Erte, Mehmet; Arzuda Bir Sapma (2015, Öykü),
Yapı Kredi yayınları, Birinci Basım, Mart 2015, İstanbul, 105 s.
Mehmet Erte'den daha
önce bir şiir kitabı okumuşum. (Alçalma,
2010). Kısa yazımı bu yazının sonuna ekliyorum. 1978 doğumlu (40
yaşında) yazarın Alçalma'dan
önce Varlık
Yayınevi'nde
yayınlanmış bir şiir kitabı (Suyu
Bulandıran Şey,
2003), Yapı
Kredi Yayınevi'nin
yayınladığı iki öykü kitabı (Bakışın
Kirlettiği Ayna,
2008; Arzuda
Bir Sapma,
2015) ve bir romanı (Sahte,
2012) var. Varlık
Dergisi
yönetimini Enver Ercan'dan üstlendiğini biliyorum. Bu
durumda elimizdeki öykü kitabı (Arzuda
Bir Sapma)
onun son kitabı oluyor.
"Gerçeğe ayak
uydurmayı becerebilen yaşıtlarımdan nefret ediyordum, yetişkinlere
özgü numaralar çevirmeyi ne kadar da çabuk
öğrenmişlerdi... okulda ben de onlar gibi davranmak zorunda
kalacak, şeytana boyun eğecektim. Bu kulluğa şimdiden kendimi
hazırlamalıydım. Anne-babamı arkasına alan hiçbir düşmana
karşı zafer kazanamayacağımı biliyordum, surlarımın kapılarını
açacaktım. Düşmanla mücadele sırasında bana ait ne
varsa kaybetmekten korkuyor, teslimiyeti bir tür kalkan olarak
görüyordum. İkiyüzlülüktü seçtiğim
yol, ama direndiğim takdirde nasıl bir açık hedef haline
geleceğimi o çocuk aklımla bile sezebiliyordum."
(Tasma,10-1)
Büyüyor olmaktan korkan ergenlik bunalımları içinde
anlatıcı gencin suçluluk ve günah işleme duygusu iki kat
daha derin. Babaya karşı anneyle suçortaklığı ya da işbirliği
dünyanın (okul) çağrısına zorunlu yanıtın verildiği geçiş
dönemlerinde 'babanın
kuralları'yla
uzlaşmaya yerini bırakacaktı. Bu çocuğun gözü
annesinin konuğu genç kadının çıplak ayağına takılı
kalacak, o ayağın ezdiği nesne olmaya kayıp duracaktır. "Bulanık,
öznel bir bilinç"
önünde genç kadın gerçekliğin dışında arzu
nesnesine dönüşüyordu. "Kurtuluşumun
mahvoluşumdan, o genç kadına teslimiyetten geçtiğine
kanaat getiriyordum."
(18) Erkek çocuk boyunu aşan hedeflere uzanmaktadır: "Boyumu
aşan hedeflere uzanırken, yaz günlerinin nehri nasıl
işleyeceğimi henüz bilmediğim ama ortak karakterlerini belli
belirsiz hissettiğim suçların ovasına doğru akarken,
adımlarımın ritmini babamın zalim dünyasının düzenine
uydurarak günahlarla dolu okul hayatına kendimi hazırlarken bana
kör bir cesaret kazandıran bir arzuyla tanışmış, cânıgönülden
şeytanın peşinden giden kimselerden birine dönüştüğümü
fark etmemiştim. Başkaldırmaya kalktığım takdirde beni yola getirecek
bir tasmanın boynuma takılmayışı nasıl da üzüyordu beni."
(18) Genç kadından vurgun yemiş erkek çocuk çişinin
birazını da altına kaçıracaktır bu durumda. Konukların
arasından fırlayacak, genç kadının ayakkabısı hangisi
bilemediğinden bütün kadın ayakkabılarına işediği için
annesinden dayağı yiyecektir.
Uzunca aktarmaya çalıştığım
kitabın ilk öyküsü. Diğer öyküler hakkında
bir izlenim yaratacağını umuyorum. İzleğimiz, cinsel uyanış ya da
erotik anlatı değil, hayır. Bedenin ilk kımıldanışının dışarıyla
arakesiti, cinselliğin dünya ile buluşma biçimleri.
Kuşkusuz anlayan, özenli, titiz, düzgün ve dolu bir
dil, dilsel biçem gerektiren bir izlek söz konusu. Çünkü
bu izlek yazarını yanlış duygu, izlenim verecek artıyı (fazla)
ayıklama, silme yönünde bir yazı çabasına özellikle
zorlar. Tümceler, uzun ve dolayımlı, metnin genel kurgusu ussal
bir yapıda düzenlenecek, sahicilik Ben'den
(anlatıcı ben) yükseltilecektir. Nedeni açık. Gizli ayıba
(mahrem) tanıklığa çağrı yazarın bu kitapla ilgili ana
yönsemesini (strateji) oluşturuyor, bir dizi çekim
uygulamalarıyla (taktik) bezeli olarak. Kuşkusuz tüm bunlarda,
yanlış olan ya da kınanacak herhangi bir yazı tutumu, siyaseti söz
konusu değil. Bazen, özellikle kapalı toplum yapılarında öncü
cesaretiyle de ilgilidir bu türden yordamlar ama buna karar
vermeden önce daha üst ya da öncel(ikli) izlencelere,
gündemlere, hatta bana göre bağlamlara bir göz atmak
gerekir. Biz şimdilik yazı içinde kalıp, oradan bakalım.
Mehmet Erte'nin zor işe sıvandığını, zorluğun biçemsel
(üslupla ilgili) bir sonucu kaçınılmaz kıldığını görmek
gerek. İncelikle devinge ve manevralar dili belli biçime,
dolayısıyla biçeme taşıyacaktır. Özgünlüğe
gelince buralı, Türkçe yazan, bu ekinden konuşan bir
yazarın cesareti bir yana ikincilliğe yargılı kalması ne yazık ki
kaçınılmaz. Yazı nice parlak bir çözüm sunsa
da toplum kendinin birincisini dünyanın ikinciliğine tutsak
kılıyor. Ne gam! Varlığımızın önemlice bir bölümünü
şimdilik buraya, bizdenliğe borçluyuz. Ha, yanlış
anlaşılmaması gereken şey ise şu: Mehmet Erte'nin yazısında
yerel, yerli (otantik) bir şey yok. Gerek izlek, gerek bunun
dışavurumu evrensel ölçütlerin içerisinde
kavranabilir.
Ayartan (şey), imgedir, bir
ses ( 'öğretmenimizin
topuklu ayakkabılarının sesi')
ama daha çok anlığa takılan bir görüntü
('topuklu
ayakkabılar')
(Uyanış,
22) Eros
imgesel bir aktarımdır, varlığı silen ve imgecil olan (her) yazı
erotiktir, hemen hemen bütün yazılar böyledir.
Öğretmen niçin
'intihar' etti değil, nasıl 'intihar' etti
sorusu kışkırtır çocukları. Oysa asıl soru, yaşam (ve tabii
ölüm de) 'nasıl'dır.
Nasılın
karşılığı, anlatıldığı
gibidir,
çünkü anlatılan şey yaşanan şeydir ve yaşam ölümü
kapsar, tersi olanaksızdır, ölüm yaşamı kapsamaz: Y∈Ö,
ama Ö∉ Y.
Kullanımda (tedavül)
dolanan yapay dil ve inceliklerden ('incitmeyiz
birbirimizi'),
gizli, örtük ama sahici sertliğe ('orospu,
soyun')
geçişte "gurultular,
geğirmeler, osuruklar arasında şaşkınlığımızın gölgeleyemediği
bir arzuyla kucaklaştık."
( Yeniyetme,
27) Erkek anlatıcımız cinsel gelişimini tamamlama yolunda gerekli
adımları atıyor. Basamaklardan biri de genelevdir. Yaş 18. Ve
genelevde çalışan kadının tabakta domatesi ısırarak
yemesindeki çarpıcılık. Uygunsuz (!) bir devini...
Genelev resmine sığmayan bir şey ve Mehmet Erte'nin kutlanası
bir saptaması... (Domates,
28) 27 numaralı evin önünde arkadaşlarla olmanın ayrıca
kolaylığı. Bu arkadaşlar birbirlerini neden utangaç
paylaşımları boyunca arkadan dolanırlar? "Bocalamama
rağmen kadının bana biçtiği tedirgin çocuk, öğrenci,
terbiye edilmesi gereken köle rolünü benimsemekte
gecikmedim. Başka bir yol daha vardı bana uygun olan: kırgın âşık."
(Sapma,
38) Binbir kaygının iç içe geçtiği bu
hesaplaşmada "şimdi
öykümüz yine genelev odasını mekân tutacak...
Bu genelev odasından hiç ayrıldık mı ki?"
(43) Yazmanın zamanını olayın zamanına bindirmek uscul bir anlama
çabası, yani aslında Thomas Bernhard benzeri bir girişim.
Bilinçaltına doğru gerçeğin örtülerini
kaldırma girişiminin sahneleri arka arkaya anlatılıyor. Tabii ki
gerçeklik, gerçeğin örtüsü,
battaniyesidir ve gerçeklik aşılamayacaktır, aşılsa da ancak
başka bir gerçekliğe değin aşılabilecektir. Tren, kompartıman
ve yazmanın resmi: "Bir
yetişkini oynayarak ona yaklaşmaya başladım./ '...şimdi
ona yaklaştığımı düşlüyorum,' diye yazmalıydım belki
de – aslında! Gerçekten geçmişte ona yaklaşmışsam
bile, yani şu anda bir anımı aktarıyor dahi olsam, defterime bu
sözcükleri yazarken yaptığım düşlemekten başka bir şey
değil. Şüphesiz ne hayatta ne de düşte olaylar, imgeler
arasına bu kadar çok düşünce sığar (...) Ama
maalesef düşüncelerimiz asla olayların hızına yetişemez."
(45) Uzun öykü bu noktasında düşünmenin denizini
kulaçlıyor, konu yazmanın anlamına dek yükseliyor.
Anlatıcımız (yazar?) yazmayı ne seviyor, ne sevmiyor. Dünyaya
onunla gelen ve yalnızca ona özgü olanı kavramanın bir yolu
yazmak. "Geçmişe
ait gibi dursa da, yaşantı diye bilinenin katı sınırlarından
kurtularak, düşlendiği zamanda, şimdide, yani kendi geleceğinde,
kendisi için tüm mümkün geleceklerin tükendiği
yerde yeniden varolan ve düşlendiği zamanın ne ötesinde ne
de berisinde kendisine başka bir varoluş aramayan öykümüze
dönelim artık."
(46) Gördüğümüz gibi anlatı kendi üzerine
düşünüyor bir yandan. "Ama
o da ne? Kaldığım yerden devam etmeyi umarken kendimi birden kadının
bacakları arasında, cinsel ilişkiye hazır olmayan organımla
buluyorum."
(46) Bizim kendimizi nerede bulduğumuz ise apayrı bir konu. Ama
anlatıcımız öyküsüne "bu
noktadan bir kez daha başlama"
konusunda kararlı görünüyor. Bir konuya açıklık
getirmeden 'maalesef
öyküye dönemeyece(k)"
(48) Anlatıcımız zamanı (kaseti) ya çok ileri ya da geri
sarıyor ve doğru yeri, zamanı yakalayamıyor bir türlü. Ne
olacak peki? "Sertçe
düzerek ona gününü göstermeliydim."
(61) Sonuç mu? "Onların
genelevde neler yaşadıklarını hiç merak etmiyor, gerçeği
asla öğrenemeyeceğimi biliyordum. Bizi kuşatan ve yöneten
oyunu kavramıştım. Hatta bir gün bu maceramın öyküsünü
yazarken de bir başka oyunun içine gireceğimi ve kimi
noktalarda kendi gerçekliğime ihanet edeceğimi, tam olarak
doğruyu aktarmayacağımı daha o zamandan seziyordum."
(65) Yani? Yazmak aldatmak, hatta ihanet etmektir. 105 sayfalık
kitapta 36 sayfa yer tutan Sapma
öyküsünü
yine çok kısa öyküler izliyor. Sonuçta belki
Lacan gibi 'Aslında
cinsellik yok'
diyemiyorsak bile şunu diyebiliriz: Aslında 'doğru'
cinsellik yok. Cinsellik bir sapma. Ama neden sapma? Sapmalardan
sapmaların sapmalarından...sapmaları mı? Yazar bir Doğru
arıyor değil, düzelteyim. Öykü yazıyor. Lokma,
Isırmaca
bağlamcıl değişmeceler olarak kısa öykülerin adı ve metin
soğukkanlı tutumunda ısrarlı, ayartıcılık derdinde ise hiç
değil. "Acıya
teslim oldum. Yüzümü rastgele art arda dişlemeye
başladı. Hazla kanıyordum. Kanım aktıkça sevgim yüceliyor
fakat onun nefreti bir türlü dinmiyordu. Gözyaşlarım
gerekti ona. Gözlerinden akmasına izin vermediğim yaşlar..."
(Isırmaca,
67) Doğalcılığın (natüralizm) Queer'le
bağı kurulabilir mi? Bunu bilmem ama Mehmet Erte'yi Julia
Kristeva üzerinden okuyan biri var. (Juli
Kristeva'dan Mehmet Erte'ye: Tiksinme, Gülme ve
Şiddetle Yazmak,
Nilgün
Tutal, KaosQ+, Sayı 4, Mayıs 2016,
https://mehmeterte.wordpress.com/2017/04/02/julia-kristevadan-mehmet-erteye-tiksinme-gulme-ve-siddetle-yazmak-nilgun-tutal/.)
Bir spor salonunda devrimci
çıldırının (histeri) cinsel çağrışımlı ve alaycı
anlatısı Hain
öyküsüne geldiğimiz bu yerde artık şaşırmayacağız.
"Devrim
şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Neye
inanıldığı değişse de törenler değişmiyordu. Törenler
değişse de törenlere olan ihtiyacımız bakiydi. Bayrağı olmayan
millet, sancağı olmayan ordu yoktu."(70)
Burada yaşadığımız güldürüyü
(komedya)
küçümsemek ya da onunla dalga geçmek doğrusu
sığ, sıradan bir tutumu imler. Yazarın bu güldürüyü
ya sonuna dek taşıması ve güldürü içindeki
insanı kavraması gerek ya da yeltenmemeli hiç törencil
çocuksulukların betimlenmesine. Çünkü böylesi
tutumdan kötü kokular çıkabiliyor. Kitaplar
koklamaktan çok okunmalı derim. Kol yen içinde
kırılmalı dediğim yok, hayır, acınası durumlarımız çıksın
görünsün zaten ama gideceksen Aziz Nesin'in
gittiği yere dek git derim ben. Yaratıcı cesaret yarattığı kişinin
(karakter) nice olumsuz kişi de olsa tüm olarak üstlenilmesiyle
ilgilidir ve üstlenmeyi bir tür savunma olarak alan kişiye
artık diyecek şeyim yoktur. Anlatıcımıza kulak verelim ve biraz daha
üşüyelim: "Aklımı
başıma toplamalıydım. Yoldaşlarımı boş yere şüpheye düşürmemeli,
kim olduğumu hem onlara hem kendime göstermeliydim. Yüreğimin
attığı sol yumruğumu kaldırdım, haykırdım, haykırdım..."
(71) Ve Erte bu öyküyü insansız kılarak en yanlış
yerde en yanlış zamanda çatıp 'perdeyi
yıkıp viran eyliyor'
öykü türünü. 'Heman'
sahibine yöneleceğiz de kimdir ki o? Kıyıdan (marjinal) insanlar
geçmese olmazdı: Dilenci,
Berduş,
kaşınan
kadınlar (Kaşıntı)...
Ama okuduğumuz öykü anlatılan insanların değil, anlatan
insanın öyküsüdür iyice anlamış olduk. Dünyaya
nasıl tepkiler veriyor, tepkilerimizi nasıl üstleniyoruz? Kimiz
biz? Böyle yenik, anlattıkça bölünen, çözülen
biri mi? Geveze 'Prezervatif',
Gazoz,
vb. bozgunu anlatan öykülerden örnekler... Ve
bir alıntı: "öngördüğüm
şekilde gelişseydi, okumakta olduğunuz paragrafta bir türlü
noktasını koyamadığım uzun bir cümlenin içinde
durmaksızın dönecektim, sanıyorum içinden çıkılmayan
her sokağın kusursuz labirent oluşuna, dipsiz kuyular ve kusursuz
labirentler arasındaki ilişkiye uygun düşen de buydu; fakat
metnin nice denemeden sonra karar verdiğim son(suz) halini
defterimden bilgisayara geçirirken bir yerde kestirmeden
gitmeye kalkınca ilk iki paragraf öyle değişti ki, öznesini
önce gizleyen, ardından hepten silen bitimsiz cümleye
başlayabileceğim zemini yitirdim. Asıl şimdi dipsiz bir kuyudayım.
Yukarı tırmanmak mümkün değil madem, aşağıda ne var ona
bakalım. Ağzımda başlayan macera kıçımda bitsin. Başta
ağzımdan ne çıkacağı önemliydi, sonunda kıçımdan
ne çıkacağı pek önemsiz: Bir osuruk."
(Kuyu,
96)
*
https://mehmeterte.wordpress.com/kitaplar/
Yukarıdaki bilgisunar
bağlantısında ilk açılan ana sayfada bir söyleşi var
Mehmet Erte'yle. Bu arada belirteyim, site yazarla ilgili
kapsamlı, doyurucu bir kaynak niteliğinde. Haziran 2017'de
Melike Belkıs
Aydın'ın
yaptığı söyleşide ilk sorusuna yazarın verdiği yanıtı buraya
alıyorum:
"Ben
insanı ölümsüzlük yanılsaması içine sokan
her şeyden vazgeçtim. Ayrıca yalana, hileye başvurmadan
bütünlüğe sahip bir yapı kuramayız. İnsan
parçalanmışken bunun aksine inandırmaya çalışan bir
sanattan, edebiyattan yana olamam. Tüm hislerimizi,
düşüncelerimizi ölümlü ve eksik oluşumuza
borçluyuz, öyleyse neden bunları birer yara olarak
görelim. Zavallıysak eğer, ki öyleyiz, bu yapısal bir şey.
Doğuştan aciziz diye ne merhameti hak ediyoruz ne de zulüm
görmeyi. Kitaplarımdaki kahkaha bence sadece varoluşun inkârına
karşı."
Böyle
diyen bir yazarın niye yazdığını, yazarsa ne yazabileceğini kestirmek
hiç zor değil. Bu durumda ben de birazdan yapmayı düşündüğüm,
yazarak Mehmet Erte okumasını yapmamayı yeğliyorum. Okurluğumu
buralara dek tartışmalı kılamam. Bu yazarımız şu anda Türkiye'nin
en eski yazın dergisini (Varlık)
yönetiyor.
Mehmet Erte İçin Ek
Erte, Mehmet; Alçalma (2010)
Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2010, İstanbul, 69
s.
Mehmet
Erte genç şairlerimizden (33 yaşında). Şiirine bakılırsa onu
daha yaşlı sanabilir okur. Ölçü uyak oyunlarını
geride bırakmış, eskimiş, eleştirisi kıvamını bulmuş, söylediğini
sese öncelemiş, düzyazı tınlamasında bir şiir koymuş ortaya
Alçalma'da.
Hakkında
bir şey söyleyebilmek için bu kitap ve içerdiği
şiirlerin değerlendirme açısından yetersiz olduğunu
belirtmeliyim başta. Şiirinden ayırt edebildiğim birkaç şeyi
burada dile getirmekle yetineceğim. İlki, düşünce
aktarımı... Beş bölüme ayrılmış kitabı az çok
izleklere bağlı (hem ortak, hem kendi içinde) bölümlemiş
Erte, insan için dünyada olmanın alçalmaya işaret
ettiğini söylüyor. Ama dünyada olmalıktan anladığı şey
tümüyle toplumsal bir durum... Alçalan dünyaya
tanıklık eden şiir öfke patlamasına yol açacaktır. Şair
ışığı en azından herkes kadar yansıtabilir.
İkinci
bir yanı, günlük konuşma dilinin kimi şiirler boyunca
zorlamayan varlığı. Şiir, gündelik olanı, sıradanlığı karşılayan
bir ses ve anlamdizisi içinde belirir ve sona doğru giderek
yükselir. Ama hiçbir zaman yüksek vuruş yapmaz (ya
da çok az). Bütün bunlardan ortaya çıkan
şiirin tınısından hoşlanmadığımı söyleyemem. Belki kurt/kuzu,
günah, vb. imgelerle ilerleyen alçalma ve onun ritmik
olmayan, dağınık dili, öznenin ortaya çıkması,
öfkelenmesi, özgüvenini kazanması, âşık
olmasıyla birlikte daha derli toplu, vurgulu, sesçil, ölçülü
bir söylemsel (retorik) biçeme kayar. Ama genelde ses
düzeyi düşük tutulmuş, geleneksel yapay(laşmış)
söylemle özün yitirilmesi istenmemiştir.
Bu iyi
ve özgündür. Bu ses düzeyine razı olmak,
şamatasızlık, dediğim. En iyisi bir iki örnek vermek:
BOM
Güneşin
doğuşu karşısında bir askerin tavrı nasıl olmalıdır,
öncelikle
uyanmalıdır, işçi problemleri havuz problemleri gibi
çözülürken
herkes
uyanmalı aslında, sonrası sovan kavurması, hanfendi mesela
Mallorca'da
uyanmış, sigarası akşamdan bitmişmiş, balkona çıkınca
hatırlamış,
Irak'ta
bir ihale peşinde pabuç paralayan sevgilisi düşünce
aklına
sigara
çekmiş canı, öyle, ben şimdi konuyu değiştirdim tabii,
işçi
problemleri havuz problemleri gibi çözülürken
ya konuyu değiştireceksin
ya da
taşaklarını elarabasıyla gezdiren adamların karşısına dikileceksin,
bizimkiler
neden böyle iki bacağın arasında eciş bücüş diye fakat
asla
üzülmeyeceksin, keder kaygı ile kavrulur, nevrotiksen
kendine bir at al,
at
sevgisinin nelere kadir olduğunu bilemezsin, işte böyle efendim,
lafı
bir yere bağlayamam ben, ama dünyayın bütün
meydanlarında
bir
sik gibi patlayabilirim, bir-ki-üç-dört, bom.
(27)
HERKES
KADAR YANSITABİLİRİM IŞIĞI
doğaçlama
bir şiir bu, bugün on altı ekim iki bin altı, bir yerden
başlamak
gerek, buradayım, bir şeyin ucundayım, her şey uçlarından
büyür,
bir şeyin ucundayım, sana söyleyecektim, söylemek
istemiştim,
kelimelerle, kelimeleri boş yere kullanmak
elini
kolunu rahatça oynatmaktan daha kolay, fakat izlemek
istersin
sen, dinlemekten iyidir, ağır ağır oku bu satırları, bir sonraki
sayfada
yokum, öncekilerde de olmadığım gibi, gizlendiğim yerde
arandığım
düşüncesiyle teselli buldum, eğer yaşadıysam
ortaya
çıktığımda yaratacağım kargaşayı düşünerek, evet,
bunda
bir budalalık yok değil, ama senden kaçtım ben,
senden
kaçmanın grururunu taşıdım kaç yıl, benden kaçan
nice
yıl boyunca, bir devlet dairesinin bekleme salonu, uzun
bir
yemek masası, bir otelin lobisinde verilen kokteyl, buralarda
karşılaşırız
düşüncesi ölesiye korkuttu beni, cesaret edebildiğim
tek
yerdeyim şimdi, görünmeyi göze alabileceğim sahneyi
kendim
hazırladım, bak bu oyunda maskemi çıkardım, sen
nerdesin,
bin kişi seyrediyormuş beni, âlâ, bin tek senin gözlerini
umursadım,
yıllarca korktum dilekçeyle girdiğim kuyrukların birinde
yakalanırım
diye sana, elimde kafa kağıdımla o kapıyı çalarken
görmemeliydin
beni, işte şimdi dilekçemi yırttım, kapıyı çarptım,
sen
nerdesin, bulabilsem seni, bulabilsem gözlerinde benimle hiç
karşılaşmamış
kelimelerin yorgunluğunu, senden
kaçtığım
yılları affetmeyeceksin anladım, yine de görünmek
istemez
misin bana, gidien geliyormuş dedirtme, insan bir yön
tutturup
bir yerden çıkabilir o yola, her yerden görebilir neyin
ardında
kaldığını eğer kıblesi varsa, buradayım, çünkü
bana
tam bir yenilgi gerekliydi, elimde olmayan bir 'neden'
yok,
tüm
nedenler bağrımda benim, fakat öyle bir gömlek giymişim ki
sorma,
bağrımı açabileceğim bir düğmesi yok, yırtarak çıkarsam
üstümden,
soyunsam, deli diyecekler, zaten deli gömleğiydi
çıkarıp
attığ bakın diyecekler, bütün mesele
ışığa
çıkmak, bir kere çıksam, ben de herkes kadar
yansıtabilirim
ışığı, ışığı yansıtmak gözlerinin karşısında sözler
bulmaktır,
ama çıkmadım o gözlerin karşısına, aramızda bir mesafe
olmadı
beni görebileceğin, hiçbir engeli aşmadım, hiçbir
mesafeyi
tatmadım,
kımıldamak, gözlerinin karşısında bir umudu hareketlerle
tüketmektir,
kımıltısız durdum satırlar arasında, bir yerde
durmak
gerek, bugün on altı ekim iki bin altı, doğaçlama bir
şiir bu.
(40)
çüNKü
BEN BİR GüLüM
çünkü
ben bir gülüm.
Bir
gül olmakla açıkladım bencilliğimi.
Ve
sevilmiş olmamı. Ben bir gülüm de ondan, dedim
duyunca
yazgımın içinde kavrulan sorunun çıtırtılarını.
Yürümüşüm
yazgım diye bileceğim bütünü seçebilmek için,
yürümüşüm
işte epey. Ne geçti eline diye sorarsan:
geçmiş
için yetersiz bir açıklama,
gelecek
için zayıf bir tahmin. Bildiğim bir şey yok,
hiçbir
şey görmedim. Bir koku sade, göğsümden yayılan...
O
derin soluyuşlarda yitirmişim aklımı. Bir gülüm ben,
duymadım
o tatlı sözleri, başımdan geçeni anlamadım.
Ne
oldu diye sorarsan: sevilmiş olmalıyım,
Bir
gülün başına ne gelmiş ve gelecekse işte.
Herkesin
gözleri güzeldir biraz yakından bakınca,
her
dudakta bir tatlı kıvrım bulunur
bir
kez öptükten sonra,
herkesten
bir çift güzel söz çıkar biraz konuşunca.
Ama
benim gibi bir gülsen eğer, iş başka;
bilinmezdir
gül ve bilmez niçinleri...
Olacak
olan olur derler, kestiremem bir türlü
bir
an sonrasını. Sevilmek, sevilmek, hep sevilmek
yazgımsa
da hep benim, bilmek istiyorum artık rengimi,
anlamak
istiyorum ne olup bittiğini. Yoruldum,
yoruldum
bir gül olmaktan. Tam solacağım derken
derin
bir iç çekiş değiştiriyor her şeyi.
Kader
ağlarını örer derler, anlamam hiç böyle sözleri.
Saçlarımı
örerdim ben gençliğimde; nerde, ne zaman çözüldüler..
bir
daha örülmemek üzre? Tanrı mı, yoksa rüzgâr
mı
çevirdi
sayfaları çabucak. Ömrüm dediğim bir hışırtı.
Dün
olan unutuldu, bugün olan yarın yine olacak.
Nereye
varacağız diye sorma, bilmiyorum, bir gülüm ben,
bilemem.
Gül gülün içindedir, anlamadıysan sen bunu
hâlâ,
Dönsün tekrar feleğin çemberi.
Sevilmiş olmayı doyasıya yaşayabilmek için
sevdim
ben seni.
(68)
*
Kitabın bu son ve doruk şiiri için Bingo!diyorum.