımız adım (zar), çektiğimiz tetik ne getirecek bize? Bir kezcik daha dirimi, bir
kezcik
daha ölümü mü, yoksa bu ikilinin gergin, tutuşan, donan öngün (arefe) tedirginliğini mi? Unutmadan,
yaşamadan ama bir türlü ölemeden de… Şiir rengârenk kanaviçe gibi gerili kasnakta (gergin düşüncede,
anlıkta) akıyor. Gerçeküstü (sürreel) bir izlenim verse de böyle bir resim değil. İkinci bir yaşam
gibi
ama varlıklar bildiğimizden başka biçimde ilişkilendikleri kabın (kasnak) içerisinde, şiirin ince
derisini yüzen keskin bıçak altında ayazda kalmış gibiler. Üşüyen, titreyen, uzayan, kısalan, kopan,
yırtılan ve tutulan, dikilen, sönümlenen sözcükler, sesler, cayırtılar. Cehennemin dolaylarında
olduğumuzu anlamak hiç zor değil.
Öyleyse daha gecikmeden, bedenini ateşe süren şairlerimizden biri de küçük İskender'dir
diyelim, verelim hakkını. Çünkü gerçekten öyledir. Beden burada hem etkin; hem edilgin, hem özneyi
taşır, hem özneye nesne kalır. (Sadomazo.) Yıldırının, saldırının tam 12'sinde, odağında
çırılçıplak kalır, silahsız, savunmasız (İsa). Öte yandan yalnızca bir silah, dünyanın en güçlü
yılgısıdır, yenilmezdir neredeyse. Suçun ve cezanın iyesi… "Bedenimi ele geçirmiş bir direniş
örgütü/ Beynimde toplandık durum muhakemesi için// Kediyi komşulara emanet et/ Açma çalan
telefonları// ". (47) Belki de 'patlamak' gerekiyor. Belki de tanrı yok:
"// İçtimada hep bir eksiktiler/ Adı okunsa da tanrı hiç yoktu". (52) Belki
yitirmeye yargılıyız. "/Bizi halkını kaybeden insanlar diye tarihe kaydettiler".
(59) Belki Chagall, belki İskender'in küçüğü yetişecek, belkiler belki de sürüp gidecek
böyle:
köyde bir gece
Toplanmış hepsi – don gömlek atlet
Çamaşır ipi, ne işe yaradığını unutmaz yine de
Mesela kız asabilir kendini onunla
Ya da.. başka bir işe yaramaz zaten bu saatten sonra
Hep erkek kıyafetiyle süslenmiş ip
Kızı vermemişsiniz sevdiği çocuğa
Davut abi iyidir aslında
Çok güzel şakalar yapar güldürür bizi
Hele o Cüneyt Arkın taklidi var ya
Terazi lastik cimlastik
Baba! Ablam havada! (66)
Biz de uça okuya şiire konmuş olduk, hatta yerleştik iyiden. Biz de adları unuttuk: "hayatta
mısındır acaba hâlâ" (68) 'riya'yla tanıştık.
"// Gelecek yılbaşı ben Noel Baba'yım ve geyikleri sürecek/ Turgut Uyar// ..derken,
şimşek gök gürültüsü yıldırım filan../ Allah bizi öldürecek kaçın çocuklar" (70) Ve
"o güzel perdeler/ Şimdi bilmem nerdeler" (89) "cenaze nedeniyle
kapalıyız". (94)
Ama bir mayıs kaldı içimizde. Her şey uçtu gitti, silindi, kaçtık ama yine de;
"Herkesin bilmezden geldiği bir mayıs kaldı sadece benden geriye". (109) Demek
bitmeyecek 'kötü film'. Hadi izleyelim bir kez daha:
kötü film
En az bir yüzyıl boyu sevişme sözü
vererek birbirine
sokulmuş uyuyor iki sahici köpek
Horoz göğü bekliyor – az sonra ötecek
Dere toprağı bekliyor – az sonra akacak
Mutluyum en azından 3650 gün yaşadım
Elinde laboratuar sonuçları – kan değerleri
'güz kanserine yakalanmış bu çocuk-
Teyzem akşama doğru uzak kırık gelene dek
Odamın camından kasaba sineması
Aa bu hafta Baba 2 gösterime girecek
Üvey babam götürür belki tutup kolumdan
Kola, çekirdek de alır kim bilir
Yoksa evde kalan annem
Gözyaşlarını bizden nasıl gizleyecek
Ergenliği göremeden ölen çocuklar
Film başlamadan önce reklamlar
Pek yakında olsa da hayat
Gelecek program'da ağıt var (111)
*
Soru: Şiir cinayeti gördüğünde (Bkz. Antonioni: Blow up, 1966) şiiri
okuyan ne yapar?
Yorumlamayacak, bu şiirin önünde içimle duracağım, içimin olanca saygısıyla. Kusurunu özellikle
seveceğim, bilinçli kusurunu. Her atomunu da... Çünkü atomun neye özdeklendiği, uzandığı da önemli,
elaldığınca, dizildiğince, mol.'leştiğince. Irmak bir an dursa böyle görünüme gelirdi ama güzellik
ırmağın akadurmasında. Duran, tutulan ırmak akışından, güzelliğinden kopmuş ırmaktır. Ama ırmağın
durması, durdurulması gerek, küçük İskender'in soluk soluğa bu duranı kapması, çılgınca
aynaya tutması, suretini kurması gerek... Çünkü suyu hemen ardından akışına bırakacak, ırmağın akışı bu
tutulmasından anlaşılacaktı.
küçük İskender'in bir an avucunda tuttuğu ırmak, karmaşa içerisinde, cinnet geçiren bu
kent, insanlar, sözcükler, bir yangın... Cehennemde yanmadan bir cennetimiz olmayacak, anlaşılan o.
Gelin onun kılavuzluğunda yapalım bu cehennem yolculuğumuzu.