Özyaşar, Murat; Sarı Kahkaha(2016, Öykü),
Doğan Kitap yayınları, Birinci Basım, Şubat 2015, İstanbul, 108 s.
Doğrusu, 2008'de, yani
neredeyse 10 yıl önce okuduğum kitabı Ayna
çarpması
(2008) için çok sert, kısa bir yazı yazmışım (Ekte.)
ama öfkem daha çok kitabı ödüllendiren seçici
kurullara, yazınımızın yazın dışı ölçütleri devrede
tutmasına, vb. yönelmiş. Yazarın kitabına dönük çok
da şey söylememişim. Doğru davrandığımı söyleyemem.
Yazdıklarımın birçoğu da duygusal, yazındışı nedenlere dayalı
ve yazınsal bağlam içinde yanlış duruyor.
Sarı Kahkaha
yanılmıyorsam genç yazarın (1979 doğumlu) ikinci kitabı.
Duygusal tepkim onu okumamı engellemiyor ki bu iyi. (Kendimi
kutluyorum.) üstelik bu kez öfkelenmekten daha önemli
bir şeyle ilgiliyim. Geçerken belirteyim, yazarımız bu
kitabıyla Balkanika
Vakfı'nın 2016 yılı Uluslararası Edebiyat ödülü'nü
Sylvain Cavailles'ın Fransızca çevirisiyle aldı. (5
Aralık 2017, basın).
Yazarımız
(8 Eylül) 2017'de, 29779 sayılı kanun
hükmünde kararname
(23 Temmuz) ile öğretmenlikten açığa alındı ve arkasından
gözaltına. Basında konu Murat Özyaşar özelinde epeyce
yankılandı. TV'de Sarı
Kahkaha'nın
yayınlanmasından sonra yapılmış bir söyleşisini dinledim.
Aslında yazarlığı konusunda güven veren içten, yaşına
karşın oldukça birikimli, çekingen ama olgun bir
izlenim bıraktı üzerimde. Kitap adlarının anlamını açıklaması
önemliydi: öykülerin izleksel altyapısını oluşturan
Ayna
çarpması,
aslında berberlerde aynaya baktıkça bunalım geçirme
tepkisine (ben duymamıştım) verilen ad. Sarı
Kahkaha ise
yasevinde iplerin koptuğu ve kahkahaların atıldığı çıldırı
anına denirmiş. İkisi de simgesel gücü yüksek, güçlü
çıkış noktaları aslında öykü açısından
düşündüğümüzde.
*
Kepenk,
anlatıcı dilinin, anlatımın nasıl yaşananla büküldüğünü,
özgün ve güncel içerikle yeniden kullanıma
sokulduğunu başarıyla gösteriyor bize. "Bak
inkârla geçti bahar, imhayla geldi yaz, parça
tesirliydi sonbahar. Ama madem daha ölmedik, burada olmaya,
dünyada kalmaya devam."
(14) Hatta amaçlı bir gösterim olduğunu düşünebiliriz:
"...derken
bir dağın kandilini söndürmeye kalkan savaş uçaklarının
gürültüsü, fır fır tepemizde döndü
askeri helikopterler. Nişan alınmış taşlarla delik deşik olmuş bir
panzer ezdi geçti asfaltı. Katran. Tüfeğin saçması
gibi dağıldı insanlar."
(16) İki arkadaş düşünceleri ve izlenimleri kovalayan
söyleşileri ve mahalle ağzıyla serseri turlarını sürdürüyorlar
öykü boyunca. "Baktık./
Kimi insan bakmak içindir."
(18) Elinde çakmak olmasına karşın mendil satmaya kalkan
çocuktan al haberi: Yarın,
kepenk kapatma eylemi var ağbi.
Sait Faik buralarda bir yerde...
Kepenk
kapatma eylemi. üç gün sokağa çıkma yasağı:
"El
konulmuş üç günlük bir dünya, herkesi
evinden alan bir şehirdi gördüğüm."
(Yan,
22) İyiden iyiye yontulmuş, dinmiş, sokağa sinmiş, mahallenin
gündelik dili (mahalle artık darbe yemiş olsa da) rahat, bildik
akışını sürdürüyor. Tetikte bir anlak (zekâ),
uyanıklık acıdan şaka çıkarmanın eşiğinde, birikimi masaya
sürüyor ve yüksek oynuyor. (özyaşar'ı
alkışlıyorum beklentili.) İçeriğe bakmıyorum çünkü
ona nereden baktığın önemli. üstelik karşıda olmak seni
kimin yanına taşıyor asla unutma. " 'Sıra
sende' dedi Kâmil zafere kapılmış sesiyle. Hamlesinden
değil, sesinin tonundan değil, beni incitmesinden de değil, beni
incitmeye çalışmasından incindim. Hayatın provası sert, sanki
kış ve devlet."
(26) Dolu, öfkeli yazarımız 'kış
ve devlet'
diyerek iyi mi yaptı, kötü mü? Açık ve cesurca
oynaması neden kötü olsun? Ama duygu, yazınımıza nerelerde
gezinmek gerektiğini anımsatıyor işte. Anlatıcımızın karşısında
Kâmil, satrançla birlikte öyküleriyle de
bunalttı iyiden. Tam, bana hikâye anlatmayın len, diyecek
yandan
bir ses, 'Atını
oyna'.
Nasıl gördün o hamleyi, sorusuna gelen yanıt mı? "Ben
on yıl dağda, yirmi yıl hapishanede kaldım."
(29)
Tekerlekli
sandalyede felçli Ekber anlatıyor (Felç).
" 'üzülme'
dedi teyzem kızı, 'sana kız mı yok?'/ Yoktu.// Biliyorum
dünya güzeldi, ama bana değil."
(35) Baba Monika'nın peşinde Almanya'da. 'Baba
eve dön!'
(36) Annenin merak ettiği, Refik yapabiliyor mu, yapamıyor mu? Bunu
anlamanın tek yolu, Refik'in Ekber'i bilinen yere,
mektebe
(genelev) götürmesi. 'Gel kocacığım, gel. Ama Ekber,
'Alev'in çarşafa dağılmış kıvırcık sarı saçlarının
ayırdına varır varmaz' bayılır. Gün geçer.
Kocasıyla arası açılan teyze kızı çıkagelir. Annenin
tezgâhı mı bu? "Sonunda
incecik parmaklarıyla çadırımı söktü. Kamış kalemimi
hokka ağzına aldı. Derken şaha kalkmış görkemli atımın üstüne
bindi. İnim inim inlerken araya benim güçlü ve
düzensiz hırıltılarım karıştı. Böyle böyle, inleye
inleye, birbirimizi terlettik. Benim o saati değin 'sağlam'
bir hayatım varmış. Felç olmak nedir, ben asıl o zaman
anladım."
(43) Düş müydü bu, yoksa gerçek mi?
Askerde,
Altıotuzbeş
anlatıyor esrar partisinde. "Sonra
da tek tek gözlerimize baktı. Baktı merakımız tam tıkır. Tıkır
tıkır döküldü."
(46) Ağrı bölge komutanı ağabeyin gölgesinde kalıp
denenmedik halt bırakmayan Altıotuzbeş, adı üstünde "Altı
üstü bi Altıotuzbeşti"
(53) işte. Son numarasını da ertesi günü yaptı: "Ajan
oldu alçak herif!"
(54) Sonra ne mi oldu? "...sıkmış
kendi kafasına."
(55)
"Baktın
her ismin bir hali var –Hakkı mesela, haklamaya çalışır
daima her halin bir ismi yok ama, niçin?/ Sözgelimi benim
bu halim, ne isim vereceksiniz buna, dedin."
(İsmin
Halleri,
59) Dünyaya en anlamlı yanıt olsa olsa delininki. "Bir
tur daha döndüler./ önümden geçti bir ki
Bir Ki'ler. N'oldu bilmiyorum, bağırdım kendimi.
Tarihinize koyayım, temponuza koyayım, düdüğünüzün
içindeki nohudu... endişeli yüzleri döndü
bana, ayakları hâlâ Bir Ki BİR Kİ... Dayanamadım
daha beter sataştım. Ağzıtükürüklüherifkadınadamlar,
'Bana bak aklın başında mı senin?' dediler bana./ Otuz üç
yılımı kahkahayla püskürttüm."
(67) Hişt hişt köpek!
Yaşamın
Yasak
Bölge'lerinin
çarpıcı öyküsünde (dört dörtlük,
kitabın da en iyi öyküsü) anlatıcı şöyle diyor
kendine: "Daha
ne diyeyim ben sana, hasılı 2+1 hasar, yani annen, baban ve sen."
(71) Balkondan değil kendinden sarkmak isteyen babanın oğlu olarak
dünyaya düşen anlatmasını sürdürüyor:
"Harften
heceye, heceden sözlüğe, cümlesine lanet okuduğun o
günler. O trahomlu gözler, o siyah önlük, beyaz
etamin yaka. Hazrolda tutuldun çok zaman, tek ayak üstünde
ceza. Rahata erdin sonra. Dizlerini kanattın herkes kadar, herkes
gibi dirsek çürüttün de anladın: Şu çocukların
tek bir kusuru var; büyümeleri."
(71) Koltuğunun altında kalın kitaplarla gezen nam-ı diğer Kibar
Rıza, baba. Cansever şiirinde yol alıyoruz sanki: "Adı:
Baba!../ Yahut çok çiğnenmiş bir patika."
(74) Babaya mektup mu yazacaksın yani? Geç bunları, geç
diyen işaret parmağını görüyor musun babanın? "çok
geçmedi, dayanamadın."
(78) Döndün eve. Ev ne? 1+1. Yardım ve yataklık eden
eşyalarıyla evin. Odana dökülüyorsun. Ama rahmetsiz
baban yanıbaşında, dilinin balkonundan düşürülmeyi
bekliyor hâlâ. "Canına
okur gibi okudun, canın ağzında,/ ağzında: Cânım Babam."
(82)
"Babam
aniden ölünce, öyle oldu, birden bir kış başladı ve
evin çatışı durmadan aktı."
(Kriz,
85) Evin babası, annesi kim olacak? "Babalar öyledir işte,
ölünce herkesten çok ölür." (86) "Bu
uzun soruyla, sadece biz, babamın ilk akşamına oturduk. Babamdan söz
edip sapsarı güldük, ağzımız dolu kahkaha."
(87)
*
Ödün
vermez, özgüvenli tutumuna karşın Murat özyaşar'ın
iki yapıtıyla çok olumlu yankılandığı anlaşılıyor. Biraz
üstün, harika çocuk gibi algılandığı ve yansıtıldığı
açık. Bunda basına yansımış (medyatikleştirilmiş) kişisel
öyküsünün etkisi olsa gerek. Yeni evli, OHAL'le
işinden olma, 20 günlük çocuğu varken gözaltına
alınma, sonra salıverilme, vb. Tabii haber olma konusunda yazarın en
küçük bir kusuru olduğunu düşünmediğimi
hemen belirtmem gerek. "Aslında
hikâyelerim hakkında konuşmak, onları açıklamaya, uzun
uzun anlatmaya çalışmak zoruma gidiyor," (Söyleşen
Mahmut
Yılmaz, Eylül 2016)
diyen genç yazar
kendini örten, saklayan biri değil ve açıkça,
olayın
değil, güzelin
peşinde olduğunu belirtiyor söyleşilerinde: "çünkü
bin yıllardır tekrarlanır; edebiyatçının işi "güzel"
olanladır, "doğru" olan ile değil."
(Söyleşen
Irmak
Zileli, Nisan 2015).
öyle ki alçakgönüllü bir tersyüz
etmeyle, yapmaktan, yazmaktan söz etmek yerine yazının yazara
kendini yazdırmasından söz etmeyi yeğliyor. Yazarın yazısından
daha akıllı olma gibi şansı yok. Varsa bir derdin yazarsın, diyor.
"İnsan ya kendini yazar ya da kendine yazar."
(2016)
Yazma konusunda en duyarlı
olduğu nokta şu: "Acı
nakletmeyen ve acı yaratmayan bir dil, anlatı kuruyorsunuz." Bu
çıkarsamanız için teşekkür ediyorum, dilerim okur
katında da metinlerim böyle anlaşılır. Acıyla tahrik olan
yazarların metinlerinden midem bulanıyor çünkü, hele
toplumsal meselelerin acılarıyla..."
(2016)
öyküsünün kaynağına ise şu özgün tezini
yerleştiriyor: "Cümlelerin
anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir
cümlesi olmadığı için de hikâyeler var."
(2015)
Yazı tutumuna ilişkin doğallaştırılmış, neredeyse doğaçlama
bir yönelimi öne çıkarıyor ki yine kendi söylemiyle
yazarsak: "Şöyle şöyle
bir kitap yazacağım, şöyle şöyle projelerim var, diyen biri
olmadım hiçbir zaman. Yazının başına otururken ne yazacağını,
hikâyenin nereye evrileceğini, nasıl sonlanacağını bilemeyen
biriyim ben. Yazının kahrını da keyfini de tam olarak buradan
alıyorum diyebilirim."
(2015) Yazınsal
bilgiden çok yazınsal sezgiye yatırım yapan yazarımıza göre,
yazmaktan başka gidecek yeri yoktur ve bu yazma yolu da buluşmadan
çok çatışma doğuran bir yerdir. Ne anlattığınız, nasıl
anlattığınızdan daha önemlisi niçin anlattığınızdı ve
onun anlatma derdi 'erk'
(iktidar) meselesiydi. Erkle
(siyasal) dertlidir genç yazarımız, erk deyince de usuna gelen
'kış ve devlet'dir
kuşkusuz. Hem soğuk, hem yakan insanı...
Baba
örgesi (motif) konusunda yanıtları biraz kaçamak geldi
bana. Konuyla ilgili soruları, bildik baba(-oğul) miti çevresinde
üstlendiği tam söylenemez ama karşı da çıkmadığı
açık. Ondaki 'hüzün
ve ironi'yi sırtını
yasladığı özellikle Türk yazı geleneğine bağlamak önemli
olabilir ki başta Sait Faik, Atay, Atılgan, vb. sayılmalı. Birikim
Dergisi'nden Derviş Aydın
Akkoç'un görüşü şöyle: "özyaşar'ın
metinlerini eleştirel bir işleme tabi tutmak, mevcut metinsel
akıştaki yerini tayin etmek için, mutlaka coğrafi düzleme
temas etmek üzere, ama daha önce ve öncelikle
edebi-estetik muharebe düzlemine; yazarın yazma eylemi
esnasındaki ruhsal çatışma süreçlerine, bu
çatışmalarla nasıl baş ettiğine ya da havlu attığı anlara
eğilmek gerek. Zira özyaşar'da estetik üretim
sürecindeki edebi tıkanmalar ve kilitlenmeler coğrafya
gerçekliğine göre, bu gerçekliğin olanca tazyikine
rağmen çok daha baskın ve yakıcıdır." (2018)
*
Murat
Özyaşar günümüz öykü yazarları
içerisinde dikkati çeken, Sait Faik süreği
arayışların ortalamayı tutturan, hatta zorlayan örneklerinden
biri. Türk öyküsü, içinde bulunduğumuz
dönemde, özellikle arayışların, yaratıcı buluşların yazı
uygulamalarında (teknik) öne çıktığı, etkili olduğu,
yazar adayının kendini benimsetmesinin diğer türlere göre
zor olduğu bir tür olup daha başlarken ustalık, donanım
gerektirmektedir. öykü eşiği oldukça yüksektir
ve dileyelim diğer türlerde de, özellikle şiirde ve romanda
benzer bir eşik yükseltme dalgası ortalama çizgisini
yükseltilebilsin. Oysa bakıyoruz, geçmişte kendini
kanıtlamış şiir, roman ustaları bile kendilerinin oldukça
gerisindeler, birkaç ayraca (istisna) örneği kenarda
tutarak söylüyorum bunu, yazabileceklerinin altında, kötü
örneklere adlarını verebiliyorlar. Yineliyorum, sorunu sanatçı
yazar birey sorunu olarak almak ve yansıtmak bir başka körlük
olur. öyleyse neden ülkemizde öykü türünde,
eşik ya da düzey yükseltilebiliyor, bu topluma (toplumsal
dağılmaya) karşın öykü, eşleşmeden çok karşıtlaşımlı
(antinomik) bir ilişkilenme içinde? Belki de atlanmış, kendi
açıklamam var bu konuda ama şiir türüne uymuyor.
Şiirde ters yönde çalışıyor gerekçem. Dergicilik
ve öykünün dergilerde, seçimi titiz kılan
oylumu. Şiir konusunda yazın dergileri daha savruk, gevşek
davranabilirken öykü kapladığı yer nedeniyle kendi içinde
(içkin) bir ölçütü ister istemez devreye
sokmuştur. öte yandan 80'lerden bu yana rastlansal
(kurumlara, kişilere bağlı olarak) nedenlerle öykü türü
kendine özgün akaklar, ortamlar yaratabildi. Şiir de bunu
denedi ama şiirimizin bir geleneği, geçmişi (kurumsal anlamda)
olmadığı için kimliksizlik, onca çıkış bildirisine,
yerel girişime, öbeklenime, siyasal gönderiye karşın
tutarlılık, bağdaşıklıktan, bir çizginin ağırlığını taşımaktan
yoksun kalmıştır. Hoş öyküde de okullaşmadan söz
edemeyiz. Aynı kargaşa öyküde tutum ve uygulama konusunda
sürmüş, nitelik varlığını poetik (yaratısal) kökenlerden
ve seçimlerden çok biçimsel ataklara borçlu
kalmıştır. Romansa 80'lerden sonra zamana yayılan, geçmişle
geleceği ilişkilendiren uzun erimli kurgusu nedeniyle öyküsünü
(kurgusunu) hızla yitiren toplumla birlikte dağılmıştır. öykü
zamanı serimlemeden çok düğümlemeyle ilgilidir
adının çağrışımlarının tersine. Yani bakın, demek istediğim
şu: Dağılmanın (zamansızlaşmanın, öyküsüzleşmenin)
arkasından roman türel anlamda uzun, şiir çok kısa
kalmış, öykü güzellik yarışmasında durumu
kurtarabilmiştir belli sınırlar içerisinde. öykümüzde
dünya güzeli, kraliçesi çıkamamıştır elbette
ama ülkemizde sahne alabilmiş, toplumu belli düzeylerde
karşılamıştır.
Öyküde
düzeyin yükselmesini biçimsel, uygulayımsal
arayışlara bağladım ya bunun ardçağcı (postmodern)
yaklaşımlarla yakın ilgisi var. öykünün türsel
yapısı ile yerel (Bunu sivil sözcüğüyle eşanlamı
kullananlar da var.) sorunun üstlenilmesinde bir bağdaşım,
çakışma da söz konusu. Yeni zamanların, yeni gündelik
teknolojik aygıtların en uygun anlatısal karşılığı olarak
görünebilmiştir öykü. Düşünce aygıta,
aygıt ürüne bunca mı denk düşerdi? çok ve geniş
yayılımlı büyük zamanlar ve tarih(leme) çoktan
geride kalmıştır. Yaşamı gündelik çatışmaları içinde
kavrayıp çözecek bir edimsellik (anlatı, davranı,
söyleşi, gönderi, aktarı yordamlarında nicel sıçrama)
yeni ortamlarda yeni bilişimsel (cognitive) yapıları, geçmişten
günümüze gelen tüm yapıları yeniden biçimlemeye
kalktı. Devrimcilikle tutuculuk birbirlerinin içeriklerine
musallat oldu. Yani sözcük bozuldu. öykü, öyküsel
sözcüğün kısa erimli, zamansızlık üzerinden
yenişmeli yanı ile bu çağın beklentilerine en uygun konumu
başka yazın türlerinden daha tezce üstlenebildi. Bana göre
sözcük yere bağlanıp yerin altbelirtgelerine vanalarını
açınca (Latife Tekin'lere, Metin Kaçan'lara
bağlanabilecek bir poetik fırsatçılık) bir çokluk,
varsıllık çarpanı etkisi yarattı. Vay canına, sözcük
neymiş, biz neymişiz, aslında ne çok şeymiş(iz) budalalığına
değin sürüklendik. Sokak, sokaktaki gündelik yaşam
kazanılmış, yaşam sanki çekirdeğinde amacına varmış gibi bir
izlenim yayıldıkça yayıldı. Aslında öyküyü
silen, çünkü öyküyü erkle
ilişkilendiren, ama bununla yetinmeyip her türden erki düşman
sayan bir (küresel ve sömürgen) inakçılık
(dogmatizm) sıradan anlatı dilimiz oldu. Bütün bunların
sonucu şudur: Siyasetin, sanatın, bilimin zemini kaydı, binbir
güçlükle ilerletilen ilişkiler ve örülen
kavramsal ağ bir çırpıda bir baskı aygıtına
dönüştürüldü.
Oysa gereken bu tarihsel ilişkilendirme, kavrama yordamının daha çok
artan eleştirel anlaşılma, ayrıştırılma uygulamalarıydı (Aydınlanma
da budur, kentsoylu erkinin açık/gizli güvenceye alınması
ancak bir boyutudur bunun, karşıtını içinde saklayan bir
boyut).
Tüm
bunları ileride (!) geliştirilmek üzere geçiyor ve Murat
özyaşar'a dönüyorum. Bu tartışmaların
kaynağında, neyi savunduklarından, neyi neyle nasıl
ilişkilendirdiklerinden bağımsız olarak bu genç öykü
yazarlarımızın çıkışlarını görüyor ve bunu değerli
buluyorum. Bazen dayanamadığım inakçı (dogma) yaklaşımlar
okumalarımı yıldıramıyor, Sait Faik damarının izini süren bu
yazı tutumunun o tek kişinin (birey) doldurduğu boşlukla ilişkisi ve
derdinin yeni yer ve zamanlarda belirtilerini önümüze
koymasının yetersiz de olsa iyi ve gerekli olduğunu savunuyorum.
Kavukçu'lar, Bıçakçı'lar, Tosun'lar,
Başarır'lar, Erte'ler, Abdo'lar, vd. yaşamın
kıyılarında seyreden (marjinal) sıradışının, sürgünün
öyküleriyle başa savrulmanın sonuçlarını ve
sorunlarını anlamlı biçimde göğüslüyorlar diye
düşünüyorum. Anlamlı, çünkü öyküye
tür olarak sımsıkı sarılmakla yetinmiyor, öyküyü
güzelduyusal (estetik) bir varlık olarak güzel, daha güzel
kılmaya çabalıyorlar ve bu çaba geleceğin öyküsünü
biçimliyor, bireşimliyor bir yandan.
Özyaşar'ın
'sahicilik'
kavramıyla bu doğrudan, yani dolayımları atlayarak kurduğu dilsel
ilişki, birey olarak kendini bağladığı başka ve toplumsal bir
gerçeklikle kurduğu ilişki açısından daha da dikkate
değer bir çaba. Geleceğin öyküsünün
öncüleri arasında sayabiliriz onu. Nedeni, öyküsünü
hangi hakikate nasıl bağladığından çok gençliğe özgü
üstlenme biçimi, sorumluluk düzeyi. Hem öykünün
iyi damarından bir geleneği böyle kavrayıp hem bunu güncelin
içinden süzülen hakikate (?) uygulama yönünde
yorulmaz duyarlık özyaşar gibi örneklerde biçim
sorununun aşılacağı, yeni bir bireşime (öyle ya da böyle)
ulaşılacağı kanısı uyandırıyor. Yani öykü öyküyü,
öykü yazarımız öykü yazarımızı niteliğe
ivmeliyor.
Onu
sahici bir yazı tutumuna (poetika) zorlayan şey eylem köküne
yakınlık ama öte yandan eylemin önünün tıkanık
olması. Yazısının uygulayımsal (teknik) çıktısı bu ikilemin
içinden geliyor ve izlekleri irili ufaklı, genel özel
açıklamalarla, kuramlarla bu nedenle örtüşüyor.
Kendini çıkmazda bulmanın kaba bir öfkeyle somutlaşması
beklenirken, Murat özyaşar'da alkışlamamız gereken şey tam
tersi bir öykü dilinin öfkeyi dışavurmada
yaratılabilmiş olması. Yeni mi? çok değil ama gizilgücü
yüksek. Yoksa aynı çıkmazdı Sait Faik'i de öyküde
o eşsiz başlangıca zorlayan şey. (Ama öyküde Sait Faik bir
başlangıç mıydı, tartışmaya değer.) Toplumun çıkışsızlığı
o toplumun içindeki bireyi kendisine kilitler her kezinde ama
duruma verilen tepkiler değişik olur. Yazgıya boyun eğmekten gizil ya
da açık bir isyana dek dil türlüleşir, tüm
örtük sinir uçları uyarıldığından kimi kez uyumsuz
(kakafonik) sesler çıkar ya da tersine acı örgütlenir,
sinsi ya da devrimci bir siyasetle geleceğe bağlanır, umut
umutsuzlukla harmanlanır, yeni bir ses, müzikalite kulağımızı
temizler alışkanlıklarından, kiri pasından.
Bunu
umalım derim ben ve öyküye özel bir duyarlıkla,
sevgiyle eğilelim, bakalım. Bunu hak edecek, dinmez bir yaşama,
direnme çabası öykümüzde damarlaşarak sürüyor
çünkü.