Bennis, Muhammed; Aşkın Kitabı (Kitâbu'l Hubb,1999),
Çev. Mehmet Hakkı Suçin
Kırmızı Yayınları, Birinci Basım, 2015, İstanbul, 111 s.
Okuma önerisi:
Ayraç içlerini karartarak okuyabilirsiniz, kesintisiz okuma isterseniz Sevgili Okurum.
1948 doğumlu Fas'ın dünyaca ünlü şairi Muhammed Bennis'in Türkiye'yle ilişkileri de
sıcak anladığımca. Şairliği yanısıra yazınbilimci (şiir kuramcısı) olan şairin Türkçeye çevrilmiş üç
kitabı var (gibi görünüyor). Şarap'ı (Çev. M. Fındıkçı) almışım ama
okumadan kalmış rafta. Aşkın Kitabı'nı bana gönderen Sayın Mehmet
Hakkı Suçin. (Teşekkür ediyorum.) Üçüncü kitap ise bu kez M. Fındıkçı çevirisiyle yine
Aşkın Kitabı ama M. H. Suçin çevirisinden 3-5 yıl önce yayınlanmış
Türkçede.
Belli ki çeviri konusunda titizlenen Suçin'in önemli bulduğunu varsaydığım bu Bennis kitabını
yeniden çevirmek için yeterli gerekçesi var. Bir yerlerde açıklamış olmalı. Önemli çünkü.
Aşağıda yazacağım ve kısa tutacağım yazı dev bir ayraç içine alınmış kitaba odaklanacak ve daha
şimdiden belli, hiçbir anlam taşımayacak. Çünkü klasik Ortadoğu, Doğu ekinlerini doğru dürüst
tanımadan; klasik Japon, Çin, Hint, Arap, İran (Asya?) yazınında 'aşk'ın
(erotizm) çok boyutlu, oylumlu, çok özel yerini karşılaştırmalı ve etkileşimli olarak kavramadan;
Doğu
(Ortadoğu) ve Batı (Afrika, Avrupa) Arap, Berberi, Endülüs coğrafyalarında Arapça'nın toplumsal
dalgalanması, yankılanması, başka ekinlerle cepheleşmesi ve ka(r/k)ışmasını, Arapça ekinlerin içrek
akış ve doğrultularını, inançla (İslam ve haliyle öteki) ilişkilenme biçimlerini bilmeden; Arap
yazını
ve sanatında (19-20.yy.) çağdaşlaşma biçimlerini (form) ve doğuş/gelişme süreçlerinde Batı ekiniyle
siyasal, toplumsal, ekinsel karşılaşma, çatışma, aktarma yordamlarını tanımadan; Kuzey Afrika
devletlerinin sömürgeleşme tarihleri ile bağımsızlaşma siyasetlerinin yazında, sanatta
egemenlik/bağımlılık ilişkisine etkilerini kavramadan vb., Bennis'i ya da diğer Arapça ekinlerin
sanatsal yazı üretimlerini doğru değerlendirebileceğimi ummayacak, kendimi kandırmayacağım. Üstelik
onca güvenilirliğine karşın ikinci dilden (çeviri) okuduğumu unutamam. O zaman bir kitabın bana
taşıdığı esinlere dayalı bir ek, çıkma, gerçekte yeniden okuma uğraşı olarak adlandırmalı bu yazmayı
umduğum şeyi.
*
Verimli bir şair olduğu kitaplarının dökümünden belli... Aynı zamanda
Fransızca'dan özellikle Bernard Noël, Mallarmé, Bataille çevirmeni Bennis. Bu belki de kült
kitaba Adonis önsöz, Noël sonsöz yazmış, geçerken belirteyim. Yazarın girişe koyduğu bir uyarısı
önemli. 2014'te şöyle uyarmış okuru: "Aşkın Kitabı, şiir,
nesir, tek yazarlılık, çok yazarlılık gibi sınırları ihlal eden, dili ve biçimi sorgulayan bir
çalışmadır." Demek şiir deyip geçemeyiz. Bir üst (meta) anlatı... Sonra bir yazarın
değil, birden çok yazarın emeğiyle (Diyâ Azzavi?) kotarılmış ya da en azından metinlerarasıcılık
gibi
tekniklerle devreye başka yazarlar sokulmuş, üstelik dil ve biçim sorgulanmış, zorlanmış…
*
Bence Adonis sunuşunda kitabın da derdini anlatmış. 'Arap insanının düşleri ve
arzuları'ndan söz edip... Şeytan dürtüyor. Doğucu (Oryantal) söyleme (Bkz. Said,
vd.) yeterince ırak mıyız? Arap insanına bakan gözlerimiz kimin gözleri? Keşke Adonis'in gözleri
olsaydı demeyecek kaç kişi var? Bu laf kendi kendinibilmezliğime. Bennis'in dilini öteleyerek
yalnızca türleri değil, ekinleri ve onların insanlarını ve onların aşkı yapma biçimlerini de
katıştırmalıyız birbirine. Ama şu bir gerçek... Adonis Bennis'in de yoluna çıkmış, ona şiirde
bedeni göstermiş, kılavuzluk etmiş biri olmalı. (Bir varsanı bu.)
İbn Hazm'a gelince, güvercininin gerdanlığı üzerine gerdanlık takmak cesaret istese gerek ve
Bennis bu cesareti kendisinde bulacak insanlardan biri. Yalnız bir sorun var. Sunuş 1994 tarihli.
Kitabın ilk yayını 99 görünüyor. Bilgilerimde bir sorun olmalı.
Bernard Noël, aşkın yeniden yazılması olarak niteliyor kitabı. "Arap medeniyetinin unutulmuş
ve bastırılmış yüzünü hatırlatma." (107) Ve küçük bir döküm yapıyor. Alıyorum buraya:
Şeyh Serrâc (1026-1106): Âşıkların Ölümleri, Şeyh
Nefzavî (Ö.1324): Itırlı Bahçe, İbn Ebî Hacele
(1324-1375): Ateşli Aşk Divanı, Ebu'l-Ferec el-İsfahanî (897-969):
Şarkılar Kitabı, İbn Hazm (994-1064): Güvercinin
Gerdanlığı.
Güvercinin Gerdanlığı'nın iki Türkçe çevirisi var (Kim, ne olduklarını
bilmiyorum.) ve Aşkın Kitabı'ndan önce okunmasının iyi olacağı kesin.
İsterdim ki bu Endülüs klasiği Suçin çevirisiyle de elimizin altında bulunsun. Çünkü Arapça dilinin
aşkın bin haliyle ilgili duygu perdelerini ud ya da keman ustasının çaldığı sazın perde
aralıklarını kavradığı gibi kavradığını düşünüyorum onun. TV izlencesinde sunucunun tüm abuk
sabukluğuna karşın Arapça ve Türkçe şiir okumasını, şiire binlerce yılın damıtılmış, mayalanmış
seslerini katmasını hiçbir şey anlamadan (Arapça bilmiyorum) ağzım açık dinledim.
Bir de şu var: Yüzme bilmeyen hiç bilmediği sınırsız okyanusta yüzme cesaretini nasıl bulabilir?
Zırcahil değilse… Benim yaptığım tam da budur.
*
Yine önce bir yeni(den) okuma yapmam gerekiyor.
Bennis başlangıçta kendisi olmadığını söylüyor. İbn Hazm'ı bin yıldan sonra yankılayarak, onun
üzerinden kadından olduğunu, öğrendiğini, onda yanıp tükendiğini söylüyor. İbn Hazm'ın ağzı,
dili, sesiyledir ilk çarpışmamız.
Yolunu yitirenler kimlerdir? Her gün olduğu gibi bugün de yola çıktın ve hesapta olmayan şey geldi
buldu seni. 'Bir sokakta' birine çarptın. "Belki de sözün titreyişiydi
bu." (21) Bütün varlık ayaklandı, dikildi, oraya aktı. İki bir oldu, bir bin parçaya
dağıldı. Oyun doğdu. Başlangıçta oyun vardı, Ey Kurtubalı âşık, doğrula beni, öyle değil mi?
"Aşkın başlangıcı oyun olur". (23) Bakışa bağlandın kaldın. "Nasıl
içtin kadehinden artakalanı?/ Nasıl can attın adını duymaya?" (25) Sanki herkesten,
herkesin sevisinden geçtin, herkesi sevdin. Çünkü 'çokludur aşk. Arapçanın
ayaküstü, öğle zamanı sesini duyuyorsun: "Kim olduğunu biliyor musun?/ 'Vallahi
bilmiyorum,' dedi". (29) Yiten kişinin sokaktan söylediği bunca yalın ve şaşkındır:
Vallahi, kim aldı usumu başımdan, bilmiyorum. Haber vermez aşk gelir inerken ve nasıl da tutuşturur
yüreği. Bennis'in sözü bedene dek inmiş, yalınlaşmış söz olmadıkça yersizdir, anlıyoruz. Hatta:
Sevişmenin gecesi ve tutkusundan sevi, o tutkudan şiir gelir. Yere böyle basarız. Bırakalım oyun
içre
bedenler çakmaktaşı gibi sürtünsünler birbirlerine. Çölün dili tutkudur ve sevdanın ebesi. Yasaklar
atılmıştır bedeni örten kumaşla birlikte bir kenara. "Yokedici bir iştir aşk/ Öyleyse teslim
ol fetih zamanına/ Bir yola gir ki götürsün seni kayboluşuna". (32) Elbette aşk daha
birçok şeydir, imdir örneğin, hadi in, daha in, 'haz verir', yetmez daha,
'sonsuzluk nehri'dir. Hazzın her anına bir ışık düşer, bir sonraki hazzı ışıtır.
"Allahıma yemin ederim ki o günü asla unutmadım." (37) Demek yolunu gönüllü
yitiren, sevendir (âşıktır).
Dinle. Günün önü ve arkasının aralığında, 'yatakta uyuyamayan o kadının' eli
boşlukta büyüyor, doluyor, 'kına kokusu' yayılıyor. "Dil tende. Emiyor
uykusu gelmesin diye. Biraz kına ve inleyiş." (43) İşve. "Eğilmiyormuş gibi
yaparak eğiliyor göğüs." (44) Boşluğa dolan haykırış. "Yerden yere."
(44) Parçalanmış bedenler ve cinayet. Kim işledi bu cinayeti? Bu beden
kimin? Her kiminse, ona söyle ki yakınmasın: "Dağılmaktan korkma ey
beden". (46) Sevebilen, sunabilendir. Ayırmaz dünyanın açlığını, yoksulluğunu. Dağıtır
güzelliğini: Vellâde gibi. Tutku, isyandır, boyun eğmezliktir. Hadi gel Yusuf. Seven her kadın
seninle
sevişmek isterse haksız olmaz. Tuzak kursun bırak da. "Tuzaklardan kurtulup bize ulaşırsa
kadınlığımızdan tattırırız." (Şeyh Nefzavi) Kadın orada anlar güzeli çirkini, iyiyi
kötüyü.
Söyle. Yüz öteki yüze döndüğünde nerede düğümlenir ve çözülür? Hadis ne diyor: "Sizin
dünyanızda bana üç şey sevdirildi: Kadınlar, güzel koku ve gözlerimin nuru olan namaz."
Namaz hazırlayıcı mı, toplayıcı mı? Ama ilk ikisine ve ikisinden ötürü belli… Yüzün yüzde gördüğü
nedir peki? Deniz? Görünmeyen? "el-Hacib bin Sehl gidip uzaklaşırken kadın, adamın üstüne
bastığı toprağı, çakılı, ışığı ve otu öpüp kokluyormuş." (71) Yüz, yüze hazırlanır. Yüz,
yüzle uğraşır. İki yüz, iki ses yan yana akar (da buluşmaz). Yüz, yüze kavuşur: "Benim
göğüm/ Altında gökler ulur//…//Benim göğüm/ Kavuşmanın göğü." (79)
Söyle. Aşk öldürür mü? (Mevlana). Bu beden parçaları kimin? Benim mi? Ben şimdi kimim? "Asur
yıldızını arıyorum veya yakındaki Gırnata'nın şarkısını (…) Allah aşkına. Ey Kayrevan kızları.
Yağı yanmış kandillerim var. Kemik benim kemiğim." (83) Söyle, 'benim zamanım
olamayacak bir zamanda', benim değilsen, kiminsin? Belki aşk öldürmez, ama tutkuyla ölümü
istemektir. Seven ölmek (sonsuzca ölmek), sevmeyi sonsuz kılmak için sevmekten ölmek ister. Kays
şöyle
haber gönderir Leyla'ya: "Ey Leyla/ Devamlı bir mutsuzluk ve tükenmez bir bela/
Musallat ettin bana." (88) Ben ekliyorum: Razıyım. Başka şey istemem. Vuslatı
bile istemem, ölmekten başka bir şey ise…
Bennis, İbn Hazm'a yazdığı mektubuna şöyle başlıyor: "Artık benim çağımda samimiyet
yok, İbn Hazm". (103) Erkek günlük koşuşturmacalarının arasında sıkışıp kalmış, kadın
bilenmez ile kuaför arasında 'telef olmuş'. Yıldızlar omuzlardan düşmüştür.
"Dünyamızın bu çağında/ Katlediyor milletler milletleri". (104) Şöyle soruyor İbn
Hazm'a: "Neden bahsetmemi istersin ey İbn Hazm?/ Öldürme çağıdır benim
çağım". (105) Teşekkür ediyor: "Ve ben, ey İbn Hazm/ Sana eşlik ettim
samimiyetinde ve sevginde/ Başkaları da eşlik etti bize/ Mübarek bir yalnızlıktan korkmuyorum/
Çünkü
odur son meskenim/ Odur bana bir ışığı ve bir maralı bahşeden/ Benim olmayan bir şiddet
çağında." (10)
*
Üzerinden bin yıl (millenium) geçmiş gökkuşağı köprüsünün girişinde 'Aşkın
İçeriği'ni tanımlayarak söze başlayan İbn Hazm, "Allah seni üstün
kılsın! Aşkın başlangıcı şaka, sonu ciddidir. Yüce nitelikleri, tam olarak ifade edilemeyecek
kadar
ince ve hassastır. Çok büyük gayret sarf etmeksizin kavranamaz onun hakikati. Aşk, ne din
tarafından
inkâr edilir, ne de kanunlar onu yasaklayabilir. Çünkü kalpler Tanrı'nın
elindedir," diyor. (Çev. Selahattin Hacıoğlu, Bordo Siyah Yayınları, 2013, İstanbul.)
Ben eğer bu birbirinden el alarak bedenleri sonrakinin üzerinde tutuşturan büyük halkalanmaya
ilişkin
birkaç soru çıkarabilirsem kendimi mutlu sayacağım. Yoksa şiiri, Bennis'in devraldığı büyük
kalıtı, Bennis'in şiirini, Endülüs sanatını, Arap ekinsel evrenini ele geçirmek, avuçlamak gibi
bir şey usumdan geçmez.
Her zaman Doğu geleneğinin dili bana içeriğiyle çelişik gibi gelmiştir, bugüne değin baskın
mesel dili deyip kolayından geçiştirdim, geçiştirdim çünkü hakiki bir yüzleşmem olmadı
gerçekte. Kulaktan dolma edinimlerle benim gibi kendini biliyor sananlara yuh, yazıklar olsun! Ama
okuduklarımızdan değil okumadıklarımızdan kuruyoruz kendimizi en çok, bunu elbette okuma çabası
içindekiler için söylüyorum. Geleneksel ekinler (kültür), özellikle toplumsal yaşamlarında
başlangıçtan sona kurumlaşma ve kurumsal sürekliliği evrimsel dönüşümlerle yaşamayan toplumlar,
diyelim ki kanbağlı, kabilesel (simgesel) ilişkilenme yapılarını, düşünme alışkanlıklarını
(Levy-Strauss yardımcı olabilir mi bunu anlamada?) kendilerini istemeden buldukları yeni dünya
bağlamlarında da sürdürürler. Ölçü (vezin), dizem (ritim), vb. eskil (arkaik) çözümler değildir,
yaşamın yansılanmasıyla (kabile üyelerinin birbirleriyle, öteki kabileyle, dış dünya ile kurduğu
tetikte, sürdürülebilirlik esaslı ilişkilenme biçimleriyle) ele gelen araçlardır ve dilde dolaysızca
yankılanırlar. Bedevi'nin Arapçası toplumun (kabile) korunması, sürdürülmesi, güvenliği için de
vurgulanıp edalanır. Bu, toplumun gündelik yeniden üretiminin somut, özdeksel (maddi) koşullarıyla
ve
düzenli aralıkları, nesne ve ilişkileri sıralama, önceleme, anlatıma getirme yordamlarıyla olur.
Üretim gündelik yaşamı ve dildeki anlatma biçemini (vurgu, ses uyumu, belleğe yazma, dizem, uyak,
yansılama, yüceltme, yığışımlı/kümülatif birikim, vb.) ağırlıklı olarak biçimler. Ama dil üretimden
sapmak zorunda olduğu için, üretimle bire bir eşleşmeyeceği, yerdeğiştiremeyeceği (yerine geçme,
ikâme
anlamında) için zorunlu yaşamın artısına (arzu, sanat) dönük olarak öteler sapmasını. Daha önemlisi
ise yalın, basit toplumun (yetersiz kaynağı olan, kendi üretmediği kaynakları yağmalayan, vb.)
kendini
kavilemede yazılama çağından çok önce, sözlü geleneğin ağır bastığı dönemlerde, düşlemini imgelemesi
(dikey, yatay eğretilemeler), ama kalıcılık ve sonsuzluk için de yarattığı bu imgelerini bir yandan
duraylılaştırma, kalıcılaştırma (ölçü ve anlatı kalıpları) zorunluluğudur. Yalın toplumun
savaşçılığını önceleyen şey tinini besleyecek sınırlı kaynaklarını eşdeğerlikli kabile yaşamı için
kişi(sellik)den kurtarmak, kabile (dil) malına dönüştürmek olmalı. Böylece herkesin elinde tini
amaca
taşıyacak bir avadanlık hazır tutuluyor. Konu savaş, yiğitlik, aşk olabilir ama tümü için küçük
kabileyi yüksekte, yüce ve sürdürülebilir tutacak belgiler, savsözler, kalıp anlatımlar, vb. dili
aynı
zamanda değerle yükleyen (iyonizasyon) toplumsal kaynaklar anlamına geliyor. Buraya dek sorun yok.
Sorun kabileden (klan, kansoylu bağ) zamana (tarihe) doğru yapılan sıçramada. Eğer kabile dili
yarattığı kalıplarla (mazmun) göğe yükselmiş ve derin topluluk bilinci (ya da güçlü kabile
liderliğinin yönetme sorumluluğu ve elbette çıkar retoriği ya da toplumsal bilinçaltı) yükselişi
inişe
çevirmişse (şamanik ritüelde olduğu gibi), yani dil tabulanmış, kutsanmış, göğün diline
dönüştürülmüşse kabileden çıkış dil (ekin) çizgisinde topluluğun geleceğinin önüne meseli,
dolayımlı (imalı) anlatımı, altınçağa dönük bağnazlığı (inak, dogma) getirir. Dışarıdan biçimsel
evrime zorlanmış ama eski anlatılarından içsel yaşamlarında kopmamış topluluk girişte sözünü ettiğim
çelişkiyle bir biçimde yüzleşir. Dil bukağısından kurtulamaz ama kurtulamadıkça özgünlüğünü,
geleneksel gücünü, ağırlığını ve güzelliğini uzak, bilinçaltı ilkörnekler (arketip), özlenen ama
tanıma gelmez şeyler, anılar olarak yüreklerde saklar, taşıtır. Aynı dil yeni bağlamla
ilişkilenmekte
zorlanır, yeni içerikler geleneğin ölçülerine oturtulur, engin sayfalar, yüzeyler açılmaz belki ama
şu
olur: gizem, büyü, içreklik, mühür, muska, okültizm. Çağdaş Batı ekiniyle içli dışlı Arap
şairi bile o eski dünya dilinin egzotik gücüne çok değişik, hatta Batılı gerekçelerle
başvurur. Dil kendini kökleriyle yeniden sunar, onun neyi karşıladığı ise içrek, bir ucu inağı
(dogma)
içeriden yumuşatacak düzeneklere, yorumbilgisine dek gider. İki seçenek vardır, ya yazılmıştır zaten
(Kur'an), yazmaya gerek yoktur (İbn Hazm'daki çözüm: Yazılmamış yoktur ya da
kendisidir, ne ise o.) ya da yazılan yazılacaktır (Batınilik, tasavvuf, tekke.) Bizi ilgilendiren
ikincisi olduğuna göre (yapıtla, yazılanla işimiz) oradaki çelişkiden doğuyor şaşkınlığımız.
Kuşkusuz
birçok yazar, sanatçı inakötesine geçmiştir (Arap ekini bağlamında). Ama o büyük, kuşatıcı etkiyle
ilişki sürmektedir (Adonis örneğin.) Yeni küresel siyasetler de geleneği üstlenmeyi, tepkiselliği
getirmiştir ayrıca, bunu da belirtmem gerek. Hatta bu tepki verme biçimi direniş dili olarak bile
kullanılmıştır. Ama direnişi tartışmadan olurlayamayız.
Ancak Endülüs (Emevileri) göğün dilini aralamış, Bedevi kalıbı zorlayan (ya da yeniden anlamaya
çalışan) bir sapma yaşamıştır. Nedeni yerleşikliği gündemine almasıydı. Öteki İslam örgütlenmeleri
kabilenin süreği olarak imparatorluklar çağında bile (Emevi, Abbasi, Osmanlı) savaşçı geleneği
sürdürmek zorunda kaldılar. Endülüs ise incisini korumak için savaşacaktı bir noktadan sonra. Ama
şansı yoktu. Arap sanatçı (en çağdaşı bile) bu çelişkiyle yüzleşir. Büyük kalıtı istemese bile
taşıma
gereği duyar. Ama onun psikanalizi yapılmamış, irdelemeye, çözümlemeye alınmamış, kabul edilmek
zorunda kalınmış, başlangıcı ve sonu birleştiren hükmünün (söz, kalıp, buyruk)
içolanakları,
duygusal şiddeti ve yüksekliği, atavik etkisi, altın çağ (sahabe) düşü kolayından gözardı edilecek
bir
anlatma, dışavurma biçimi değildir. O dil beşikteki çocuğa ninni etkisini toplumsal bilinçaltını
düzgüleyerek yaşatmaktadır. Tüm toplum (İran'da belirgin) eski düzgülerle (dolayısıyla
mesel diliyle) yeni ilişkilerini anlatmaya çalışmaktadır. Çelişki dediğim olumsuz anlamda
bir
şey değil. Öyle olmalı, böyle olmalı diyemem. Bu çelişkiden özgün çözümler çıkabilir, çıkıyor da.
Daha
çok da İslamın doğduğu coğrafi odaktan değil, uzak bölgelerden, çeperden çıkıyor.
Eskil ses düzeni, gündemden, dünyadan düşmüş olsa bile kulağı hazıra getirir, dili ve ağzı biçimler,
anlığı (zihni) yerleşiklik duygusuna, güvenliğe taşır. Kök duygusu, oralılık, yuvacıllık,
tamlayıcılık, yerindelik ve doğruluk (doğrulanmışlık)… Çocuksu arayış bilinçaltının kitlenmesi,
sabitlenmesiyle ilgili ve bir savunma düzeneğidir kuşkusuz. Gündelik yaşamı ikiye bölen, çelişkili
kılan bu ekinsel travmaya Doğu/Batı çatışması deyip geçmemeliyiz asla. Ciddi bir indirgemeden söz
ediyorum. Yeni çağdaş Arap şairi, örneğin Bennis, klasiği yansılayarak, oradaki bedeni, kalıbı,
sesi,
kayayı yuvasından oynatıyor, yani bin yılı aşırtarak güne getiriyor. Bakıyoruz. O beden bu beden mi?
Yürüyüşü, salınışı, nazarı, işvesi, çağrısı, okşayışı, arayışları ile bedenin izini kalıplara (inak,
dogma) rağmen izliyoruz ve dilsel tutumu (strateji) anlamaya çalışıyoruz. Dilin dışavurma,
yankılanma
biçimi ve bunun yapıları hangi içeriği, nereye dek taşırlar? Bizde Tevfik Fikret, Mehmet Akif,
özellikle çözüme yaklaştığı biçimiyle Yahya Kemal (ki Ahmet Haşim bir çözümdür aslında) sorunla
yüzleştiler ve kısa zamanda (geleneksizliğimiz burada işimize yaradığından) çelişki çözüldü, çünkü
bizde yapaydı. İran, Arap ekininde olduğu gibi dil/toplum eytişmesi çelişkilerle günümüze taşınıp
gelmedi. Arap şairi o büyük dilsel geleneğiyle yüzleşmeden, ilişkilenmeden şiir üretemez.
Bunca zırvalamadan sonra gelelim Bennis'in Aşkın Kitabı'na.
Bennis'i bu kitabıyla, yüzleşmenin kusursuz yeni örneği olarak anlayabildim, algılayabildim mi?
Eğer klasikleri bilseydim bu soruya bir yanıt verebilirdim. Mehmet Hakkı Suçin'in klasik Arap
(Endülüs) tinini yakalamış diline (çevirisine) karşın dalgayı izleyen dalgadan çoğunu göremedi
bulanık, miyop algım. Yansılama kusursuzdu neredeyse ama fazla kusursuz gibi geldi bana. Bu
metin (Sanırım Bennis de bunu istiyor.) 10-11. yüzyıla taşınabilir, oradan okunabilirdi. Aslında tam
da bu özellik metinlerarasıcılığı, hermeneutiği, metnin zaman/uzam aşan yeni kavranılışını
gündeme getiriyor. Şairin metinle böyle zengin biçimlerde ilişkilendiğini, yazı tutumunun (poetika)
Aşkın Kitabı'yla örneklendiğini söyleyebilirim. Çokyazarlılık, kaynak
gösterilmeyen alıntılar, tıpkılanmış deyiler, düzenlemeler vb. deneysel bir tasarla karşı karşıya
geldiğimizin kanıtları zaten. (Ardçağcılık?)
Soruma henüz biçim verebilmiş, onu yükseltebilmiş olmadığımın ayrımındayım. İslamın sanatla (şiirle)
ilişkilenme biçiminden önce İslamın kabileyle ilişkisini anlamak doğru olurdu. Yedi yaşında
kızlar diri diri toprağa gömülüyordu, İslam ilkel kabile yaşantısının bu ve benzeri örneklerine son
verdi, ilkellikten uygarlık (ekin) çıkardı, savlarını oldum olası tartışmalı buldum. İslamın o gün
bugün biçimlenmesi kesintili, sapmalı süregelmektedir ya ilk biçimlenişi kabiledendir. Ve
Tanrı (az öncenin putu) yadsınarak getirilir ama Tanrıyla ilişkinin somut, bedensel biçimi
(dili, anlatısı, gereği, vb.) hemence, kolayından değişmez. Konu şudur, Tanrının gerekçesi
biricikliği
ise ve Musevi'den, İsevi'den sonra gelinecekse söz Bir ağzın sözü olmak
zorundadır, şiir Tektir (Kur'an) ve geriye kalan her şey
'şirk'tir. Böyle olmaması olanaksızdır. Bunu yazmamın nedeni eleştiri (kritik)
değil, sıçramanın öznesi olan sıçrayanın (bedeninin) aynı beden oluşu ve bedene yalnızca yeni don
biçildiğidir. Kuşkusuz eytişme (diyalektik) devrededir, nicelik nitelikte aşkınlaşmış, tarih geri
dönüşsüzce akmıştır. (Ben ilerleme demekten çekinmiyorum.) Yeni erk tasarı (iktidar
projesi)
eski bedeni (ve onun belirme biçimlerini) kullanacaktır, yanında ya da karşısında (anti-)
olarak. (Bir duruşa, bedene karşı olmak da onun tarafından biçimlenmektir özünde.) Şimdi
Bir'den yine Bir'e örgensel dolanıma, çember düşüncesine geldik.
Entropisiz bir evren tasarımı. Bu düşüngüdür (ideoloji). Varış çıkışadır çünkü. Öyle
olamayacağından (Termodinamik II) döngü düşlemseldir, yani çemberin kapanması…
Mutezile bu kapanmayı, büyük döngüyü delmeye çalıştı çünkü toplumsal kaynak artıya (fazla)
geçmişti, varsıllık düşlemi (fantezi) olanaklı kılıyordu, hoşgörü erk açısından sakıncasızdı
(tehlikesiz). Zamanları indirgeyen durgunluk, kıpısızlık, çölün başlangıçtan ve bitişten uzak
sonsuzluğu (yinelenme) çağrıştıran aşkın, trans (tarih dışı) imgesi, ilk dilin (anlatma)
son
dile sanki dolayımsızca kavuşmasını sağladı. Çöl bitmezdi, Tanrı'nın başlangıcı ve sonu yoktu,
hep burada hep böyleydi, O'nun sesinden başka sese katlanılamazdı. Yazı ancak o sesi yankılardı,
dalga dalga. Dünyanın başlama yanılsamasıyla süren öyküleri aynı yere döner, bittiği
yanılsamasıyla O'nun sözüne kitlenirdi. Kabilenin eşbiçimli (homojen), küresel, pekişik,
tümcül asabiyyesi (İbn Haldun: Mukaddime, 14 yy.) tarihsizdi. (Aslında olanaksız.) Son
yazılan şiir ilk yazılan şiirin gölgesiydi ve tersi. Adonis bu ağulu durumdan kurtulmak için
çırpınıyor gibi gelmişti bana. Her çağdaş Arap şairi bu yüzleşmeyi yaşamış, kendince bir çözüm
üretmiş
olmalı. Kabile duygusu, nice zamanlar sonra bile, öznelik çabasının ümüğünü sıkmış, göğsüne çökmüş
olmalı. Ama birçok şair bence kutsalın (ilk söz) büyüleyici toplumsal etkisini (sözün Tanrısal
esinini) kullanışlı, yararlı bulmuş olmalı. Öte yandan bu türden klasiğe dönük yenidenyorumların
aynı
zamanda sömürgecilik karşıtı bir yazı siyasetiyle, ayrıca kökensel gururla ve geçmişe saygıyla
ilişkili olduğunu düşünmememiz için de bir neden yok. Elbette tavşanın dağa karşıcıllığını, hatta
dağın tavşanın bu karşı komasından doğan dağlığını, dağoluşunu (orojenez) çattığını da
düşünebiliriz.
Sorumuzu yitirdik mi, nerede, neydi acaba? Örgensel (organik) toplum diye bir şey yok. Çelişkilerin
katılaştığı, katılaşmış yapıların karşıt terimleri bir arada olağanüstü bağlamlar, koşullar,
kesintiler, kopukluklar nedeniyle uzun sürelerde yaşattığı olur. Bu, küre ölçekli kaynak yaratma
siyasetlerinin dünden bugüne (savaşlar, sömürgecilik, vb.) seyriyle ve özgün coğrafyalarda, özgün
topluluklara dayatılmış zorba çözümlerle (!) ilgili. Kimin için çözüm sorusu doğrudur. Yani ilk
söz sonsuzca yinelenmez ve çöl de adım adım derişir, dönüşür, biter. Sözün dorukta yarattığı
o
salınma, bugünün kentinin sokaklarında bozunuma uğrar. Şair genetik kodu, kulağının kıvrımında iyi
zamanların (aşkın aşk olduğu) yerleşik sesini direnmenin son biçimi olarak (bir şeyi değil birçok
şeyi
yaşattığını umarak) dışa verir, yansıtır. Onun derdi yalvacın (peygamber, ermiş) derdi değildir,
inanç
taşımak hiç değil. İnakın güzelliğini (bitmişlik, kapanmışlık, yeterlilik, tözsellik)
özlemle
anışından duygulu, ideayla görevlidir. Görevlidir (misyoner), evet. Yeni zamanların
esinleyicisi, anımsatıcıdır ama gerçekte neyi anımsıyoruz?
Eskil tınlama (ses/sus değerleri, aralıklar, parlak/donuk sesler, vb) ne olduğunu çıkaramadığımız
ama
hısımı olduğumuz bir şeyi çağrıştırıyor sahiden. Buncalık olmadığımızı, ötemiz, ötelerdenliğimizle
gurur duyabileceğimizi anlarız okudukça. Yüce bir biçimin (form) taşıyanlarıyız. Şiir zaten genelde
biraz da böyle bir şey... Bize zaman/uzam aşırtan, bu aşkınlıkla mest eden şey, büyü… Açık (!)
diyebileceğimiz toplumlarda da bu tını belli belirsiz dipte duyulur. (Mite uzanır ucu.)
Buralardan soruyu bir kez daha getirmeyi deneyelim. Şu beden. İnanç ya da inak (dogma) dünyalık
bedenle ne yapar, işler? Her türden metafiziğin temel hesaplaşmalarının dışında kalmadı elbette
inanç
dizgeleri de. Bedenin tine sığmayan artığını (Lacan, Zizek?) inak nasıl çöz(üml)er? Hemen tüm ana
mezhepleriyle İslam ya da Protestanlık bunu çözmeye en yakın duran yararcı (pragmatik)
inaklardır derdim eğer Tanrısız Hinduizm, Budizm gibi gelenekler bedeni törenlerinin (ritüel)
aygıtlarına dönüştürmemiş olsalardı. İslamın çözümü kabile bedeninin sürdürülmesinden
ibarettir. Ve yalınkat çöl somuttan soyuta hızlı sıçranması nedeniyle beden üzerinde yeterince
çalışamadı, yontma biçme, yüzeyleme, kesme (traşlama) çalışması yapılamadı. Bedenle
Söz arasındaki çatışma dikkate alın(a)madı bile. Söz yer yer bedene
büküldü. Emevi ve Abbasi dönem, usun çelişkiden kurtulma manevralarının doruk yaptığı zamanlardı.
Endülüs (Afrika Berberileri, vb.) bana göre çatışmayı üstlenmedi. Pirenelere itilmiş öteki
aynı zamanda belirleyiciydi de. Düşmanı tanımak koşuldu. Git git beden çoğunluğu
oluşturan yoksulun değil, azınlığın ayrıcalığı ve tekeline dönüştü. İnak da öyle… Varlık (mülk)
birikti. Orada tam bir uzlaşma bedeni aykırıladı, saptırabildi, inak bu bedeni erk
üzerinden
(halife, sultan, padişah, imparator, her ne ise) onadı. Ayrıcalıklının (Tanrı'nın seçtiklerinin)
elbette günahı olamazdı. Onların günahının bedelini de yoksulun bedeni sayısız biçimlerde
ve
şiddette ödedi. Yönetici sınıflar (kansoylu aile, askeri liderlik, vb.) bağışıklığın ve göksel
temsilin haramından beslendiler. İnak onlara çalışmak zorundaydı, özünde siyasetti çünkü. Bedenin
arzusu, isteği sınırı zorladı, sanat bu zorlamanın sungusu, inağın ayrıcalıklı bedene şakıması,
yüceltmeden başka şey değildi. Çobanın hakkıydı sapkınlık (en geniş anlamda) ve şiir ona
aracıydı (kaside). Önemli olan buradaki şaşırtıcı pragma… Mevlana'da da
örnekleri bolca görünen bedensel doğrudanlık, bugün dile getirmede zorlanacağımız birçok konuda
rahatlık, sonradan İslamlaşmış Türkler ve onların kendilerini anlatma biçimleri için bir olanaktı da
(imkân). İslamın dili ve budunu ne yazık ki Türk ekinlerini ve anlatım biçimlerini kat be kat geride
bıraktı. Anlatmadan çok yapmaya ayarlı kökenlerimiz (göçerlik) varlığın durdurulmasıyla doğrudan
ilgili güzellik biçim ve içerikleriyle oyalanmadı (betimleme yapmadı) yazık ki. Taşıdı, aktardı
(nakil), Osmanlıcayla (devşirme jargon, üstdil) tükendi. Arap tarihinden bambaşka biçimlerde
seyretti
bizim tarihimiz, her iki tarih de başka toplumların artığına göz dikmiş olsa ve bu konuda benzeşse
de…
Olanaktı dedim, beden ve bedenle yapılan şey gösterilmeli mi, gösterilebilir miydi? Arap yazını
bedenin gerçek adını neredeyse sakınımsız kullanabildi, kim, hangi kaynak
'cevaz' verdi yukarıda anlamaya çalıştım (kabile tini). Ancak 19.yüzyıldan sonra
Katolik çizgisinde bedeni örtme, saklama siyasetini öne çıkardılar, meşrebi geniş, somut beden
imaları
gündemden silindi gitti. Ancak Batıya, Afrika'ya doğru gidildikçe ya da Batı coğrafyasına
geçildikçe o beden eski çağrışımlarıyla anımsanıyor. Çünkü köklerden başlayarak yine de sürebilmiş
toplumun kazanımı, gömütüdür (hazine) o. Yukarıda tutulması, anımsanması, anımsandıkça yaşama
iste(ğ/m)ini diri tutması beklenen varsıllık, yürekte tortullaşmış halk duyusudur. En yalın,
bölünemeyen birimler bir araya getirilerek, tüm artıklardan arıtılmış saf duyum ve edimler... Evet,
kazanılmıştan, daha doğrusu kazanılmışın utkusundan ve bu utkunun yaratabileceği, genişletirsek
evrensel sev(g)iden söz ediyoruz. Cinslerini ayırmış türümüz (omurgalı memeliler) eşeyli üremeyi
bilince getirip ekine (kültür) buladı, hatta böylece öteki uca taşıdı. Dirimbilimsel (biyolojik)
zorunluluk bastırıldı, anlatıdan sürgün edildi. Yerine bilinç ve onun dışavurulmuş
biçimleri
(din, felsefe, bilim, sanat) toplumsal ayrışmanın bağlamına uygun açıklamaları, anlatıları geçirdi.
Zaman tüm bu açıklamaları da elbette metalaştırma yönünde büktü (pornografi). Aşağı yukarı
tüm bir tarih çıktı bu yelpazeden. Altlığı iyelik düzen(lemes)idir, yani erk yapıları. Konumuz bu
değil. Araya geniş mi geniş bir erotizm anlatısı giriyor ki tanıma gelmez, sınırları
çizilemez şeydir baştan söyleyelim. Aktörenin neresinden başlasanız içine erotik bir
süsleme
(vinyet) katmanız olanaklı. Bence erotizmin ne olduğundan, zamana ve zemine uygun olarak nasıl
anlaşılabileceğinden çok erotik açılımın içinde yuvalandığı dizgeyle (sistem) nasıl ilişkilendiğidir
önemli olan ama soruma bağlarsak, belli bir yerdeki belli bir ekin (Arap) toplumsal, tinsel,
aktörel,
vb. kurgusu içerisinde erotizme (cinsellikten başlayarak) gerekli alanı nasıl açıyor, diye
sorabiliriz. Toplumun simgeleri (ikonik varlıkları), törenleri (ritüel), dolaylı alegorileri nasıl
toplumsal yaşama sürdüğü, yedirdiği meselesidir bu aynı zamanda. Çünkü artık (arzu nesnesi)
hep başka yerde olana bedeni sürüklüyor ve ancak istemi (irade) kırma niyeti (Budizm,
Schopenhauer, vb.) bana göre yine aynı şeyi yaparak, yani ölüme çağrı çıkararak ayracalaşıyor.
Yeryüzünün, kaba/kötü/çirkin varlığın (Aristoteles), balçığın kiri (günah), yerçekimi etkisinde
çürümüş tüm varlıklar, yeraltına (cehennem, atık yapıları, kanalizasyon, vb.) itilse, saklansa,
gözden
kaçırılsa da beslenme, barınma, üremenin kaçınılmaz süreçleri olarak yaşamlarımıza yine de eşlik
ediyorlar. Dışkılamadan, sevişmeden, varlığımızı güvencelemeden yapamıyoruz ve dikkat, bunların
sağlanma oranı ile zevk koşutlu yükselip alçalıyor. (Lacan ve Zizek'ten yardım alınabilir tüm bu
konularda. Ben elbette kabaca ve çarpıtarak ilerliyorum.) Ayrıntılara giremem, ama gizli, yasak,
mahrem kavramının ekinlere göre değişken içerik ve gücü buralardan geliyor. Egemen dizge
olağan, doğal ilişkilenme biçimi dayatıyor ve bence bir Ekin Tarihi evrimi izlemeye yeter: Hazzın
yüceltimi, gizemlileştirilmesi (sofistikasyon), ince, çekici, albenili örtüler altında ters
işlevlendirilmesi, vb. Konumuzla ilgili olansa; dinsel çevrenlere, inanç tanımlı erklenmelere dayalı
toplumlarda zorunluluklar alanının kendisine nasıl alanlar açabildiği, anlatılar yaratabildiği...
Tersi söz konusu değil çünkü. Gizli, yeraltında ya da kılıfına uydurularak sayısız yerüstüne sızma
işletimleriyle (operasyon) diyebilirim. Neyi imaladığım belli. Nesne orada duruyor? Koşullar
gizlemeye
(kamuflaj) yatkın, eğilimli ise özgür bilinç, irade, özne çıkış yolunu nasıl bulacak? Yasak (sansür)
nasıl aşılacak? Ama yukarıda değinip geçtiğim bir şey var. Egemenin yaşamı ile yönetilenin
(çoğunluk)
yaşamı ve her ikisine uygulanan (arzu) baskılama yapıları başka, hatta çelişiktir. Ayrıcalıklı
egemenin konumu babanın (Tanrı, Musa, erkek) konumudur, O'nun arzusunun konumu (statü)
saltıktır (mutlak), tartışılmaz gerçektir. (Freud, Lacan.) Sanatçı çağdaş toplumlara
gelinceye dek egemenin yamaçlarında konuşlanmıştır. Egemenin isteğine (arzu) aracılık etme görevi,
işlevi vardır (yani gerekçesi). Öte yandan halktan çıkmış, becerisiyle egemene yamanabilmiştir,
halkın
düşleminin taşıyıcısıdır derinliklerinde. Egemen kendisi için sanat yapmaz, yaptırır. (Daha önce de
halkıyla Tanrı arasında aracılık etmiştir.) Egemenin sanata ilişkin ölçütü genelde anlık,
rastlansal,
keyfidir. Zevkinin (dolayısıyla erkin) beslenmesiyle ilgilidir ki yücelik, güzellik,
yiğitlik, vb. başlıklar girer altına. Egemen göz kırptığında, biricik okuru da egemenler çevresi
olacağından bülbül (şair) ona şakıyacaktır. (Özgürlüğü bu kırpılmış göz imasıyla ve şairin algı
eşiğiyle yakından ilgilidir, çünkü küçücük yanlış anlamanın bedeli doğrudan bedendir.)
Şairin
özgürlüğü sarayın özgürlüğüdür genellersek. Yergi (hiciv) bile saraydan nemalanır, onunla ilgilidir.
Bütün bunlar önemli değil. Kendine erotik bir kulvar (yeraltını, Euridice'yi,
Lucifer'i, Şeytan'ı, Kadın'ı yerüstüne çıkarma ve yine de cennetlik kalma umudu)
nasıl açacaktır? Yazman ya da hangi biçem, yasağı delmekle kalmayacak, ötesine geçecektir. Yanaymış
gibi yapmak, erotik anlatıyı (mesel) inaklamak (inak kılıfıyla sarmalamak), söylemi,
retoriği
Tek şiirin (şirksiz şiir: Kur'an) söyleminde yankılamak, geleneğin önceden sonraya
devredilmiş ölçüsünü, kalıbını, vb. zamanaşan ilkörnek (arketip) olarak içgüdüsel bir örgeye (motif)
bağlamak, babadan oğula seslenme biçimlerini yansılamak, toplumu orada tutan jesti tıpkılamak,
yaşama
(yalına) yakınlık duygusunu diri tutmak ama daha da çoğu: gizli olanın, kişisel, özel olanın,
mahremin her neredeyse orada kalmasını sağlamak, inağın buyrultusu içeriyi es geçecek,
dışarıda kaldığı yerden sürüyormuş izlenimi verecek, üstelik ele güne gösterilecek, hatta
duyurulacaktır (ilân). İslam dışadönük, dışavurumcu, gösteren bir dindir. İnançlı ötekine inancını
göstermek zorundadır (kollektivite). Eğer erkekler birlikte namazlarını kılıyor, İslam'ın
koşullarını göstere göstere (teşhir) yerine getiriyorlarsa hiçbir Müslüman erkek öteki yanda, kapalı
mahsusmahalinde ne yaşandığını sormayacaktır diğerine. Yeter ki oradan Müslüman erkek
olarak
çıksın. Çünkü kabilenin gidişi (yolu, tariki) mahreme sıkıştırılmış özelden değil
dışarıdalıktandır, erkekten erkeğedir, erkeklerarası dayanışmadandır (asabiyye). Demek ki
erkek erkeğe mahremi bağışlamıştır (Yalvaç üzerinden asıl bağışçı Tanrı'dır, Tanrı'dan
erkeğedir bağışın yönü.) İşte böylelikle erotizme özgü özerk bir alan dokunulmaz kılınmış,
açılmıştır. Sorunsuz değildir kuşkusuz. Ama İslamın yararcı (pragmatik) gerçekçiliği bence her iki
kanaldan da bu yararcı durumu kendi içinde çözmüştür. İslam egemenin erk aracı olduğu (yeryüzü erki)
ve diğer inançlarla birlikte değil rağmen tasarısına bağlandığı için (Fetih, Dünyayı
İslamlaştırmak, Şahadet) yararcılığı ve bunun her koşulda doğrulanması konusunda denetimsizdir,
ölçüsüzdür. Başka olanın hakkıyla kendine sınır çizmez. Hiçbir din erke (iktidar) ve
topluma
İslam denli katışık, karışık, yakın değil tüm bu tarihsel nedenlerle. İslam tarihiyle ilgili bir
tartışma yapmadığımıza göre şimdi sadede gelerek erotik adanın, özerklik alanının oldukça
sert, çöl yabanıllığında ve kabile savaşkanlığı içre korunabilmesini, dilde dışavurumunun onay
görebilmesini anlamaya başlayabiliriz. İnakçıl güç kullanma eğilimi, hak edilmiş cennete dönük bir
parmak bal ödülünün geçeri, mazereti sayılır, yeter ki savaşçı savaşa hazır olsun. Bunu klasik Roma
ya
da Isparta örnekleriyle ya da Dağlı topluluklarla karşılaştırmak iyi olabilir. Özellikle
köleciliği eylemli (fiili) olarak olmasa da imgeleminde bir biçimde yaşatan (kadın erkek
ilişkileri başlı başına bir konu) toplum erkeğe küçük sapma alanı açar. (Günümüz tartışmaları bu
açılardan da irdelenebilir.) 20.yüzyılın Arap (Batı) şairi bütün bunları bilerek klasiğe ve onun
erotik damarına göz atmaktadır. Tersini düşünemeyiz. Bennis yansılamasını kitabının V. bölümündeki
son
şiirinde, İbn Hazm'a Mektup'ta keser. Ona seslenerek, kitabının
tezini, gerekçesini dile getirir: Sahiciliği yitirdik, aşkın somutluğunu, ele gelir doluluğunu…
Çünkü
biz kadın ve erkekler kadın ve erkekler olmaktan çıktık. Sahte bir dünyanın tinini yitirmiş,
yabancılaşmış tüketicilerinden ibaretiz. İçtenlik yok. Dokunma yok. Özlemek, buluşmak (vuslat),
sevişmek yok ama bedenin bedeni yok sayması, silmesi, ortadan kaldırması, yıkımı var. Cinayet
usumuzu
ele geçirmiş, nefretle dolmuş içimiz. Elimizde bir kitap kalmış,
'titrek' kitap. Her şeyde olduğu gibi sevi(şme)nin de içini öyle boşaltmışız ki o
güzel günleri ve şarkılarını (şiirlerini) anarak avutuyoruz gölgesiz ve kavruk gönlümüzü.
Devrim aşkta, aşkla başlamalı belki. Yeniden kadını ve erkeği, dokunmayı öğrenerek… Bennis'in
yüze çıkardığı şey, anımsamamız gereken bir şey, yoksa sevgisizlikle varacağımız yer, robotik
evrendir. Orada anlatmaya, dokunmaya, yaşama sevinci duymaya da gerek yok, yazılımla sanal
erotizm öngörülmedikçe. Bu olduğundaysa beden sonsuza dek yitirilmiş demektir.
Bennis'in kitabı bunları düşündürdü bana.