Sunuş
İki başka dünya, iki yaşam arasında sıkışıp yitmek, yitip gitmek de vardı.
Kusturica'nın Yeraltıfilminde
(Underground, 1996) fiziksel olarak parçalanan ülke ve
insanlarına tanıklık etmiştik. Tarih biraz da göçün tarihi değil mi?
Göçten geriye ne kalır ve nasıl? İnsanlığın büyük sorusu bu.
Nihat Ziyalan'ın büyük sorunun içerisinde nasıl
yuvalandığı, payına
düşeni nasıl taşıdığı ve anlattığı anlaşılmaya çalışılacaktır bu yazıda.
Göçten yarasız beresiz tek parça çıkmak olanaksız
olmalı. Sonsuza dek
yitirmişlik duygusuyla sonsuza dek kazanmışlık duygusu arasında uçurumun
iki yakası zaman zaman yaklaşır, uzaklaşır.
İki yakanın iki tini ve teni de. Belleğin seni hangi yurtta, coğrafyada ve
zamanda gezdirir?
Varlığın buradadır ya sözcüklerin, tinin bambaşka ve uzak yerlerde
eşinir. Bazen de tam tersi... Bedenin terk etmiş, almış
başını gitmiştir düşüncelerin buraya vazgeçilmezcesine
demirlemişken.
Bu çapraz kopuştan, bu yersizlik ve zamansızlıktan, daha doğrusu iki ve
çelişik
yerlilik ve zamanlılıktan ne çıkar bunu bir düşünelim.
Her zaman değil, ama şimdi buradaki öyküden Nihat Ziyalan
çıktı.
Yurtların üstünde bir kurmaca yurt, zamandan kaçırılmış bir
zaman ve sımsıkı bir
tutunma; tutkulu, genç, aydınlık, arı duru, içten bir yazı.
Dünyaya dost, yaşama ilgili, paylaşan, nesi var, yoksa.
Anadili sevgisini ve dilinden yükselttiği şiirlerini, yani aslında has ekmeğini
bizimle kardeşçe bölüşme konusundaki bitmez tükenmez
yaratıcı gücü ve istemi için okumak ve teşekkür
etmekten başka ne yapabiliriz ki? Hiçbir şey.
Eline, diline, şiirine sağlık Usta!
Bu şiir sensiz (de) bir eksik kalırdı.
İçindekiler
I. Kişisel, 3
II.Yaşam-ak, 5
III. Poetika: Bir yaklaşım, 8
IV. Şiir, 12
V. Roman-öykü, 22
VI. Oyun, 25
VII. Sonuç, 26
Kaynaklar, 27
KENDİ ÖYKÜSÜNÜN PEŞİNDE YURDUNU ARAYAN BİR YURTSUZ OLARAK NİHAT ZİYALAN
İÇİN PRELÜD
ya da
GEÇ KALMIŞ BİR MERHABA
I.Kişisel
Yapıtını yazarından ayıramayacağımız Nihat Ziyalan bir anlatı karakteri gibi kendi romanını çatan,
şiir uçurtmasının ipini zaman ırmağına saldıkça salan, aynı zamanda oyunculuğunu da yaptığı yaşam
filmini yöneten biri olarak 1936'dan beri, yani iki yüzyıla yayılan büyük yolculuğunu sürdürüyor.
Kendi çizgisine (ipine) sımsıkı sarılmış, dünya gelgitini kendince, bilgece hizalamış, geçici dünya
yaşamı fırtınalarının ortasında
dinginliği yuvalamış bir tür uzak yıldız, aslında kimse bilmez, bir kutup yıldızı. Güvenin hak
edilmiş kaynağı, rezil yaşamlarımızın tüm boku püsürü elendikten sonra geriye kalan işe yarar, anlamlı
son arı, duru şeyin
alçakgönüllü kardeşi, paylaşımcısı, dürüstlük ve erdemin canlı anıtı.
60'lardan beri Nihat Ziyalan adı beni izledi diyebilirim. Demek o aralar Yeşilçam'da dayak yiyip
duruyormuş, bir yandan sanat çevrelerinde gezinir,
arada kaleme asılır, şiirinin ilk öncülerini cepheye sürerken. İnsanlara saygılı, sevecen ve sanat
dünyamızda yeri o zamandan
hazırlanan genç oyuncu ve şairin dergilerde arada bir karşıma çıkan şiirleriyle tanışmam oldukça eski
ama ne kadar şiirini üstlendim, onca parlak şair adının
arasında ne kadar özen gösterdim, bilemiyorum. Aslında biliyorum Niyazi abi! Gençlik tutkuları
içinde has, özden anlatıları genelde ıskaladım elbette, birçoğu, senin verimlerin gibi güme gitti.
(Anlayışına sığınıyorum, yarım
yüzyıl sonra bağışlayacağını haydi haydi umarak.) Şiirlerde o günden bugüne yazar-okur olarak koşutlu
yolculuğumuz yer yer kesişse de bir
ıraklık, üstlenmezlik, büyük sularda boğulma tutkum nedeniyle gönül indirmezlik türünden yanlışlarım
da bana
haliyle eşlik etti. Karşıma alıp gerçek bir okumayı, tanımayı, anlamayı ve tüm bunları taçlandıracak
biçimde sahiden
sevmeyi beceremedim. çünkü kendi yaşam izlencem, bu yaşamı bağladığım düşlerim büyük deniz düşleri
gördürüyordu
bana ve büyük düşler uğruna küçük düşler kuramadığım gibi görebildiklerimi de yakıp kavurdum. Sonra
sonra şiirin
dolambaçlı sözler, parlak ve çarpıcı imgeler, gizli ve erişimsiz kuytuluklarla eşleştirilemeyeceğini,
özdeşleştirilemeyeceğini anlar gibi oldum. Dilerim, şimdi ne anladığımı yarın tartışabileceğim bir
zamanım olur. Yani
sözün özü, küçük sularda boğulmayı başaramadım ve başka bir yaşamı sahiden kaçırmış oldum. Geç
anladım tüm bir yaşamın küçük sularda yüzerek öğrenildiğini...
Nihat Ziyalan'ı yazma konusunda nasıl hiçbir şey yıldıramadıysa, beni de okuma konusunda yıldıramadı
aslında. Yine de okumanın kolayına kaçmadım. Beni eksilten seçimler yaptım doğru ama elimden
geldiğince az yapmaya çalıştım. Sanat ürününü basamaklandırmamaya, yukarıdan aşağıya
dizmemeye, okumadan ve evrensel ölçütlere olabildiğince vurmadan görmezden gelip harcamamaya çok
çabaladım. Ama ben seçmesem de arkamdan dürten kendi yaşamöyküm seçimler yaptı, eledi. Kuru yaşı yaktı
(hem de zaman zaman düşündüğümde acısını çekecek kerte kötü seçimler yaparak).
Ama insan eksik, kusurlu bir varlık, seçmeye ve siyasete yargılı, dolayısıyla sorumludur yaptıklarınca
yapmadıklarından da.
Uzak, tanışsız kardeşliğimiz demek yarım yüzyıldır sürüyor. Bir dönem Adam
Sanat'ta (yanılmıyorsam) bolca öyküleri yayımlandı. Benim için Nihat Ziyalan adı
bilmediğim nedenlerle yerkürenin öteki yanından, Avustralya'dan imler (sinyal) gönderen biriydi.
Hiç düşünmedim, gerek duymadım nedense, ta oralarda ne işi var, hangi dalga attı sürükledi onu uzak
diyarlara, neden oradan buraya yine de eli uzanıyor, öz dilini, Türkçe yazmayı bırakmıyor, diye.
Düşünmeliydim, gariplik ne demek (ki koca atam Yunus'tan bilmem gerekti ne olduğunu),
yurtsama nasıl bir şey, yazıda bir rengi var mı özlemin, yurtsayan ses nasıl tın(ı)lar, açılır,
dağılır, kırılır,elejilenir.
Böyle böyle çıkageldik güne. Yıllar, on yıllar, yaşamlar aktı geçti, belimiz büküldü kondurmasak da
kendimize. Artık buralarda eşinirken kıymıklı, kılçıklı, dikenli, taşlı yerlerden sakınıyor,
süsler püsler, yan sesler, duygu taşkınları, iri iri söylemleri su kesimi altına alarak geriye kalan
son sese, orada öyle olan, olması doğru olan ve kalan şeye açıyoruz tüm duyargalarımızı. Algımız taş
üstüne taş koyarak değil, taş üzerinden taşı eksilterek yaşamanın en yalın, sapmasız, kışkırtmasız,
burada böyle olmanın, ununu
elemiş, eleğini duvara asmış dinginliğine ayarlı artık. Sizler bizi anlamamakta belki haklısınız ama
biz birbirimizi anlayabiliriz, anlıyoruz. Gemi batarken safra atmanın şimdi sırasıdır. Birlikte
yapıyoruz bunu.
II. Yaşam-ak
Dostların aracılığı, girişimiyle Nihat Ziyalan yapıtı önüme düştü. Arada birkaç eksik yok değil ama
Nihat Ziyalan tini hangi taşı (yapıtı) kaldırsan altından, insanı asla yanıltmayacak sabır,
süreklilik, tutarlılıkla bezeli ve olduğu gibi çıkıyor. Dolayısıyla onun az okuması, çok
okuması yok diyebilirim. Bir yazara söylenecek şey değil bu. çünkü yazar bir sonraki yapıtını önceki
yapıtına karşı sürer, yapıtını aştığını düşünmese yeniden yazmaz. Bir yapıtında öyle anlaşılan yazar
bir başka zaman ve uzam
içerisinde ürettiği yapıtında yine tıpatıp öyle anlaşılmak istemez, tedirgin olur. Yazmanın nedenine
aykırıdır durum çünkü... Oysa uygulamada sanatçılar, yazarlar çok sık yapıtlarını yineler, hatta düzey
düşürürler
istemeseler de. Ama burada Nihat Ziyalan örneğinde sözünü ettiğim, hangi yapıtını kaldırsan altından
çıkacak aynı yazar tini derken, düşündüğüm bu değil.
Öyleyse kısaca yazar kişiden, Nihat Ziyalan'dan huyum olmasa da söz etmem gerek. Geçmişten bugüne
rastlantılarla karşılaştığım Ziyalan şiirlerinden haliyle edinemediğim, oluşturamadığım bir izlenim
son 2-3 ayın içerisinde (Kasım 2017-Ocak 2018, aynı zamanda Ziyalan toplu okuması dönemi) üzerime
çullandı.
Nihat Ziyalan sanki yapıtından çok varlığıyla dikiliverdi önümde. İkilem yaşadığım açık. Acaba
kişiliği, bireysel varlığı, adı (Nihat Ziyalan) yapıtının önünden (ya da hemen arkasından) yürüyen
birisi mi o? O güzel, at yarışları ve bahisçilik, mafya, yer altı öyküsünden
(Herkes Neriman'ı Yaşar, üstüme Fazla Gelme Ayçelen, 2014)
çağrışımla Nihat Ziyalat ve atı (yapıtı) bir ikili (eküri) mi? Yazarın yazınsal siyaseti (poetika) bu
ayrışmazlık, zorunlu yan yanalık üzerinde mi temellendirildi? Ama okuru olarak benim anladığım şu:
Yazar yapıtını, yapıtı da yazarını asla
bırakmadı. Belli ki gönüllü ya da gönülsüz, yazgı el ele ya da bilekten bileğe (Kader
Bağlayınca, The defiant Ones, Stanley Kramer, 1958) yazarı
ve yapıtı bir aradalığa tutsak kıldı. Yapıta baktığımızda yazar, yazara
baktığımızda yapıtı görmek ve bundan kurtulamamak Nihat Ziyalan örneğinde ikilem dediğim şeyi yoğun
biçimde yaşattı bana. Oysa evrensel yazın geleneğinin bana öğrettiğini sandığım şey, kendini yapıtının
içinde sokaktan sokağa
gezdiren yazar anlatıcılara karşın, yine de yazarı yapıta ya da yapıtı yazara karıştırmamaktı. Bunu
ilke katına çıkardım, yazınsal bir ölçüte dönüştürdüm desem yalan olmaz. Ne
yani? Yapıtın yazgısı, yaratıcısının (yazarının) yazgısından ayrı, özerk, bağımsız olabilir mi, olmalı
mı? çetrefilli bir soru. Ben kotarılmış aralığı (ıraklık, mesafe) oranınca başarı sayakoydum bugüne
dek. Nihat Ziyalan'ı okuyunca
düşüncemde köklü bir değişiklik olmadı gerçi. Ama pekâlâ yazarla yapıt yan yana, el ele,
birlikte yürüyebilir, birbirlerini gözetebilir, varlıklarını iyi ya da kötüöteki
(Dostoyevski'yi anabiliriz geniş, geniş
bir yaklaşımla) olarak dikkate alabilir, eksiltmeli arttırmalı ama teze dönüştürülmüş bir önerme
olarak okurun önüne gelebilirlerdi. Bu süreçte bir insanın özsever (narsist) sapması, yapıtta da
benzeri sapma (patoloji) olarak yankılanmaktadır.
Bir kişiden (yazar ya da yapıt, değişmez) söz ediyoruz ya o zaman bu kişinin aslında iki kişi (yazar
ve yapıt), hatta daha doğrusu 2X2=4 kişi olduğunu kabul etmeliyiz. Bu dörtlü çete ilişkilerinin
tümüyle dışa yansıdığını, kendini
gösterdiğini elbette düşünmeyeceğiz. Ama değişik bağlanımlar (kombinasyonlar) olduğunu, yazgıcıl dört
kardeşe arada başka düşlemsel kardeşlerin (varlık) de eklendiğini (örneğin,Ayçelen) yeri
gelmişken hemen belirtelim. Bazen yazar yapıta, bazen de yapıt yazara gölge oldu. Ama biri olmadan
öbürü olmadı.
Bulmacadaki gibi:Ben giderim o gider, ben dururum o durur. Bil bakalım nedir? Şurası kesin:
İster istemez biri öbürünü aşağı yukarı, sağa sola çekeler. Yazar uçtuğunda yapıtı da uçurur, yapıt
düşerse bilin ki
düşen yazardır. Bu yazgı birliği özel koşullar, öykülerle örgülenir mi bir de üstüne. Gel o zaman çık
işin içinden! çıkıl(a)maz. Burada, iyinin ve kötünün ötesinde bir yaşam örneği çıkar önümüze. Yapıta
el
attığımızda karşımıza koca bedeniyle çıkan Nihat Ziyalan'ın ta kendisidir ve ona elimizi uzattığımızda
sözcüklere dokunmuş oluruz, öyle sözcükler ki sıcak kan, tuzlu gözyaşı olarak gelirler bize. Okur
(usu) ya zıvanasından çıkacak, koyverecektir kendini,
ya da halkaya eklenecektir, ikinci, üçüncü gölge ya da beden olarak. İyi ya işte, derdimiz birbirimize
dokunmak, birlikte oyuna durmak değil mi? Yapıt ya da yazar buna (dönük) değilse neye, niyedir?
Bir yaşam felsefesiyle karşı karşıyayız dostlar. Burada çocukluk-gençlik yıllarından, Adana'dan yola
çıkmış (Yaşar Kemal'lere, Orhan Kemal'lere, Yılmaz Güney'lere,
Özdemir İnce'lere, Osman Şahin'lere selam olsun!) , 80 yılı kat etmiş, yarım (yolda) kalmış hemen her
şeyden söz ediyoruz. Bütün tasarılar, yaşam tasarıları yarım kalmış tasarılardır bir kez, önce bunu
bilelim. Ama Ziyalan'daki
yarımlıkta insanın yüreğine fena halde işleyen bir şey var. öyleyse soralım, neyin yarımlığıdır onda
gerçekleşen? çünkü bir eksiklikten, kusurdan değil, bakış açısından, duruştan, kaçınılmazca öyle
gerçekleşmiş bir şeyden söz ediyoruz. Onun yaşam ataklarında, dönemeçlerinde yaptığı seçim bana göre
önderin, kahramanın seçimi olmadı ve bu seçimi o son anda yap(a)mamayı kimseye anlatamadı,
anlatabilmiş
de değil. Yapıtı bir de
bu hayıflanmanın gölgesinde kaldı, serpilemedi hak ettiğince ve yeterince. Ama bir dram kahramanı gibi
ikiye de bölünmedi ortasından. Tersine az ama öze, yalın ama sürekliye, küçük
ama güzele yapabildi yatırımını. Yeterince ürkmüş, yılgın, yitikti ilkgençliğinde. Orhan
Kemal'inArslan Tomson'uydu biraz. Yeteneğinin karşılığını denkliği içre vermiyordu dünya ona,
ya daha azını ya da
daha çoğunu koyuyordu önüne. Oysa Nihat Ziyalan gerçekçi biriydi erken yaşlarında bile ve sağlam,
bağdaşık, savsız sürekliliğin kalıcı gücünün ne anlama geldiğini öğrenmişti her nasılsa. Saman
alevlerinin yarattığı dehşet sahneleri
(gösterileri de diyebiliriz) onun kendinden anladığı kişiyi azına ya da çoğuna zorluyordu ve derdini
anlatamıyordu genç Ziyalan:Bu
tarihse ben tarihin dışındayım, tarih ben isem bu karabasan. (Nasreddin Hoca'nın kedi ciğer
fıkrası.) Ayağının altında zemin sallanıp durdu. çevresindekiler ona Nihat Ziyalan gibi ve denli
seslenmedi. Kendini hep itilmelerin ve çekilmelerin ortasında kakılırken bulmaya karşıydı, karşı çıktı
ve şimdi
geldiği yerde çıkışsızdı yazık ki. Büyük yazgıların büyük kahramanları tarihi yapadururken (!) ne
katılabildi, ne dışarıda gördü kendini. Böylece bir yerdeyken (Nihat Ziyalan bedeninde) başka bir
yerde (yapıtta) olmak yazgısı (kaderi) oldu. Gitmeye gitmeye gitti. Yazmaya yazmaya yazdı. Yaşamaya
yaşamaya yaşadı. ölçünün, uyumun, güzelduyunun doğal güdülerine iye (sahip) bu insan kendi ezgisini
yapabileceği düzeyde bireşimleyemedi, tam gerçekleştiremedi. Dolayısıyla ortaya kusursuz bir yaşam ya
da kusursuz bir yapıt koyamasa da her ikisini kendi ölçekleri içerisinde ve eşsiz bir denge içerisinde
buluşturabildi. Sözün hasını, sözün özünü, Archimedes
kaldıraç noktasını buldu. Kendini çağın fırtınalarına boralarına bırakmadı, dünyanın öyküsünü kendi
Nihat Ziyalan'lığının içinden, alçakgönüllülüğünden geçirmeden, kendisi kılmadan asla üstlenmedi.
Hemen belirtmek isterim, yazarımızın bireysel tarihine bir yere dek girme, karışma yanlısıyım. Bu
kişisel tarihin tüm bir yaşam içre eksiltileri, yoksunlukları belki yazarın yalınlaştıran dürüstlüğü
nedeniyle dramatik bir çatışmaya da dönüşmedi.
Yazarımız bir kaşık suda fırtına koparan, ben ben diye gürleyip tarihi düzelten (bunu yaparken çoğu
kez de buldozer gibi düzleyen, daha yamultan) çıkışlara ilkgençlik yıllarından başlayarak tepkiliydi
bence. çünkü hangi
kaynaktan aldığını kestiremediğim bir sağduyu ile sakınımlı, önlemliydi. Atılan taşın ürkütülen
kurbağaya değmesi gerekirdi ve bunu öğrenmek için ölümüne, gözü kara atılmak gerekmezdi. örneğin
devrim yapmakla iyi yaşamayı, yaşamaktan keyif almayı birbirine karşıt asla
düşünmemeli, tersine bir arada düşünebilmeliydi ve böylesi tutuma yöneltilecek salvoları kestirmesi
hiç zor olmadı. İzninizle, ben kendim olmak istiyorum, demenin görünen bedeli binlerce
kilometre ötede, başka bir yurt ve dinmek bilmez bir yurtsama oldu.
Yanlışlanabilecek, bu pek de uzatmak istemediğim özne eksenli kısa bakıştan kendimi sıyırıp şimdi
Nihat Ziyalan'ın yapıtına kısaca göz atalım. Atalım ama kimi çalışmalarımda yaptığım türden dizgeli
bir okuma yapmayacak, Ziyalan'ın ve kendimin ya da bu yazıyı okuyacak üç beş kişinin gözlerini
korkutmayacağım. Dünyanın karşısında duruşunu
biçimleyen bakış açısını yapıtı üzerinden yoklayacak, orada bağdaşık duran şeyden ve bağdaşıklığın hiç
de yabana atılmayacak bir yazınsal öğe olma niteliğinden söz edeceğim. Hemen belirteyim, bağdaşıklığı
uydumculukla (konformizm) karıştıran kestirmeci anlayışlara göre değildir bu yazı. İzleyen bölümde
yapıtının genel
özelliklerine, sonra şiirine ve en son roman, öykü, oyununa bakacak, belki sonra yazıyı bağlayacağım
yapabilirsem.
III. Poetika: Bir yaklaşım
Yapıtının çapı ile Nihat Ziyalan'ın çapı örtüşüyor, birbirini destekliyor, oranlıyor ve geometrik bir
tutarlılık, uyum söz konusu. Bu ilk dikkatimi çeken özelliği yazarımızın... Yapıt yazarın ayrılmaz
bedeni ama söylemezsek haksızlık olur, tersi de doğru. Yani yazar da yapıtına beden. Bu az görünür bir
durum. Yaratıcı eylemde süreç olabildiğince tek yönlü yansıtılır üçüncü
gözlere. Ancak yaratıcılığını insanın sonsuzdan gelip sonsuza giden büyük öyküsünde geçici bir an,
karınca kararınca katkı, şimdi burada boyutuyla, etkisi, anlamı kestirilemeyecek 'işte öyle bir
şey' olarak görebilen bilge insan yapıttan yazara yansıyan bedeni gösterme, görünür kılma,
ortaya çıkarma cesaretini kendinde
bulacaktır. Küçük tanrıların ese savura naralandığı şu zavallı dünyada bu yalınkatlık nice alkışlansa
yeridir.
Neredeyse tüm yapıtı boydan boya sürükleyen izlek aynı zamanda yaşamı da sürükleyen izlektir.
çocukluk yurdundan zorunlu, tersinmez nedenlerle çıkılan yolculuk ve yeni yurt(suzluk) öyküleri. Bu
bizi yurt kavramının ve kavrayışının tarihsel boyutu üzerinde düşünmeye itiyor. Ama önce saptamamızı
kesinleyelim. Şiirler, öyküler, oyun, günümüzde
olanca ağırlığını dünya siyasetinin acı sonuçları olarak yaşadığımız kitlesel göç trajedisinden çok
başka, değişik biçimdeki göçmenliği anlatıyor. özellikle 80 sonrası yapıtların çevresinde
döndüğü ana izlek bireysel göç. Göç sorusunu irdelemeden önce Nihat Ziyalan'ın göçmenlikten zordalık
(mağduriyet), zorunluluk (mecburiyet), suçlama, vb. sonuçlar çıkarmadığını, herhangi bir kişi ya da
durumu doğrudan sorumlu
tutmadığını, bu konuda son derece yumuşak, yazgıcıl bir tutum sergilediğini belirtmemiz gerek. Kimi
koşullar sağlanabilseydi bardağın dolu yanından bakma huyunun baskın geleceği açıkça görünüyor. Ama
koşulların asıl belirleyici olanları doğal, kaçınılmaz koşullardır ve başta somut olanaklar
(imkân), uzaklık, yaşlılık, vb. sayılabilir.
Göç konusuna bakalım şimdi. Bir zamanlar varsıl ülkelerin işgücü gereksinimlerinin yoksul ülkelerin
gençlerinden giderildiği bir dönem yaşandı. Türkiye için 'ikinci vatan' arayışı 1960'lara dek
iner. Ama Avrupa (Almanya, vd) dışında Kanada, Avustralya gibi göçmenlere açık ülkelerin derdi
yalnızca işgücü açıklarını gidermek değil, aynı zamanda nüfus siyaseti izlemek, nüfus büyütmekti.
Bizim gibi ülkelerde kişisel beklentileri tetikleyen, kışkırtan çağrılardı bu ülkelerden yansıyan
istekler. Etkilenen insanlar gittikleri yerde çalışmak, para kazanmaktan çok
daha kişisel nedenlerle, örneğin kendi ülkesinde yersizleşme, coğrafya ötesi düş kurabilme, serüven
tutkusu taşıma, kendini umduğu gibi gerçekleştirebilecek olanakları bulma gibi nedenlerle yola
çıktılar. özetle kendini doğru yerde ve ilişkiler içerisinde bulamamak ve gitmeyi umduğu yerlerin
büyük sözverileri (vaat), özellikle de gelenek ve ailenin henüz tutsak kılamadığı genç insanlar için
çekiciydi. Kendi ülkesinde taşıdığı bireysel gizilgüç (potansiyel) sonuna dek gerçekleşemeyecekti,
gelecek şu ya da bu nedenle daha şimdiden tıkanmış, açılım yapması olanaksızlaşmıştı. Yeni bir ülke,
yeni bir başlangıç, atılım, bu kez yakalanması anlamına gelecekti kaçırılmış
fırsatın. İnsanın yüzüne şans iki kez gülerdi ve birçok insan önlerine çıkan fırsatları kaçırmıştı.
Genellikle kaçırılır fırsat ve yaşamlar ah vahla sonlanır. Ama tek tük kimi insanlarda arkadan iten ve
geri dönüşsüz, oldukça da kişisel nedenler ikinci fırsatı deneme arzusunu kışkırtabilir. Bu göçün
acıları geçmişin ve günümüzün kitlesel göç acılarından oldukça başkadır. Bireysel yanı ve etkileri
yoğun, baskındır ve iki uçlu bir basınç yaşamı
boyu bireysel ve yarı-gönüllü göçmenin yakasını bırakmaz: çağıran eski anayurt (dil, yaşantılar, kendi
insanlarının arasında ölme arzusu, vb.) ile yeni yurdun eskisiyle karşılaştırılamayacak yaşam düzeyi,
ayartıcı seslenişi. üstelik göçmen yalnız başına değildir, ötekilerin de yazgısı onunla değişir,
dönüşür ve kendi başına yaşamada ve ölmede tek yargı sahibi değildir genellikle. Nihat Ziyalan
örneğinde ikinci bir güçlük daha vardır. Varılan yer, yeni yurt, insanları, yazgıları, taşıdıkları
gizilgüçleri,
ne olursa olsunlar yutacak büyüklüktedir. Bu ülkede birinin tek öyküsünün parlaması ve kendini öne
çıkarıp umulduğu gibi gerçekleştirmesi sonsuz büyüklükler, enginlikler içerisinde olanaksızdır
handiyse. üstelik bireyi yaşama süren (koşan) koşullar, eyleme biçimleri ana yurdun geleneklerinden,
ilişki biçimlerinden değişiktir. Yarışmacı, yabanıl bir bireyciliğe ayak uydurmakta güçlük çekilecek,
ancak üçüncü kuşaktan sonrası yaman çelişkinin üstesinden olasılıkla
gelebilecektir. Üstelik göçmenin kendini hiç ummadığı ama bulduğu ağır yaşama koşulları içten içe
büyük bir sorgulamayı da başlatır. Ama bir teselli vardır: çalışmanın, emeğin karşılığının ana yurtta
düşlenemeyecek kerte alınıyor olması. Belki çok çalışıyorsun ama karşılığını alıyorsun.
Askıda kalmış, zamanıyla barışamamış, aykırı düşmüş, koşulları onu düşünün altına bastırmış genç
insan kendini hiç'e (nihil) değil serüvene atar. Serüven burada özel bir anlamda
kullanılmaktadır. öyküsüz kalmış yaşamın kendine yeni (bir) bağlamda (paradigma) öykü yazması diye
düşünüyorum serüveni. Şiir böyle kalacaktı, sinema bir gram eklemeyecekti, bu çevre, bu toplum yerinde
saydıracak, hatta elindeki kıt varlığı da süpürüp götürecekti. Bir karar anıydı. Ya burada ölmek
(değişmece, metafor olarak) ya orada doğmak... Nihat Ziyalan
arada sıkışıp kalmak, sandviç olup yenilmek yerine orada olmayı, orada yeniden doğuşu, yaşamını
yeniden yaşamlamayı seçti. Bence geride ne bırakacağını biliyordu (Ayçelen, fırıncının kızı, vb.) ve
bu yüzden yine de seçimi cesaretiyle ilgiliydi. çünkü dil hemen yaşamı yedeklemeye, hiçbir şeyi
yitirmeyeceği yönünde sözler alıp vermeye, her şeyi içine alacak yurtların yurdunu tasarlamaya
başlamıştı bile. Her şey iyi olacaktı. çatışmalar, yoksunluklar, kavuşmasızlıklar, hoyratlıklar,
acımasızlıklar, şiddet kalkacaktı orada ya da burada yeryüzünden. Ama şimdi bu
genç adamın yapabileceği tek şey gitmekti. Odysseus gibi kendine yeni öykü aralamaktı, yoksa bu
öyküsüzlük, başkalarının kendine ait öyküyü çala çırpa tüketme hırsı karşısında ardı ardına yeniklik
sürüp gidecekti. Hadi seç genç adam, olmakla olmamak sınırı sana bunca yakınlaşmış, hem burada olmak,
hem oradan olmak özlemin ortadan ikiye bölünmüş, varlığın iki yaka arasında çırpınadururken...
Dediğim gibi bu gerilimden isyan ve boşluk (nihilizm) doğabilirdi. Ama Nihat Ziyalan gençliğinin
tosladığı sorunu bir tür tıkanma, önünün tıkanması olarak gördü. Kendisinden hiç de fazlası, fazladan
yeteneği, niteliği olmayanlar her nasılsa önünü kesmişti ve her nasılsanın altını biraz
eşelersek ne çıkacağını kestirmek çok da yetenek gerektirmiyordu. İyi(cil)lik. Evet, bunca yalındır
mesele. Nihat Ziyalan iyi, uyumlu, sevecen bir gençti, dünyayı iyi kılmak istiyordu ama başka bazıları
bu konuda, yani iyilik
konusunda çok daha kararlı, sert, acımasızdı. Onların iyilik düşüncesinde ters, irkiltici ve Ziyalan
gibilerin katlanamayacağı bir şey vardı ve o bu insanları da karşısına alamaz, üzemez, anlamazdan
gelemezdi. Yüreği engin, sınırsız bir ova, düzlüktü. Sert, acımasız, şiddet yanlı bu toplum saf iyilik
düşüncesini elinin tersiyle savurup atıyordu ve savrulanların arasında kimler yoktu ki? Belki bizler
bu acıları çektik, anlatamadık derdimizi. Hoş, cehennemi yaratanların vahlandıkları, özeleştiri
yaptıkları, özür diledikleri falan yok ve boşuna da ummayalım ama insan(lık) birikimi sınırsızca
harcanmıştır, kusura bakılmasın.
İsyan,bevval-i çeh-i zemzem, vb. yok ama Yunus'un (yalvaç) tedirgin, ürkek kaçışı, soluğu
balinanın karnında alışı var, hani şu Melville ustanın anlattığı. Geçiyorum.
Nihat Ziyalan'ın yapıtı gerilimsiz, yani tarihsizdir yukarıdaki nedenlerle. Kendini tarihin (zamanın
demek daha doğru) dışına, yeni bir yere ve zamana sürgün ettiği için sıfırlamıştır bir anlamda ve
zamana göndermeleri ırak, yüksüzdür (nötr, kararlı, elektriksiz). Başka bir yerin, zamanın, dünyanın
derdiyle uzaklık gibi fiziksel bir nedenle yurtsuzluk koşulundan, dışarıdan
ilgi(li/siz)dir. Kabul etmez, hatta yadsır ama istemese de tüm dünyalıdır, yurda dünyadan (şimdilik
tanımsız bir yerden) bakar. Bu nedenle öykünün, dramın geleneksel yerelliği, tarihselliği,
yani kurgu(sal) yükü Ziyalan yapıtında hakikatsizdir. Şiir kısa, anlık biçimliliğiyle (format) vartayı
az biraz atlatır, yani şiir diğer dramatik çatılar, anlatılar gibi bir yere, zamana bağlanma konusunda
özerk, hatta özgürdür. Bu yüzden yazarımızın şiiri, onu temsilinde en yetkin yazı türüdür
kaçınılmazca. Düz anlatılarında olay, kişi, söyleşi (diyalog) iki yerli,iki
zamanlıdır oysa türün (roman, öykü, oyun) geçmişi, altın oran kurallı, çokluğa karşı birlik
gerilimiyle tanımlanır. üstelik ikilik (iki yerin, zamanın ilişkisi) iki kat pekinlemez
anlatıları. Aslında büyük bir tartışmaya küçük bir giriş benim burada yaptığım. Tartışmanın adını
şöyle koyabiliriz. Yapıta son biçimini veren bir ya da birden çok odaklılık... Tarih, sanatın tarihi
de içinde olmak üzere, tek odaklı seyretti.
İnsan yapısı algısını (uzam zaman) böyle yöneltti dünyaya türleşmesinin gereği. Algının yaşamı
sürdürmeyi olanaklı kılan işlev ve araçlarının türevi üretim (ve artı üretim: sanat) türümüzün tek
odaklı açıklamalarıyla, öykülemesiyle ancak güvenliğini sağlayabildi, anlatı oluşturabildi ve öyküsünü
sonraki kuşaklara geçerli bir öykü (epik) olarak aktarabildi. Sorun da bu şaşmanın, sapmanın, ayrımı
(fark) ortaya çıkaran devinimin, yani paralaksın ikinci basamak türevlerinden kaynaklanıyor:
Şaşmanın şaşması ya da sapmanın sapması, hatta sanattan sapan sanat... Sanatın yakın dönemler gelişimi
içinde çağcıldan (modern) çağcılardı (postmodern) sanata adlandırma
açısından tartışmalı da olan geçişler, dönüşümler, odak (dolayısıyla erk, iktidar) konusuyla birebir
ilişkili. Hemence bir dizi kolaycı (vulger) özdeşleme devreye girmekte gecikmiyor: Odak= Erk
(iktidar)= Us (Akıl)= Tekil yaratma kipi (Tepeden yazar), vb. Bu iki çelişik uçlu kavramsal
tartışmanın somutta karşımıza çıkan geçiş biçimlenmeleri birçok nedene bağlı olarak kararsız
yapı(t)lara yol açabilmektedir. Somut derken örneğin bir sanatçının kavramsal tartışmayı özgürlüğü
içre yürütemediği, dolayısıyla seçimini sorumluluğunu üstlenecek bir düzeyde yapamadığı, iten ve çeken
yaşamsal itkilerin, nedenlerin belli
ve sınırlı seçimlere zorladığı yaşamsal somutlukları düşünüyoruz. Nihat Ziyalan'ın kişisel somut
yaşamsal girdileri yapıtını bir ya da birden çok odağa bağlama tartışmasını özgürce yapabilmesini
önlemiştir. İki yer ya da zamanlılık, aynı anda iki yer ve zamanda bulunamamak yapıtını anlamlandırma
konusunda derin ikilemler yaratmış olmalı. Biz de payımıza düşeni alıyoruz girişte belirttiğim üzre. O
zaman tek çıkış yolu iki yerin arasından, aralıktan, arada kalmışlığı seslendirmek, dile getirmektir.
Bunun son çözümde iki belirgin sonucu olur: 1) Cehennem anlatısı, 2) Yüzer
gezer, çocuksu, hüzün yeğinleştikçe tersine hafifleyip uçarılaşan, zorunsuzlaşan en yalın durum
(hâl) anlatısı. İki zamanın ve uzamın arasında kalmış bu insan kendi yazgısına özlemli, onunla
buluşmak, bir odağa, öyküye bağlanmak, anayurdunda, anadilinde, çocukluğunda kalmak, yurda kavuşmak,
yurduna karışmak istiyor. Ama somut yaşam, yazılan harfleri, sözcükleri, tümceleri siliyor. Sanki
uçucu bir mürekkeple yazılıyor öykü. Arkada bırakılan buharlaştı, ağırlığını yitirdi, şimdiden uçmaya
başladı. Nihat Ziyalan ağırlıkları atmakla değil, arttırmakla ilgili ama somutluk, yapıtını
yerçekiminden kurtarıp yükseltiyor. Bu onu ince, duyarlı bir kabukta, zarda sınırı zorlayıcı bir
açılıma, yeni bir şiir diline zorluyor. Saydam bir örtü, zarın dili. Dilin (şiirin) bu yanından
bakıldığında öte yanı olduğu gibi görünüyor ve bilinçaltı yok dilin. Bilinçüstüyle altı denk,
yansımalı. Buna belki de şiir (dil) erdenliği denebilir. Şiirin kendine dönüşmesi de.
çünkü...
Çünkü Nihat Ziyalan zorunlu göçüyle başlayan yeni bir bağlamın (paradigma) içinden ana dilini (gerçi
Kürt kızı olan annesinin dilinin Kürtçe olduğunu biliyoruz) tümel varlık kılma, olacaksa anadilinde
(Türkçe) bedenlenip var olma, dile sığınarak yuvalanma uğraşına yazı siyaseti (poetika) olarak birebir
bağlandı. Dilin incelmesi, hatta yazarın dilleşmesi (dil dışında varlığını seyreltmesi), saydamlık
belirtileridir yapıtının. Şiirde özellikle böyledir durum ama roman ve öykülerinde ilk basamakta
tutukluk, hatta tutsaklık sürekoymuştur. Tümcüllük, odakçıllık (totalite) tek tek şiir yanlı olguyu
bir amaca kabul edilebilir bir süreklilik duygusuyla (çifte)koşamamış, tarla sere serpe, dağınık,
işlevsiz bir bedenle kalakalmıştır. Kurgunun hiçbir öğesi son noktasına değin taşınamamış, yarımlık,
vazgeçme eşiğinin alacakaranlığı birkaç öykü dışında düz (kurgusal, fiktif) anlatıyı dağınıklığa
tutsak kılmıştır.
Sanırım ortaya çıkardığımız soru şu: Bir yazarın coğrafyasının sınırları nece genişleyebilir ve
genişlemenin yüzeyi, kabuğu, zarı nece delinmeden, yırtılmadan tek parça kalabilir? Oklavayla hamur
açmanın bir sınırı var. Nihat Ziyalan doğrudan yaşamın haksızlığına uğramıştır, yaratıcı kaynaklarını
geniş yüzeylere yaymak, kanını iliğini borçlu olduğu bir yurdu varken ve o yurt orada ona
Siren çağrıları salarken yurtsuzmuş (haymatlos) gibi davranmak, yazmak zorunda kalmıştır.
Yapıtı yaralanmıştır bundan ama özellikle de anlatıları. çünkü us yurt çengelinde (ana baba
toprağında) takılı kalmıştır.
Bundan yapıtın (şiirin) beride, eşik altında kaldığı gibi bir sonucu erkence çıkarmayalım. Çünkü
yurtsuzluğun da bir dili, kendine has dışavurumu, söyleme biçimi, duygusal göstergeleri var ve şiir
için belki de asıl gerekçe yurtsuzluktur, yara almış, yurdundan olmuş düşünce ve onu taşıyan bedendir.
(Rilke'yi anımsayalım örneğin. Nazım'ı da unutmayalım bu arada.)
Nihat Ziyalan şiirinden öğrendiğimiz değerli bir başka şey de yenilginin, yitirmenin dilinin de
şiirin dili olabileceğidir. Aşkın dili biraz yakından bakılırsa görüleceği üzre aslında özlemenin,
yani ayrılma ve kavuşmaların dili değil midir? Ayrılma ve kavuşmaların olmadığı bir dünyada aşktan kim
söz edebilir? Burada neden sonuç koşulu önermiyoruz, türümüzün yaşam kurgusundan söz ediyoruz.
Şairimizden öğrendiğimiz böylece dilin eksiltmeli, yalınsamalı kullanımındaki insancalık, duruluk,
anlatma gücü. Böylece geliyoruz gerçekte şiirin asal işlevine. Neden bitmez, yazıladurur şiir? Son
söze, duyguya, doğrudan dokunu(lu)şa varılamadığından yazılır, daha da yazılacak.
O şiirini (yazısını) etkisinden, yankılanmasından bir yere değin soyutlayıp ayırmış, ayırmaya gerek
duymuş, yazınsal evrenin düzeysiz, ölçüsüz karmaşasına uzaklanmıştır. Ama bir yazıntoplumbilimi olgusu
olarak hemen belirtelim ki Türkiye'de yazınsal çevrede adı açıktan konulmamış bir onay
(geçerlilik, söylemek istediğim) güçlü bir biçimde şairimiz için en baştan söz konusu
olmuştur. İlk çalışmalarından günümüze dek tüm ürünleri çok geniş bir yatakta kabul görmüş,
görmektedir. Ama birçok yazarımızda olduğu gibi (ne tuhaf) suskunluk da sürmektedir. Sanki bir yerde
geri alınamayan bir yanlışlık yapılmış gibi. Kim karar veriyor diye sormayacak, bölümü kapatacağım
burada.
IV. Şiir
Aslında şiirini taşıma ve bedenleme biçimi arkada kalıcı bir yazar (şair) tutumunu imleyen Nihat
Ziyalan'ın belki seçili birkaç şiirine odaklanmak bizi amacımıza ulaştırabilir. Arada okuyamadığım
şiir kitapları var. Ama ikinci ve son iki şiir kitabını okudum. Dergilerde henüz dumanı üstünde birkaç
şiirini de kendisi ve değerli ortak dostlarımız benimle paylaştılar. Şiirin başka ne yapmış olursa
olsun onun örgensel parçası olduğunu, ilk sesi olduğunu düşünmek için yeterli neden var. önce şair
olduğunu yadsımayacaktır. Yakında, doğru mu bilemiyorum, şiirlerinden yapılacak bir seçkinin, bu
konuda sıra dışı yayınlara imza atan bir yayınevince (Kenan Yücel yönetiminde Ve Yayınevi)
yayınlanacağı geldi kulağıma. Sanırım Nihat Ziyalan'ı şiiri üzerinden anlamak için eşsiz bir kaynak
olacaktır, yayınlanmış örneklere bakınca bundan hiç kuşku duymuyorum. Doğru olmasa bile Ziyalan'ın
şiirinin kendini göstermesi için şairiyle birlikte yürütülecek bilinçli bir ayıklama, eleme işleminin
önemli olduğunu düşünüyorum. Her şair için geçerlidir bu aslında.
1938 doğumlu yazarımız 25 yaşında ilk şiir kitabını yayınlıyor:Asık Yüzlünün
Biri (1962). İkinci şiir kitabı ise 42 yaşında geliyor (Güvercin Uçuşu,
1980). Bu arada bir saptama:Güvercin Uçuşu'nun birinci
baskısında arka kapaktaki yazar bilgisinde ilk kitabın (Asık Yüzlünün Biri)
yayın tarihi 1962 olarak verilmişken,Sevgili Şiir kitabındaki (Yapı
Kredi y., birinci basım, 2007) kısa özgeçmişte 1964, Çapkın
Çiçekli'de (Yapı Kredi y., Birinci basım, 2015) 1963 olarak gösteriliyor.
Bunu yayıncılığımızdaki özenin başarısı (!) olarak mı görmeliyim bilemiyorum.
Güvercin Uçuşu'nu oğlu Mustafa Ziyalan'a sunmuş şair. Ve girişe şiir
anlayışının (poetika) bildirisini çakmış. Geçen neredeyse 40 yılda şiirini Lutherian ateşi taşımasa da
bu ilkelerle yazmış:
ŞİİR
hiç kimsenin yazmadığı, yazamadığı bir şiir
içinde dağ olmalı, Demirtaş Ceyhun sevsin diye
dağın kâhkülü alnına düşmeli, yanakları pembeden pembe
sevgi, yarın, mutluluk ve kanımın ışığı
kurnalı bir hamamda tas sesleri içinde arınmalı.
şiirden anlamayanlar da sevmeli
şiir anlaşılmaz, sevilir diye anlatılmalı.
dağın eteklerine beyaz bir sakal takmalı
sözü dinlenen bir sakal;
o nasihat çekmeli
biz bıyık altından gülmeliyiz
hiç kimsenin yazmadığı,
içinde gürültü
içinde kavga etmiş birileri
okul kaçakları,
küsmeler, barışmalar
içinde hepimizin bildiği şeyler olan
bir şiir
okuyanın, bunu ben de yazarım dediği türden
Yani şiir dediğin:
- İnsancıl (hümanist), sevecen olacak, yaşama sevgisi
taşıyacak,
- Aşksız hiç kalmayacak,
- Gülmeceli, esprili olacak ama her şey kararında (dozunda),
- Belki anlaşılmayacak ya yine de sevilecek, hem her sevdiğimiz şeyi anlamaya
kalkmıyoruz, öyle değil mi?
- Dostlardan selamı esirgemeyecek, hatta selama bahane olacak,
- Buralı, yerli, mahalleden, bizim gündelik dilimizden söylenir gibi
yazılacak,
- öğüt verecek ama yine de dalga geçilecek,
- Daha önce yazılmamış olacak,
- Yaşadığımız hiçbir şeyi atlamayacak, ve
- Yalın mı yalın olacak, öyle ki,
- Bu şiirse bunu ben de yazarım yahu', dedirtecek.
Liste uzatılabilir daha. Amanşairin şiir yüzü (portre), ırası
(karakter) ortaya çıktı bile. Ben ekleyeyim:
- Elin korkak olmayacak, yanlış ya(p/z)ma korkusuyla yazmayacaksın,
- Asla unutmayacaksın: Şiirden büyük yaşam var ve şiir yaşama aracılık eder,
- Kurallara, kuramlara harcamayacaksın şiiri,
- Yaprak gibi yelle hışırdayacak, yürek gamını titretecek,
- Dünyayı bir daha ve bir daha kardeşliğe yatıracak,
çünkü yaşam kısa ve güzel ve onu her koşulda iyi
yaşamak boynumuzun borcudur.
Bu liste de uzatılabilir. Ama iki listeyi de okura, Nihat Ziyalan okuruna teslim
ediyorum ./.. imiyle.
Çocuksu kaçamaklar,
oyun çatıp dağıtmalar, gizli, şakacı dolanmalar, tüm
bunları becerili bir gündelik dilin rahatlığı (konfor) ile
kotarmalar, güveni geriye çevrilemez düzeylerde
sağlamalar, yalnızca okura değil şairimizin yaşamına bulanmış
herkeste yakınlık, hısımlık, bizdenlik duygusunu sonuna dek
duyumsatmalar (unanimizm
diyeceğim, tektincilik), eski sesi, Türkçenin
Anadolu'sunu el altında sürekli kanlı canlı tutuşlar,
sıradan görünmekten korkmamak ve bir hoşnutluk duygusu, az
bulunur özgüvenle onun şiir akağında yol alan biz oyun
arkadaşlarına, yani kendi dilinin komşularına şiir-şeker önermeler
kâğıt külâhlar içinde... Tatlı,
gevşeten, çözen bir ısı tam da donmak üzereyken
içimize yayılan ya da sıcakta bunalmışken tam zamanında esen
serinletici şu yel, susuzluktan dilimiz damağımız kurumuşken imdada
yetişmiş bir bardak su, 'bak, bu da varmış, yine de değermiş
yaşamaya' dedirten tansıma gibi bir iç aydınlanması
Nihat Ziyalan şiirinin müzikal perdesini oluşturuyor. Böyle
bir aralıktan kesintisiz bir yayın, düşmek, yitmek üzereyken
duymak istediğimiz son ses olmaz mı? Kapağı aç, şiiri oku ve
sesi dinle. Bu ses iyicil duygularla tınlayarak süregidecek ve
sen bunu biliyorsun. Boşluğa, karanlığa yargılı değilsin, uzat elini,
tut bilge şairin elinden.
Kulağında, belleğinde büyük
anlatıların uğultusu, kararlı ayak sesleri, şiirin gökyüzü
haritaları seni kusurların, çocuksu sapmaların, içten
ayrıkotlarının beklenmezliğine (sürpriz) çoktan
hazırlamış olmalı ama tersine değil ey sevgili okur. Şimdi
söyleyeceğim tümce şu olmayacak: Şairi (Nihat Ziyalan'ı)
bağışla! Tam tersini söyleyeceğim: Bırak, Nihat Ziyalan seni,
okurluğunu bağışlasın! Sana iyi gelecek şey budur, sözüme
inan.
Onun çeliğine iki kez
su verilmiş, çıplak göğsü dövülmüştür
örste. (Güvercin
Uçuşu,
7) Hiç insansız edememiştir, hep açık tutmuştur
kapısını penceresini. (GU,
8) Ama ah, körolası gurbet, insanından ıramış, dilinden
koparmıştır şairimizi ama henüz değil. Anlatımcı, yansılamalı
hayreti, şefkati içerisinden gürr diye kuşlar geçer.
Ve arkasından kimsenin gelmediği bir günü daha geçer
tutsağın, içeridekinin. (GU,
9) Sevdiğinin sevdikçe güzelleştiğini bilmiştir şair ve
yazdıkça güzelleştiğini şiirinin. (GU,
10) Ve ölüm çarpan yüreği kadar yakınındadır.
Dur, dur, en iyisi mutlu görünme sen, gösterme
kendini: "onun
için saklıyorum güneşli bir
günümü".
(GU,
11) Kimse engelleyemez ama sevgiyi: "suyu
yüreğimden geçen bir karanfil/ elinin değeceği zamanı
bekler".
(GU,
12) Boynu bükükler, zalimin kurşunlarıyla vurulanlar için
üzgündür şairimiz, annesinin sütü yetişsin,
yaralarını sarsın ister tüm boynu büküklerin. Anam,
yetiş, avut oğlunu! Yoksa bu öfkeyle kendini ağulayacak.
(GU,
13) Merhaba, Orhan Peker! "toprak
kokusu vurur mızrabını tellere/ kanayan acılar bilenmiş bıçak
olur."
(GU,
15) Şu ince ses, yakarı o gürültü patırtı içinde
güme gitmiştir. Tarihsel hengâmede (70'lerin
dehşeti) Nihat Ziyalan gibi birileri 'tel
üstünde'
cambazlık yapmak zorunda kalmıştır ve belki de ne İsa'ya, ne
Musa'ya yaranabilmişlerdir. Oysa "benim
işim gergin tele sıcaklığımı vermek derim./ bir kan gibi caddelerden
geçmek zorundayım/ (...)/ güldür güldür
bir ağıtım derim/ burada, bu kalabalığın ortasında".
(GU,
16) Günler hızla acemileşmektedir: "terkediyorum
gözümle bile merhabalaştığım insanları."
Başıboş bir kılıç araya girmekte, kanırtmaktadır ve şair
dayanamayacak, sevgilisine sığınacaktır. (GU,
17) Torosların doruklarından esen şu arık, duru hava, çocukluğun
höykürmeli sevinci. Yarını olsa olsa sevgi bağışlatır.
(GU,
20) Merhaba gençliğim, özdemir İnce! "çıkış
Edirne/ geçiş özdemir İnce'nin yüreği/ varış
Kars'tır".
üçüncümüz (Yılmaz
Pütün-Güney?)
hapisliktedir. Mersin Akkahve'de dördüncü kişi
denizdir. Adana trenini bekliyor dörtlü. Bartok kuarteti mi
çalan? (GU,
21) Ya şimdi, kırk yaşım? "Kan
yağıyor>".
(GU, 24) "baktım,
gözlerim faltaşı kalmış gördüklerine>".
(GU,
26) çocuk-şairimizin ilk tepkisi ilenmedir: "acılaş
akan su, kimse içemesin seni".
(GU,
27) Kardeşi Mehmet ölür. 'Rakıya
gizli'
babasını düşünmektedir, kederini: "başını
kaldırsa/ gökyüzünün altında yaşadığını
farkedecek/ yaşadığım hayatımdır diyerek".
(GU,
33) Ama umutsuzluğa geçit yok: "bir
gün kollarımda gerinen güneş benim olacak".
(GU,
35) "çünkü
sevmek,/ yarın demektir".
GU,
39) öte yandan şu çocuksu (naif) dile bakar mısınız:
"İnce
bir yağmur geçiyor yoldan/ sızıyor işçilerin üzerine/
nasırlarıyla birlikte sızıyor/ akıp geliyor kâğıdımın beyazına/
aşınıyor yüreğim sokaktaki taşlarla birlikte// elleri iri ve hep
bir şey taşır gibi/(...)".
GU,
40) Şiirin niyeti ile verdiği izlenim arasındaki açı kabul
edilebilir sınırları çok zorlamış olsa da Ziyalan şiirinde
iyilik duygusu çocuksu uyumsuzlukları dünden
bağışlatabiliyor. örneğin sözcük yineleme konusunu
Dağlarca'dakiyle karşılaştırmak anlamlı sonuçlar
doğurabilir. Yapmayacağım. örnek: "okşadım
saçlarını saçlarını".
(GU,
41) Sabah
şiiri Ahmet
Altan'a
sunulmuştur. (GU,
45)Bomba
şiirinde çocuk bakış açısı (naiflik) yerlerde
sürünmektedir. (GU,
46) Şiirin arkasındaki kişi (karakter) çok çok fazla
arık (temiz), durudur, gereğinden fazla. Şiir şeytansız edemez diye
düşünürüm, tersine işbirliği oranında şiirleşir.
Bakın. Kelebek avcısı elinde eriyen kelebekten ötürü
utanmaktadır. (GU,
47) Şairimiz küçük, yumuşak, tatlı, huzur içinde
bir yaşama kanık ve özlemlidir gerçekte. Büyük
savları, sözleri, heybetleri yoktur, hem de hiç. Dünya
onu neden bırakmaz barış içre huzurun kucağına? Herkesin
kendince sözüne saygı duyalım, bırakalım yaprak
'döküşsün'.
Ama kış yolculuğunda güz aynasına yansıma bunca mı güzel
anlatılır? "ilk
geçişim değil burandan/ vururdum yüzüne/ görmezdin
beni".
(GU,
49) Aynı sözcük hem çiğdir, hem pişkin, hem doğru
yerdedir, hem yanlış. İnsanlar gelirler, geçer giderler. Ziya
Osman hemen şuracıkta (Merhaba!): "her
cebimde/ evimin sıcaklığı/ sevdiklerimin yüzü/ elimi cebime
soktuğumda".
(GU,
56) Paris'de Seine Nehri'nin "rengi,
tam bir bok rengi>"dir.
(GU,
58) İstanbul gibisi var mı?
Dergilerde öykü ve
şiirlerini, denemelerini kesintisiz (neredeyse) yayınlayan yazarımız,
Sevgili
Şiir
kitabını 71 yaşında baskıya verdi. Ve yaklaşık 30 yıldır gurbette,
Avustralya'da yaşamaktadır. Kitabı Nedret'e
(eşi?) sunmuştur. Yeni ülkesinde 'kök
salacağı toprağın peşindedir',
yeni ülke 'vaadedilmiş'
ülke olmasın? (Sevgili
Şiir,
9) Yardımlaşmaya, paslaşmaya bakar mısınız? "düşünmekten
seni/ başım döndü/ gövdelenen bir ağaca sırtımı
dayadım".
(SŞ,
10) Cemal Süreya'yı anımsatalım. "ölüm
geliyor aklıma birden ölüm/ Bir ağacın gövdesine
sarılıyorum."
Avustralya'da yaşam alanı, kent, mahalle, sokaklar, liman,
Paddington
Marketi
şiire de yurtluk yapacaktır kuşkusuz. "açmaya
durmuş bir çiçektir Paddington Market".
(SŞ,
14) Gündelik insanlık durumlarına küçük
tanıklıklar bizi yaşamın anlamı üzerine düşündürür.
Melbourne
göğünün altında eğilerek yürümen gerekir.
(SŞ,
17) Yeni karşılaşmalar, bulgular (keşif), uyum çabaları,
tedirginlikler, hayranlıklar, "kalemin
ucunda bekleşen sözcükler".
(SŞ,
18) Memleketten
gelen ölüm, 'kayıP haberleri. Şiirde iyiden
yükselmiş, olgun özgüven. Oramı buramı yoklayan ölüm
mü ne? (SŞ,
21) Bir iç çekiş, bir kıpraşma, sürüsünden
ayrı düşmüş balık-çocuk, çığlıkların ortasına
salar kendini, "iç
çekişlerime gerilmiş ağa doğru".
(SŞ,
22) Küçük yaşam, küçük serüvenlerin
ortasında yaşam panayırı süregider. Yaşam denilen zaten böyle
bir şeydir: "köpeğim
havlar kahverengi/ havlarım/ kedim miyavlar/ köpeğimin acısını
çıkarırcasına/ taşak okşaması veririm ona".
(SŞ,
24) 'Taşak
okşaması'
Nihat Ziyalan'ın değişik yapıtlarında çıkar karşımıza.
Made in
Ziyalan
sanki. Başka yerde duymadım. İki üç dizelik şiirler ya da
15-20 dizelik şiirlerdir çoğu. Yüreğimiz ağzımızda:
Saraybosna'(daki kıyım). Abidin Dino'ya (Adana'dan
hemşerimiz) merhaba! Cihat Burak'a da! Gündelik yaşamın
dili ve gülmecesi Nihat Ziyalan'ın Anadoluluğunun apaçık
belirtisi. Bir halk insanıdır o öte yandan (entelektüel
birikimini ayraç içine alırsak): "rüzgâra
tutunarak doğdum/ dınn/ ebem körlemesine göbek/ kulağıma
üfledi makamınca/ leğene bir kulaç bir kulaç/ suya
sabuna tarzan",
"(...)/lü
lü lüü Avustralya/ döner kebap dönerek
kavrulurum".
(SŞ,
30-31) Yurt özlemi tamam da ya dil özlemi: "aboov".
(SŞ,
30) Dil taklaları, oyunları: "çahızından
meleyerek/ su cızırdıyor avuçlarıma".
(SŞ,
32) Bir gün gelir, anneler de ölürmüş. (SŞ,
33) ölen ölür, yaşam sürer. Dil yasa durur,
ertesi gün çapkındır, zar hepyekle düşeş arasında
kolan vurur: Gözbanyosu.
(SŞ,
34) Hemen arkasından bir bastırır ki yurtsama: "şimdi
nerelerde/ askerağa kokan hava/ kalpaklardaki Ayyıldız".
(SŞ,
39) Anımsıyor musunCihangir
çay Bahçesi'ni?
(SŞ,
40) Adalar'ınKırlangıçbalığı'nı?
çiçekpasajı? İstanbul'da da kalmamış İstanbul,
öyle geliyor kulağımıza uzaktan: "boğuyor
beton/ ahşabın sesini/ ahh ah Kırlangıçbalığı".
(SŞ,
42) Bu arada, Can
babaya,
Datça'ya da bir selâm! (SŞ,
55) Aaa, yine özdemir (İnce)! Yılmaz (Pütün-Güney)!
Şalgamfıçılarının çevresinde fırdolayı dönüp:
"zihnimiz
hayret içinde/fıçılardaki mayalanmayı dinliyoruz/
konuşacak oluyor özdemir/ şışt diyor Yılmaz".
(SŞ,
56) Bu şiirleri öykü olarak da okuduk, anımsıyoruz. A-ha!
Otyam da (Fikret) burada! Kambersiz düğün mü olur?
Merhaba Kemal'in Orhan'ı! (SŞ,
61-62) Sydney günlüğünden mahalle sahneleri, komşular,
parklar, kangurular...: "bir
oğlu Amerika'da/ Almanya'da kızkardeşim/ o da haber
salsın Adana'ya/ biliyorum/ gömme törenine
gelemezler/ okyanus/(...) "dileğimdir tanrım/ ölüm
karşısında bile/ küslüklerden vazgeçmeyen insanlara/
bana gösterdiğin acıyı/ gösterme".
(SŞ,
73-4) ülker/ özdemir İnce'ye sunulmuş bir şiir:
Seyrederken.
(SŞ,
71) Kitapta,Sevgili
şiiri iki kez geçer (49 ve 77. Sayfalarda). Yanlışlık mı,
özgün bir vurgu mu, ne diyorsun sevgili usta?çayımı
İçerken
günlük işler geçiyor usumdan dize dize: "bulaşık
yığılmış/.../ yapacak çok işim var/ çayımı
içince"
(SŞ,
78-9) Alo, Sydney! (SŞ,
80) Telefon.
Çapkın Çiçekli
2 yıl önce dünya yüzü görmüş, yer yer
hafifmeşrepliğinden güzel şiirler içeren bir kitap.
Yayınlandığında Nihat Ziyalan 79 yaşında sözün gerçek
anlamında bir delikanlı(dır). Bu şiir çapkın ama iyi
(Yeşilçam) delikanlının şiiridir zaten. Bıraktığı yerden Tarık
Akan sürmüş. Bırakmasaydı sinemayı Tarık Akan olur muydu?
Girişinde insanın içini burkan ve bir o denli alkışlanacak bir
açıklama:"[Bu
kitap hiçbir 'ödül'e
katılmayacaktır.]"
(Çapkın Çiçekli,
7) "Kendimi
Blacktown'daki evimde değil, Osmanlı Sarayı'nda,/ bir
haremağası olarak düşledim...// Hamamın göbektaşında
padişah hazretleri,/ cariyeler öff!"
(ÇÇ,
9) Dikkat edin dilbilgisi, noktalama imleri, kuralları hafif dönüş
yapmıştır. Tümce şiirde öne çıkarılmış, açık,
saydam, yalın kendindeliğe varmıştır. Konuşurcasına dingin, rahat bir
dile ulaşılmıştır sanki. Neydi o, daracık, katı giysiler içerisinde
sözü sigaya çekmeler. Tümce tümce değilse
başka nedir a dostlar? Hani nerede 'paslanmaz
çelik'?
"Bıldır
yağan kar şimdi"?
(F. Villon) "Sonunda
kaymak küflendi, çatladı tabak."
(ÇÇ,
109) Saklıyacak (s)öz mü kaldı? "Eteği
sıyrılmış; saçı başı birbirine karışık, gülüşü
baştan çıkarıcı."
(ÇÇ,
11) Sandınız ki sular çekildi, beden tükendi, öyleyse
duygular da yitti gitti. Kusura bakmayın, hiçbir şey
anlamamışsınız yaşamak denen şeyden. Salıncak oradaysa yürek
burada, sallanır dururlar birlikte. Bir iç çekiş mi
duydunuz? Belki. Olabilir. "Yapma
kız!/ (...)/ "Düştüm o yelin peşine,/ arkamda
bırakıp,/ parkta pinekleyen moruğu!"
(ÇÇ,
12-3) Şu şiiri almazsam uzunluğuna karşın aşağıya, çat diye
çatlarım ortadan:
BAL ÇANAĞI
Altın dişli;
devanası yaşında,
kızardığımı hissettim,
şalvara bak! Şalvara!
Bal çanağını niçin tutuşturmuştu elime,
ne yapacaktım şimdi?
Baba! Neredesin baba?
Farkında olmadan,
batırıverdim parmağımı.
İlk defa mı diye sormaz mı?
Çek! Çek parmağını!
Baldaki delik,
delinmeyi hazmedemeyen bir hızla kapanıverdi.
Konuştu mısır taneli dudaklar,
Merak etme böyle olur hep.'
Bana ha duruşumu,
yatıştırmak isterce sürdürdü,
üstünde durma aslanım.'
Bu sırada kafesteki bülbül;
daha önce duymadığım bir tonda
ötmeye başladı,
İçtiğim votkanın da tadı geldi ağzıma.
Başım eğik çıkarken;
sen benim kim olduğumu biliyor musun
baktım çanağa?
Dışarıda arkadaşlarım alkışlarla,
sırıt! Sırıttım onlara.
Dikleşti kendiliğinden,
düşük omuzlarım da.(ÇÇ; 14-5)
Bu kızlar adamı yaşına başına
bakmadan delirtir, üstelik delirttikleri adamın
varlığını
ayrımsamazlar bile bu haltı yerken. "Bisiklet,/
şortlu ve sarışın gidiyor."
(ÇÇ,18) Karpuz mu alacaksın,
bırak Adanalı (Nihat Ziyalan) seçsin.
(ÇÇ
,
20-1) Adanalı deyip geçme.
'Tellak'tan
bir kaçışı var... (ÇÇ,
22-3)Tencere memleket yadigârı.
(ÇÇ,
28/9) Her parçası bir dağda kalmış Nihat Ziyalan
telefonda kendi sesine şaşakalır, sorar: "Sordum
bunca yıllık karıma,/ 'Kimim ben?'"
(ÇÇ, 31) Şaşma sırası şimdi bizde:
"çayın
demli kırmızı"sını nasıl ıskaladık?
(ÇÇ,32) Haydi şimdi tatile!Cook
adaları da nire? öyküsünü okumadık
mı? Şiirin içinde, şiirle her şey yapılır: Tatile
çıkılır, bahçe kazılır,
hayvanlar yemlenir, Türk çarşısında alışveriş
yapılır, arada limana inilip martılara bakılır. Ne şiir
bunlarsız olur, ne
bunlar şiirsiz. Tanığım Nihat Ziyalan. Bozacının şahidi...
Yola,
Cook Adaları'na doğru çıktık bile. New
Zeland'a bağlı bir ada imiş...
(ÇÇ, 40-50) 2011, Cook
Islands, Rarotonga'dan
sevgilerle. Sonu kötü biten her şey
kötüdür
mü demeli? Yavuz Turgul filmlerinde oynayan şair-oyuncu da
kim
ola? Darıca doğumlu, dizeleri dünyaları aşan?
(ÇÇ,
51) Cevat çapan? Ev gibisi yok ama. Komşunun kapısında
yatan kedi(m)."(...)/
atlet-şort televizyon karşısında/ İstanbul'a kar
yağışının seyrediyorum."
Şu kedi yine araya girdi, dikkatim dağıldı.
"Döndüm;/
atlet-şort,/ kar yağışına."
(>ÇÇ,
53) Usu gelgeç çağrışımlara bağlayan
gülmeceli
duyumsal anlatılar. Fıtık kaması. "Anam!
Anam!" Ana düşer usa. "Kürt
güzeli anam;/ (...)" Ağrı bırakmaz:
"Vay babam! Vay!"
(ÇÇ,
55) Gündelik koşuşturmalar, sahneler,
küçük
tasaları ve geçici sevinçleriyle bilinci renkten
renge
soktukça şiir de küçük yaşamlara ayak
uyduruyor. Gündelik olanın yabana atılmayacak gizi şiir
katına
zorlanıyor ve derinden bir bilinç çakıyor: İyi
şiir
(şeytan) ayrıntıda gizli. Büyük şiir
küçüğün
yüreğinde oyulmayı bekliyor. Has (usta) şair güneşin
altında bir Pazar günü sırtını duvara yaslar:
"Bu
anda ne düşmek dalgalara/ (...)" (Nazım
Hikmet). Carpe
diem'in erken gelen bilgeliği ölümü
şiire sokmamıştır yetmiş
beş yıl boyu. Ee, nasılsa iş bittikten sonra hissetmeyeceğim,
öyle
değil mi? (Merhaba Epikür usta!) Ama hiç mi sorun
yok?
Var. Başladığım yerde sönmek. Bunun düşüncesi
tasalandırır şairi. Us belleğe yolu döşer, ey yurdum,
çocukluğum! Adana: Kule Atlayışı.
(ÇÇ,
61) Bu şiiri, çöküntüsünün
(depresyon) içine iyiden çöküp kendini
yok
eden ABD'li yazar David Wallace Foster'ın,
yüksek
atlama kulesine tırmanan çocuğun korkusunu anlattığı
öyküsüne
hemence bağlıyor anlığım. Ne öyküydü ama! Adana
Taşucu: Deniz. Hey yakışıklı, geleceğinde bir şair
görüyorum,
şiirini yaşamına dil yapmış... Yağmur öyle yağmış,
öyle
yağmış ki "Kedim artık yağmur miyavlıyor;"
(ÇÇ,
65) Kumru kedinin mamasına musallat: "Tork!
Tork!"
(ÇÇ, 67-8) Nar bu yıl ilk kez üç
çiçek
açtı. (ÇÇ,
70) Şiir dostları, arkadaşlar resmigeçitte: Berk,
Uyar, Yücel, Süreya, Tamer, İnce.
(ÇÇ, 73) Ama Foto Abdi'yi,
Yılmaz'ı da unutma! Bu sinek de
nereden çıktı: "Vızz!/
Rap! Rap! Yanağımda sivrisinek/ tombul tombul/
emecek!"
(ÇÇ,
79) Duymayan varsa duysun, şairimiz zamanı tersine yaşamaktadır:
"Şimdi
Sydney'de/ şiirimle/ yaşlanmayı
gençleştiriyorum."
(ÇÇ,
82) Hayıflandığımız bir şey mi var yoksa:
">A!H!"
(ÇÇ, 86)Sonra Güneş
Açtı
ama. (ÇÇ, 90) Düş
baskınları.Mart.
(ÇÇ, 93) "Söyle
Yılmaz/ gazyağı kokan yaşamımız/ nasıl dönüşecek/
yüksek
çözünürlüklü bir
fotoya".
(ÇÇ, 96) Yaşam bitmeyen film değil
mi? "kimse
stop demesin kameraya".
(ÇÇ,
98) çağa musallat deve, hor gücüyle
yürümez
mi kent üzre? "Biber gazı gazdır/ Yaşam bir
incesazdır!" (ÇÇ,
102) Merhaba kitabın en güzel şiirlerinden biri, merhaba
Federico Garcia Lorca!
(ÇÇ,
108) Ve özdeşlenilmiş acılar, yaşamlar: >Erdal
Eren, Diyarbakır Cezaevi,
Nelson Mandela. (ÇÇ,
112, 114, 120)
Bu yazı buralara gelmişken fırından taze ekmek gibi Eve
Götür Beni Nehir
(2018) şiir kitabı çıktı Nihat Ziyalan'ın. Ve
Yayınevi'nin
titiz emeğiyle düzenlenmiş kitap yazıma bitmeden yetişti ve
biraz, üç beş gün geciktirecektir.
İçindeki
kimi şiirlerle, aslında çoğuyla tanışlığımız var. Demek
ki hem
önceki şiirlerden bir seçme, hem de yeni şiirler bir
arada harmanlanmış. Yayınevinin ve yazarın ortak amacı Nihat
Ziyalan
şiirinin en iyi örneğini ortaya çıkarmak olmalı.
Yine de
okurun bu konuda bilgilendirilmesi, şiirlerin tarihlenmesi iyi
ve
anlamlı olurdu. Okur yanıltılmış oldu.
Kimsenin bilmediğini o (usta
şair, uzaktan ağabeyimiz, Nihat Ziyalan) bilir. Bilmiyorsanız
öğrenin: özlemek gençleştirir insanı. Şiir
yaşlanmaya, ölüme özleyerek direnmenin,
gençleşme
tasarının öteki adıdır. Bu şiir ondan bırakmıyor yakasını
şairin
ya da tersi, şiirin yakası kurtulamıyor şairin elinden.
çekim
o gün bugün sürmektedir, daha da sürecektir.
Sevgili usta, 'en iyisi susmak'
(Eve
Götür
Beni
Nehir,
11) demene kanmayacağız, şiir susar mı hiç? Kusura kalma.
Nedret, (EGBN,
12) yaşamları kat etmiş yol arkadaşı. Kadınlığın
'mütemmim cüzü'.
Sevilen (kadın ve elbette adam da), yurt, şiir bölü
özlemek
de yaşamın özü olsa gerek. özledikçe
gençleşen
çapkın yürek arada bırakalım da çarpsın,
'>camın
buzu kırıl'sın.(EGBN, 14)
>çapkın Yürek
(2015) çağından bir şiir olmalı. Yıllar
Sonra
Necatigil sıkışır araya. Evlenmiş çoluk çocuk
sahibi
eski sevgililer telin iki ucunda...burukluk mu?
"telefonerirken aramızda".
(EGBN,
17) " 'karanlığın
da gülü var/ biliyor musun' dedi".
(EGBN,
20) Böylece anlamış olduk, ilk bölümün
(Bakışındaki
fırtına)
şiirleri eski, daha önce kitap görmüş şiirler.
Şimdi
ikinci bölüme (Tutkal)
bakalım. Baharın sesi mi duyulan? (EGBN,
23) Şu geçmişi kaplayan kalın toz katmanı seyrelip de
aralanınca utanacağım (bir) şeyi görür müyüm
acaba? (EGBN,
25) Ne olursa olsun, şair beklemede kararlı: "eşek
sudan gelinceye kadar bekleyeceğim".
(EGBN,
26) Bir yandan memleket rüzgârları silkeleyecek koca
çınarın dallarını, yapraklar düşecek:
"incirin
rengi mi damlıyor/ yoksa kan mı çıkan
falımda".
(EGBN,
27) Tarih öncesinden gelen şu kökkardeşliğe,
paylaşmaya ne
demeli: "Gerisini
sen yaz!"
(Tekdiş?) özdemir İnce zarı atıyor ve bekliyor
çocukluktan
beri dostu Nihat oynasın diye. (EGBN,
28-9) Şiir çıkar sahneye ve şiiri okuyan anımsar şairini.
Tutkal
mı dediniz? Umuttur o. Bitmez tükenmez umut: Umudun umudu
neredeyse. (EGBN,
37) Görüyorsunuz işte: "matkap
işliyor/ ışık çağırıyor".
(EGBN,
39) Umut
gibisi var mı? (EGBN,
40) Kuşlar kesilmiş ağaçların toprağına tohum bırakacak,
koyunlar tele takılıp yün bırakacak, öyle ya da
böyle
umut yaşatacak. üçüncü bölümde
(Denizden
denize)
Narraben Plajı'nda piknikteyiz ama bir şeyler ters gidiyor
galiba: Pelikan balığı yuttu. "bir
üşüme tuttu/ kazaklarımızı giydik/
mosmor".
(EGBN,
43) öte yandan şu kesimevi: Mee'lemek,
möö'lemek
geliyor insanın içinden. Büyükbaşta benim,
küçükbaşta, her kestiğiniz hayvanla beni de
kesersiniz. Hadi, hadi devam edin! (EGBN,
44-5) Duy beni her kimsen! "bırakma
Nihat'ı burada/ beni de eve götür
nehir".
(EGBN,
51) Dördüncü bölüm (İçim
titreyerek)
içimiz alıp vere geldiğimiz yer. Ah Yeşilçam.
Ayhan
Işık. Dağdan inen şu gölge Memed'lerin en
İnce'si
değil mi? Kemal özer, hani sözleşmiştik seninle?
çekip
gittin bırakıp da sözü yarıda. (EGBN,
56-7) Ya Abidin'de "ellerinin
dokunduğu yeri de/ bahçe eyleyen ayak".
(EGBN,
63) Ya Abidin'in ayaklarına söz üşüren
şair?
Abidin
Dino'nun ayak deseni.
(EGBN,
63) Ve Aralık
1973:
Can'ın (Yücel) 'hapsane'
görüşmesinde
başını dayadığı omzunu Adana güneşinde gezdiren şair. Ve
bunun o
güzelim şiiri. Nihat Ağbi ve Can Baba denli güzel.
(EGBN,
66) Ama bir de çerkes baba var: "babamdı//
'oğlum' dedi/ başka bir şey demedi/ kemiklerimi
kırarcasına sıkarken".
(EGBN,
74) Bir de, bir de "dişleri
pırıl",
dişlerinde nar çatlayan bir çocuk (Yılmaz
Pütün-Güney).
Güllü teyzenin oğlu... (EGBN,
75-6) İçimizin titremesi bitmedi. Bir de sonu var:
"yazdıklarımı gözyaşımla zarfladım
kıyamam
damlası düşsün istemem okuyana
üstümdeki gökyüzü
parçasını
pul diye yapıştırdım zarfa"
(EGBN)
Şimdi Nihat Ziyalan'ın
bana bilgisunar üzerinden bugünlerde (Ocak 2018) dergilerde
yayınlanacağını belirterek gönderdiği beş şiiri okuyarak bu
bitmeyen okumamı bitireceğim. Bu şiirler son ürünler, tüm
yaşamın tüm şiir birikiminin damıtık habbeleri. Bunlarda
gördüğümce her şey var, Nihat Ziyalan yaşamının
özütü.
Ama elma kimyasından mı elmadır? Hayır, o aynı zamanda elma biçimi,
rengi, dalı, vaadi, görüntüsü, izlenimidir. Bu
artı şiirler de öyle. O uzun ve anlamlı yaşamın aynı zamanda
dile yansımış biçiminin, bakış açısının (ki içine
ağlatı da, yas da, gülmece de, anlak da, da, da girer dünya
görüşü olarak) kıvamlanmış, kendini bulmuş, bulduğu
kendine cuk oturmuş şiir dili de beş şiirde tartışmasız somutlaşmış.
Şiir ulaşabileceği yere, Nihat Ziyalan adı ve sanıyla şiire varmış,
ulaşmıştır. Ziyalan okurluğum şiirinin tastamam doğru yeri, sığınağı
bulduğu, buraya demir atabileceği yönünde bir yargıya yakın
duruyor. Dünyanın ve Türkçenin şiirinde en doğru
yerden söz etmiyorum, çünkü edemem ama kendi
şiir çizgisinde şair doygun, yetkin, bağdaşık, tutarlı,
kendini kendine gösteren şiire varmıştır. Kimin ne diyeceğine
aldırmadan kendi şiirine bağlıdır, kendini onamış, şiir gibi
yaşamakla yaşamak gibi şiir yazmak arasındaki gerilimi kendi
varlığında çözmüştür. Kutlu kişilerden biridir
bu nedenle. Beş şiirden biri ve kitaba da (Eve
Götür Beni Nehir,
2018) girmiş olanı 2016 tarihli Yaş
Tabutlar.
Toplumsal bir acıya uzaktan dokundurmalı bu şiirin dışında kalan dört
şiir ise 2017 tarihli ve Sydney'de (elbette) yazılmış. Kendini
göstermeyen titiz dil işçiliğine de örnek bu
şiirlerden Kaleci,
yansılamalı halk dilinin ince, buruk gülmecesini dışavuran
simgesel bir şiir. Elden ayaktan düşen yaşamı yuhalayan,
"kamyona
döndüm/ neden görmüyorsun/ nişadır değmiş yuhunu/
uçarak yakaladığımı".
(K)
Yine yaşlanma değişmecesi (metafor) odaklı Kayanın
Yürek Vuruşunu Hissettim,
incelikli bir hesaplaşma şiiri. (Kitap-lık,
S. 195) Şair
mi dünyanın yükü, dünya mı şaire yük, yoksa
dünya içre şair, şair içre dünya mı?
Yalınayak
Toprak,
yurt özlemiyle can yakıcı, teslimiyetin şiiri... Ama
hayır, şiirle avunur gönül, şiirle korur en son
özgürlük
kalesini. Ceket,
özne-nesne arklarının, yansımalarının ve zamanı kendilerince
birbirlerine vurmalarının hüzünlü şiiri... Eşya
(nesne) ona dokunanındır ve insan, nesnesindendir. Yaşamöykümüz
de eh, aşağı yukarı budur. Cekete
sorun, anlatsın size.
*
Yukarıda Nihat Ziyalan şiiri
üzerine birkaç genelleme, estirip savurma girişimim oldu.
Belki bu ikinci okumadan sonra birkaç şey daha söyleyerek
şiir konusunu kapatabiliriz. Genel bir özellik olarak Nihat
Ziyalan şiiri için gönül rahatlığıyla yaşam-şiir ya
da şiir-yaşam diyebiliriz. Şiirin evrensel yolculuğu açısından
bu neredeyse özdeşik ilişkinin kazanımları ya da sakıncaları
hakkında bir şey söylemeyeceğim. çünkü
söylenecek hiçbir şey şiirle yaşamı bu yalınlıkta
birleştirmiş ve somut bu insan-tasar açısından gerçeği
değiştirmeyecek, değiştirmemeli de zaten. Bu insan-şiir böyle
gerçekleşti, başka türlü değil. Var mı bir
diyeceğiniz? Yaşam şiir bağı ve çıktısı (ürün, şiir)
çok hoşuma gitse de (En taze, yakın örneklerden biri
sevdiğim şairlerden Haydar Ergülen örneğin: Sen
Güneş Kokuyorsun Daha, 2017)
benim yanlışlanabilir, hatta galiba yanlış eğilimim insandan
kurtulmaya yatkın şiir ya da tersi, şiirden kurtulmaya yatkın insan
yününde. İkincisinin beni pek de ilgilendirmediğini hemen
belirteyim. İlkiyle takıntılıyım. N'apiym,
ben böyleyim, işine gelirse,
kalıp söylemi hakkında sinirlerinin benden daha sağlam olduğunu
umuyorum sevgili okurum (her kimsen). Demek özneyle (şair)
nesnesi (şiir) arasındaki bağ üzerine daha düşünmem
gereken çok şey var. Buradan bir değer yargısı çıkar
mı?
Sanırım Nihat Ziyalan'ı
şiiri hakkında huzursuz eden yargılardan biri 'anlatısallık'.
Bana göre görünüşte doğru bir yargı gibi görünse
de anlatısal (öykünmeli, narrative)
şiir yargısı, biraz dikkatle okuyunca yukarıdaki meseleyle ilgili ve
tanımlamak, betimlemekle eşleştirilemez. Geçmiş sinema
deneyiminin öyküsellik temeli, yaşamı sahne, sahneyi
(içkin) şiir olarak görme eğilimini beslemiş olmalı
şairimizin. Onda şiir sahnedir ama nasıl bir sahne sorusu çok
önemlidir ve bakanı yanıltan nokta da budur. Onun sahnesi
dramatik sahne değildir ve sahneyi drama(tik çatışma) ile
eşleştiren koşullu bakış açımız bu sahne önünde
şaşılaşıyor. Dramatik değil derken bir küçük
düzeltme. çünkü yaşamlarımızın her anı sayısız
seçim ve mikroskobik çatışma ile yüklüdür
gerçekte. Ama bilinç yaygın ve genel eğilim olarak
(Gestalt) atlar, geçiştirir, dirimbilimsel savunmanın gereği
olarak. Ee, o zaman? Nihat Ziyalan'da olan ve olmayan şeye
yakından bakalım. Onun yaşamı (dolayısıyla şiiri) büyük
vurgun yemiş, büyük (evrensel) dramanın taşıyıcısıdır en
baştan. Büyük sürgünlük, büyük
göç, büyük yolculuk, büyük ayrılık,
büyük... Tüm yapıt işte bu altlık üzerinde,
yani büyük drama üzerinde işler. Küçük,
anlık, güncel çatışmalar en başından büyük
dramadan ötürü yaralıdır. Şimdi buradaki (küçük)
sahne çözülmüş, gerilimsiz, yüksüz
görünür ama dip taramasında büyük dramın
altında esamesi okunmaz gerçekte. Yaşam, günü
içerisinde seyrederken, yalın, sıradan belirtileriyle
neredeyse kayıtsızca yalpalar dururken içinde savrulduğumuz
büyük deniz şiirin arkalığı, Ziyalan'ın şiire şiir
adına, şiir diye koyduğudur. Bağdaşık, uyumlu, örtük
görüntünün bedeli önceden, ağır biçimde
ödenmiş, sınır geçilmiştir. Bunu Can Yücel'de,
özdemir İnce'de gördük ve başkalarında da tabii.
Peki, hiç mi sorun yok? Sorun var dostlar! Şair şu ya da bu
ölçekte sorunla (dram) yüzleşmelerinin,
arakesitlerinin ürünlerini şiir olarak koyar önümüze.
Sorun ise şu: Büyük araçla (dram) küçük
araç (dram) arasında ilintiler, geçişler,
somutlaşmalar, dolayımlar ve bunların çarpanları... Kaç
katlı dolayımdan, imadan süzüldük geldik, okur kaçıncı
katta terketti şairi, yalın biçemin ustası şairi uzak
katmanlara, dolayımlara sürükleyen, onu kendi çevresinde
döndükçe daha derinleşen çukura iteleyen
dürtüler, kaygılar, umular, beklentiler, duygular neler
olabilir? Ama bir dakika! önemli mi bu? Bunları bilmemiz mi
gerek, şiiri okumak, şiirlemek için? Eh, ipin ucu kaçtı
kaçacak... Yani sorun varsa, demek doğruysa kat kat
gizlenmiş ya da tersine gösterilmiş şeyin arkasında yatan
duruşa, yaşama biçimine (tarz), hatta seçimine bakmak
gerek. Nihat Ziyalan bir poetik açınlama yöntemi olarak
büyükle küçüğü böyle
ilişkilendirmiş işte deyip havlu atıyorum tam burada.
Ama sorular sökün
ediyor arkadan. Şiirde gerilim koşul mu? Şiirin içi ile dışı,
tini ile teni gerilimli, uyumsuz, yıkıcı mı olmak zorunda? Şiirin
sahnesi deyince başka bir sahne düşünmeye koyulsak
şimdiden... Şiiri anlatısallık ya da anlık drama ile
ilişkilendirir ve yargılarken azıcık sabırlı olsak...
çünkü
dramanın şiirde en önemli kaynağı şiirde kullanılan dili örtmek
ve göstermekle de ilgili değil mi? Ama gerilim aynalı, köşe
kapmacalı bir oyuna, gizemciliğe koşarsa okur tutumumuzu, buna
neresinde dur demek gerek? (Hilmi Yavuz ve ardıllarının eğilimi).
Saltıklık sahnesizlik yatırımıdır. Bir kez daha yuh olsun kusursuzluk
kibrine!
Bunca gevezelik yeter. Yazdıklarımı değil, yaz(a)madıklarımı okuyun lütfen.
V. Roman-Öykü
Şiir meselesinde yakayı kolayından sıyırdım mı bilemiyorum ama bu öykü roman konusu beni zorlayacak Nihat abi!
Severim Pazartesileri!
(2005) dışında anlatılarını okudum Nihat Ziyalan'ın. Şiirine
göre yan iş sayılabilecek (kendisi sanırım başka türlü
düşünüyor) anlatı serüvenine romanla (Güneşle
Damgalı,
2000) başlıyor yazar. 2001'de ise ilk öykü kitabını
yayınlıyor: Kısa
Pantolonlu Sevda.
Düzeltiyorum o zaman. Demek atbaşı gidiyor iki tür.
Bildiğimce üç romanı, üç de öykü
kitabı var. Ayrıca bir de oyunu. Ben yukarıda şiir çözümlememle
uyumlu olarak Ziyalan'ın öyküsüne oynama
yanlısıyım, bir. Ama genelde şiiri tek geçeceğim: Banko.
Yazarımız kendisini, yaşamını
okuyan birisi ama asla arabeskleşmiyor ki onun yazarlık niteliği
sorgulanırken işe bu noktadan başlamak gereği açık. Soru şu:
çok olasıyken neden arabeskleşmiyor yapıt? Bunu denediği tüm
türler için ileri sürüyorum. Ama onu
arabeskleşme eğilimi karşısında durduran şey yalnızca poetikasına
(yazı siyaseti) bağlanamaz. Yaşamı da arabeskin eşiğinden
dönmüştür
anladığımızca. Arabesk sonunun nasıl biteceğini kestiremediğin bir
bırakış (teslimiyet) olduğuna göre genç Nihat Ziyalan,
yaşamın sürükleyen gümbürtülü ve kaygı
verici seli karşısında ciddi bir hesaplaşma yaşamış olmalı. Oradaki
denge ve karar noktası, yaptığı belki de rastlantıların ağırlığına
oldukça bağlı seçimi sıyırmıştır onu arabeskleşmekten.
Ama olabilirdi, bu da güçlü bir olasılıktı. Bunları
söylerken artık kalıp açıklamaya dönüşen 'seks
filimleri'
önerisi ve buna tepkisini düşünmüyorum ilk elde.
Bu ikincil bir gerekçe... Yalnız, toplumun savruluşunu,
yazgı çizgisine tutsak kılınmasını bir neden olarak
görebiliriz, görmeliyiz. Bir şey var ama. Yazarımız
duyguların çıkmazında boğulmadı belki ama sürecin içinden
o kadar da tek parça çıkamadı. Şiirlerin türe özgü
yapıçözümü bölünmeyi yansıtmasa da
uzun anlatılar ve uygulanan yapıçözümler biçimsel
dramayı yeterince sergiler. En azından iki yer ve zamanlılık tek
yaşam, tek beden, tek yapıt kurmaca çözümünü
olanaksızlaştırmıştır ve iki yaka arasında git gel, yalpa büyük
arabesk dalganın serpintilerinin etkilerini duyumsatmaktadır.
Yazarımızın usu, bilinci, duygusu değişen ağırlıklarla birlikte
kantarın topuzunu sağa sola kaydırmakta ve yapıt hak ettiği denge
noktasını bulamamaktadır. Tam burada Nihat Ziyalan öyküsünü
kısa, yoğun türel gerekleri açısından şanslı sayabiliriz.
Benzetme yapacak olursak, bir odaklanma sorunundan söz
edebiliriz. çünkü canlı türlerin, insan da
içinde varlık temellendirmesinde birincil başvurusu (referans)
uzam(sallık). Uzam içerisinde kendini varlıklama (sınırlama),
atama, yerleştirme, vb. ancak bir çerçeve tasarla
(büyük öteki) olanaklı. Uzamını dağıtmış ya da
dağılmasını önleyememiş yazar(ımız), kendini dışavurma
araçlarında (şiir, roman, öykü, oyun) yeniden
uzamını toplama girişiminde bulunmaktadır ve bu çaba daha
büyük bir dağılmayla sonuçlanmaktadır sanki.
Çünkü
en gen(iş/el) çerçeve (merci, referans, başvuru)
yitirilmiş ya da ikiye bölünmüş, birine tutunma çabası
ötekinden uzaklaşmayla sonuçlanmış. Böylesi
durumlarda değişik sonuçlar doğabilirdi: çöküntü,
aradalık, kimliksizlik, saltık sessizlik gibi. Oysa Nihat Ziyalan
uzamının uzak ve erişimsiz iki parçadalığından ötürü
böyle bir yarılma yaşamadığı gibi tersine umutsuzca ve
alçakgönüllüce, temsil nesnelerinde (yapıt)
bölünmeyle başa çıkma cesaretini bulmuştur
kendisinde. Nedeni ise, eğer bu direnişi göstermezse tümüyle
yitip gitme korkusu olabilir. Evet, tümüyle yitip
gidebilirdi yapıtıyla toparlama girişimlerinde yeniden ve yeniden
bulunmasaydı. Şiirde kendisini rahatça toparlayabilen, tümlük
kaygısını gideren Ziyalan, öyküde ve özellikle romanda
zorlanmış ama huyu bundan bir çöküntü (nevroz)
çıkarmamıştır. Kafasındaki sahneler ya olduğundan küçük,
ya da sahneye sığmayacak denli büyük kalmış, iki ucu bir
araya getirme çabası ise yapışık ikizi olan iyimser bakış
açısını yaratmıştır. Avuntusu saltıklaştırılmış bir ulam
(kategori) olarak iyimserliktir.
Konu elbette anlatıda yapı
öğesi olarak kurgu ve matematiği... Ziyalan ele gelir somut
dram(atizasyon) verisinden yoksun kaldığı, daha doğrusu küçük
ve büyük ama ölçeksiz iki dramatik dalgayı
biniştiremediğinden ne epik, ne dramatik kurgusal akışı yapıtının bir
başından öbür başına dengeli taşıyabildi. çok da
canlı çizilebilmiş ve konuşturulabilmiş kişiler sürekliliği,
başlama ve kopuş anlarıyla birlikte tümlüğü içerisinde
anlatı uzamıyla ilişkilenememiştir. Bu hayıflanılacak bir durum
elbette çünkü Ziyalan'ın özellikle
Güneşle Damgalı
(2000) roman çıkışı anlatı gizilgücünü de
sergilemektedir. Oysa anlatıcımız yazarına göndermeli olarak
yaşamı yapıta katıp kurgusal kişilerle karıştırarak gerçek
(reel) uzamın iki parçalı oluşundan kaynaklanan amaçsız
dağılmayı elinde olmadan dışa vurmaktadır. Romanı toplayan, bir amaca
sürükleyen, okuru kandıracak bir güç, atım
neden sorusunu öne çıkarıyor. Neden? Burada anlatıya
ilişkin kavrayışımızı yöneten ilke ne klasik kurgu, ne de
ardçağcı (postmodern) ilkesizlik bunu belirtelim. Saltık us ya
da ussuzlukla ilgimiz yok yapıtı anlama girişimimizde. Ama şunu
görüyoruz Nihat Ziyalan'ın çetin iç
savaşımında. Yapıtı yöneten bir idea, ilke yok, varsa da yerden
(uzam) ve zamandan kopmuş, savrulmuştur ve artık burada olmayan uzama
ve zamana özlem içerik kurucu öğedir. Oysa dramatik
çatışma iki yer, iki zaman arasından sahneye çıkar.
Buradaki sorun iki yer ve zamanın yan yana gelemeyişi, kıvılcım
çıkaramayışı. Bu nedenle kişiler, olaylar büyük
atımlı, oylumlu (hacımlı) kalmakta, aslında kalakalmaktadır. Bu
yüzden roman (ve öykü de) giderek sözün düz
ve yan (metaforik) anlamında zemin yitirir (yazık ki). Ama bunu Nihat
Ziyalan örneğinde çok olağan ve değerli buluyorum. O
yaşam, yapıt, içerik troykasında vazgeçmemekle
(arabeskleşmeme) başardı ve yapıtlaştı. Ve yekten söylersem
ayıplamasın kimse: Bunu hafife alanın alnını karışlarım. çünkü
sanat, sanat girişiminden (eylem, edim, uygulama her ne ise) ayrı
kavranamaz, kavranmamalı. Sanat üzerine konuşuyorsak aslında bir
uygulama (pratik) üzerine konuşuyoruz demektir, başka değil.
Ziyalan'ın yaşama karşı iyimser, anlayışlı, sevecen tutumu
anlatılarında buram buram sürmekte, incelikli sayılabilecek
ekinsel (Türk+Anglosakson) bir bireşim yeterli ve anlaksal bir
gülmeceyi de katarak yapıtı daha çekicileştirmektedir.
Elbette yazarımız neyi nereye taşıdığını, yaptığını bilmez değil.
Yapıtını ölçeklendirmede ve yorumlamada hep bizden bir
adım önde olduğunu düşünürüm ve düşünmek
zorundayım. Menekşeli
Konak'ın
(2004) daha çekinik anlatı çizgisi Güneşle
Damgalı'nın
gizil umudunu, vaadini neredeyse silmiştir. çoğu dostu olan
büyük Türk yazarlarının görkemli yapıtlarıyla baş
etmesi zordur Ziyalan romanının. Ama yazarımız kişisel gücü
ve öyküsüyle, çevresinde yarattığı etkili
izlenimle iki arada bir derededir. Görmezden gelinse olmuyor,
boşa konsa dolmuyor. İkilemler yaşatarak kıvrandırmıştır bence Türk
yayıncılık dünyasını. İkiyüzlülüğe katlanamayan
yazarlarımız vardır Leyla Erbil, Ziyalan gibi. Bunu açıklamaktan
da geri durmadılar: ödülünüz sizin olsun.
Amerikan öykü
geleneğini Türk öykücülüğü (Abasıyanık
ve O. Kemal okulları) üzerine bindirerek ve kendi kuyruğu
peşinde dönerek bana göre iyi öyküler imalamıştır
yazarımız ama öyküde ortalamanın üzerine çıkamamıştır,
bunu tam tersini ummuş biri olarak üzüntüyle
yazıyorum. Romandaki sorun daha küçük ölçeklerde
öykülerde yankılanmıştır. Aslında Kısa
Pantolonlu Sevda'da
(2001) dikkate değer öyküler olduğunu belirtmeli,
yazarımızın hakkını vermeliyim. Ama arkası gelemedi bence. Nedeni
kavlimce yukarıda... Yaşam iki uzam arasında incelip ıradıkça
gölgesini kendi üzerine düşürdü. Altın çağ
(âge d'or) git git takınaklaştı. Şiir gibisi var mı? Kısa
devre yangınlar. Burada bir şiirde yanar, ertesi gün yeni
şiirden yine diri çıkarsın. Ama aramızda kalsın lütfen.
Bir yazara söylenmez böyle şeyler.
VI. Oyun
Nihat Ziyalan'ın savlı
olduğu bir yapıtı da Nasreddin
Hoca ve Eşeği
adlı oyunu (2011). Yayınlanmadı ve sahnelenmedi diye biliyorum ama
yanılabilirim. (Yanıldığımı internette bir radyo konuşmasında
anladım. Nihat Ziyalan'la Avustralya'da Türkçe
yayın yapan bir radyonun yaptığı konuşma bu oyunla ilgiliydi ve
2014'te yanılmıyorsam, orada bir Türk tiyatrosunda
başarıyla sahnelendiğini anlatıyordu yazarımız.) Ben oyunu yazarın
gönderdiği sayısal (dijital) çıktıdan okudum. Yazarın
huyuna suyuna çok yatkın halk gülmecesini çağdaş
bir izleğe burlesk
biçemiyle uyguladığı oyunun anlakçıl (zekice) atakları
bizi daha önceki kimi izleklere ve yapıtlara hemence taşımıştır.
İlk elde usuma takılan Dorian
Gray'in Portresi
(Oscar Wilde,
1891), The
Curious Case of Benjamin Button
(David Fincher, 2008). İlki roman, ikincisi film... Şeytanla
Nasreddin
Hoca'nın
pazarlığı Faust'un yerli uyarlaması olarak da anlaşılabilir.
üstelik Doğu'nun halk kahramanları ve masallarında benzer
al takke ver külah anlatıları çoktur. Keloğlan'ın
gücü ve güçlüyü şah mat etme
anlatıları, usun erkten (iktidar) hıncının da göstergeleridir.
Yazarımızın poetik yüklemesi de tam bu halk gülmecesinin
bağlamına oturtulabilir. O halk çizgisinde, halkın bağrından,
halkçıl bir ses olmayı ummuş, istemiştir. Ben o silsilenin,
gülüşün, sevişin, dokunuşun ve anlatışın bir parçası,
halkasıyım, böyle bilin beni, unutmayın, der gibidir. Ben
Keloğlan, Ben Nasrettin Hoca!
Unutmayın çocuklar. Ben
unutmam, siz hele hiç. Unutmadığınız şey (herhangi) biri
olmayacak, Anadolu'nun ta kendi, varlığı, sesi olacaktır.
VII. Sonuç
Nihat Ziyalan ve yapıtı bir
sonuca bağlanamaz. Yapıt bitmemiş ve bitecek gibi de görünmüyor.
Yaşam yapıtla el ele ve biri öbüründen besleniyor ya
da karşılıklı biri öbürünün kanına ekmek
doğruyor. Bu durum yazarımızın yapıta ve sanata nasıl baktığının, onu
nasıl işlevlendirdiğinin de göstergesi. Yazıyı okuyanın işini
kolaylaştıracak değilim. Yukarıda Nihat Ziyalan şiiri üzerine
düşüncelerimi yinelemek istemem. Durum yazarımızın yaratıcı
eylemi, yapıtı nice açıksa o denli açık, durudur. Türk
yazını bugün geldiği yerde unuttuğu bir dizi niteliği, erdemi bu
yazı emeği üzerinden, ustalığından anımsayabilir ve anımsamalı.
Ve kardeşlerim, bu şiiri şimdi
okumanın tam da sırasıdır. Şiir dil cambazlığı değil. Şiir gizemli
(mistik) ve sahte arayışlara bağlanamaz. Günceli şiirden
koparamaz ya da şiiri güncele gömemezsiniz. Şiir benim
yaşamım değildir ama yaşamdır ve marifet, Ziyalan ustamızın da bize
apaçık kanıtladığı gibi günün içindeki şiiri
varlığa çıkarmak, günü şiire yormak, şiiri yaşamın
ora'sından, bağrından çıkarmaktır. Bence de Zenon,
Seneca değil, Epikür. Bence de (Nietzsche ve Ziyalan'a
katılarak) Apollon'a karşı Dyonisos...
Sürçü lisan ettimse peşin peşin affola!