Sunuş
Nazım'ın şiirine dönmekten söz edemem, Türkçe okuyan, anlayan herkes gibi sesi yaşamıma
60'lardan bu yana eşlik etmiştir. Bu kez daha dipten, kazımalı, tarımsal bir okumaydı
yaptığım.
Türkçe'nin tarlasında harman…
Şiir dille yapılıyor ama dile indirgenebilir mi, bir dil tasarı mı karar veremiyorum. Yaşama dili
sürmekten çok, yaşama başka yaşamı sürmek deyip geçiştirmek en iyisi.
Evet, en iyisini yapmıştır Nazım. Türkçe'de yapılmış en iyisini… Şiiri
evrenin damarlarında dolaşan kandan ayrı düşünmemiştir. Bana kalırsa şiir ilk canlı molekülle geldi
dünyaya. Yerinde duramayan, kıprak o ilk özdekle… Bu huysuz, çılgın, özlemli, acılı yerinden
oynamışlıktan sızdı durdu ortalık yerine yeryüzünün. İlk büyük şiir bireşimidir dilimizin Nazım
Hikmet. Yerel olduğunca evrenseldir.
Onunla âşık atamam.
Yine de anlama çabamı nasıl açıklarım?
Bu da benimkisi, böyle bir okumadır.
Affola!
İlk Şiirler (1913-1927)
Nazım'ı (yalnızca şiirini) şöyle yeniden bir elden geçireyim istiyorum kalan ömrüm içinde.
Çünkü yaşamıma orasından burasından katışan, daha Antep'te, 13-14 yaşlarındayken
(1960'ların ortasında bir yerde, Orta 2 ve 3'te) başlayan bir Nazım Hikmet tarihim var
birçok insan gibi benim de. O zaman ilk yasal baskısını mı yapmıştı? Elime nasıl geçmişti
Dost'un 1+1=1'i, 835 Satır'ı,
anımsamıyorum. O gün bugün şiiriyle bir biçimde buluştum. Toplu gösterilerde, toplu okumalarda,
sahnelerde ya da kendimle başbaşayken. Nazım her yerdeydi. Ve Nazım'ın şiirinin siyaseti hevesle
taşıdığını bilmeme karşın, siyasete indirgenmişliğini sindiremediğim gibi (çünkü aslında bu, şiirin
siyasetini de çözüyordu, şiiri bütün olarak yok ettiği için) onun karşılaştırmalı bir eleştirel
çözümlemesinin yokluğu, efsaneyle sarılan şiirinin çekirdeğine erişimin neredeyse olanaksızlığı,
yaşamı çevresinde örülen ileri geri anlatılar, şiirinin cinsiyeti vb. beni huzursuz kılıyor,
düşündürüyordu. Onun 15 yaşından ölümüne evrilen şiirinde bu evrimin adımlarını izlemek ve kendisiyle
verdiği savaşım, şiirinin uğrakları ve atakları, duygusal birikimleri ve olgunlaşma düzeyi ve daha
birçok şey var ki gözümü işte şimdi buna dikerek yalnızca kendim için bir Nazım okuma isteği depreşti
içimde.
İlk Şiirleri'yle çıktım böylece yola. Bunlara Nazım'ın da şiir
dediğini sanmıyorum, 27-28 yaşlarından sonraki Nazım'ın.
Ama bir iki şey (gözlemim) var ki onları belirteyim şimdilik.
Ergenlik ardı Nazım, önünde yetkin örnekleri izleyen ve tıpkılayan bir genç. Anadolu'ya (ulusal
savaşıma) geçişin ayakları yere basmıyor daha (20-21 yaşlarında), Vâlâ Nureddin'le. Ama
yanılmıyorsam 1922, yeni Sovyetler ve orada geçirilen 4-5 yıl, içindeki ateşi yükseltiyor. Zaten özel
bir duyarlığı 17-18 yaşlarından başlayarak taşıyan, kendine güvenen, iyi yetişmiş bir genç Nazım.
Sıradan biri değil. Ona büyük tutkular, devrimler gerekirdi ve Sovyet devrimi tam aradığı şeydi.
Öğrenci olarak devrimin ilk acemi, beceriksiz atılımlarını omuz vererek izleyen Nazım duygularını
şiirle aktarmaya önem verdi. Şiir onun için daha en baştan bir anlatım aracıydı ve bir şeyi
anlatmıyorsa gereksizdi. Bu Sovyet yıllarındaki coşkusundan belli... Dönemin kültür ve özelde kurucu
(konstrüktivist) sanat havası belli ki Nazım'ı etkilemiş. Siyasal söylem vurguyu
'makinalaşmak' üzerine yekten kuruverince şair omuz vermenin derdine düşmüş, hem de
gönüllü. Onun orağı, tırmığı, anahtarı yok ama sözcükleri var. Sözcük üretim aracına nasıl dönüşür?
Mesele o an için buydu.
Nazım bambaşka bir kültürün içinden kopup gelmiş, İstanbul'un seçkin yaşamından devrimci bir
kitlenin siyasal erk deneyiminin tam ortasına düşmüş… Yanlış uçları tutturma, kabalaştırma
(vulgarizasyon), indirgeme (redüksiyon), makine fetişizmi vb. birçok yanlışı bir arada deneyimliyor ve
mayalanıyor tüm bunlarla hamuru elbet.
Ne denli ciddiye almasak da iki (öncü?) şey, şey dediğime bakmayın en kötüsünden imge, damgasını
vuruyor ilk şiirlere ve belki bunların sönümlenen dalgaları daha ileri şiirlere de taşınıyor. Biri
kan, diğeri erillik (erkek). Kadının resmi içler acısı (bugünden mi öyle görüyoruz acaba?). Kana
gelince bu siyasetin yalnızca savaşa yatırım yaptığı, geleceğin kan üzerinde yükseleceği anlamına
gelir ki herhangi bir dünyalı şair kandan (kan imgesinden) yola çıkıyorsa orada eksik, yanlış bir
şeyler var demektir. Bunun revizyonizmle, kuyrukçulukla (uvriyerizm), Makyavelizmle, oportünizmle vb.
ilgisi yok. Belki sorun genç Nazım'da değil, bizim bu genç Nazım'ı nerelere, nasıl
taşıdığımızda. Biz 20 yaş eşiğinde Nazım'dan ileri gidebildik mi ki? Nazım kendisini kim bilir
kaç kez aşmışken…
Ben bu ilk şiirlerde Nazım'ın neleri yendiğini, neleri elediğini ve kendinden bir şair
çıkardığını gördüm. Belki geleceğin şiirine ilişkin tek tük ipuçlarını da barındırıyordu bu acemi
işleri, taklitleri. Ama bende kalan bir şey varsa o da gür ses, yaşama duyulan açlık, kendine güven,
çekincesizlik, cesaret; saf, dürüst, arı bir duyarlık… Bu genç adam(ın şiiri) bir vaad gibi duruyor
orada. Bu kadarı anlaşılıyor hiç değilse.
Kitap dört bölümlü düzenlenmiş:
Sağlığında yayımlamadığı eski biçimli ilk şiirleri (1913-1920),
Sağlığında yayımladığı eski biçimli ilk şiirleri (1919-1925),
Sağlığında yayımlamadığı yeni biçimli ilk şiirleri (1922-1927),
Sağlığında yayımladığı yeni biçimli ilk şiirleri (1922-1927).
Bunların yayımlanması, sanırım yayıncı da benim gibi düşünmüştür, birçok nedenle yayımlanmamasından
iyidir.
835 Satır (1929), Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930),
Sesini Kaybeden Şehir (1931)
Nazım şiirlerini 1929'dan başlayarak kitaplaştırıyor. Kitaplara eski tarihli şiirler de
koyuyor. Zamana bağlı bir kaygısı yok ama kitaplarına topladığı şiirlerinde ve onları sıralayışında
bir ilke var mı sorusunun da tam bir yanıtı yok. Şöyle denebilir, onun kitaplarının ana düşünce ve
yapılarını tinsellik (ruh hali) belirlemiş olabilir. Ama 35'lere değin yayınladığı tüm
kitapların egemen düşüncesi de bir tür kaba (vülger) coşumcu komünizmden (materyalist de
diyebilirdim) başkası değil. Bunda elbette kötü bir şey yok. Ama kendi şiirine acımasız davranan,
kendi şiirini yine de kendine rağmen tüylendirip geliştiren bir şair çabası var.
Bu şiirler ve kitaplar üzerinde ayrıntılı durmayacak, genel birkaç yargı vermekle yetineceğim. Kimi
tanınmış (popüler) şiirlerinin gücünün şiirin (dilin) kendi içyapısından mı, yoksa meydanlardan,
kitlesellikten (işlevsellik) mi geldiği oldukça tartışmaya açık bir konu. Nazım'ın da istediği
özellikle bu ilk kitaplarında tam bu… Büyük göreve bağlanmış (l'engage),şiir(selliğ)i
sonra gelen şiirler bunlar.
Biz artçılar (birkaç kuşak sonrası) onun şiirini her kuşakta ayrılarak (farklılaşarak) başka başka
okuduk. Üstelik onun şiirini okurken bir gözümüz şiirde, öteki yanımızdakinde oldu. Hayır, asla
unutmuyorum bir dünya şairinden söz ediyoruz, benim için de böyle bu. Nazım Türkçe'nin dünya
şairi. Söylediğim başka bir şey. Şiirin şairini arıyorum ben, ölçütleri kendi içinden alınmış,
ayıklanmış (şiirin kazıbilimi), geriye kalan şiiri. Nazım'ın ilk şiirlerinin birçoğu gücünü şiir
oluşundan almıyor. Daha önemsiz olduklarını ise söylemiyorum kuşkusuz. Bu da başka bir konu…
Onun uzamsal (mekânsal) yerdeğiştirmesi tarihin sıkıştığı noktada çok hızlı oldu. Zamana yedirilmesi
ise gecikmeli… Burada suç yok, genç bir insan için kendini yeni bir yerde, seste, yapabilirlik gücünde
apansız bulmak var. Bu mutlu buluşmadan bir dünya şairi çıkabilirdi ve bu şair kendi şiirinden
yukarıda durabilirdi. Varlığı şiirini taşırdı. Okurun onu taşıması ise çok az, şiirinden ötürü oldu.
Bütün bu dediklerimde yanlış olan bir şeye işaret yok.
Gelgelelim bu şiirlerin arkasında, yeterli olmasa da içten, dürüst bir inanç var. Olmayacak yerdeki
bu
dogma insanı ürkütüyor aslında. Bu dogma çok fazla yalınlaştırılmış, ilkelliğe bağlanmış bir dogma.
Oysa esin kaynağı düşüncenin yöntemsel açıdan asla bağdaşmayacağı şey de bu dogma. İşte ben bunu,
birey üzerinde tarihin fena halde sıkıştığı bu hızlı yerdeğişikliğine (bir anlamda kaba bir
değişmece/metafor) bağlıyorum.
Bu şiirlerde ayrıca gençlik maddesi var. Gençlik, somut, tutulur bir nesne gibi karışmış şiirlere. Bu
kafa tutan, kavgacı, polemikçi bir şiiri kaçınılmaz kılıyor. Peki bu öfke, bu saldırı, bu taşkın duygu
inandırıcı mı yeterince ya da şöyle soralım: içtenliğin ürünü içtenlik olabilir mi, inancınki inanç?
Ben bu tutkuyu, bu inancı, öfkeyi Thomas Bernhard'ınkiyle karşılaştırıyorum ve şiir diyorum
duygulara en az yatırım yapması gereken tür (olmalı). Bu içtenlikli de olsa öfkeyi, başkaldırıyı
ciddiye alamıyorum (Niye ki?) Çünkü Nazım yeryüzünde çok az insanın ödediği türden bir bedeli de
yiğitçe, mertçe, boyun eğmeden ödeyen bir insan değil mi? Alçakgönüllüğü teslimiyet gibi algılamasına
neden bunca şaşıyoruz ki? Yanlışlık benim okuyuşumda mı acaba?
Bu şiirlerde açık bir etkilenim var. Bu coşkulu etkilenimi ben 'asabiyet'e (İbni Haldun),
devrim haline bağlıyorum. Genç bir adam olağanüstü bir deneyimin tam ortasında ancak bu kadar
duygularını dizginleyebilirdi. Böylesi ortamlarda etkilenmeler ortalamalara sığmaz, her şey büyük
yaşanır. 1917'nin toplumsal, ekinsel ilk büyük dalgasını bilen bilir. Herkes olumlu anlamda
zıvanasından çıkmıştı (iyi ki!) Sivrilikler, bayraklar, yeni bir dil, yeni insan, yeni şiir, yeni,
yeni, yeni… Sovyet devriminin çılgınları şairlerdi (ilk düşkırıklığının onlardan gelmesine şaşmamalı
ama haksız olan devrim mişydi acaba?) En uç, en atılgan, en şaşırtıcı ve gelecekten aparılmış
sözcükler, nesneler, yapılar, eylemeler… Bir tür maraz hali… Bulaşıcılık doruk yapar. Herkes ötekini
tetikler. Ötekiyle yapmak yapmanın önüne geçer. Biz duygusu, paylaşma, güven duygusu yükselir de
yükselir. Yarışan rakipler değil paylaşan ortak dostlar ('yarin dudağından
gayri..') ortaya çıkan şeyleri paylaşmadan ötürü severler.
Bu şiirlerde çokses arayışı ve çalgılama (orkestrasyon) var. Seslerin uyumundan daha çok öne çıkan
şey
ses perdeleri (değerleri) ve gam dizileri. Majör gamlar epiğe lirikten daha çok yatırım yapıyor.
Büyük, iri seslerle basamaklı ve zafere (kurtuluşa) yönelik bir değer kurgusu sözkonusu. Şiir bir
değere odaklı ses ve söylem dizisi olarak kurgulanıyor. Sesin heybeti, tınısı, çınlaması içeriği
taşıyor varsa. Hatta bazı şiirlerde dizemli ses katmanlarının örgülenmesinden ortaya çıkan doku
kardeşlik ve biz esinli, kitle esinli olarak şiirin varoluş nedenine dönüşüyor. İçerik somutlaşmış,
biçimleşmiştir. Elbette bu Nazım'la başlayan bir şey değildir ve olması da gerekmiyor. Ama daha
önce Türk şiirinde asla olmayan şeydir. Haşim'in eşbiçimlilikten (modalite) sapma çabalarının
bir süreği de değildir bu yapı. Nazım Türkçe'de çok katmanlı bir ses dizisi olarak ilktir ve
onun şiirinin büyüklüğü ve dünyasallığı da Türkçe'yi çokseslileştirmesiyle (aslında ilk
kitapları için bu yargı doğru olmayabilir, biz buna şimdilik çokdüzeylileştirme, diyelim) ilgili.
Serbest vezini de aşmıştır şiiriyle.(Niteliksel sıçrama…) Kalıtçısı olduğu şiir geleneği modal yapının
belki kusursuz örneklerini verdi ama devrim(ci düşünce) kırma, ayırma düşüncesidir ve çokseslidir.
Geçmişi koruyan, sağlam, duraylı görünen ama içeriksizleşmiş kalıpların kırılması gerekiyor.
Nazım'ı öncü yapan şey bu tasarıdır, okur şiiri bu tasara bağlayarak aslında tasarı yüceltir,
ulularken şiire (görünene) takılıp kalmakta ya da onunla yetinmektedir ve bu doğal olarak
böyledir.
Nazım'ın gelişimini adım adım izlemek, görmek olanaklı. Her elegeçirdiği mevzi şiirine katılıyor
ve şiiri de böylece olgunlaşıyor. Bağırtılı, gürültülü, toy ses evreni daha armonik, uyumlu, tartımlı,
olgun bir yapıya doğru evriliyor (ayralar bir yana). 1924'ten 30'ların ortasına değin
dikkatli bir okumanın bunu göreceğini düşünüyorum. Kurulan ve üzerinde daha uzun süreli düşünülen,
şiirin kendisinin de gözetildiği, kollandığı bir şiire doğru dev adımlarla yürünmektedir. Bunu boşuna
söylemiyorum, şiirin eytişimi (diyalektik) tam anlamıyla çalışıyor burada. Nicelik birikiyor ve
nitelik sıçramalarına yolaçıyor ama şiir sürüyor tüm yeni kazanımlarıyla.
Onu büyük usta, şair yapan şeyin diğer büyük yazarlarda olduğu gibi erken yıllardan başlayarak
deliler
gibi yazması (yazma pratiği) olduğu ileri sürülebilir. Şiirlerin arkası var, önemsiz şeyler belki ama
geçmişin çalakalem yazı pratiği olmasa bu şiir de ortaya gelemezdi, kesin.
Şiirine epeyce zorladığı ideolojik çizgisine gelince bunun kendini gösterişindeki çocuk(su)luğu
bağışlayabilir miyiz bilmem. (Elbette bağışlarız.) NEP'in (Yeni Ekonomi Politika)
savsözünü kuruluş düşüncesine omurga yapan Nazım (aslında Lenin ve Ekim liderliği) elektrikleşme
(elektrifikasyon), makineleşme (mekanizasyon), üretimcilik (prodüktizm), vb. kavramları bir çocuk gibi
masum ve pervasızca şiirine (eklektizmden söz etmeli miyiz?) sokabilmiş, yeni toplumun neredeyse
yalnızca sanayileşme ile özdeşlik olduğu tezini sakınmasız ileri sürmüştür. Elbette bu devrimden sonra
kalkınma sorununu gündemine ivedilikle alan (var kalma savaşımı) Sovyetler'in tezidir. Şiir,
bundan, uskur takmış gibidir yer yer.
Eytişimsel maddeciliği de (diyalektik materyalizm) oldukça sınırlı kavrayan Nazım Hikmet'in
şiirine bereket uzunca bir süredir bu indirgeyici bakışı açısından bakılmıyor ve zaten bakılmamalı da.
Onun şiiri belli ki bu sığ, kuru içeriklerin bittiği bir yerlerden başlıyor, filiz sürüyor.
Polemikleri bu nedenle böylesine acımasız ama şiir yanı zayıf polemiklerin (yergiler) işlev
görmedikleri de pek söylenemez. (Piyer Loti'ye biraz haksızlık etmiştir, belki diğerlerine de…)
Bu şiirlerle gelen daha önemli bir şey daha var. Bu şiirler sesle karşılıkları verilen eylem
şiirleri.
Devinim şiirin bir ucundan girip, bir dalga gibi akarak şiirin öbür ucundan çıkmaktadır ve Nazım
şiirine bu özelliği sonuna değin bilinçle sokmaktadır. İşte Nazım'ı dünya şairi yapan bir
özelliği de budur. Geleneksel şiir genellikle eylemden kaçan, bunu kabalık sayan, durağan (stabil),
resimsel bir şiirdir. Nazım'ın derdi ise devri(mci eyle)mi şiirin içine sokmak, anlamın ötesinde
sözcüklerin duruşu ve akışından alçak ve yüksek basınç odakları oluşturarak rüzgâr, hatta fırtınalar
yaratmak, şiirin içinde kitleleri yürütmek. Eylem şiire nasıl sokulabilir? Burada dilin biçimsel,
sessel yapılarına başvurmamak olanaksızdır işte. Bunun en yalın, belki en ilkel ama şiire yakışmadığı
söylenemeyecek yolu da yansılamadır. Eylem ve onun doğası, biçimsel devinimi benzetimli (analog)
olarak dille karşılanır. İşte Nazım'ın dil çözümleri ve çözümlerini başka yapılara sürükleyen
şey de bu yansılamanın kendisi. (Bkz. Bahri Hazer)
Coşumculuğa (romantizm) gelince devrim düşü ve elektriği insanları özel biçimde duyarlı ve umutlu
kılmaktadır. Bunu herkes anlayabilir. Bu durumda taşkınlığı geçmişin biçimleriyle (form) açıklamak ve
coşumcu dile başvurmak yanlış mı? Böyle bir şey söylenemez. Genellikle çalkantılı toplumsal geçiş
dönemlerinde birçok biçim gibi coşumculuk da el altında uygun bir araç olarak görülebilir. Nazım da
kendini bu dalgaya bırakır sıkça (ilk kitaplarında, özellikle de öyküsel, anlatısal şiirlerinde).
İdea(l tip) bu anlatıların içerisine özveri, kahramanlık, kan, kurtuluş vb. izleklerle katışır. Tabii
okur kendisini kimi dizelerde çok uzakta ve yabancı duyumsayabilir. Çünkü kan imgesine bunca
sakınımsız, gözü dönmüşçesine başvurmak olumlu içeriğini (varsa eğer) o gün bugün oldukça yitirmiştir.
Şimdilik bu kaba yaklaşımlarla yetiniyorum. Örnek almayacağım.
Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932),
Gece Gelen Telgraf (1932), Portreler (1935),
Taranta Babu'ya Mektuplar (1935),
Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936)
Kendimi bir noktadan sonra Nazım'ı sesli okurken buldum ve ne denli kötü okusam da, kendi
okuyuşumdan mı bilmem, etkilendim. Böyle anlarda şiirin en olmayacak yerlerinde gözlerim yaşarıyor.
Hele sesim Nazım sesine yaklaştığında, onunki gibi tınladığında iri iri gözyaşı damlaları… Olacak şey
değil! Bunu odağa alıp yorumlamam gerek diye düşündüm öncelikle. Sanıyorum Nazım'ı yaşamımın
içindeki birçok olayda, olayın doğal bir parçası olarak anımsadığım için sarsılıyorum. Çağrışım seli,
Nazım'ın şiiri üzerinden kendi yaşamımı düğümlüyor orda burda. Kendi yaşamımla yüzyüze geliyorum
ve dokunaklı, hüzünlü duygular bastırıyor birden, fena halde. Ama tek neden bu olmasa gerek.
Nazım'ın çilesinin, anıştırdıklarının rolünü asla küçümseyemem. Yakından bildiğim Victor
Jara'nın hakikati ne ise Nazım'ınki de öyle çarpıyor beni ve benzeri yaşamlardan üretilmiş
gerçeklikler ikincilleşiyor ister istemez. Elinde olanla olmayanın buluştuğu bu yazgı (kader) dramatik
sahicilik düzeyiyle allak bullak ediyor insanın içini dışını. Öyleyse şiirlere neredeyse doğrudan
yansıtılmış bu yaşantısal drama, evrensel doğrulardan, ölçütlerden vazgeçmemizi kolaylaştırıyor.
Usumuza en son takılan şey yazı estetiğiyle ilgili ölçütler oluyor bu durumda. Hatta çoğu kez
umurumuzda bile olmuyor bu ölçütler.
Okurlaşan okur olma yolumda Nazım gibi hakikatlar beni duralatıyor, bocalamama neden oluyor.
Yazınımızın başlangıcından beri genelinde olduğu gibi (ama Nazım bu konuda doruk) durumun kendisi
dramatik. Yazı, davayı taşımak zorunda kaldı. Aydınımızın (yazarımızın) seçme hakkı, lüksü hemen hiç
olmadı 80'lere değin. 80'lerden sonra ekmekten başlayarak çok şey değişti.
Doğallıkla bir tanıklık yapıyorum elimde kitap, ayrımında olmadan sesli sesli okumaya geçmişken,
şiirin ortasında bir yerlerde. İnancına adanmış yaşamından söz eden biri var, öyle saf, duru, gönüllü,
öyle yakınsar… Bu geometrik yanlış (hata), bu görüş kusuru, miyopi (rica ediyorum yanlış anlamayın,
kusursuzluktan söz ediyorum neredeyse) insanın içini, yüreğini tırmalıyor.
Bu bedensel deneyimi ayraç içine alarak ne söyleyebiliriz ona bakalım. Hakkında konuştuğumuz bir
dünya
ozanı. (Unutmuş değiliz.)
Bu 2.ciltte bir araya gelen kitaplar 1932-36 arası kitaplar. Nazım'ın bu yılları genellikle
yanılmıyorsam tutukevinde (tefekkürle) geçmiş olmalı. Bir de ciddi araştırmalarla, kaynakları belki
yetersizdi. Ama şunu görmek bir dünya şairi söz konusu olduğuna göre şaşırtmalı mı bizi?
Avrupa'da (özellikle İtalya'da) yükselen faşizmin ayak seslerini duyan ve tepki gösteren
biridir (Taranta Babu'ya Mektuplar). Sömürgecilik (emperyalizm)
konusunda kuramsal veriyi olayla sınamakta, gözlemler yapmaktadır (Benerci Kendini Niçin
Öldürdü?). Hemen tüm şiirlerinde yaşadığı güncel olaylar yansımakta, bir bağlama
oturtulmakta, olası yanılmalar giderilmekte, şiir işlevselliğini sürdürmektedir. Şimdi TKP'yi,
Türk Solu'nun tarihini, iç ve dış bağlantılarını, SBKP ile TKP ilişkilerini, Mustafa Kemal
devrimiyle uluslar arası (enternasyonal) solun ilişkilerini, yorumları, 3. Enternasyonal
tartışmalarını, faşizme karşı devrimi savunmanın sömürge karşıtı (anti-emperyalist) cepheleşmeyi
ivmelendirmesi ve evrensel geleneklere TKP üzerinden sıkı sıkıya bağlı Türk solunun Kuvvacılarla
ilişkilerini gözden geçirme (revizyon) konusunda yürüyen iç tartışma ve saflaşmaları, Nazım gibi
aydınların enternasyonal devrimcilikle ulusal (milli) bağımsızlıkçı çizgi arasında konumlarını yeniden
tanımlama zorunluluğu duymalarını, bu yönde örgütsel tartışmalar yanı sıra (parti disiplini ve
çatışmaları, tasfiyeler, vb.) kişisel deneyimleri ve gündelik yaşama yansıyanları bilmek gerekiyor.
Geçelim ama Nazım'ın o andaki meselesi son enternasyonalin taktik kararı doğrultusunda (tek
ülkede sosyalizmi savunmak, anti-faşist cephe kurmak) Milli Mücadelemize odaklanmak. Onun için konu
açıktı: sosyalizm tehdit altındayken ulusal (milli) burjuva girişimleri, devrimleriyle en geniş
cepheyi kurmak ve Türkiye'nin kurtuluş zeminine bağımsızlık ve sömürge karşıtçılığını döşemek,
bunun altını kalınca çizmek. Nazım artık 33'lerden başlayarak şiirlerine coğrafya, tarih sokmaya
ve bu yaklaşımların başına yerel nitemini koymaya başlamıştır. Şiir taktiği(ni) geliştirmiştir.
Taktik, yerel dinamiği evrensel devrime koşmaktır ve tarihin, coğrafyanın barındırdığı tüm yerel
direniş biçimlerini (format) yeniden değerlendirmeye almaktır. Nazım'ın şiiri etlenmekte,
jestlenmekte, diline daha tanıdık gelmektedir bu zorlu dönemeçte. Şiir kendi toprağını bulan tay gibi
eşkinmektedir. Söz konusu olan hidayete erme falan değildir. Dil, tinini arayışı içinde yolalırken
kimi varlıklarla, havalarla, genetik havuza gönderme yapan imgelerle karşılaşıyor ve bedenleniyor.
Herotik (epik) eğilimler bu imgeleri güne taşıyor, yerelden evrensele uzun bir sıçrama yapılıyor.
Aslında karşılaşılan belirsiz imgeler buranın öyküleri diyebileceğimiz şeylerdir. Karanlık ve diplerde
daha yüzlerce yıl oldukları gibi kalabilecekken şair imgeyi öykülemeye kalkıyor (dramatizasyon). Derdi
bugünü yorumlamak, dönüştürmek ve bunun için içinde yaşadığı dilin ve toplumun genlerini (nabzını)
yakalamak. Eğer biraz daha yaşasaydı Anadolu'nun antik tinini, yaşamını da öykülerdi, şiirlerdi
bence.
Bu bireşimleme isteği, hatta zorunluluğu onun ilk kez şiirin yapı kurucu öğelerini çok özel bir
biçimde dikkate almasını, sese, deyişe kulak kabartmasını da getirdi. Önceki (33 öncesi) biçim
arayışları, yapı çözümleri Türk şiiri açısından öncüydü, yeniydi ama takır tukurdu, ana sesler ve
melodi tamam ama armoni kusurlu, eksikti. Şiir henüz dilin sütünden, şekerinden yoksundu. Artık bu
kitaplarla birlikte diyebiliriz ki, son derece yararcı (pragmatik) ve bu anlamda gerçekçi bir şiir
anlayışını gururla taşımaktadır şairimiz. Biçim, içerik denli önem, anlam kazandı, çünkü
Nazım'ın bu güncel ve yerel bağlaşık (ittifak) arayışında dilin havasına, toprağın tinine
gereksinimi vardı. Siyaset (evrensel üzerinden) yerelle buluşuyor, örtüşüyordu.
Benerci'nin katı ve aslında eski (kadim, antik) etiği Nazım'ın yazdığı dönem için (Nazım
aslında güncel bir tartışmaya çözüm öneriyor) bir yanıt gibi dursa da (devrimcinin özel yaşamı,
ihanet, vb.), birbirini yanıltıp dursa da habire kuramla uygulama (teori ile pratik), üçüncü
karı Taranta Babu şiirin taşıdığı siyasal söylem için uygunsuz ya da yetersiz bir karakter olsa
da, dil kendi vadisinin esintisini taşıyor yer yer. (Üç Selvi,
Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin Destanı)
Daha sonraki büyük şiirin ipuçları özellikle 34-36 şiirlerinde kendini sezdiriyor. Hele
Bedrettin neredeyse yeni bir şiirin, daha oturuşmuş, daha sağlam ve kıvamlı
bir başyapıtın tüm belirtilerini bağrında taşıyor. Tarih bu şiirde inandırıcı biçimde yeniden
kuruluyor. Özü alınıyor ve bugüne aktarılıyor. Evrensellik (kardeşlik düşüyle halk ayaklanması) yerel
imgelerle çatılıyor. Bu şiiri güzel kılan da tam burası oluyor kendiliğinden. Yerel güzel olduğundan
değil. Bir dil, anlatım gücü kazanmış bir dil, coğrafyaya, zamana zemine bağlı dil, söyleyemeyeceği
bir şarkının (evrensel ve düşsel bir zamanın, yerin) peşine düşüyor, eteğine asılıyor. Tüm savlı,
gelişen, gürbüz çocuk-diller gibi, düşle doluyor ve bu çatışma, iyi bir dilci-şairce yönetildiğinde
ortaya olağanüstü bir anlatı çıkıyor. Bedreddin şiirinde olan bu. En iyisi
bir bölümü koymak buraya:
14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serez'in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü.
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
(258)
Kuvâyı Milliye (1941), Rubailer (1966)
Nazım'ın ilk ya da ikinci büyük bireşimi (sentez), anıtı Kuvâyi
Milliye. Burada şiir doğasını bulmuş, güzelduyusal (estetik) varoluşun parçası
olarak yerini almış, boşluğu doldurmuştur. Nazım 39 öncesinde tekil şiir başyapıtları koymuştur
ortaya, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin Destanı'nı yazmıştır ama
şiirden çok şiiri (trans ya da aşkınşiir, diyeceğim) ilk güne çıkardığı yer burası.
(Bedrettin'in hakkını yiyor muyum acaba şu an?) Nazım'ın
TKP'nin Milli Mücadele ve kuruluş dönemi tartışma ve parti kararlarından sonra bu kararlarla
ilişkisi ve bunun şiirine yansıması nasıl olmuştur, Kuvâyi Milliye'yi
bu kararın bir yerine oturtabilir miyiz, sorusu önemli. Hatta acaba Nazi ölüm makinası karşısında
Sovyet cephesinin kuşak ülkelerde izlediği taktiğin uzantısı bir görevden söz edebilir miyiz, ki
sonuna değin haklı bir girişim olurdu bu? Sanırım Nazım hakkında yazınımız ve eleştirisi bu sorunun
yanıtını vermiştir. Araştırmam gerek…
 |
39 İstanbul Tevkifhane'sinde başlayan şiir, 40 Çankırı, 41 Bursa Hapishanesi'nde
sürdürülüp bitirilmiş. Giriş ve sekiz bölümden (bap) oluşuyor, ikinci bölüme düşürülmüş not önemli.
Bölümdeki vesikaların Nutuk'un (M.K. Atatürk) Devlet
Basımevi 1938 basımından alındığını söylüyor. Ayrıca beşinci bölümde Manastırlı Hilmi Efendi'yle
ilgili Nutuk'tan bir alıntı var. Kitabın ilk basımı ise Nazım'ın
ölümünden 5 yıl sonra:1968.
Üçüncü cilt ayrıca Saat 21-22 Şiirleri, Dört
Hapishaneden, Rubailer'i (1966) içeriyor olsa da ben
bu yazımda ağırlıklı olarak Kuvâyi Milliye ve onunla gelen üzerine düşünce
üretmeye çalışacağım. Sanırım özgün bir düşünce olmayacak bu, söylenmiş, söylenebilecek şeyler olacak
daha önce ve de sayısız kez. Olsun.
Hakkında yazmadan, düşünmeden kitaplar (genel anlamda yapıtlar) bana gelmez, benim olmaz oldu bir
süredir. Nazım'la tanışmam 65, 66'ya, Gaziantep'e, ortaokul yıllarıma iner.
Nazım'ın günyüzüne çıktığı yıllar… Kuvâyi Milliye'yi (KY) ise
60'ların sonunda Bilgi'nin büyük boy, Abidin Dino resimli güzelim baskısıyla (ilkmiş)
tanıdım ve çıktığı yıl, lise ikide öğrenciydim yanılmıyorsam, büyülenerek okumuştum. Geçen 40 yılı
aşkın sürede kimbilir kaç kez orda burda değişik biçimleriyle karşıma çıktı, eşlik etti yaşamıma?
Düşünürüm, ulusal devrimimizle ilgili bende olan şey bu kitaba ne borçlu? Sanırım, ulusal bilincimi
yapılandıran temel imgelerin çoğu bu anlatıdan kökenlendi, ses, görüntü, duygu olarak.
Yapıtı yerel bir coğrafyanın yerel tarihinin anlatısı olarak ele almak hafiflik olur. Evrensel
yazının
evrensel anlatılarından biri… İçeriği çok aşan, onu ötelere taşıyan, dilin içolanaklarını bile kat kat
aşan bir evrensel şiir dilinden söz ediyoruz. Bu yaşımda merak ettiğim yaratma sürecine ender tanıklık
isteği, arzusu duyduğum KY, öyküyü şiirle kıvamında buluşturan epik,
dramatik bireşim başta. Türk şiirinde eytişimin, iki sesliliğin ya da daha doğrusu kanonik ses
dizisinin başka örneği var mı, düşünmem gerek. Nazım artık 38-40 yaşlarında gerçek bir bukalemun
olmayı, herkesin sesine eşlikçi değil, herkesin sesinden seslenmeyi, herkesleşmeyi öğrenmiş, kam
(şaman) donuna girmiştir. Dili(ni) ele geçirmiştir. Tezim şu: bir dili, ana dilini ele geçirmek bütün
dünya insanlığının bütün dillerini ele geçirmek demektir. Tüm dillere geçiş izni (vize) alınmış,
şiirin kaynak dil-amaç dil yani çevrilme gereği kuramsal olarak ortadan kalkmıştır. Dilin sesleştiği,
müzikleştiği bu yerde metni (şiiri) okutan şey, oradaki belirişi, varoluşu, ortaya çıkışıdır. Hatta
yazar (yaratıcı) bile aracı gibi görünür orada.
Şiirin sarmaşıkları, kolları, dereleri DNA sarmalı gibi ilerlemekte, birkaç asit-baz çifti koca koca,
görkemli örgensel (organik) yapılar, tür aşırı anlatılar ortaya çıkarmaktadır. İçinden çıkamadığım tek
sorum da bu. 38 yaşında onca deneyimli, yaşamışlık içre de olsa Nazım, bir insanın yeteneklerine
karşın üstesinden kolay gelemeyeceği bu kat kat sarmal eytişmeli dili nasıl bulguladı, ortaya çıkardı
ve bireşimledi?
Eğer bu ülkede ve dilde eleştiri, akademi varsa bana bu sorunun doyurucu yanıtını vermeli öncelikle.
Çünkü yapıçözüm bu soruya yaklaşabilir, yanıtlayamaz. Anlambilimsel çözümleme bizi sığ sulara
taşıyabilir. (Bu risk var.) Bu denli çileli ve yoksun bırakılmış yaşam, bu dilsel, anlatımsal
yetkinliği ve düşünsel, hatta varlıkbilimsel (ontolojik) kavrayışı, üstelik eylem(e) kipinde nasıl ele
geçirir ve bu doğaüstü bir deneyim olmaz.
Nurettin Eşfak, Ankara'da kuyulu kahveden yazdığı mektupta (Dördüncü bap) şöyle diyor:
".....
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,
kendi dillerini,
güzel şey,
büyük şey.
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cephede
daha büyük
daha güzel.
....."
(47)
Şiirin gücünün ve evrenselliğinin kaynağında bu dil duygusu ama duygu yetmez (ana) dil kavrayışı var.
Ne demek istiyorum? Dilin (Türkçe'nin) geçmişindeki tüm paylaşılmış ve anıtlaşmış, kusurlu
kusursuz seslenimler, ünleyişler, duruşlar, edalar; sınıfına, cinsiyetine, yaşına başına, suyuna
toprağına bakılmadan burada bireşimlenmiş, kullanılmış tüm bir dil, bu şiirden (içinden-üzerinden)
geçmiş ve o güne değin varlığa çıkmamış bir eda, yeni bir ses(lenim) üstelik çıkıvermiş ortaya.
Yaklaşık 800 yıl arayla gelen ikinci bireşim bu. İlki Yunus Emre'ydi. Türkçe ne öncesinde, ne de
sonrasında bu kavrayış, kapsama gücüne, anaçlığa ulaşamadı bir daha. Nurettin Eşfak ne diyordu
mektubunda (Bap 4):
".....
Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u:
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü:
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla… (…)"(48)
Bu dil yörüngesi kutupları ırak, uzun eliptik bir yörünge. Yüzlerce yılda bir yakınlaşıp görünüyor
olmalı. Nazım'la bu ses, söz (parole) varlığa geldi, göründü. Dilin sahibi halk bunu sezgiyle
bilir ve arketipe gömer. Dilin soyağacı, en temel çatılışı, özü idea olarak yüceltilmiş olur bir kez
daha. Bu dil üzerinden varoluşun tüm gerekçesi eklenmiş olur buradalığımıza. Yuvamızda,
güvendeyizdir. Titreşen varlık ses çıkarmaktadır ve bu ses anadillerin kaynağında ama ötesindedir.
Bütün dil kullanımlarına yatkındır böyle bir beliriş, demek istediğim. Neruda'yı
İspanyolca'yı bilmeden dinleyebiliriz. Çünkü anlambirimlerin yetersiz alanının ötesinde
varlıkbilimsel izleklere bağlanmışızdır çoktan. Orada gırtlaktan çıkan ses titreşir, dizilir,
ezgilenir, edalanır. Anlamamız gerekeni anlamışızdır işte, anlatamasak bile.
Nazım'ı Türk Şiiri tarihine halkalamanın yetersizliğinedir imleyişim. Onu belki dünya kanonuna,
dillerin yukarısına taşımalı, orada tartışmalıyız. Haksızlık oluyor. Onun şiir düşüncesinde,
kurgusunda yöntemsel yaklaşımı, eytişme ilkesini gözardı edersek anladığımızı sanmakla ya da
yonttuğumuzla yetinebiliriz. Nazım okurluğu, ilkesel bir duruşla yakından ilgili… Hiçbir izlek, imge
kendi başına ortaya çıkmıyor bu şiir-yapının içinde. Epik dramatike, soyut somuta gidip geliyor. Her
imge öteki imgeden ışık alıyor, varlık kazanıyor. Bu imgenin varsıllığı ya da yoksulluğuyla ilgili
değil, içi/dışı, gelişi/gidişi, varlığı/hiçliği vb. ikiliği ile ilgili. Nazım'ı epiklerinden
yine de şiirle çıkaran öğe başka ne olabilir? Öyküyle şiirin keskin çatışması ve birçok benzer çelişki
bu tutumla, yani en az iki sesle aşılmaktadır. İki ses diyorum, yani günle geceden, akla karadan söz
ediyorum. Resmin etkisini bu ikilik (yani çokseslilik değil de iki seslilik) arttırıyor. Eğer özne
aynı zamanda davanın parçası olmasaydı, bulunduğu yerde haklı olmasaydı, Nazım'ın dili iki değil
çoksesli de olurdu. Ama onun zamanı, algısını iki boyutlu olmaya pragmatik nedenlerle de zorlamıştır,
elbette bunu 20.yüzyılın zamansız, tarihsiz solcusu için söylüyorum.
Tek boyutlu da olsa (anlatı içrelikten söz ediyorum) epik, dramatik, trajik anlatılar kendi başlarına
yetti tarih boyunca. Hatta çoğu kez dilin de aracılığıyla indirgemedir, örneklemedir sanatın bilinen
öyküsü. İnsan algısı indirgeyici olsa gerek ya da karmaşayı yalın bileşenlerden örgülemeye yatkın
yapılanmıştır. Anlarken çözeriz önce, ayıklar, öyle bireşimleriz. Kuram budur aşağı yukarı: İkinci bir
doğa. Çoksesli anlatılar da zaman zaman görünmedi değil. Tansık gibi belirişleri hem tek tek yapıları
ima eder, hem de okur yücelik karşısında duyduğuna benzer bir heyecan yaşar. Önündeki, o güne değin
olmadığı biçimde çokluk, kapsayıcılık, anlama etkisi yaşatır. İlk sunuş biçimiyle yüzeyde şiir olarak
gelen, böyle oluşuyla daha ilk satırdan yetinmeyeceğini sezdirir. Nazım'ın bu şiirinde, bu
epiğinde, bu dramatiğinde, bu öyküsünde, bu deneyiminde, bu seslenişinde, bu söz edişinde, vb. deriz
de yine de yetmez yorum. İçeriğin duygusu bir neden olabilir ama yeterli neden midir?
Çağrışımlarımızın toprağı ortak yaşama alanımız 'böyle' alımlamaya yatkın kılmıştır bizi
kılmasına. Ama bu yatkınlık biz(ler)de veridir ve hep oradadır. Kımıldanıştan sonra varolur,
şiir(imiz) olur.
Tüm bu zırvalar(ım) yöntemin (yaklaşma, yoklama) hemen her şey olduğunu söylemek için. Bir dilbazın
da
diline vuran yöntemi olur ve kaçınılmazdır. Eğer yaşam günlük yavanlığı, sıradanlığından yüceyi
pırtlatabiliyorsa Karayılan bir olasılık, hatta bir gizilgüç, olanak olarak yerini, sırasını,
zamanını bekler. Kuvayî Milliye için de aynı şey… Nazım'ın durduğu
nokta böylesi bir yer. Dil onun üzerinden aşarken içinde toplanır, yoğalır, birikir bir yandan.
Dışarının dili mi yoksa içerinin mi, gelin de çıkın işin içinden. Ürün yazınsal ürün olmanın ötesinde
aynı zamanda düşüncenin, aynı zamanda siyasetin, aktörenin, toplumun, bireyin, inancın, yazgının ve
özgürlüğün sözcük sözcük örgülenen şiiri olur. Bir kere en başından ufku olan, geleceğe bakan yanıyla
çağırılmanın, çağrının dinamiğini taşır, gelecekten çekiliyor olmanın gerilimi içkindir. Öte yandan
tarih duygusu öykülemenin çok ötesine geçmiş, orada birey/toplum eytişmesi emme basma tulumba gibi
tarihi bizler açısından hem kavranabilir, hem deneylenebilir bir nesneye ve karşı nesneye (avuca gelen
ve gelmeyen anlamında) dönüştürmüştür. Bu epik bunun evrensel doğrulamasından başka da bir şey
değildir. Burada tarih destek aldığı tüm dayanakları üzerinden bambaşka bir şeye, gün için uygulama
yönergesine, etik açıklık ve seçim zorunluluğuna dönüşür birden. Nazım epiğin mitik anlatısının engin
vadisinde tıngır mıngır sallanır iken biz okuruna bir bakmışız siyasal iletisini aktarmaktadır ve
seçme sorumluluğuyla kıvrandırmaktadır bizi. Burada ne ucuz siyaset, ne de ucuz başka herhangi bir şey
vardır. Bu siyaset, tüm diğer insan disiplinleri gibi yaşamla hemhaldir. Canlı yaşamdan beslenmekte ve
canlı yaşamı yeniden ve yeniden beslemektedir. Tabi bütün bunlar Nazım'ın bir bilge, filozof,
bilgin, uzman vb. olmasını gerektirmiyor. Belki böyle bir bireşimleme tasarı için yazar (şair) olması
da gerekmezdi. Birşeyler bir araya geldi ve ilk canlı örnek ortaya çıktı demek. Uzaktan bakınca tansık
gibi görünüyor.
Bir tarihsel maddeci (materyalist) için yücelik kavramından söz etmemiz abes kaçmamalı.
Sanat
belki yücelik duygusunun ve ona olan gereksinimin karşılığıdır da. Bu dikkate değer bir düşüncedir.
Yüceliğin yaratıcı-yapıt-algı dizisinde nasıl deneyimlendiğini ayrı ayrı çözümlemenin doğru olacağını
düşünüyorum. Daha doğrusu yaratıcıdan yapıta (ve tersi), algıdan yapıta (ve tersi) süreçler içinde
yaşantılanan bir birikim ve aktarım olmalı yücelik. Burada yukarı/aşağı kök imgeleri ve ilk insanın
evren tasarımları da işin içine karışıyor. Ama sonuç şudur: ilerleme. Bu sözcüğü üç boyutlu bir
halkalanma olarak tasarlıyorum ve başka türden sınırlandırıcı algılamaya da izin vermiyorum
yaklaşımımla ilgili. O zaman kavram (ilerleme) hakiki anlamını taşıyabiliyor. Nazım, Neruda
gibi şairlerde yüceliğin özgün biçimlenişinin, geleceği yapabilirlik gücünü taşımayla bir
ilgisi var ama tarihsel kaçınılmazlıkla ilgisini tartışmaya hazırım. Bu olayı biraz farklılaştırıyor.
Böyle olunca geçmişte insanlığın olumlu tüm birikimi olan bilgi, iyi, güzel sırtlanmakla kalmıyor
yeniden bilgi, iyi, güzel olarak aşkınlaşıyor, aslında olmayan ideaya bir çivi daha çakılmış oluyor.
Tarih (ya da zaman diyelim) duygusu taşıyor olmanın duyarlı konumuna dikkat çekmek isterim tam bu
noktada. Nazım kendini epiğin içinde birey olarak, geçmişin sonuçları içinde günün sorusu olarak,
olgunun kapsama alanı içinde kötü/iyi çatışması ve aşkınlığı olarak, yazgının kaçınılmazlığının
içinden son anda fışkıran özgürlük olarak, vb. kavrıyor. Parmağını bastığı her şeyde dolan ve boşalanı
kavradığından şiiri en az iki sesiyle bizlerde çokboyutluluk olarak yankılanabiliyor. Demek bir siyasi
(devrimci), aynı zamanda ahlakçı ve estet, üstelik şair… Şiirse tüm bunlardan dışa vuran (şey, somut
biçim).
Buradaki ilerlemeyi de tüm doğrudan ya da dolaylı imgesel kavramlaştırmalar gibi Nazım
şiirinde, en az iki katmanlı anlamak, algılamak gerek. Bu ilerleme kopuş, bireysel yenilgi (Arhaveli
İsmail, Kambur Kerim, Kartallı Kazım vb.) bireyi taşıyan genelin utkusuyla, hatta ilineksel biçimde
ilişkileniyor. Kahraman hain, yükselen dünkü alçaktır. Ölümü hak etmiştir hain ama insandır, herhangi
bir insan gibi ölümü dayanılmazdır. Karayılan korkusundan dikelir, ayaklanır. Somutun, ayrıntının
tikelliğinden genel yükselir ve Kartallı Kazım yine Kartal'da bahçıvan Kazım'dır. Nazım
şiirsel (imgesel) sorusunu sonuna değin doğru sorabilmiştir? Tarihi taşıyan nedir (Kim?) Bunu aklı
eytişerek çalışan biri tekin içindeki çoku gören sorabilir ya da vice versa. Şöyle de
diyebilirdim şiirin yücelikle ilişkisinin kanıtı olarak. Geleceğin düşsel dili eski deyimle şimdiki
zamanın güncelliği içinde eski deyimle tecelli ediyor, beliriyor. Öyleyse yücelik kavramını
nasıl anladığımız ve yorumladığımız ortaya çıkmış oluyor: yöntemle özden bağı var bunun ve yöntemin
iki ya da daha çok (özde iki) önermesinin birbirinde aynalanmasından, yansımasından çıkıp beliriyor
yücelik. Nazım'da olan da tam budur. Evrenin her bir monadı aynı zamanda evrenin kendi…
Varın gerisini siz tamamlayın (Lütfen!) Açıklamakta güçlük çekebileceğim şey ise bu noktadan sonra
başlıyor. Nazım'ın zamanına, zeminine, anına, burada böyle oluşuna bunu giydirmek… Tansık, kolay
açıklama olur insanın usuna ilk anda başka şey gelmese de.
Mustafa Kemal Atatürk'ün tarihsel billurlaşmasına benzer bir süreç burada dilsel billurlaşma
olarak hakikate dayıyor sırtını. Anlatanın düşüdür evren. Demek, anlatma ve anlatıcının sesi, tınısı,
konumu, açısı vb. önemlidir. Nazım kendinden (bireyliğinden) büyük bir sese aracılık ediyor gibidir,
eytişimci düşüncesi (b)el vermese de. Konumu yalvaç konumudur. Zaten yalvaçlığı ancak ve ancak bu
yerde bağışlayabiliriz, sanatın eteğinde. Sanatçıdan yalvaç olur, çünkü kendi yaratıcısını (Tanrısını)
da yapar sanatçı. Şiirinin gücü bu Homerik sesden gelir ve yalvaç, aynı zamanda anlatıcı, şaman ya da
meddahtır. Donlara bürünüp zamanların üzerinden uçageçer, kuşkusuz karaların ve denizlerin de… Doğanın
sescilleşmiş bu heybeti ürpertir, korkutur ama ısıtır da. Yuvamızda (dilin yuvası) olduğumuzu biliriz
nece korkuyor olsak da. Gözyaşlarımız, şükran duygumuzla ilgili adaklarımız olmalı, okuyorsak eğer.
Nazım'ın sesine en yakın ses Anna Karenina'nın (1877),
Savaş ve Barış'ın(1869) yalvaç-yazarı
Tolstoy'un sesidir. Bu iki dev arasındaki yazınsal (içeriksel) ilişkiyi doktora
konusu yapardım akademisyen olsaydım:
".....
Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
Karayılan'ı
ve Anteplileri
ve Antep'i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk." (20)
Türkü destanın (epiğin) kenar süsüdür, dantelası, soyutlamasıdır (stilizasyon). Ara nağmeler ya da
armoni ya da taşan, sürüklenen dili cetvele yazan, hizaya nizaya sokan im. Nazım'da im olmaktan
çıkar türkü, imgeleşir. Dediğime kulak verin. Türkü, saltık, anlamı düşmüş gösterge(leşmiş) im,
yeniden, yenilenmiş, yeni bir bağlamdan anlam, içerik alır ve bağlama göre içerikten ötürü imgeleşir.
Motif hem içimizdeki, kuşaklar boyu sağırlaştığımız, oturuşmuş kayayı kıpırdadır, oynatır yerinden hem
de kendisinin de hiç taşımadığı şeye bağlar düşgücümüzü. Halkçılık, gerçekte tam budur. Gelenek böyle
çağcıllanır, taşınırken aşılır. Ve ses ancak bu eytişme içerisinde ne kadar tüyümüz varsa bedenimizde
elektriğe tutulmuşça dikeltir, kabartır. Ruhi Su'yu da özel yapan geleneğin içerisinde uyuklayan
çağcılı bulup beriye getirmesi değil miydi? Bu şu demek bir yandan, çoksese giden yol teksesten geçer.
Bunu yazalım bir kenara ve Nazım gibi çoksesli başka bir şairimiz, öncesinde ve sonrasında oldu mu
şiirimizde soralım. Elbette bunu kendi içinde ayrıştırıp sınıflandırarak... İç/dış sesten,
yerleşik/güncel dilden, aktarılan ses ikircimlenmesinden, yapıda kırıklı, yansımalı modüler
geometriden, ses/yapı eytişmesinden, ara/ana izlek kümeleşmesinden vb.vb. söz ediyorum. Dil
ustalarımız, iyi şairlerimiz çok (oldu). Ama çoksesli şiir ve şair konusunu ettiğim… Vardır belki ama
anımsamıyorum. Cansever olabilir mi?
Şu söylenebilir ki, Nazım geleneğin anlatılarının tüm özelliklerini kullanmıştır biçimsel olarak
(Biçimden içerik kurma). Bunu örneklendirmeyeceğim, çünkü bana göre asıl önemli olan bu biçimlerle ne
yaptığı ve nasıl çağ(cıl)ı yakaladığı. Bunu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum işte yazı boyunca,
saptama düzeyinde.
*
Bireyi anlatmak ama halkın varlığını duyumsatmak gibi bir amacı dil(in)e doladığından metnin
çoksesliliği denli çokrenkliliği de çıkıyor ortaya. Üç beş tarihsel karakter anlatısından bir büyük
toplumsal kalkışmanın gövdesi ve tini (toplumsal tin) yakalanıyor, gövdeleniyor ve algılatılıyor.
Okuyan bunun nasıl başarıldığını kolayca göreceğinden herhangi bir betimleme yapmam gerekmiyor. Bu
karakterler olumlu, yalnızca taşıyıcı kahramanlar olsaydı tüm yapı ve tezimiz çökerdi. Hem değişik,
hatta çelişik değişik gereçle türetilmiş kolaj tekniği, hem karakterlerin an'a kilitlenmiş büyük
toplumsal sarsıntıyla tetikli dönüşüm-değişimleri, bireyi toplumsal dalgayla dizinleyen gücü her
satırla duyumsatıyor biz okurlara ve Nazım iyi bir şey yapmıyor ya da iyi ki bir şey yapmıyor: zamana
(tarihe) dizmiyor kişilerini, olaylarını, sözcüklerini… Böylece Karayılan'ı nice Karayılan içre,
Arhaveli İsmail'i, Kambur Kerim'i, Nurettin Eşfak'ı, Reşadiyeli Veli oğlu
Memet'i, Kartallı Kazım'ı ve kadınlarımızı ve sarışın kurdu niceleri içre kavrıyor. Şiir
içini dışa veriyor, özünü açıyor, bir yordamın kendini göstermesine dönüşüyor: eytişim (diyalektik).
Eğer bu yöntemi kavrayamazsak anlatı, hangi türle tanımlarsak tanımlayalım, bir olguya belirteç olur,
konargöçer, unutulur gider, bize gerektiğinde yeniden ve yeniden 'Milli Mücadele', ucunda
hümanizmanın olancasını silme pahasına öldürümü bile bağışlatan, yenidenlik arzusunu, iradesini askıya
alır, hatta yok eder:
"(…)Namussuzun biriydi Mansur,
muhakkak.
Düşmana satılmıştı,
orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi,
malûm.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
ya da dehşetli namuslu olacak yüreğin (…)" (67)
Doğrusu söyleyebileceğim çok şey var ama burada kesmek, yarım bırakmak istiyorum. Genelde yapmak
istediğim Nazım'ı yazısından ya da şiirini dilden süzüp çıkarmak, orasından burasından
yakalamak. Nazım uzmanı değilim, ol(a)mam da. Okuru olmaksa kolay kolay bir şairin (yazarın) okuruna
yaşatamayacağı bir şey… Yinelemem ayıp olsa da bir kez daha adını koymak istiyorum bunun: bu uygulama
başyapıtının (virtüozite) kaynağında duran şey bir yöntem. Adı ise, sarmal eytişim…
Yatar Bursa Kalesinde (1927-1951)
Nazım'ın sağlığında kitaplarına almadığı ya da kitaplaştırmadığı şiirlerden oluşan ciltteki
şiirlerin büyük bölümü hapishanede yazılmış. Dünyadan koparılmış ve söyleyecek çok şeyi olan, bunu
kimsenin yapamadığı biçimde söyleyebilen Nazım'ın bu şiirlerinde buram buram nelerin kokacağını
(olacağını) kestirmek zor değil. Önemli nokta şu... Sözün gerçek anlamında büyük, Türkçe'nin
künhüne varmış şairimizin tinsel, bedensel yoksunlukları şiirini bulandırabilir, dalgalandırabilir,
matlaştırabilirdi ve böyle olmadığını (genelde) görmek bir okur olarak beni mutlu kılıyor. Burada
devrimci (komünist) Nazım'a, bedeni Piraye için tutuşan, özleyen, doğanın soluk alışverişlerine
kulak kabartan, yurdunun insanlarını özenle, şefkat ve sevgiyle esirgeyip kucaklayan, dışarıdaki
insanın ne yaşadığını asla gözardı etmeyen, zaman zaman çocuk, kadın, köylü, katil, cahil vb. olan
Nazım'a rastlıyoruz yine. Hatta aşk, ihanet izleklerine ucundan sokuluyor şiire (50 başları ve
Münevver).
Klasikleşmiş ve aynı zamanda ünlü (popüler) şiirlerini de görüyoruz bu ciltte. Nazım'ın bu
şiirleri (ya da bir bölümünü) kitaplaştırmamasının sayısız nedeni olmalı. Daha önce yazmıştım, tüm
Nazım kitaplığı elden geçirilerek, belgeli bir kritik basımın artık zamanı geldi geçiyor.
İçlerinde birçoğunu önceden bildiğim bu şiirler konusunda, Nazım kitaplaştırmasa da düşkırıklığı
yaşamak bir yana, asla yoksunluğun, dünyadan kopmuşluğun, tutukluluğun ve umutsuzluğun doğallıkla
getirebileceği bir nitelik düşmesi, yalpalama da görmedim. Genel olgunlaşma ve sert, sivri, keskin,
köşeli militan siyasi çizgide (ki çok azdır bu tür şiirleri) hızla seyretmiş yumuşama, yine aynı şeyi
şiirsel biçemden ödün vermeden sunma konusunda yetkin, dolu, ikna yeteneği yüksek anlatıma geçiş
çizgisi, hatta halklaşma, Anadolulaşma, gizli bir hümanizma, epiği uzak, soyut bir toplumsal sav
olarak yorumlamaktan çıkarıp canlı, somut, birbirinden farklı insanların gündelik yapıp ettiklerine
bağlama, yalının içerisinde yatan tansığı ortaya çıkarıp epopeleştirme, vb., kesintisiz sürmektedir.
Ama belli ki Nazım yalnızca duyguda değil, biçimde de epiğe bağlanmış, bunu tasarılaştırmıştır
(proje). İçten içe orman içinde ağaçları görmek, ağaçlardan ormanı anlatmak yönünde kaynaklarını eğip
bükmekte, biçimlendirmektedir. Kuvay-ı Milliye bunun bir sahnesidir. Tüm bu
tasara bağlı düşünsel etkinlik mayalanırken Nazım tikel şiirler yazmayı elbette sürdürdü ama yaratıcı
beklentisinin bunların içine sığmadığı artık bellidir.
Bir dünya şairinin önündeki sorunsal, şiirinden türkü çıkarmak, türküye varmaktır. Nazım'ı
herhangi bir Türkçe şairinden ayıran da tam budur. Çağdaş Türk şiirinin içinde türkü bir tek
Nazım'la edalaşabildi. Bu nedenle tek şairimiz şimdilik Nazım (bana göre). Dağlarca için
okuduktan sonra konuşacağım, çünkü onda da dilin türküyü bulduğunu sanıyorum. Elbette bu özellik
Türkçe'nin geçmişte türküleşmiş ortak söyleyişinin yeniden kullanıma getirilmesi biçiminde
gösterebilir kendisini (Kara Haber, 1940, s.38), ama koşul
değildir. Dilin kalıtçısı biz insanlar anlatı ya da söylemin içinde gizli türküyü kolayca
ayırabiliriz. Nazım, yanılmıyorsam Erzincan Depremi haberini (1939) aldıktan sonra acıyı acının
diliyle, halkın deyişiyle şiirleştirmiş. Üstelik bu deyiş, Nazım'ın diline öyle yerleşir ki
bundan sonra şiirinin temel biçimsel öğelerinden birini oluşturur (Yıllar sonra Hiroşima
Çocukları). Türkü üzerinden ana(dolu)dili Nazım'ın şiirlerine sonradan
girmiştir. Dipnot düşer: "Kesemden verecek şeyim yok. Yüreğimden verdim. N.H."
Bir başka örnek, mâni havasında:
"telgrafın tellerinde serçeler
telgraftan habersiz biçâreler
bakarkör ettiniz milletimi
yağlı urganlara gelesiceler." (141)
Nazım'ı büyük yapan bir şey daha var. Daha 40'lı yaşlarında öyle evrensel bir olgunluk
sergiler ki bu dava adamı, insanoğlunun davasıyla ilgisine bakmaksızın tüm yaratısını benimser,
özümser, sahiplenir ve yorumlar. Minyatürü örneğin onun gibi kavramış ve aşmış kaç yazarımız vardır.
Bu bir yana, yine aynı örnekten göstereyim, tek bir şiir bile çok kanallı, çoksesli bir yapıda
biçimlenmektedir uzunca bir süredir. Şair seslenir, yansız bir saptama geniş zaman kipiyle, daha
ikinci dizede farklı bir edaya bürünür, perdelenir. Bir yerde ("Ve gizlenecek şeyleri
yok") özne iyice gerilere çekilmiş, görünmezleşmiştir. İçerik, geriye çekilen sesle bütünleşmiş,
minyatürün naif, yüzeysel ve eşitlikçi (!) ortamını imgeleştirmiştir (Oniki ton). Elbette bir başka
ses perdesi de girecektir devreye. Biz yukarıdaki ana sesleri tümleyen yan sesler olarak belirdik,
açıklayan, kendi durumunu gösteren kipe geçtik. ("Onun kaşları hilâl/elinde rahle.") Biraz
daha inip 'ben' sesine basınca, minyatürün olmayanına, yokluğuna, gösteremediğine
ulaştık. Minyatür seçmeci, seçkinci, gidimli ve açık, berrak bir dil ve bu nitelikleriyle yaşamı
karşılamıyor. Tabii aslında ses değerlerinden, çoksesten boşuna söz etmedik. Bu edanın ezgileştiği,
sesin daha önce ekinin (kültür) yarattığı geçmiş ses değerlerini içselleştirip tümleşik ya da parçalı
(kolaj) biçimlerle şiire eklemlendiği bir anlatım. Bu nedenle hem arkaik, hem çağdaş, hem de kimi
şiirlerde tanık olduğumuz üzere gelecekçi (fütürist).
Hazırlık niteliğinde taslak çalışmalarını görüyoruz. Meşhur Adamlar
Ansiklopedisi gibi. Aziz Nesin'in yaptığını daha önce Nazım denemiş ve
Anadolu'nun insan dökümünü (envanter) çıkarmaya karar vermiş. Memleketimden İnsan
Manzaraları, buralarda bir yerde…
Ciltte beni en çok sarsan okumam ise baştan biraz burun kıvırdığım ve ilk kez karşılaştığım
Ayşe'nin Mektupları (s.88-125) 48 bölümden oluşan ve Ağustos 1943
olarak tarihlenen bu uzun şiir, dokunaklılık anıtı. Nazım hakkında bende kendiliğinden yerleşmiş bir
önyargıyı da sarsan bir örnek. Nazım'ın şiirini eril şiir olarak damgalayan ve bunu çok
az tartışan ben, bu uzun şiirle durak(s/l)adım. Tutuklu eşi Ayşe, kızıyla büyük kentte ayakta durmaya
çalışmakta ve mektuplar göndermektedir kocasına. Bir kadın böyle bir durumda neleri göğüsler? Umut,
öfke, kırgınlık, anlayış/sızlık, kıskançlık, kuşku, destek, özlem, tutku, vb. bütün bunlar iki ayrı
bölünmüş coğrafyanın getirileri dünyalarımızı derinleştirir, kırılganlaştırır, boyutlandırır ve hiçbir
şeyin dışarıdan göründüğü ya da bir erkeğin içeriden gördüğü gibi olamayacağını, bir kadının benzer
koşullarda bir erkekten çok başka davranacağını gösterir. Aynı olay olaya karışan kişileri (kadın,
erkek, çocuk, vb.) başka türlü etkileyecektir, bunu kestirmek kolay. Ama olaydaki erkeğin kadının
içten, dıştan ne yaşadığını, üstelik kendini hedef alırcasına yansıtabilmesi cinsiyet meselesinde bir
sanatsal aşkınlık işareti olmalı. Bu okumamda benim için oldukça yeni bir durumdan söz ediyorum.
1943'te Nazım kadın-erkek sorununu ve sorunun çözümsüz yanını (cinsiyetler birebir eşleşmedikçe)
yakalamıştır ve geçen 70 yılda çok fazla yol kat ettiğimiz söylenemez feminist balonumuza
karşın.
Nazım'ın tutukluluk yıllarında 'sol memenin altındaki cevahiri
karartmaması' (Hapiste yatacak olana bazı öğütler, 1949) bir
tansıktır ve bu zorlu çelişkinin nasıl üstesinden geldiği, şiirinin ona verdiği destek
çözümlenmelidir. "Şu anda dünya/iyi insanlarla ağzına kadar dolu gibi geliyor
bana." diyebilen neredeyse 10 yıldır tutuklu Nazım'dır. Bu iradedir, yere
düşürülmemiştir. Sevebilme iradesidir ve belki de özü budur:
"Sevdiğin müddetçe
ve sevebildiğin kadar,
sevdiğine her şeyi verdiğin müddetçe
ve verebildiğin kadar gençsin." (Ölçü, 140)
40'lardan 50'lere ilerledikçe duygular kıvamlı, inanç dingin, Nazım daha bilgedir.
(Yaşamaya dair, 1947) İnsan dile, dil bilgeliğe, bilgelik yere (toprak)
oturmuştur. Oradan geleceğe bakış (Ben bir yolculuk yaptım) şefkatlidir.
Ve süreç yaralı ve geceden çıkan gün:
"Yapraklara, dallara, yeşillere, allara,
em>nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.
Yaprak dala, al yeşile yaraşır,
gayrı bundan böyle vermem seni ellere…" (Münevver'in doğum
günü, 1950)
*
BİR HASETÇİ ADAM
Ne hasetçi adamsın;
açmış kanatlarını gider,
uçan kuş kıskanılır mı?
Gözünü hırs bürümüş demek;
rüzgarlığa heveslenmek neyse ne,
fakat su olmayı istemek?
Ne hasetçi adamsın,
şairlik yetmez mi ki,
buğday olaydım, dersin?
(1947, s.148)
Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966)
Nazım'ın bu Homeros'umsu tasarı için bunca söylenmişliğe ekleyebileceğim ne olabilir ki?
Yapıtı inceleyebilir, yorumlayabilir, bunu ister miyim bakalım? Orada gök kaya gibi duran bir görkemli
yapıt-nesne hakkında yapılabilecek biricik şey onu bir daha okumak, yalamak, koklamak, sözcüklerine
dokunmak, yakarcalı konuşmaktır onunla olsa olsa. Türk yazını içinde tek başına bir ada, yeryüzü
yapıtı. Birkaç nedenle böyle. İnsanlık epopesi (Homeros, Dante, Balzac, Zola, Tolstoy, Faulkner bir
çırpıda usuma takılanlar) olması; dili (Türkçe) kendi üzerinden aşırtması ve yeryüzü dillerine
karıştırıp harmanlaması; zamanı ve zemini tarihle(ştir)mesi ve tarihin tinini dibinden kazıması;
yazıyla (sanatla) yazıdan yitirmeden ama yazıyı yükselterek siyasallaşması; acıyı, kederi, şakayı,
sevinci, özlemeyi, tutkuyu, umudu da ve umutsuzluğu da böyle kavrayıp sözü tutsak kılmaması bütün
bunlara; arkada, derinde üretmenin, yaratmanın, gökekinin ezel ebed evrensel nizamına (düzen) her daim
im ko(y)ması; buncalığın şu zavallı insandan çıkarabildiği yüceliş; devrimin en devrimci, en bireyden,
özelden, hem de en genelden (toplumdan, evrenselden) hasılı her bir yerinden işte kavranışı; tarihi ve
coğrafyayı aşan eleştirisi ve yaşamlarımızın orada burada gözardı ettiğimiz ayrıntılarını(n anlamını,
şiirini) bulup bulup içimizi burkarak önümüze bir daha getirmesi, yeryüzünün ve gökyüzünün, devr-i
daimin sözcükler üzerinde ışıldayan, göze gelen, tinlenen nesne-bedenleri, bir insanın dil duygusu ya
da bir dilin insan duygusuna (Nazım) tanıklığı, ki bu tansık bir de Dağlarca'da belirir ve
eytişmenin sonsuz kıpısı ve her halükarda bizim, bizden oluşun tanışlığı vb. ilk usuma gelenler. Daha
kimbilir neler var? Meraklısı elbette Nazım yazınını (literatür) çoktan harmanlamıştır. Bizse bunu
yapmadık, yapamadık. Yalnızca bu manzaraları okuduk ve okudukça hakkındası eksildi,
sllineyazdı.
Peki o zaman?
Bana dokunan, hayranlıkla bakakaldığım şeyler. Çıkarabilirsem kıytırık bir soru, çoktan dillenmiş bir
iki görü(ş), tez. Boru değil, bir Dünya şairinden, Nazım'dan söz ediyoruz.
***
Eytişimi (diyalektiği) Nazım gibi kavrayanı var mı bilmem. Az bulunur, çünkü kuramsal olarak
yeterince
didklenmiş olsa da eytişim, gündeliğin yaşamına getirilmesi, uyarlanması ve orada kavranması çok da
kolay değil. Nazım'sa bunu dille ayrımsamıştır demeyeceğim dili eytişimin sopasıyla yedmiş,
dürtmüştür. Nazım'ın dille, şiirle ilişkisi eytişmektir tüm dolayımları, imalarıyla birlikte
sözün. Bunu örneğin şiirinin peşine düşme biçiminde (tarz) görebiliriz. Bütün şiirleri bir sonrakine
(kapsar kümeye) giden yolda araç, girdidir. Bitmiş şiiri yoktur, ilerleyen (bu sözcüğü özellikle,
direngenlikle kullanıyorum) şiiri vardır. Her şimdi, burada bitmiş şiir bir sonrakine nesne, gereçtir.
Şair, ufuktaki ütopyayı; orayı ve burayı, şimdiyi ve sonrayı, birini ve ötekini ve herkesi, kalanı ve
geçeni, yaşamı ve ölümü, kederi ve sevinci, ayrılığı ve kavuşmayı, vb. buluşturup ayrıştırarak
kesintili ve sürekli (bir yandan) biçimde hep yeniden kurmaktadır. Aynı eytişim kurgunun yapısal ve
asal öğesine tek tek şiirlerde de girer. Her şiirin ve tüm yapıtın evrensel uzayı tek sözcükle
eytişimdir. Eytişim, devinimdir desek çok da yanılmayız. Devinim (evrenoluş) evrensel kümenin
öğelerini birbirlerine çeker, iter. Kurgu bu örnekçeyi (model) izleyecekse matematik kaçınılmaz.
Nazım'ın (örneğin Faulkner'in, Yakup Kadri'nin, Robert Altman'ın, Alejandro
Gonzales Inarritu'nun, vb. aynı zamanda) matematiğinin saydamlaştığı, kendi içinde
yetkinleştiği, yeterlileştiği yapıtı Memleketimden İnsan Manzaraları olmalı.
Nedir dilimin altında yatan?
Eğer bu başyapıtın gelecekte bir başka okumasını yapacaksam, zamanı da içine katarak dört boyutlu bir
çizgesini (grafik), haritasını çıkaracağım. Zamanı nasıl gösteririm bilmiyorum, belki zamanı uzamdan
soyutlayarak (ayraca alarak) iki temelli bir örnekçeleme yoluna giderim, duyargalarım ötekine yönelik
kalarak. Yol, yolculuk, çizgisel akış, kesişme, açı, düzlem vb. tüm haritalamalarda iki boyutu imler.
Bu düzlem üzerinde dik duran nesneler (insanlar) üçüncü boyutu oluşturur. Yolla (çizgiyle) insanın
kesişimi (kesişim kümesi) elbette doğrusal (lineer) değildir. Çakışmalı, çapraz (açılı) ya da
çatışmalıdır (anti). Üstelik durağan bir uzam oluşturabildik henüz. Tinin (yani zamanın) daha şimdiden
çetrefil uzama karar, kavrama, çıkar, ilişki, duygu, edim olarak karışması, yükleme yapması gerek
(Yani yaşam gerek.)
Nazım'ın Manzaralar'ı işte bu zamansal kümenin olanaksıza yakın
örnekçesini kurma (çatma) girişimidir. Ve bu girişim dengelerini tutturduğunda, bileşenlerinden
herhangi birine indirgenip de çakılıp kalmadıkça tarihselliğin (zaman tini) kaynağı olacaktır. Kimse
yapıtın tarih tasarı olduğunu söyleyemez. Ama şu söylenebilir, sanat yapıtı budur, onda yalnızca zaman
ve uzam bireşimi değil, bağıl olarak tarih, bilgi, toplum vb. içkindir (Neredeyse kendiliğinden,
sanatçının kavrayışının olmasa da tasarısının, amaçlarının, niyetlerinin, hatta sezgilerinin çok
ötesinde.)
Burada eytişimin devinime, devinimin yolculuğa, yolculuğunsa bütünsellik kavrayışını, yani
olanaksızlığı gizilgüç olarak bağrında taşıyan imgeye (metafor) dönüştürüldüğü açık ve bu bir teknik
olarak, bilinçle ve öte yandan zorunlulukla seçilmiştir. Nazım'ın toplum (devrim) kavrayışının,
komünistliğinin getirdiği bir eytişimsel imgeden söz ediyorum. Nazım'ı birçok büyük sanatçıdan
ayıran belirgin yanı, imgesini eşanlı ve çift kana(l/t)lı kurması. Bu özelliği onu eşsiz kılmaktadır
ve aynı zamanda aşılamamış. Nazım'ı içeriğe, aşılmış (!) ideolojiye, dönemine, modası geçmiş
adanma biçimlerine vb. kilitleyen yorum düzeneklerinin zavallılığına acımakla yetinelim burada. Onun
poetikasının özünü: "Bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine",
dizeleri teknik anlamda yeterince açıklamaktadır. Tekniğinin açkısı budur. Sözcükleri, anlatıları
yanyana getirir bölümlerken, tikeli genele ve vice versa harcamamaya olağanüstü bir özen
göstermiştir. Yürek (birey, tek insan) hem bütünün zorunlu ama yetersiz koşulu, hem de ben olarak
zorunsuz, bir eksiktir, sapmadır. Kararının (özgürlüğünün) öngününde durur. Mikro ve makronun düğüm
noktasında yörüngesinden sapmaya yatkındır. Çizdiği her karakter ya da imge kendi değerliliğini
(kimyada elementlerin yük değerleri gibi) taşır, kendi başına oradadır ama öte yandan gireceği tüm
tepkemelerde (reaksiyon) alacağı yeni değerin gizilgücünü de taşır. Topluma (tarih) işaret eder.
Devinim kaçınılmaz biçimde buluşturur ve ayırır. Tek tek nesne ya da kişiler durağan konumları içinde
(betimleme) zengin ima gücü taşıyamazken devinmeye ve kesişmeye başladıklarında ima gücü çarpan
etkisiyle artar. Bu eytişimsel teknikle ilgili… Biliyoruz ki betimleme de devrimci bir teknik
anlayışla yorumlandığında zengin çağrışımlara, imalara yol açabilir. Nazım'ın durumunda söz
(diyalog) ve devinim zamana ilişkin imaların kaynağıdır. Betimlemeleri bile devingen, kıpılı,
akışkandır, eylemden kökenlenir ya da eyleme gönderir gibidirler.
Nazım coğrafyanın tüm öyküsünü anlatamazdı kuşkusuz. Tipoloji ve dil herşeyi anıştıracak, zamanı
kavratacak işlevsellikte olmalıydı. Her ikisinde de Nazım'ın yaptığı şey, karakter ve dil
kalıtına (miras) girmek, üzerinde yaşayanlarıyla birlikte Anadolu toprağının donuna bürünmekti. Bütün
insanları tanıyamaz, bütün anlatım seçeneklerini gözleyemezdi ama bu insanın ve bu dilin özünü
süzebilirdi. Özgün tanıklığının ona katkısı bu olmuş, İstanbul ve Anadolu cezaevlerinde insanı ve dili
süzmüştür. Bedrettin ve Kuvayı Milliye bunun büyük tanıklarıdır. Yunus'a atmıştır
ilmeğini.
Bu büyük (epik) harmanlamada hiçbir şeyi atlayamazdı. Nazım'ı evrensel şair yapan bir özelliği
de budur. O bulunduğu yeri, o yerin bakışına, görüsüne dönüştürmemiş, uzak durmuştur buna. Çünkü
yaşamı eksik, yanlı, tek boyutlu aktarmanın insanlığa karşı suç anlamına geleceğini en militan
şiirlerinde bile ima etmiştir. O insanlığın düşmanına en sadık anlatımı özellikle seçmiş, es
geçmemiştir. Çünkü onu kendimiz denli tanımak, böylelikle yaşamı ısmalamamak gerek.
Bitmemiş, elbette bitemeyecek bir yapıttı Manzaralar. Arkadan gelen
şiirleri
de süreği olarak düşünmek gerek. Çünkü bittiğinde ya da böyle sandığımızda kavrayış beklenmedik bir
biçimde düşecektir. Oysa Nazım'ın eytişimsel kavrayışı gerçeğin henüz daha ötede mayalandığını
asla unutmaz. Yaşam olanaklar (imkânlar) ve tansıklara gebedir. Bu özel teknikle biz sanki bir zamana
ve onun içinde yaşayan insanlara, öykülere ayracasız dokunmuş gibi duyumsarız kendimizi. Bu insanları
tanıyoruz, buradan geçmiştik, bu sözü böyle duymuştuk. Bildik öykülerdi hepsi ama önümüze gelmese
anımsayacağımız, bileceğimiz de yoktu.
Burada epiği şiire, şiiri öyküye iliştiren bıçak sırtı dengelerden söz etmek gerekebilir. Bıçak sırtı
çünkü epiğe yatırım yaparken şiirden geriye bir şey kalmayabilirdi, anlatı (öykü) ise şiirin Aşil
topuğu. Denge nasıl sağlanır, sorusunun verilmiş en yetkin yazınsal yanıtı Memleketimden
İnsan Manzaraları'dır. O bir gömüler sandığı gibi içsel olanaklarını her an,
her okumaya bir kezinde açmaz. İçine dalıp yeniden keşfetmek gerekiyor varlıklarını. Gözden, kaç şiir
kitabını dolduracak ayrıntılar kaçabilir kolaylıkla. Nazım artık kurgunun üstünde, söyleyen biri,
ozandır. Sözü şiir olarak çıkar, dökülür ve düşürdüğü şiirlere dönüp de bakmaz bile. Çünkü şiir yoluna
devam etmekte, yürüyüp gitmektedir aslında. Öte yandan epope konusuna bakmak gerek. Nazım'ın
derdi şiirdir ve bunu dayatan dildir. (Elinde değildir.) Epopenin kimi özellikleri vardır ki
Nazım'ın tasarına aykırı düşer. Onun bir halkı tarih ya(z/p)maya iten anlatısal yanına hayranlık
duysa da aynı zamanda bir tuzağa döneşebileceğinin ayrımındadır. Epope geçmişe ilişkin erk (iktidar)
aracına dönüşebilir. (Broch'un Virgilius'un Ölümü'nün
temel izleği de bu.) Oysa Nazım güncele ölümüne bağlıdır, eski bir anlatının peşinde hiç değildir. Ama
bu güncelin dip okumasına bağlı zamanları ve uzamları aşan bir sürekliliğin, bir tarihselliğin de
bilincinde olarak epope biçimine (format) bağlı kalır. İster ki kitap ikisi bir arada insan(lığ)ın
anlatısı olsun. Bu bireşimden biçimsel olarak bir dizi yetkin anlatım olanağı çıkar. Elbette bu kadarı
yetmezdi başyapıt için. Dediğim gibi mesele şiirdi çünkü. Dilin imge üretme yeteneğiydi. Şair
coğrafyanın (aslında dünyanın) en tipik imgesinin peşine düşmüştür. Yaşamak sözcüğünü karşılayacak
yıpranmamış, teslim olmamış o son ve tek imgenin… O imge büyük sözcükler ırmağının kırışıkları,
köpükleri arasında bir an belirip yitmekte, biz okurlar o anın içinde yaşamın anlamını birden bilince
çıkardığımızı sanabilmekteyiz. Bu imge hem öylesine tanıdık, hem de daha önce böyle söylenmemişçesine
yenidir. Dilin geçmişteki tüm kullanımlarını, türküden küfre, haber dilinden sevgi aktarımına
yoklayan, bizi köklerimize yakınlaştıran ama hiç böyle söylenmemişti dedirten bir yandan…
Nazım'ı büyük dünya şairi yapan özgün imgesinin dilin yatağında yerleşme, konuşlanma biçimi bana
kalırsa. Dil imgeyle çapraza düşmüyor, imge dile yaslı, dil imgeye yatkın. Bu kullanım biçimi anlama,
anlayarak mutlu olma duygusunu yaşatıyor okuyana. Elbette diliçi ezgilemenin, kulakta unuttuğumuz
sesleri anımsamanın, şiirin arkasında duran büyük şiiri ayrımsamanın, vb. payı çok bu mutlulukta.
Dilin şiirini yazdırdığı iki şair çıktı ülkemizde. Cemal Süreya'yı atlayarak söylemek
zorundayım, biri Nazım, öteki Dağlarca. Dil onları kalem olarak kullandı, kendi şiirini onlar
üzerinden gösterdi.
Sözü uzatmaya hiç gerek yok. Çözümleme yanlış bile olur (bence). Bu sözcüklerin içerisinde dirim
küremiz içerisinde yürür gibi yürürüz. Soluk alır veririz, okur kendimizi, neliğimizi kavrarız. Ortaya
geliriz. Dünya içinde bir yerimiz olur, alırız yerimizi. Başka türlü haklı olamayız.
*
Benimkisi ilk esinler, çağrışımlardı. Ezilmeden, yüksünmeden bir dağın altından yine de sağ
çıkabilmek
istedim. Çıktım mı? Kuşkuluyum.
Yeni Şiirler: 1951-1958 (2012)
Nazım'ın şiirinde sona doğru yaklaşıyorum. Nazım artık yurtdışında, kaçaktır. Sovyetler
Birliği'nde yaşıyor ve ülkesi onu yurttaşlıktan çıkardı. Münevver ve oğlu Memet
İstanbul'dadır ve şiirlerin üzerinden 'hasret' bulutu eksik değildir. Dip
izlek özlemdir.
Bu yeni yaşam konumlanışı, zaten kişisel (Ama unutmayalım onun kişisellliği, toplumsaldır, adanmışlık
içre tanımlanmış, gösterilmiş bir kişiselliktir ama yine de varlığını toplum üzerinden geçirmek yerine
toplumu varlığı üzerinden geçirmek yolunu seçmiştir, bunu da unutmayalım.) yaşamını şiirine yalınlık,
dürüstlük ve içtenlikle yerleştiren Nazım'ın şiirine hemence yansımıştır.
Bu dönem şiirinin temel özellikleri aşağı yukarı şöyledir:
1.İki ana izlek: Hasret ve Hiroşima (Aslında Sosyalist Barış izleği.)
2.Bağlamsal, küresel, siyasal, güncel iletilerin öncelenmesi.
3.Gezi şiirleri.
4.Uluslararası üne bağlı çağrılar, davetler, insanlar.
5.Sayrılık (kalp krizi) ve şiirinde yankılanması.
6.Anlatımın ortak, yalın halk anlatı geleneklerine (türkü, vb.) yaklaştırılması.
7.Türkçe'nin durulaştırılması.
8.Yurtsevgisi.
Bu ve benzeri özellikler üzerinde uzunca durmayı gereksiz görüyorum. Şiirleri okuyan bütün bunları ve
daha fazlasını görecek, bunları şiir olarak değil, bir büyük yazgının, Nazım'ın şiiri olarak
okuyacaktır. Belki burada yanlış okuma eyleminden, davranışından söz edebiliriz. Çünkü özellikle ilk
ve son şiirlerinin ciddi, dizgeli bir süzgeçten geçirilmesi, Nazım'ı dünya şairi yapan şiir
olarak şiirlerinin ortalama ya da eşik altı şiirimsilerinden ayıklanması, ayrıştırılması gerekir.
Elbette Asım Bezirci'den başlayarak toplu, editoryal basımların değerine paha biçilemez ve
doğrusu budur. Bu baskıların yapılması çoktan kaçınılmazdı.
Şimdi ise elemenin sırası... Nazım'ın şiirini Nazım'ın kendisinden, onu bir büyük insan
yapan belki şiiri denli önemli (!) niteliklerinden ayırmanın sırası… 1951-59 arası şiirlerinin
içerisinde onu dünya şairi yapan şiirler elbette var ama üç beş tane. Geri kalanın Nazım'a
kattığı şey ise incelikli bir yapıçözüm konusu elbette. Hafife alınamaz.
Bu döneminde belki odağa alınacak sor(g)u; yaşamının dönemsel etkisiyle şiirde yankılanması ve
yaşam-şiir örüntüsü. Eleştirel ve çözümleyici bir bakış, yöntem uygulaması gerektirir. Bir basamak
çıkarak, şiirbilimi başlığı altında şiirle yaşamı şair bireyinde buluşturan düzenekler, etkileri,
nitel/nicel boyutları, vb. Nazım özelinde geliştirilebilir. Nazım'ın tüm poetikasının onun
yaşamına borcunun anlaşılması (örneğin Neruda, Valery, Rimbaud, Mayakovski, Esenin, vb., vb. için de)
bizi bir estetik ulam (kategori) olarak yaşamın estetize edilmesi konusunda düşündürebilecektir. İyi
şiir iyi yaşam ilişkisi çözümlenmiş değildir ama rastlansal olduğunu da söylemeye dilimiz varmıyor.
Böyle bir etik kavrayış şiire haksızlık olabilir mi? Tabii Frankfurt Okulu'nun Aydınlanma
Diyalektiği ya da estetize edilmiş yaşam (faşizm) kavrayışları ayraç içerisindedir. O ayrıca
tartışılmalıdır.
Nazım hikmet'in bu sürgün, hasret ve törensel etkinliklerle, gerilimlerle dolu dönemi yoğun bir
dönem olmalı ve büyük tasarlar, anlatılar için uygun zemini yaratamamıştır olasılıkla. Ölüme
düşüncesini yatırması, zamanla ilgili bir başka gerilimin kaynağı olabilir. O anda duygusal olarak
yoğunlaştığı yaşamsal önemde konularda gergin, ivecen, hafiften telaşlıdır. Gözü doyamadığı şeyler
için arkada, gidici görmektedir kendini. Memleketi, toprağı, karısı, oğlu uzakta bir olanaksızlık gibi
görünmektedir ona. Şiiri bu duygusal ortamından gerek biçim, gerek içerik olarak nasıl etkilenmiştir
sorusu yanıtlanmalı, yinelemek gerekirse.
Dolayımları eksiltmiş (azaltmış), doğrudan anlatımları yeğlemiş Nazım, imgeyi, değişmeceyi zorunlu
olmadıkça kullanmamış, sözü açık, damardan bir şiiri yoklamıştır. Hoş, tüm şiiri için egemen yaklaşımı
da budur. Şiirin süsüne (oynaşlarına) yüz vermemiştir pek. Ama sürgün dönemi zamanı kıttır ve boşa
harcayacak sözü, sözcüğü yoktur. Bu onu belli bir sözcüksel yoğunluk arayışına taşımış belli ki.
Yaşamın düzlüğüne yakın bir şiir düzlüğü. Yaşamın topografisine uygun salınan bir şiirsel deyiş. Yaşam
ne kadar şiirse onca şiir(sellik). Yanlış anlaşılmamak, yorumlanmamak ve buna has bir deyiş,
biçemsellik. Yalın, daha yalın ve daha yalın… Bu yürekse (kırık, yorgun) yürek kadar ve gibi şiir…
Eşlikçi şiir, çift yönlü… Yaşam şiire, şiir yaşama eşlikçi ve eşitlikçi. Nazım yaşamı retorikle
yükselten, yine de şiir yazdığını, şiirin peşinde dolandığını gösteren biri değil. Böylesi
sahtekârlıktır demiyorum, belki de doğru. Ama Nazım'ın şiirinden büyük oldu yaşam(ı) hep. İyi mi
kötü mü sorusunun yanıtı şiirin şiirliğine bağlı… Koca Nazım, sana değil yazına bakmak zorundayım ve
beni bağışla bunun için.
O bütünlüklü ses, kavrayıcı bakış bin parçaya bölünmüş. Yaşam geçişleri sert, birden, hızlı
gerçekleştiğinden küçük yapılar, izlenimler ve anlık tepkiler yine elbette Nazım'ın notaları
olarak boşluğa düşmekte, çınlamaktadır. Arkadaki sesi duymasak da, eski sese koşullanmışlığımızla biz
tümlemekteyiz. Nazım bize de bir alan açmakta, okur olarak kederine, hasretine katmaktadır. Bir
yetmezlik, doymazlık bizi de etkisine alır, sürükler.
Bu yaşam izlenimleri, izdüşümleri eksi birle zedeli. Şiir sürgünde 'hasret'e
tutuk olunca kilitlenmek, çakılıp kalmak, takınak olası… Öte yandan dünya şairi, SSCB açısından hem
etinden (ününden) yararlanılan, öte yandan şair üzerinden rejimi propagandalayan çifte işlev taşır.
Hiç sakıncası yok elbette, doğal. Şair kendisini 1956'lardan sonra (kalp krizinden sonra)
duygusal hesaplaşmalar içinde buluyor ve en iyi aracını, şiiri bu yönde kullanıyor. Çok da iyi
yapıyor. Biz onun şiirsel güçsüzlüğünden (zaaf) insan yanına tanıklık etme olanağı yakalıyoruz. Peki,
bir şairin insan yanını görmek ne anlama gelir? Niye gör(mey)elim?
Nazım'ın şiirinin bir özelliği de kamusallığı. Nazım'a yazınbiliminin yeni eleştirel
kuramları (Örn. Wellek/Warren, vb.) çerçevesinde ve teknik anlamda görüngübilimsel bir çözümleme artık
kaçınılmaz. Nazım'ın şiirinin mitolojilerini ayıklayıp salt şiir düzeyinde (eğer bir
metinbilimi, metnin içkin değeri, vb. söz konusu ise) bir bakış açıcı gerekiyor. En başta ayıklanması
gereken ise; eklenmiş okumalar, sahnelemeler, bireysel ya da kitlesel sunumlar, güncel siyaset,
anlatımlar, gizli/açık araçsılık, duygusal polemikler, partili/insan Nazım, vb. Bu ve benzerleri ayraç
içine alınmadan Nazım'ın şiirinin evrensel niteliği (şiir özelliği) seçikleşip görünür olamaz.
Sorun şu:
İnsanlar Nazım'ı neden dillerinden düşürmüyor, seviyor? Duygusal ilmekleri, onamaları için
görünürde. Ben daha derin bir şiirce neden olduğunu ama kimsenin bunu anlamaya çalışmadığını, hatta bu
anlaşılırsa onca geçerli nedenler dururken böyle yazınsal (dilsel) bir sevgi bağının utanma nedeni
sayılabileceğini düşünüyorum. İnsanlar uzlaşmaların dışında ve salt (saf) sanatsal gerekçelere dayalı
yargılar için utanabiliyor. Toplumsal dizge bu boş zaman uğraşılarını (estetik) genelde utanılacaklar
ulamına (kategori) çoktan yerleştirmiştir. İnsanlar usdışı bir davranış içre saf, duru, estetik
nesne/kavramla yüzleşmeyi acemice, beceriksizce, eksiltili yaşantılıyorlar (sanıldığının
tersine).
Şimdiki soru ise şu:
Saf estetik, saf şiir de nesi? Bir şiir yaşamdan koparıldığında mı saflaşacak? Şiir yaşama yaşam
eklemeyecekse neye yarar?
Bu sorunun yanıtı bilim ve nesnesi tartışmasını kaçınılmaz kılacaktır. Unutmamalıyız ki her bilim
kişisel, göreli deneyimlerin aşılması, yaşamın örnekçelendirilmesi, soyutlanmasıyla ilgilidir. Bu
soyut kavram her bilim nesnesini açıklamaya yeter (gelinen yerde) ama tek tek olguyu aşar, yani tersi
olanaksızdır. İşte yazınbilime (tabii şiirbilime) ve nesnesine bakışımızı yönetecek, eğitecek
paradigma (bağlam) bu olabilir.
Yazma ve okuma bu paradigmaya göre konum, yer, anlam edinir. Her okuma okumadır ama başka okumadır.
Uzlaşılmış, genelleştirilmiş okuma ise, ortak öğe kümelerinden çatılı, giderek daha soyut(lanmış)
okumalardır.
Sonuç olarak söyleyeceğim, Nazım gibi çok az şairin böyle soyut okumaları çoktan hak ettiğidir. Bir
kez daha anımsatacağım Fethi Naci'nin sözünü: Ne kadar futbol varsa o kadar roman var
ülkemizde.
9 Mayıs 1956, Stockholm'de yazdığı Kavak şiirinde Yesenin'e şöyle bir göndermesi var
ikinci kıtada, ilgimi çeken:
"Ak bedenli gelinleri,
Melûl mahzun kayınları
Sever Riyazanlı Yesenin."
Bu yıllardan seçtiğim birkaç şiir aşağıda:
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
(1956)
*
YAZ YAĞMURLARI
Güneşte telli de pullu pırıldar
kumral gelin saçı gib yağmurlar.
Islak kiremitlerin rahatlığı
yavaşça siner içime.
Beklerim.
(19.2.1958: Varşova)
*
MASALLARIN MASALI
Su başında durmuşuz
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.
Su başında durmuşuz
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, bir de kediye.
Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.
Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek
kaybolacak suda suretim.
Sonra ben gideceğim
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak,
sonra o da gidecek.
Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Su serin,
çınar ulu,
ben şiir yazıyorum,
kedi uyukluyor,
güneş sıcak,
çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
(7 Mart 1958: Varşova-Şvider)
Son Şiirleri (1959-1963)
Son şiirleriyle Nazım (şiir) okumamı bitirmiş oldum. Yıllar sonra derli toplu bu Nazım okuması iyi
oldu, Türkçe ve Türk şiiri üzerine yeniden karşılaştırmalı düşünmemi sağladı. Bizim şiir yazınımız has
şairlerimiz altında eziktir. Etkilenmekten korku bana göre zayıflık belirtisidir. Nazım bu
dışlanmışlardandır, Dağlarca, vb. gibi. Şunu görüyorum. En azından üç katmanlı bir şiir evrenimiz var.
En üstte sanki bu şiir ırmağının dışında, yapayalnız büyük dil (Türkçe) ustaları var bir avuç. Geri
kalanının (diğer katman şairlerinin) tüm çaba ve marifeti etkilenmemeye özgülenmiştir neredeyse. Kanon
meselesi bir bilinç meselesidir aynı zamanda. Yani bayrak yarışı… O bir avuç has şair bunun çok iyi
ayrımındadır ve tüm geleneği üstlenir, bu yüzden ötesine aşarlar. Nazım bunların başında gelir. Hatta
şu küçük öfke öyle ileri gider ki harcamaya, boyundan büyük işe de kalkar. Örnekleri çok. Şöyle
dercesine:
Yani Nazım'dan etkilenmedim bakın, görün. Temiz kaldım.
Oysa benim tezim şu: Nazım gibi yaz(a)madan kendin gibi yazamazsın. Önce Nazım'ı yazacak, sonra
şiir yazacaksın.
*
Nazım 1959'dan öldüğü yıl 63'e diyelim dört yılda ölüm eşiğinde, duygusu içinde şiir
yazmış, eşik atlamış, kendinden birkaç tane Nazım çıkarmıştır. Bunlardan biri sosyalist (SSCB)
protokolüne bağlı Nazım'dır ki bunu görev olarak üstlenmiş, istekle ama bence sıradan
denebilecek şiirler yazmıştır. Bu Nazım içinde de yine sosyalizm bağlamına tutunmuş ama evrensel
göndermeleri olan (barış, silahlanmaya, atom bombasına karşıtlık, sömürgecilik, vb.) bir başka
(enternasyonal) alt-Nazım'dan söz edebiliriz. Öte yandan ısrarla Leninizme bağlı bir sadakat,
50'lerin SSCB uygulamasına ilişkin tedirginlikleri yeterince yok edemiyor (duyunç?) ve buradan
da bir başka (eleştiren) alt-Nazım çıkıyor birkaç şiirde.
Nazım'lardan biri de yürek yangısıyla vurgun yemiş, Münevver'le yol ayrımına gelmiş,
özlemiyle yeni (bir kadın) sevme arzusu arasında gerilmiş, daha gerilmiş Nazım… Bu dört yılın
şiirlerinde Münevver'den hayıflı, suçlu kopuşu, yeni, oldukça gecik(tiril)miş bir aşkı
gerekçele(ndir)meyi, iki sevgiyi karşılaştırıp ["Sevdalara doyulamadı./Giderayak işlerim var
bitirilecek,/giderayak." Giderayak, 1959, s.13 ve örn.
İki sevda, s.20-21] eşleştirmeyi (muhasebe), daralan zamanlara sığ(ış)mış
'saçları saman sarısı kirpikleri mavi' Vera'nın aşkına yüklediği insan ve
şairce değeri ve yakın ölüm düşüncesiyle gündemi biçimleyen veda duygusunu görüp de burkulmamak
olanaksız:
".....
Sonra birden anladım ki, yıllardır, ama uzun yıllardır bu tirende yaşıyorum.
-ama, bunu nasıl, neden anladığıma hâlâ şaşıyorum-
ve hep aynı büyük, aynı umutlu türküyü söyleyerek
sevdiğim şehirlerle sevdiğim kadınlardan boyuna uzaklaşıyorum
ve hasretlerini etimin içinde işleyen bir yara gibi taşıyorum
ve bir yerlere yaklaşıyorum, bir yerlere yaklaşıyorum."(Mart 1960, s.51)
Daha birçok Nazım üretmiş 959 sonrası. Nedeni, kaçıştan önceki zoraki indirgenmiş yaşamının
(tutukluluk, vb.) Nazım'ı tüm (yekpare), som kalmaya zorlaması, bulunduğu yerde yoğun bir
odakçıl direnişi öne çıkarmasına karşın yeni, özgür yaşamında daha büyük bir dünyanın onu farklı
yönlere çekeleyen gerilimleri, olayları arasında parçalanmak zorunda kalması. En hüzünlü şiirleri
uçlarını buluşturamadığı, bir araya getiremediği bu yaşamı dile getirenler…
Sonra yolculuk ve zorunlu ayrılıklar dönemidir bu son yıllar ve şiire oldukları gibi yansır.
Bence bu dönemin şiirleri içinde en dikkate değer olanları (Saman Sarısı,
Havana Röportajı, Bir Şehirde Tıramvaylarla Yapılmış Gece
Gezintileri Üstüne, Yılbaşı Ağacı, Severmişim
Meğer, Neyi Bildirir Sayılar, vb.) yeni bir biçimi,
soluklanmayı denediği, o güne değin kullandığı ses değerlerine yeni, çoğul, çok sesli bir boyut
kattığı birkaç büyük şiir. Bunun kaynaklarını ve nedenlerini anlamak bu yazımın amacını tek başına
oluşturmaya yeter. Yanıt veremesem de bir soru çıkarabilirsem ne mutlu bana. Birkaç örnek önce:
SAMAN SARISI'ndan
I
Seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
.....
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem tüyün de
ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
.....
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa
ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
.....
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
II
.....
em>gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler
nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip alanlar alıp da
seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de saman sarısı belâsı başımın.
(1961, Moskova, s. 72-85)
*
HAVANA RÖPORTAJI'ndan
II
.....
kar yağıyor
kızaklar geçiyor Tiverskoy Caddesinin tahta döşemesini örten karları
yol çizerek
Kafkaslı Alizade girdi hole lezginkası astragan kalpağı hançeri ve göğsünde
gümüş başlı fişekleri bir de Vırangel yâdigarı hâlâ da sızlayan iki yarasıyla
ha desen başlayacak Şeyh Şamil dansına ve Havanalı ağızlarında kalacak
parmakları
.....
III
.....
her gün biraz daha yitiriyor ağzım dünyanın acılığını
her gün biraz daha yumuşuyor çizgileri avuçlarımın ve çok uzaklardaki kadının
beni ama yalnız beni düşündüğüne inanıyorum her gün biraz daha
ve her gün biraz daha keyifli türkü söyleyerek geçiyorum Havana
sokaklarından
somos soslayistos palante palante
(1961, Moskova, s.86-96)
SEVERMİŞİM MEĞER'den
.....
zifiri karanlıkta gidiyor tiren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına vardım bunun
Pırağ-Berlin tireninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa
çıkmışım gibi seyrederek
(1962, Moskova, s.124-128)
*
Nazım geldiği yeni ses değerleri eşiğinde olayın ikili ırasına ilişkin bir aydınlanma yaşadı ve kuşku
virüsü kanına katıştı böylelikle. Dışarıda, içeriden tek parça, bütünlüklü algılanan büyük insanlık
davasının ortasında kendini bulmak, kişiselden ve daha alt kimliklerden başlayarak en evrensel
eşleştirmelere, düzgülemelere dönük sayısız çatışmayı, gerilimi yüze çıkarıp görünür kılınca o güne
değin heroik, davacı, özdeş, epik şiir dili ve anlatımı yeni şiir dili sularına, enginlere,
olumsallığa, kayıtları zorlayan oylumlu, sınırları zorlayan açıklıklara yelken açmak gereği
duymaktadır. Hayıflanabileceğimiz biricik şey bu dilin gelecek başyapıtları için Nazım'ın
yeterince zamanının kalmayışı. Birkaç büyük şiir, gerçekten (hakiki) 20.yüzyıl şiiri denebilecek
birkaç örnekle yetinmek zorunda kaldık onun çağdaşları, okurları olarak.
Nazım'ın yaptığı devrim eytişmeli bir atak olarak anlaşılmalı öncelikle. Bu yeni deneyimin
altındaki şiir kuşkusuz Nazım'ın o güne kadarki şiiridir. Öte yandan daha kapsayıcı, daha
topoğrafik, daha ince ve ayrık makamlarla örülü, orkestral (müzikal) çoksesliliği deneyen bir şiir
dili, ustalık birikimiyle, yatağını geçiş sorunları yaşamadan, hızla (birden) bulmuştur. Nazım doğal
biçimde bu şiire geçmiştir, kendiliğinden, doğaçlama yordamıyla. Sanki zaten hep böyle yazmıştır.
Tümceler uzun, oylumludur ve duraklar, noktalama imleri, okurun metinle ilişki kurma biçimine
bırakılmıştır. Nazım kendini (dilini) bu ölüm öngününde sonuna değin yılkıya (özgür) bırakmayı
denemektedir. İnsan yaşamı kısa, insan ölümlüdür ve böyle olunca şiirin dili yersel ulamları
(kategori), bağlamları kapsamakla birlikte çoktan aşar, aşmak zorundadır. Hesaplaşma
bilgi/törebilimsel olmaktan çıkmış, varlıkbilimsel yerlemlere doğru kaymıştır. Yeni bir bağlamsal
haritalama, yeni ve daha kökten bir evrensel buluşma, çağıldama dili, dilucuna gelmiş, yerleşmiştir.
Şiir daha büyümüş, yaşamsallaşmıştır. Duygu perdesi minör gamlara yaslı ve geniş aralıklı, zengin bu
şiirin büyümesi dikey değil, yatay, enlemesine bir büyümedir. Açılmadır aslında, bir tür
kucakla(ş)ma.
Mesele de burada, açılmanın duygu, hüzün (elem) tonundadır. Her mutluluk saniyesinin aynı zamanda
yitiklik bilinci, duygusuyla gelen mutsuzluk anı olmasında mesele. Şiirin insan(cıl) özü (humoru)
böyle bir birimsel ikileşmeye (bölünmeye, yarılmaya, vb.) dayalı. Şiirin her öğesi, yapıtaşı dirimle
ölümün dansıyla ilerliyor. Nazım dil egemenliğiyle yaşam(/ölüm) duygusunu ilerletiyor.
Kimse yanlış anlamasın. Nazım'ın, birçok şairde olduğu gibi ölüm korkusu yoktur (Belki böyle
söyleyerek ileri gidiyorum) ve şiirini ölümün karanlığı aydınlatmaz (!) Nazım'ın derdi yaşamayı
yaşa(ya)mamaktır. Güzellik, daha doyamadan arkasında, geride kalacaktır. Zaten tüm bir yaşamı ondan
çalınmıştır. Yaşayabileceği gibi yaşamamıştır. Bu nedenle buruktur, isyanlardadır. Trajik bir çatışma
yaşar. Yazgı onu umarsız, çözümsüz yakalamıştır ve yaşamı boyunca oluşturduğu dilinden başka elinin
altında gereci, yatıştırıcı aygıt yoktur. İşte son yıllarda aygıt dönüşüm (metamorfoz) geçirir ve
tepeden tırnağa Nazım'laşır (bireyleşir). İlginç biçimde de bireyleştikçe (kişiselleştikçe)
evrenselleşir, soyutlar kendini. Hem (yaşamayı) seven Nazım'dır, hem seven biri. Vera'da
hem kendi, hem herkestir.
Tüm bu nedenlerle bu yılların gerçekten şiir denebilecek şiirlerinin ortak ve tek bir imgesi vardır
dersem abartmış olmayacağım: 'Saçları saman sarısı kirpikleri mavi.'
***
Elbette, bana düşen bölük pörçük değil, derli toplu bir Nazım şiiri yazısına girişmektir. Okumam
boyunca bir dizi başlık oluşturduğumu düşünüyorum. Bunların altlarının doldurulması gerekir. Oysa
tersini yapacak, başlıklarla yetineceğim. Nazım'ın içime çektiği çiziğin şimdilik ne anlama
geldiğini kendimce anlatabildiğimi umuyorum. Gerisi yazın/eleştiribilimcilerin işi. Tek dileğim, yazın
(eleştiri)bilimindeki geleneksizliğimiz ve bunun içinden her nasılsa türetilebilmiş ama pek bi
berkitilmiş, sağlam (!) görünen (ön)yargılarımızı sıkı bir eleştiriden geçirmek, en doğru, tartışılmaz
görünen yargılarımızı bile. Sanat yaşamın tüm belirme biçimlerine, anlatım biçimlerine borçludur ama
fazlasıdır da. Zaten sanat oluşu yalnızca ve yalnızca bununla ilgilidir. Bir eleştiri nasıl çıkıp
Orhan Kemal'i, Aziz Nesin'i vb. kendi içinde ayıklamalı, estetize etmeli, iyisini
kötüsünden (!) ayırmalıysa aynı şey Nazım'a da yazın ve estetikbilimi adına uygulanmalı. Elbette
bu büyük yazar ve insanlar bundan ancak çoğalarak çıkarlar, hiç kuşkum yok. Sokağın yargıları etkili
olabilir ama kalıcı olanı ortaya çıkarmakta çok işe yarayacağını sanmam. Dediğim gibi geleneksel bakış
açıları ise hep eleştirinin içinde tutulursa doğru değerlendirilmiş olurlar.
***
VERA'NIN UYKUDAN UYANIŞI
İskemleler ayakta uyuyor
masa da öyle
serilmiş yatıyor sırtüstü kilim
yummuş nakışlarını
ayna uyuyor
pencerelerin sımsıkı kapalı gözleri
uyuyor sarkıtmış boşluğa bacaklarını balkon
karşı damda bacalar uyuyor
kaldırımda akasyalar da öyle
bulut uyuyor
göğsünde yıldızıyla
evin içinde dışında uykuda aydınlık
uyandın gülüm
iskemleler uyandı
köşeden köşeye koşuştular
masa da öyle
doğrulup oturdu kilim
nakışları açıldı katmer katmer
ayna seher vakti gölü gibi uyandı
açtı kocaman mavi gözlerini pencereler
uyandı balkon
toparladı bacaklarını boşluktan
tüttü karşı damda bacalar
kaldırımda akasyalar ötüştü
bulut uyandı
attı göğsündeki yıldızı odamıza
evin içinde dışında uyandı aydınlık
doldu saçlarına senin
dolandı çıplak beline ak ayaklarına senin. (Mayıs 1960, Moskova, s.55)