İplikçi, Müge; Çok Özel İsimler (2017, Öykü),
Can yayınları, Birinci Basım, Nisan 2017, İstanbul, 135 s.
1966 doğumlu yazarımızı ilk
kez okuyorum. Haklı ya da haksız, şu anda gösteremeyeceğim
nedenlerle belki de yanlış yaparak uzak durduğum yazarlarımızdan biri
Müge İplikçi. Kitapta yer alan kısa yaşamöyküsüne
bakılırsa arkasında epeyce bir kitap var. 6 öykü, 5 romanı
izliyor (diğer kitaplarını saymazsak)çok
özel İsimler Sözlüğü.
Kadın sorununa özel
duyarlılığını eylemli bir yazı eşliği olarak kavradığı öyküsünden
de anlaşılan İplikçi, kısa bir sunuşla açıyor kitabını,
'Her
zaman böyle miydi?'
sorusunu, 'Evet,'
diye yanıtlayarak.
Seniha'yla
başlıyor öykü. Onunla ileride yine karşılacağız, öteki
adlarla da. çünkü her zaman böyleydi. Senihe
kütüphane çalışanı. Sözlükte adını arıyor.
Sonra sayfaları çeviren elini görüyor. "Farklı
bir gölgesi vardı"
ve "Tuhaf
elli kütüphane memuresinin, mesai saati bitimine kadar
sürecek yolculuğu başlamak üzereydi."
(15) Seniha şimdi bu eliyle ne yapacak?
Bir el öteki ele
bağlanır. İşte bu da Pembe'nin eli. Pembe bir eli olduğunun
ayrımında mı? Küçük elliPortakal'la
koca elli Pembe sözün göbeğini fena çatlatıyorlar.
Bir iş karıştırıyorlar ya... "Ben
gelmesem Pembe Abla?"/ "Sus kız. Yola çıktık bir
kere."/ "Ama ben korkuyorum."
(20) Dolapta toprak altından çıkarılmış bir Ermeni eli var.
Götürüp aldıkları yere bırakacaklar.
İrfan'ı
okuyalım. İrfan bir simitçi, ama yanıldınız şimdiden.
Bildiğiniz gibi bir simitçi değil(di) o. İvedice evinden çıkıp
koşturan "otuzlu
yaşlarında, yaşamı değiştireceğine içtenlikle inanan, yaşama
hırslandıkça hırslanan bir mavi yakalı sayılabilir, bakımlı,
botoksa daha bu yaşlarda göz kırpan, yüksekten de yüksek
topuklu ayakkabılarını süslü torbasında suni havalı AVM'den
bozma işyerine, oraya buraya taşıyan"
(21) kadına bir simit ne ki, gel sen bir düzine simit al, kalanı
atarsın buzluğa diyen, kadının karşı çıkması üzerine, o
zaman simit yok sana, ya hep ya hiç, diye kafa tutabilen bir
simitçi...Sfenks'den
bozma bir şey. üç sorusu var bu şaşkın dişi Oedipus'a.
Doğru yanıtlarsa bir simit, yanıtlayamazsa bir düzine simit
verecek, tamam mı? "İşte
o simitçiydi, İrfan, bir Pazar günü sabahın erken
saatlerinde, İstanbul'da, doğalgaz kaçağı yüzünden
devleşen bir patlamada, ilerilerde yükselen Pastırma Yazı
Rezidansları'nı gören köhne bir tavan arasında,
molozların altında kalan."
(24)
Önce bir özet
geçelim. "Kars'tan
İstanbul'a geliyor
(...)Sonra
onaltıncı kattan düşüyor ve ölüyor. Burada
bitiyor hikâye."
(25) Herkesin unutacağı denli sıradan bir öykü işte. Herkes
unutuyor ama ya o akasya ağacı? O da unutuyor, çünkü
Rezidans Uğruna Yarab A.Ş.nın hışmına uğruyor, yarım günde
canına okunuyor, köküne kibrit suyu ekiliyor. Eh, bu
durumdaBilâl
güme gitti, bir varmış bir yokmuş oldu.
Rezidans
dedik deYüksel
geldi sahneye. İstanbul'u seyreyleyerek inçık'da
(asansör) çıkarken elektrik kesildi mi? Hani jeneratör
çalışıyordu. Yüksel kocası Koray'la inçıkta
asılı kalmış, bir ses duyar gibiler: Bırakbırakbırak...
İstanbul'u Yüksel'in ayaklarının altına sermenin
gururu yetmiyor mutsuzluğunu yatıştırmaya... Oğlan olmasaydı,
diyor, olmasaydı... "Ne
komik olurdu değil mi Koray, şimdi düşsek, parçalansak?"
(29) Koray'ın belleği geçmişi, uzak geçmişi
eşeliyor. Bütün bunların nedeni Niyazi'ydi değil mi,
yanında süngüsünün düştüğü,
Yüksel'i kendine çeken, alıp götüren...
Niyazi. "'Biz
ikimiz...' dedi Koray. Sonra duraksamaksızın 'biz
birlikteyken, onunla yattın değil mi?' diye bıraktı Koray,
geride, içinde, ruhunda biriktirdiği üç saati."
(35)
Dönelim geriye, bakalım
Koray'ın
ve Niyazi'nin arkadaşlıklarına, ilk gençliklerine şimdi.
Niyazi neredesin? Nereye saklandın, çık artık! N'oolur?
"Kim
bilir nerelerde ne haytalıklar yapıyor." (41)
"Niyazi'nin
en büyük düşü zamanda yolculuk yapmaktı."
(42) Zaten öğretmen masasının deliğinden Troya'ya kaçıp
saklanmamış mıydı? (Bkz.
Lewis
Carroll,
1865) Okuma
delisi, kitabevi görevlisi babanın oğlu değil miydi? Hani, o
sıralar kafayı bir sözlük işine takan adam?.. Ah, Niyazi!
Deli oğlan, çılgın şey. "Hoş
büyüdüğünde gününü görecekti,
orası ayrı konu; çünkü büyümek filizi
dönüştürür." (44)
Zeyno ışıklı uyandı güne
ve 'pür dikkat kesildi.' Babası, 'Kim
bu Levent?'
diye soruyordu annesine. 'Yan
komşunun oğlu...'
Yani anlaşılan o ki, "Zeyno,
'Sen ablasın Zeyno' ülkesinde artık bir prenses
değildi ne yazık ki. Altay'dan sonra keşfedilmiş bu yeni ülkede
olsa olsa bir yedek parçaydı."
(46) İyi de ne olmuştu da Zeyno tacını tahtını yitirmiş, avukat anne
babasının ellerinden yere düşmüş, düşüvermişti?
Yanıt balkonun altında duvar yazısında: "LEVENT
ZEYNO'YU SEVİYOR!"
(48) Olan buydu.
Yasemin
ezgiyi öğretmeninden aldı ve çaldı. Levent tahtaya bir
bulut çizdi. O buluttan yağmur yağdı. çocuklarakotoyu
öğreten çiçeği burnunda öğretmeni müfettişler
bastı, film başa sarıldı yine.
Bir özge can LupitaLeyla
tam o
sırada ütüyü fişten çekti. "Kitaptan
vazgeçti. Yaşamın üstünlüğünü
düşündü. Vazgeçilemez enerjisini. Bir de
geçmişi. Geçmişi bugüne bağlayan OHAL'leri
ve sıkıyönetimi."
(54) Polisti Leyla ama ondan önce kadındı. Garsıon bilmiyor
polis olduğunu, sivil şu an. Dolayında fırdönüp aşkla
'çay'
diye soruyor. Kadın Leyla dayanamıyor, kadınlık anlatısını çarpıyor
suratına garsonun. "Hâlâ
bana çay getirmek istiyor musun OHAL garsonu?"
(55)
Şaraplıktan sirkeliğe çoktan
geçmişŞahap
öğretmen. Kız öğrencileri aklına geldiğinde hep böyle
'ah'lardı.
öğrencileri bir yana, kendi iki çocuğu ve karısı da 'şu
meşum Darbe'den
daha çok çektiler ondan. Dersinden tüyüp
plaja (Manolya Kadınlar Plajı) giden kız öğrencileri ancak Şahap
Bey gibi biri basardı. Ne idüğü belirsiz, sapık, Allah'ın
çatlağı dediler. Yani laf aramızda kız öğrencilerine
çektirir ama anlaşılan o ki onlarsız da edemezdi. Sonrasını
kestirmek zor değil. "Dipsiz
kile, boş ambar."
(62)
Plaj kabininde Şahap Bey'in
bastığı kızlardan "Seval,
o sırada mamografi kuyruğundaydı."
(63) Anımsanan hiçbir şey anımsandığı gibi değildi. İyi de
yalanlar nasıl bunca büyüdü de yaşamlarımız yalandan
ibaret oldu. Sözgelimi, Şahap Bey'in hışmından kendini
denize atan Hülya, ben kahraman falan değilim, diye düzeltmişti
herkesin bildiğini sandığı şeyi. Seval mamografi kuyruğundaydı,
bekliyordu. Tanıklık ediyor bir yandan ilginç bir olaya.
"Adamın
kendinden çok emin bir hali vardı. Demin konuştuğu kadını
sakince cebine yerleştirdi, ardından boğazını temizleyip ayağa kalktı
ve az önce mamografi odasından çıkan kadına, karısına
doğru seğirtti."
(66) Durun bir dakika, mamografiden çıkan kadın Yüksel
(Hanım) değil mi? Hani şu inçıkda kocasıyla kalan ve
kulaklarındabırakbırakbırak
sesleri çınlayan. O zaman cep teleofonuyla konuşan adam da
Koray'ın ta kendisi. Otobüsün camından dünyayı
izlermiş gibi rahatla Seval. Gördüklerini anlamaya çalışma.
Hemşire memelerinle uğraşırken takma kafana, görme, düşünme,
boş ver, R-A-H-A-T-L-A. Unut ve rahatla. "Oysa.../
Oysa, sağ memesinde atan başka bir kalp, hayatın bir başka sesini
fısıldıyordu ona."
(71)
KızıCeyda'dan
dertli kadın, telefonda 'Alocuğum,
Şule'm'le
kaynatıyor, konu haliyle Ceyda. Kime benzedi, çekti bilinmez.
Söz telin öbür
ucuna,Şule'ye
atladı. Aklına takılan Yeats'ın 'Bizans'a
Yelken Açmak'
şiiri. Şiir güzel de, Şule'ye göre biraz eksik kalmış
gibi. Yeats'in yaşamadığını Haliç'i sisin bastığı
o yıl, o gün Şule yaşadığı için biliyor neyin eksik
kaldığını. Vapur siste yolunu yitirdi. Şule de siste geçmişini
ve geleceğini... "Unutuş
o unutuş.../ Sonra ne mi yaptım? Okulu derhal bırakıp tam da o
olayın hemen bir hafta sonrasında bana görücü gelen,
benden on yaş büyük, dünya yakışıklısı, namazında
niyazında muhafazakâr Faik'la o sonbahar evlendim. üç
oğlan çocuğu. Tahtaya vurayım. Tık, tık, tık..."
(79-80)
Faik
Bey, Şule'ye Yadigâr diye seslenir hep. "Yadigâr,
bir kere de bir şeyi doğru yap be kadın!"
(81) Derken Didar'ın kıkır kıkır gülen sesi, Didar torunu.
Hâkim Faik Bey. Adamakıllı bir günün, adamakıllı bir
karar duruşması var bugün. Tek sorun yargılananların ve
tartaklananların kadın oluşu ama onca kusur kadı kızında olurdu, kadı
oğlunda olacak değil ya. Herkesin adam(akıllı) olduğu bu yerde bu
eksik eteklere de ne oluyordu?
Gecenin bir vakti arayan
Keriman.
Hadi gel kız, çorbacıdayım. Kızlar, kadınlar, göz
yummayacaklar artık. "Zaman
zaman koca dayağı yiyen kadınların evlerine kulak kabartır,
görünmezliğimizi koca şiddetine karşı bonkörce
kullanırdık. Bazen de muhtarlıklara uğrayanlarımız vardı. Karakollar?
Eh, onlar da!"
(86)
"Yıl 2023'tü
galiba."
(88) Artık av olmayacaktı kadın. Ve adamın,Halil'in
gözü tezgâha kaydı. "Orada
öylesine duran telaşsız bıçağı. Halıyı gördü."
(90)
Dizini dövmek yerine
kızını dövseydi annesi,
Sevim
"
suni
deri beyaz çantasıyla bulunduğu çöp konteynırında"
parçalanmış bulunmaz mıydı? Billur'un içi aktı,
sızladı.
2023 yine.Billur'un
nefret ettiği eski yargıç, günün seçim adayı
Faik Bey konuşuyor bol keseden. Yadigâr gerilerde kaldı,
toprağa karıştı çoktan. 'Sevgili
halkım...'
İştahla konuştu Faik Bey. "Ve
o da ne? Billur çayı, bedeniyle ölü bir kadın gibi
arkasında uzanmış yatıyor olacaktı, öylece."
(97)
Terzi Hanım biraz çatlaktır.
"Fazla
bulaşma yani."
(98) Kütüphaneden Seniha Hanım salık verdi. Terzi Hanım
kapı duvar. Renk vermiyor. Ters, asık yüzlü... Bir
konu. Bir konu açmalı. "Fotoğraftaki
siz misiniz?"
Ama artık bu kadarı fazla. Aloo, ses ver. "O
Sedef."
Yanıt kısa, kesin. OSedef.
'Anne
duy beni!'
çığlığını boşluğa bırakan Terzi Hanım'ın kızı Sedef.
Başkaları bir yıldırı kaynağı,
öyle değil miAziz?
Şu Gönül'e, karına bak! Kaşla göz arasında
karşıdaki adamı kesiyor. "Kalk
gidiyoruz Gönül!"/ "Nereye Aziz?"/
"Cehennemin dibine!"
(108) Aa, üstüme iyilik sağlık. "Aziz
kendine gel! Yine başlama..."
(108) üstelik her kadına yiyecek gibi bakan sen değil misin?
Gönül gelecekteki olayı şimdiden geçiriyor usundan.
Aziz şu an kendine gelmeyecek ama birgün o gelecek gelecekti.
"Bu
düşünceden ölesiye ürperecek ve korkacaktı. Ama
bir dakika! Ne de olsa namus her şey demekti bir erkek için.
üstelik, sadece seven erkek kıskanırdı."
(109)
Kent otobüslerinin
birinde üstü başı dökülen adamın telefonla bangır
bangır konuşmasındaki pervasızlığa bir bakın hele. (Sütaşkım)
Başka kimse yok ya otobüste, bir o var. İmam nikâhı işini
halledecekmiş, ona bıraksınmış Aşkı, bu işi. Şu güneydeki işi
bir halletsin onun'bizimkileri'...
"
'Neyse şimdi ben kapatmak zorundayım aşkım,' diyor.
'Otobüsten inince tekrar ararım.'"
(112) Ama o ne, bir şeyler oluyor. İnsanlar birikiyor, adamın önünde
bir duvar. Adamın eli kulağında, son bir kez cırtlak sesi: "Burada
birtakım vatan hainleri var da!"
(112) Kurtulup atıyor kendini dışarıya. Aa, işe bak! Adamın eli boş,
telefon falan yok. "Hayat
bir şaka mı yoksa?"
(112)
Sokakta fesleğen satan iki
tombul oğlan var.Naime
abla da
bir çift fesleğen almadan neşeli oğlanların yanından
geçemeyenlerden. "Hayal
gücünün fesleğen rengi can simidine sıkı sıkıya
tutunursunuz o zaman. Ciddi ciddi nefes alabilmek için. Acilen
yaşamak için. En önemlisi, devam edebilmek için."
(116)
Kız erkek iki arkadaş vapurla
gelecek Selim'i bekliyorlar Kadıköy'de. Lodos azmış
iyice.Ekrem,
Naime'nin vapurla gelen Selim'e ilgisineacaip
gıcık bu arada."Eeee?"
(118) Sonra Selim üzerinden dalgasını geçmeye başlar
kızın sinirlerini iyice oynatıp. Telefon ne gezer o dönemde. Ne
can sıkıcı bir herifti bu Ekrem, diye geçiriyordu içinden
gelecekteki kocasını. Selim gelmedi, lodos dinmedi. Naime cansıkıcı
Ekrem'le evlendi.
Selim'e
kulak verelim mi? Hayır şaşırmadı. Evet, üzüldü bir
ömür boyu. Kızgın mı? Şimdi bile.Tante
Rosa'yı
(Sevgi
Soysal, 1968)
nasıl sever okurduk. "Ve
o zaman işte, evimde olmanın mutluluğunu hissediyorum. Tante Rosa'yı
açıp 90. sayfayı okuyorum. Ve nedense aklıma yine Naime
düşüyor."
(122)
Yeri gelmişkenTante
Rosa'ya
değmeden olmaz. "Bu
koca paragrafı okuduktan sonra bir rüzgâra ve bir de
kıyıya baktı Selim. 'Rosa, biçare ve anlamış kadın!'
dedi. 'Kırık hayatlarımızdaki afyonlu gerçekle söylemek
gerekirse aslında seni çok özlüyoruz. öyle
değil mi Naime?"
(125)
Şirkette duramadı kadın attı
kendini dışarı. Haliç'i göre göre kahve içmeyi
boşuna ummuş. Bitmeyen yapı çalışmalarından... Şu geçen
kadın? Benzetiyor mu? çok kilolanmış o ise?Selma?
"İsmi
Selma değil miydi yoksa?"
(128)
"çok uzun
yıllar önceydi."
(129)Selin'in
SeraPı yapı yeri yakınında kumdan bahçeye çağırıp
evcilik oynadıkları zamanlar. Hep yazdı. Hep yalınayaktı. Yapı
gereçleri, artıkları, demirler, çiviler... İlk
çivi o kentte (?) ilk Selin'in ayağına battı, sonrası
gelmekte gecikmedi, kentin ayakları o gün bugün kan içinde.
İstanbul diye okuyun, koşul değil ama.
Tıpkı UyuzLamia'nın
gençliği, kasa güzeli. Geleneksel yemek aşevinde kadın
kırmızı ve yeşilbiber dolması için istenen aşırı edere karşı
çıkıyor ya derdini anlatamayacak. Bulabilirseniz gidin başka
yerde yiyin dolmanızı, fiyatı beğenmiyorsanız diyen kıza şöyle
diyor: "'Sizde
olduğunu bildiğim için buraya geldim, başka yerde aramadım
bile!' dedi kadın. 'Buranın farklı olduğunu
düşündüğümden, burayı sevdiğimden...'
Yutkundu. Sonra sesi biraz daha kısılarak devam etti. 'Gerçekten
seviyordum burayı, anlıyor musunuz? Anladığınızdan emin değilim, bir
şeyi gerçekten sevmenin ne demek olduğunu anlayabiliyor
musunuz? Yok yok, hiç emin değilim, her şey o kadar sert ve
kadercilik kokuyor ki anlayabildiğinizi ya da anlatabildiğimi hiç
ama hiç sanmıyorum.' Bir kez daha yutkunmaya çalıştı,
'Burada sadece yemek yemek değil, yemek yerken mutlu olduğum
için bulunuyordum. Belki de sadece bu mutluluğu hissetmek için
buraya geliyordum. Ama besbelli ki..."
(134-5)
*
Yazınsal (poetik) serüvenini
kendi adına bilgisunar sayfasında (http://www.mugeiplikci.com)
şöyle
dile getiriyor Müge İplikçi. Gerçek-lik kavramı
yazısının düğüm noktası ve yazı siyaseti bu düğüme
yaklaşma biçiminin türevi. "Edebiyat
ışıltılı, gerçeküstü bir serüvendir. Hayatın
içersinde bulamadığım bir sürü mucizeyi orada buldum
ve bu bakış açısıyla hayatın kendisinin de bir mucize
olabileceğine inandım. Hayatla kendi benliğim arasında bir köprüydü
edebiyat ve müthişti. Belki de bildiklerime inanmamayı,
inandıklarımı ise bilmem gerekmediğini anlattığı için
müthişti. Okuduğum yazarlar bu anlamda birer büyücüydü.
Galiba bu yüzden yazar oldum. Hayatın zalimliklerle dolu gerçek
haline ve hayali ablukaya almış vaatsizliğine katlanamadığım için.
Büyü dedim ya, büyünün her yolu meşrudur
edebiyatta. Zaman, mekân, gelmiş, gelecek... Kaynağım
bunlar işte: düşlerim ve kaçışlarım."
15 Nisan 2017 tarihindeErkut
Tezerdi ile
Çok
Özel İsimler Sözlüğü
üzerine yaptığı söyleşide
(http://www.karar.com/hayat-haberleri/hepimizin-icindeki-o-insan-kayboluyor-450138);
haftada iki
gün yazdığı gazete (Vatan
Gazetesi)
yazılarının onu tetiklediğini ve'gündelik
yaşamı ve arızalarını daha farklı takip etme dürtüsü'
duyduğunu; aynı zamanda öykü adları da olan kişi adlarının
coğrafyayla yakından ilişkili olduğunu; türlü çeşit
yaşamın tünellerinde ayrı ayrı yitsek de, yitmenin aslında
tümümüzü ilgilendirdiğini ( "Şu
da bir gerçek ki 21'inci yüzyılda kaybolan insan
hepimizin içinde kaybolan insandır.");
"kimseyi ve doğadaki hiçbir kaynağı kanırtmadan, talan
etmeden mutlu olmak ve mutluluğu bir biçimde paylaşma"
yokülkesine (ütopya), düşüne bağlılığını dile
getiriyor özet olarak...
Yanılmıyorsam
yine Nisan 2017'de Taylan
Ayrılmaz'ın yazarla
yaptığı bir başka söyleşide de
(https://oggito.com/muge-iplikci-insana-dair-olani-insana-hatirlatmak-04201728695),
"İnsan eskisinden de
yalnız. Sorunlarsa, biteceğine ya da azalacağına, çoğalarak bu
biçare insanın üstüne yığılmaya devam ediyor.
İsimler, bu savrulmuş hayatın küçük, anlık
fotoğrafları," diyor. Ona
göre 'hızlı' yaşam zorunluluğu, insanların
sorunlarını dile getirmesini önlüyor. Yazın (edebiyat)
yaşam yükünü, sınıfsal, cinsel vb. kimliklerle taşıyan
insanlar için tansımalı bir öneri, yazarımızın yürekten
inancı bu. Ayrıntılar bu noktada işlevsel, "çünkü
onlarda saklanan koca bir yaşam denklemi mevcut. İnsanın nerelere ve
nasıl yakalandığı, nerelerden, nasıl kurtulabileceği ya da
kurtulamayacağı. En çok kendi kendine nasıl esir
düştüğü..."
İplikçi sanatın
işlevinin, "dünyaya
ayna tutmak, yaşadığı çağı anlamak"
olduğunu düşünüyor ve "tasasız,
popülist bir ruhla yazılmış ticari metinleri ayrı tutuyor".
Yineliyor: "Edebiyat,
edebiyattır. Kısaca, yaşama, insana, insanlık durumuna ayna tutan bir
araç. Amacı ise bellidir. İnsana dair olanı insana
hatırlatmak. Edebiyat vaaz vermez; verdiği zaman edebiyat olmaz
çünkü. Okurlar ondan bir ders çıkarabilir mi?
Hazırsalar, neden olmasın! Ancak yineleyelim: Edebiyatın böyle
bir misyonu olmamalı. Aradığımız sözcük kurtuluş ise,
insanın neden kurtulmak istediğini fark etmiş olması ön
koşuldur." İngilizce
yazından etkilendiğini, Cheever, Munro, Lessing gibi yazarların 'orta
sınıf kadını anlatış biçimlerini çok ilginç
bul"duğunu sözlerine
ekliyor.
*
Çok
Özel İsimler Sözlüğü
ve yazarın iki söyleşisinden edindiğimiz izlenim çok açık
ve duru. Bu açıklık Müge İplikçi'nin yazar
duruşunun ve tutumunun, açıklık ve duruluğunun da kaynağı.
Ayna
imgesini doğrudan kendisine, İplikçi ve yapıtına uygulamaktan
başka yapacak şey kalmıyor geriye. Stendhal'in çoktan
geride kaldığı düşünülen yazı belgisine bağlılığı, bu
nedenle göz yaşartacak kerte içten ve belki de tüm
tartışmalardan eskitilmiş bilincime karşın doğrudur. öylesine
doğrudur ki tartının kefelerinden birinde yaşam, dışsal evren, yani
bir şeyi
az çok karşılayan, bir
şeyin boşunu alan başka
şey, darası alınmış olarak tüm
bir dünya yer aldığında, tartının diğer kefesinde anlatmanın
(ifade, dışavurum) ta kendisi, yine darası düşürülmüş
özdeksel (maddi) bir güç etkisi taşıyan
biçim-leş(tir)me girişimlerinin tümü, bir şeyi öteki
şeyin karşılama biçimlerinin büyüyen yığınağının
yolaçtığı denge yitimine karşın yükselmesini sürdürecek,
varlık kefesi yükselen anlatıya karşın yine de ağır basacaktır.
Ama az sonra dışavurmanın, anlatmanın tüm somutlaşmış
biçimlerinden oluşan yığınak büyüdükçe
bu kez de ağır basan biçimler (kefesi) olacak, dil sanatın
öznesiymiş gibi davranacak, buna karşılık dışarısı ve onun tüm
varlıkları hafifleyip yükselecek, ufukta küçülecek,
belki de gözden yitecektir. Yani sanat başından sonuna darası
çiftyanlı alınmış olarak saltık ve gerçekte olanaksız
denge peşinde umutsuzca koşmuştur ve koşacaktır. Dara derken
amaçladığım her iki kefede önsel, bilinemez,
kendinde-olan (en soi)
şeydir. Kefeler denk, içerik biçime, biçim
içeriğe tam doymuş olarak (artık daha çok tuzu ya da
şekeri kaldıramayan su, ergiyik gibi) bir eşitler, denkler ya da
özdeşlikler kümesi (idea)
sanatın sonu yani olanaksızlık, sıfır noktası olacaktır. (Orada
yalnızca sanat değil matematik de olanaksızlaşacaktır. çünkü
matematik denklik peşinde denksizlikler alanıdır ve alanın en has
ürünü denklemdir.) Sanat iki kefede dengeyi sarsan,
bozan ağırlıklarla insana yaşadığını göstermeyi sürdürecek,
yaşam sanattan, sanat yaşamdan kalacaktır (ax).
Sonuç: İdea
sanatı siler, sanat da ideayı.
çünkü tür (insan) ikisine de bağlıdır, kendini
iki kümeli bağlamın ortak öğesi olarak (kesişim kümesi
içinde) orada bulmuştur. Bulduğu andan başlayarak kendini yine
ve yine yitirip bulur. Belki Jameson'ın 'tekinsizlik'
sözcüğü bu konumsuz
konumu karşılayabilir.
Müge
İplikçi'nin tersine, yalını
içinden çıkılmaz kılmayı becerdim yukarıdaki bölümcede.
Birinin çevirmesi gerekecek. Bir yanda kendini asla sonuna dek
teslim etmeyecek varlık, öte yanda varlığı teslim almak için
akla karayı seçen dil (anlatı). Denklik, eşitlik her ikisinin
de, yani varlık ve dilin birlikte pofff! yok olma durumudur. Yani ne
varlık dili, ne dil varlığı denkleyip silemez. Denklik hep düş
olarak kalacak. Bir aşk-nefret (ölüm), yapım-yıkım ilişkisi
aynı temelde (varlığı ve bilinci, bu büyük çelişkiyi
üstlenmek zorunda kalan türde, İnsanda)
buluşacak. İnsan, mutsuzluğun ve öykünün (anlatı)
kaynağı bu nedenle. Başka hiçbir canlı anlatma gereği duymaz
çünkü anlatması için nedeni yoktur. İnsan bir
daha bir daha bir daha anlatmayı deneyecek... Onun türünü
yerinden eden ve aynı zamanda kendi türü kılan koşulu
budur.
Yazının
işlevi konusunda geleneksel (klasik) bakış açısını arkalaması
hoşuma giden Müge İplikçi'nin yazı siyaseti tam da
bu nedenle sorun ve anlama-anlaşılma odaklı. Bir kez bu görüldükten
sonra yazarımızın sorunsalı konulardan konu seçmek, kimlik
belirteci saydığı asal içeriklerini öncelemektir. O da
öyle yapıyor. Son yılların toplumsal yaşamı ve çelişkileri
özellikle kadın, cinsiyet ve emek eksenli olarak, üstelik
güncele ve haber kipine oldukça yakın bir yalınlıkla,
ilginç (adcıl) ama çok da yeni olmayan bir kurgu yapısı
içinde yansıyor öykülerine. Anıştırılan olayları
hemen anımsıyoruz. İnçık (asansör) kazası, iş kazaları,
kentiçi otobüslerde yaşananlar, kadın cinayetleri, vb.
hemen her gün tanıklık ettiğimiz şeyler. Bu olaylarda kimi
belirteçler imgeleştirilerek belirleyici (asal) imge konumuna
yükseltilmiştir. Tabii Ayfer
Tunç'un (Bir
Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi,
2009) örgensel (organik)
bütünlüğünü burada görmüyoruz. Bu
bir kusur ya da eksiklik değil çünkü Tunç'un
kitabı sıkı örgülenmiş bir roman, çok
özel İsimler Sözlüğü
ise Murat Yalçın'ın son öykü kitabı Pera
Mera (2017) benzeri (Bkz.
Bu yazının önceki bölümü.) romanın eşiğinden
dönen bir öykü kitabı. Son yıllarda dışarıda ve
Türkiye'de öyküleri değişik öğeleriyle
(özellikle de kişiler üzerinden, zamana ve uzama yayılarak)
ilişkilendirmek çokça benimsenen bir uygulama oldu,
örnekleri arttı. Birçok öykü kitabında bu kurgu
(doku) özelliğiyle uzun süredir karşılaşıyoruz. Bir
öykücüye bu uygulamanın (teknik) getirdiği olanakların
çok olabileceğini kestirmek hiç zor değil. Anlatı
öğeleri arasında geçiş bağlantılarının yarattığı güçlüğü
böylesi bir yöntem sorunsuz atlatmayı sağlayabiliyor. Kurgu
sorununu oldukça hafifletip kolaylaştırıyor bu çözüm.
İki aşamalı bir çözümdür bu, önce
romandaki sağlamlık, berklik duygusundan vazgeçip öyküye
kaymak, sonra öyküleri görünmez, zorunsuz
ilmeklerle 1) yakından, 2) uzaktan, 3) dolaylı, vb. düğümlemek.,
böylece belli belirsiz iki türü kotarmak ya da melez
(hibrid) bir geçiş anlatı türü oluşturmak. Bir
yazarın tek öykünün bağımsız varolma hakkı ve gücünden
öyle olur olmaz nedenlerle vazgeçmesini yanlış bulduğumu
söylemiş oluyorum böylelikle. Ama bu uygulamanın tümden
dışlanmasından da yana değilim. Mozaik taşları çok uzaktan da
olsa arkada (tüm öykülerin arkasında) bütüncül
bir dünya olduğunu sezinletir. Renkleri, biçimleri
başkadır belki ama harçları, dokuları benzer ya da aynıdır.
Yani öykü romandan soyutlamadır, roman da mitten (epope,
destan). Zaman (krono) üzerinde dizersek öykü romanın
ardına düşer çünkü dünya ufalandıkça
ufalır, ta ki parçacık her türden göndermesini,
imasını yitirsin. öykünün bittiği yerdir. Bereket
altomaltına değin parçalanmadık.
Sonuçta
Müge İplikçi'nin dünyaya bakışı,
yorumlayışında sevecen, dostça, anlamayla ilgili bir tutum var
ve hemen burnumuzu kıvırıp tepeden bakmak yerine önemli
anımsatmasının hakkını verelim. Ardçağcı büyük
yalpalamanın dalgalarında çırpınırken bizi boğulmaktan
kurtaracak şey tabii ki kurtuluşçu sözveriler (vaaz)
olmayacak. İplikçi bunu çok iyi biliyor. Budala bir
insansever (hümanist) olmadığını da tüm o sevecen, dost
bakışına karşın ileri sürebiliriz. Gerçeği kesinliği ve
acıtılığıyla, süslemeden, gölgelemeden ortaya koyma
konusunda özel bir duyarlılık içerisinde. Sevgisi onu
daha çok görmeye zorladığı için hem geniş bir
çevren (panorama) içinde çelişkili öğeleri
gösterme konusunda rahat, hem de cilayı kazımak konusunda
ısrarlı ve bir o denli de neşeli. Böylece bir ardçağcı
karşıcılı ya da karşıtı (anti-postmodern). Doğru deyişle çağcıl
(modernist) bir yazar. Yazınsal düzeyi ne olursa olsun bu
tutumunu sürdürme cesareti gösteren yazarlarımızı öne
çıkarmak, hak ettikleri saygıyı göstermek zorundayız.