Lanet Olsun Zaman Nehrine

Zeki Z. Kırmızı / 2015

Per Petterson

Petterson, Per; Lanet Olsun Zaman Nehrine, (Jeg forbanner tidens elv, 2008)

Çev. Aslı Biçen,

Metis Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 177 s.

*

Petterson, Per; Reddediyorum, (Jeg Nekter, 2012)

Çev. Banu Gürsaler Syvertsen,

Metis Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2013, İstanbul, 241 s.

Per Petterson

Türkçe'de yanılmıyorsam 3 romanı var Norveçli yazar Per Petterson'un ve tümünü de Metis yayımladı, hem de üç ayrı usta çevirmenden. Bunlardan biri (Reddediyorum) Norveçce aslından. Ben 2008'de Deniz Canefe çevirisiyle Türkçe yayımlanan At Çalmaya Gidiyoruz'dan (Ut og stjæle hester, 2003) başlayarak Petterson'u yazarlarımdan biri olarak seçmiştim. Yanlış bir seçim yapmadığım böylece kanıtlanmış oluyor.≈Z

Per Petterson
Per Petterson
Per Petterson

Yapıtları Batı'nın büyük merkezlerinde yankılanan Petterson'un 30 yaşlarındayken bir feribot kazasında annesini, bir kardeşini ve yeğenini yitirdiğini, okumalarım bittikten sonra araştırırken, bilgisunarda (internet) öğrendim. Olayın yapıtında yankılanıp yankılanmadığını 1990 kaza yılından önce yazdığı iki kitabını okuyabilseydim belki anlayabilirdim. Ama kimi imgeler (örneğin Lanet Olsun Zaman Nehrine'de kanser olduğunu öğrenen annenin geçmişine çıktığı yolculukta bindiği eski feribot) öne çıkabildi yine de.

At Çalmaya Gidiyoruz hakkında 2008'de düştüğüm yüzeysel notta, romanın müzikal tınısından söz etmişim. "Kulakta ses dizisi olarak, biraz gizemli, güçlü izlekler, uzun sessizlikler arasında kendini gösteren, düşük tonlu bir melodi…"Artık şimdi kültleşme eğilimi içerisinde derin müzikal izlekten daha rahat söz edebilirim. Onun tümcesi yarım kalan, beklenmedik biçimde sonlanan, bu kalakalmışlığıyla, sürebilseydi anlatabileceğinden daha çoğunu anlatan bir tümce. Somut bir tümce duruşunu, edasını kastediyorum. Sinemada bunun karşılığı örneğin James Dean'in ya da Paul Newmann'ın imgelediği derdini anlatamayan karakterin durumu olabilir.

At Çalmaya Gidiyoruz'dan bir alıntıyı yineleyerek dile yaklaşımını örneklemek ve üzerinden konuşmamı sürdürmek istiyorum.

"Aç mısın?" diye sordu.

"Evet," dedim ve uzun bir süre bir şey söylemedim. Masaya oturdum. Sahanda yumurta ve kızarmış domuz pastırması getirdi, eski kuzinede kendi pişirdiği ekmekten kalın dilimler kesip üzerlerine yağ sürdü. Önüme koyduğu her şeyi yedim, o da yemeğe oturdu. Çatıyı döven yağmuru duyuyorduk, ırmağın üzerine, Jon'un kayığı üzerine, bakkala giden yola, Barkald'ın otlarına yağıyordu, ormana, çayırdaki atlara, bütün ağaçlardaki bütün kuş yuvalarına yağmur yağıyordu, ama kulübenin içi sıcak ve kuruydu. Soba çıtırdıyordu, tabağın içi boşalana kadar yedim, babam sanki sıradan bir sabahmış gibi dudağında yarım bir gülümsemeyle yiyordu ama öyle değildi aslında: sonra birden kendimi çok yorgun hissettim, masaya eğildim, başımı ellerimin üzerine yasladım ve orada uyuyakaldım." (41)


*

Çok yalın izlenimi veren ama güçlü duygular taşıyan Petterson romanlarının öncelikle anlatım özelliklerinden (anlatıcı, kurgu, zaman, uzam, dil tutumu, vb.) etkilendiğimi söyleyebilirim. Bu etkilenmede kuşkusuz görkemli biçem tapınakları altında hoşnutlukla da olsa epeyce yıpranarak gerçekleştirdiğim okumalarıma dönük gizli bir hınç, öcalım duygusunun payını da itiraf etmem yerinde olacak. (Şaka mı bu?) Yarım yüz yıldır görüntü temelli bildirişim yapıları (düşünme, al, düşünme, ver, yani düşünmeyi aradan çıkar, al-ver) gündelik yaşamlarımıza egemen olduğundan dünya yazını da, yayıncılıkla doğrudan ilişkili olarak, kitleye ulaşabilmek, kitlenin yeni alışkanlıklarından yararlanabilmek için seçkin örneklerinde (yazar, yapıt) bile drageetype (?!) diye uyduracağım bir eğilimin içine girdi, kolay çiğnenir, yutulur biçimlendirmeleri öne çıkardı (yoksa yarışmadan çekilecek, çünkü 'kimselerin vakti yok' tuğlalarla cebelleşmeye). Daha küçük oylumlar, daha alttan bir dil ve sokağın sesi. Sonuçta gündelik yaşamlarımızın yuvalandığı yerden süren bir anlatı biçimi yazar tutumu olarak dikkati çekiyor. Dünyalının kafası zaten yeterince karışık, o karışık kafanın içine sızabilmenin yolu belki sunumun ortalamasını aşağıya çekmek. Bir tür Makyavelizm diyebiliriz buna. Örnek, Murakami. Buna hiç itirazım yok. Etkili bir yöntem de olabilir. Çünkü sızmanın, yerinden oynatmanın bir yolu kesinlikle bulunmalı, yutulan hap midede patlamalı. Hap gibi yutmak, aynı zamanda hapı yutmak olmalı.

Bu dediklerimin Petterson'la bir ilgisi olmayabilir. Onun dil kullanımı ve kurgusu konusunda yerleşik, bildik yalın (elemanter) yapılara başvurması yazı(n) taktiğiyle ilgili değil gibi görünüyor. Bakıldığında ayartıcı bir ileti göndermeden çok kendi derdine düşmüş, uçurum kıyılarında geçen bir yaşamı yine de sürüklüyor olma belâsıyla baş etmek için yazıyor gibi. Yalnızca kişisel yaşamlarımız, bozgunlarımızla gelen bir çöküş değil, kişisel yazgılarımızı iliştirdiğimiz daha büyük, toplumsal yazgılarla ilgili bir çöküşle de gelen görünür-görünmez bir yaranın (travma) sahipleriyiz. Yazgı iki parçalı en azından ve seçim hangisinden yana olursa olsun yaşam sakatlanmış olacak.

İşte Petterson iki düzeyli bu yarılmayı yaşatıyor kişilerine. Aslında bireysel ve çocukluğa kökenlenen yazgı daha üstlenilemeden, üzerine binen büyük yazgıyla (büyük öteki) bastıran bocalama süreci, özgün bir seslenme ve eyleme biçimini kaçınılmaz kılıyor.

Okur, bu yazgısıyla daha ne yapacağını bilemez Ben'in anlatısına bağlandığı için kendini huzursuz bir konumda buluyor işin başında. Yapıtının varoluşsal kaygısı Ben'le ilgili olduğundan Petterson değişimlere, dönüşümlere açık yaş dönemlerine odaklanıyor. Bunu, eyleyen Benle ya da geri dönüşlerle sağlıyor. Öyleyse Norveçli yazar için sıçrama ya da kırılma anları yaşamı belirliyor, yönetiyor diyebiliriz. Kuşkusuz eleştirinin işi bir anlatıda tüm bu tinsel, toplumsal öğeleri, varlıkları bulup yapıtı açıklığa kavuşturmak, okuma kılavuzu oluşturmak olamaz. Bunlar zaten anlatıda içeriliyor ve bunun için okumak, yapılacak en iyi iştir. Okuma üzerine okumayı okunabilir kılacak şey ise okurluk deneyimlerinin çoğaltılması, buradan çıkarılacak kişisel yaşam bireşimleri, ilkeleri ile ilgilidir. Yapıtta kullanılan dili okur yaşamına yedeklemek, eklemlemek, bir tepki (verme) biçimine dönüştürmek, yanıtı(mızı) yetkinleştirmek. Sanat bu yönde en iyi yordamdır. Tabii ki yazar (sanatçı) bize en iyi tepki verme biçimi pazarlayıcısı değildir. Aslında hiç ilgisi de yoktur.

Anlatılarda Ben'in yitim duygusu ya da parçalanması dilde, anlatımda kendini değişik biçimlerde sunabilir. Kekemelikten tutun nevrozlu, psikozlu anlatımlara varana dek sayısız biçim söz konusu. Sanatçının psikopat olmadığı varsayımına bağlanmamız gerektiğine göre seçtiği dili, seçiminin gerekçesini, yarattığı karakterle ilişkisi içinde anlayacak ve tartının diğer kefesindeki duygusal ağırlığa bakacağız. Burada denklik, kandırmaya yeter uyumlanma biz okurlara tutarlılık olarak yansıyabilir ve okur hoşnutluğumuz artar. Okumayı bunca değerli yapan şeylerden biri değil mi bu? Orada, baskında, sesi, edimi, bedeni kendisinde birikmiş, olabilecek en çatışmasız biçimde algılamak. Oysa idea'dan, en iyi yakala(n)ma anından söz edemeyiz. Tersine en kötüsünden, en çok belirti, ipucu vereninden, imalayanından söz edebiliriz. Uyum, denklik dediğimiz şey, burada birbirini gideren, artıları eksileri götürüp bizi başladığımız yere gömen durum değildir (bu da olanaksızlıktır ayrıca). Bir şey taşmaktadır, aşırıdır, ibre kayar (travma, bunaltı). Yazar bu kayma, taşma, yerinden çıkma ('out of joint': Derrida) hamlesini nasıl görür, oyunu nasıl kuracak, geliştirecektir (bu yeni durumda).

Kendi kendimi kışkırttığımın ayrımındayım ve bu yazı uzayıp gider. Bunun için denetimli bir Per Petterson yazısı çıkarmak için yazarın tekniğine dönüyorum. Lanet Olsun Zaman Nehrine'de ben anlatısının (Arvid, özellikle annesine dönük bir anlatma çabası içerisindedir) tıkandığı, kitlendiği yeri (Bkz. Bölüm.I-2: Anlatıcı oğul başka yerdeki annesini anlatı zamanı içerisinde anlatmak zorunda kalır.) Reddediyorum'da değişik zamanlarda değişik Ben anlatıcılarına (1962-2006 arasında Jim, Tommy, Siri) başvurarak ama yetmediği yerde uzak (üst) üçüncü kişi anlatıcısından destek alarak çözüyor. Geriye dönüş örnekleri:

"Bana seslenen Tya'ydı, annem, onun sesini duymuştum, gayet iyi hatırlıyorum, ancak annemin sesini diğerlerinden ayıran…" (R, 22)

"O kişi benim, Tommy Berggren, o gün havanın ne kadar soğuk olduğunu…" (R, 22)

Benim bu yaşımda anladığım; genelde sanatların, özelde yazının (anlatı) kara deliği olarak tanımladığım sorunun saltık bir çözümü olmadığı… Hatta bir tez olarak ileri süreceğim: Aslında sanatın estetik kurucu öğelerinden biri tam da burasıdır. Sanatsal anlatımın teknik çıkmazı, boşluğu, kara deliği. (Pierre Macherey?) Bu boşluk ya da hiçlik duygusu sanatçıyı dili çevirmeye, hiç-çekirdeği örtbas etmeye, karanlığı aydınlatma ve kabul edilir kılmaya (anlamlandırma: signification) zorlar. Kara delik dille, kurguyla, yapı gereciyle kuşatılır. Mimari bir tasımdan söz ediyoruz. Sanat yapıtının müzikten yazına en az (asgari) koşulu üç boyuta sıkıştırılmaya, zapt edilmeye çalışılan zamandır (sürey). Tuhaflıkların, ayna oyunlarının başladığı yer de burasıdır. Sanatçının alicengizi okuru oyuna katmış, karşılıklı odakçıl hiçliği bastırma, görmezden gelme, sonunda görme, belki daha ötesi üstesinden gelme (Nasıl olur ki? Bir kez daha hiçe gömülerek... Yalnızca insan ölür.) konusunda önoydaşma, uzlaşma sağlanmıştır. Bunun tarihi başlı başına ilginç bir konu. Ama sonuç yazarın okuru, okurun da yazarı bu delik, çukur, kusur konusunda bağışlamasıdır (af). Baştan bağışlanır kusur. Ne adına? Bu da başka bir güzel soru.

Ama geriye kalan her sanatçının (yazarın, Petterson'un) bulduğu teknik çözümdür. Okurluk yeteneğimiz kanacak ya da kanmayacaktır. Petterson'un çözümü gerçekten yeni olmasa da kandırıcı, ikna edicidir. Büyük dilbazlıklara yeltenmemesi çok akıllıca, zekice bir yaklaşım olmuş belli ki. Ama bu seçimden güzel bir bireşim çıktığı çok açık…

Peki. Kısa kısa.

Ben'in (Ben anlatıcısının) Ben'e sadakati nasıl görünür. Bu yazınbilimin üzerinde durulacak konularından biridir ve durulmuştur da. Çünkü araya zaman sorunu karışır. Anlatının zamanıyla anlatmanın zamanı, anlatının yeri ve anlatmanın yeriyle nasıl ilişkilenecek, matrislenecektir. Bu zaman ve uzam aralıkları, boşlukları, mesafe(siz)lenmeleri gerektirecektir. Ciddi bir geometri ve geometrik nokta meselesidir bu. Çünkü geometrik biçimlenmeye bağlı olarak odak her zaman yazarın ya da okurun umduğu yerde olmayabilir. Bu mesafe(siz)lenmeleri çok iyi yöneten bir teknisyenle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim Petterson'da. Ben'in Ben'le açılanması duygusal imgelere yol verebildiği için okur aralıkları, sessizlikleri, kopuklukları, sıçramaları bir pekiştirici, güçlendirici yapı öğesi olarak algılıyor. Bunun önemini ne denli vurgulasam azdır. Belki yazmanın olmazsa olmaz koşuludur. Niye derseniz iyice ya da büyük yazarlarda teknikle ilgili mesele bir kovuğa yerleşip tek telden tek sesli bir koza örmek değil, matrisini yılgıya, riske salmaktır. İyi yazar öyle bir teknik getirir ki okur engebeli arazide hoplaya zıplaya at arabasında yol almanın tedirginliği ama yine de yolda kalmanın, olmanın merak ve sevinciyle oyuna katılır. Klasiğin dengesini, var mısınız yeniden gözden geçirmeye.

Ama şimdi değil. Sevdiğim Alman yazarlarından biri olan Daniel Kehlmann'ın anlatılarında anlatıcı ile anlatılanın devingen mesafelenmesi çok ilgimi çekmişti. Sinemada devingen sayısal (video) kamerayla yapılan çekimler gibi. Per Petterson'da anlatı noktası oynak, devingen değil ama anlatının nesnesine mesafesi değişken. Bu onun anlatısına müzikal bir biçim (format) ve özellik sağlıyor. Genel çekimler ya da ses değeri yüksek (tam) sahneler daha yakın plan ya da yarım, çeyrek sesli ya da suskularla roman boyunca bir dizem (ritim) tutturuyor. Yüz çekimleri sözün azaldığı, kapandığı alanları, yerleri oluşturuyor ve arkasından bir suskunluk, sessizlik geliyor. Arvid annesiyle aynı kareye girdiğinde ağzından çıkan söz yüreğinden, usundan geçenden başka, hatta ilgisiz, karşıt. Böyle bir sahneyi alıntılıyorum:


"Geldiğimi duyduğuna eminim ama dönüp bakmadı. İyice yaklaştığımda yavaşça seslendim:

'Merhaba!'

Yine dönmedi, sadece 'Hemen konuşmaya başlama sakın,'dedi.

'Benim,'dedim.

'Kim olduğunu biliyorum,' dedi. 'Uzaktan düşüncelerin tangırdıyordu. Paraya mı sıkıştın?'

Kahretsin, hasta olduğunu, hatta ölebileceğini biliyordum; bunun için peşinden gelmiştim, buna emindim, yine de dedim ki:

'Anne, ben boşanıyorum.'

Sırtından kendini nasıl toparladığını, ağırlığını vücudunun içindeki bir yerden başka bir yere, kendi olduğu yerden, muhtemelen benim olduğumu düşündüğü yere nasıl geçirdiğini gördüm.

'Gel otur,' dedi. Bol bol yer olduğu halde sanki bana yer açar gibi kenara kaydı ve dolaşık otlara eliyle vurarak neredeyse sabırsızca:

'Gel madem!' dedi. Gidip yanına oturdum. Şişeyi kesekağıdından çıkarıp, devrilmesin diye beyaz, yumuşak kuma gömüp ayaklarımın arasına koydum ama annem fark etmedi. Hatta bana bakmadı bile; rahatsız oldum." (LOZN, 35)

"Tam o sırada ona doğru şeyi söylemem gerekiyordu ama öyle bir şey varsa bile onun ne olduğunu bilmiyordum, bildiğini söyleyen varsa da hiçbir halttan haberi yoktur. Ben de ilk aklıma geleni söyledim.

'Korkuyor musun?'

'Neden?' dedi ve sert bir hareketle bana dönüp geldiğimden beri ilk olarak yüzüme baktı. Kızardığımı hissediyordum. Başımı eğip yere baktım.

'Ölümden korktuğumu mu düşünüyorsun?' dedi.

'Bilmem,' dedim. 'Korkuyor musun?'

'Hayır,' dedi, 'ölümden korkmuyorum. Ama daha ölmek istemiyorum.' Başını çevirip sigarasından derin bir nefes çekti ve kumsala, alçak dalgalara bakarak dumanı öfkeyle suya doğru üfledi.

Doğru söylüyordu, hiçbir şeyden korkmazdı ama ölmeden önce görmek istediği, yaşamak istediği bir şeyler daha vardı. Kuşkusuz ölümle yüz yüze olan herkes öyle hisseder ama artık Duvar yıkıldığına göre Sovyetler Birliği'nin çöküşünü gerçekten görmek isterdi. Onun ve onu takip edecek bir şeylerin parçası olmak, Gorbaçov'un zafer kazandığını ya da geri adım…" (LOZN, 175)

Ya da Tommy'nin Siri'yle, Jim'le, Beril'le olduğu yakın planlar. (R.) Petterson'un çıkmaza iyiden batmış insanı sözün yetmediği o yerde ağlıyor. 30 yıl öncenin dostunu (Jim) sabahın ayazında, köprübaşında balık avlarken gören Tommy ağlıyor. Konu romanın sahnelenmesini, bölümlenmesini de etkiliyor haliyle. Kişilerin varlığı, zaman ve dramatik öğe mesafeyi ve (tabii anlatıcının doğrudan kendi konumunu) düzenliyor. Reddediyorum'da Ben anlatıcı bazen öyle mesafeleniyor ki uzak (üst) anlatıcı önceki anlatıcılar da içinde olmak üzere tümünü kapsamak için genelleşiyor, dışarılanıyor. Dışarılanma da değişik düzeylerde gerçekleşiyor kuşkusuz.

Bunlar üzerinde ayrıntıya girmek yerine sonuçları (aslında nedenleri) üzerinde durmak daha anlamlı olabilir. Konu olaya yakalanmak, olayca bastırılmaktır (faka basmak). Petterson'da olay sessizliğin, Kuzey'in dingin coğrafyasının ortasına düşer. Herkes yakalanmıştır ama birisi (Ben) çok kötü, hazırlıksız yakalanmıştır. Çünkü Olay'la ilgili hemen hiç hazırlık yapmamıştır. Olay kansere yakalanmış, ölmek üzere olan annedir ve annesiyle hemen hiçbir meselesini usuyla yüreğini dengeleyecek tartımda çözememiş, üstüne bir de boşanmak üzere olan Arvid Olay'a yakalanmış, yamulmuştur. Ağzıyla kuş tutması, bahçedeki dev çamı devirmesi bağışlanmasına yetecek mi? Bağışlanması gerekir mi? Hem, neden bağışlanmak?.. Romanın sonu şöyle: "Bir-iki dakika durup kalkacak mı diye bekledim ama kalkmadı. Geriye emekleyip tepeye dayandım ve gözlerimi sıkıca yumarak konsantre olmaya çalıştım. Çok önemli, çok özel bir şey arıyordum ama ne kadar çabalarsam çabalayayım bulamadım. Kurumuş sahil otlarından bir tutam koparıp ağzıma tıktım ve çiğnemeye başladım. Serttiler, dilimi kestiler ama biraz daha aldım, bir avuç dolusunu ağzıma attım ve annemin ayağa kalkıp bana gelmesini beklerken çiğnedim, çiğnedim." (LOZN, 177)

Olay Jim'e onu çalışamaz duruma sokan hastalıkla, arkadaşı Tommy'yi ayışığında gölde buz pateni yaptıklarında buzun çatlaması üzerine kaçarken iterek geride bırakması, belki de ölüme terk etmesiyle; Tommy'ye çocukken bacaklarını kırdığı babası için yıllar ve yıllar sonra hastaneden arayan telefonla ya da en son akıl hastanesinin kapısında bıraktığı ve şimdi köprü üzerinde rastlantıyla karşılaştığı arkadaşı Jim'le (ki yaşamına son verme kararını vermek üzeredir); Siri'ye ise Uzakdoğu'da hiç tanımadığı annesinin izini bulmasıyla gelir. Bastıran, onları köşeye sıkıştıran olayı reddetmek tepki verme biçimlerinden en önemlisi… Ama tümünün reddettiği söylenemez, bazıları vazgeçiyor, ağlıyor, arkasından ne yaptıklarını ise bilemiyoruz. Bastıran Olay'ın (tipi) çarptığı insan sendeliyor, ayakta kalmaya çalışıyor. Bütün savunma düzeneklerini boşu boşuna devreye sokuluyor. Tek başınalık; yapayalnızlık aşılabilir gibi görünmüyor ama. Aşk (sevişme) bir teselli kaynağı olabilir mi? Evet, bunun ipuçları var ve Badiou'ya hak verircesine olaya verilebilecek belki en iyi yanıt Olay (Aşk). Beni Petterson'da, yine sinemadan ya da yazından tanış olduğum bu baskın değil baskının yol açtığı dil ve dilin sendelemesi, ayakta kalma çabası, aracılığı ilgilendiriyor. Hemen arkada bıraktığım iki yerli kaynak (İbrahim Yıldırım ve Selim İleri) bu sendeleme, bozgun, direniş dilini görünür kılmanın önemli örneklerini oluşturuyor. Dilin böyle nesneleşme konumundan, görselleşmesinden akan bir duygusal aşırtma var. Okur da göğsüne güçlü bir dalga yiyor.

Badiou benzetmesi bir yere dek ama. Çünkü Olay Bergman'daki gibi gizemli olmasa da (bilinmez, karanlık) Petterson'da ön(ce)den gelen, bastıran, yaşamı düğümleyen, hemen her şeyi kendisiyle ilişkilendirip ana başvuruya (referans) dönüşen şey. Roman kişisi Olay'dan sonra tüm yaşamını (geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle) tüm zamanlarını ve uzamlarını kendinden önce gelen, üzerine gelen Olay'a ilişkilendiriyor, bağlıyor. Annenin ölümcül hastalığı (LOZN), annece bırakılma, buzun kırılması (R, 1988 yapımı Kieslowski'nin Dekalog 1'ini gel de anımsama!), vb. Sonuçta birçok klasik ya da çağdaş anlatı var ki kurgusal yapısının bir yerine Olay'ı ya da Olay-sız'lığı yerleştirir ve metin onun çevresinde biçimlenir. Yazarın metinle olan dramatik ilişkisi, Olay'ın metne yerleştiği yeri ve zamanı kuşkusuz etkiler. Çünkü her yerleştirmenin yapıta verdiği içerik (dolayısıyla siyaset) bambaşka olacaktır. Petterson'dan bize akan siyaset çıkışsız, (hatta) ölümcül bir öfke. Thomas Bernhard'ı yazı (yazmak) durdurabildi bir yere değin. Petterson ise durmayı ve yazmayı (kendini yatıştırmayı) öğrenmiş, bunu öykülemeyi seçmiş görünüyor. Ben buna Per Petterson örneğinde 'deneyim paylaşma' diyorum, toplu sağaltım gibi, ama dinsel dayanışma ve avuntu yapılarına yer açmadan, ödün vermeden. Petterson'un derdi bu değil ya bunu tıpkı Kieslowski gibi sorgulamaktan yana, belirteyim. Dolayısıyla henüz başkaldırı aşamasına varamadan Olay'ın arkasında kalmanın dilsizliği, tutukluğu, kekemeliği hem dilin rengini, tınısını belirliyor, hem de saçılmayı, basınç altında dağılmayı, başa gelinmiş olunmanın tartışma götürmez umarsızlığını. Bir kez Olay geldi, oldu, artık var ve bizler ondan sonrayız, kalmayız. Bu olayın yüküyle, ağırlığıyla nasıl sürdüreceğiz ya da sürdürebilecek miyiz? R'da Jim sürdüremeyen, Tommy, Siri sürdürmek zorunda olanlar; LOZN'nde ise Arvid sürdürmek zorunda. Bunu nasıl yaptıklarını bilemeyeceğiz ama tıpkı Petterson gibi yaralanmış oldukları ve çalınmış oldukları düşüncesinden kurtulamayacaklarını kestirebiliriz. Öte yandan gündelik yaşamlarımız olaycıklar tarafından sürekli didilmektedir. Her güne irili ufaklı kararlar sıkıştırmamız gerekiyor zaten ama asıl Olay (hakikat) bastırdığında tüm yaşam strateji ve taktiklerimiz (bunlar sahte yapılardı, ertesi güne en azından önceki gün denli çıkmamızı sağlayabilen sahte taktikler, gülüşler, acı çekmeler, kahrolmalar, vb.) çöker ya da ortadan çekilirler. Ne olduklarını anlarız (küçük oyunlar). Yaşam tanıma gelmez biçimsiz (amorf) bir yapı olarak kucağımıza düşer ve ne yapacağımızı gerçekte ilk kez bilmeyiz (!). Bu apansız yakalanmışlığın, bilememenin, söyleyememenin ilk şaşkınlığı, sersemliği, sakarlığı, sürçmelerinin anlatıcısıdır Per Petterson. Dil dillikten çıkar, dönüşür, ekşi, yavan, sürçmüş, akım derken bokum diyen bir hafiflikle sapar, yılanın, günahın, yanlışın, aslında masumiyetin dili (göstergesi) olur, içeri dışarıya yanlış (!) yerlerde ve biçimlerde çıkar, Gregor Samsa bir sabah böcek olarak uyanır.

Dilin savrulması derken kastettiğim kurallarını yitirmesi, bilinçaltından akması değil. Ama yerinden oynaması, gösterenini yanlış gösterilene iliştirmesi… Bunun tinbiliminde karşılığı yadsıma, redle ilgili olsa gerek. Zizek'in kanser olduğunu öğrenen insanın verdiği tepkilerin 2 ya da üçüncü aşaması olarak tanımladığı şey. Olamaz, kabul etmiyorum. Ben kanser olamam. Reddediyorum. Neden Petterson'u anlamak için Kieslowski gerekiyor sorusunun yanıtı buralarda bir yerde gizli.

Tabii ki Araf dilidir önümüze gelen tutuk dil. Arvid annesinin doğum gününde yapacağı konuşmayı beceremez bir türlü. Tommy eski arkadaşını bu kez bulmaya ve bırakmamaya kesin kararlı yola çıkar, tam o sırada arkadaşı Jim kendini öldürmektedir. Ailelere dağıtıldıktan sonra iki kardeş Tommy ve Siri, buluşmalarında giderek daha az konuşacak şey bulurlar. Araf dili nedir peki? Bence Petterson metninin duygusal katmanını ortaya çıkaracak soru budur. Araf dili, hem pişman olup, gözyaşı döküp hem de yine ve ısrarla reddetmenin dilidir. Hem geride kalanın, geçmişin, hem gelecek olanın reddi. Burada ve böyle kalmanın sonsuz huzursuzluğu… Gerçekte(n) cehennem olabilir mi? Araf dili, Arvid'in annesinin yıllar öncesinde kalmış dileğini, aradan yıllar geçmiş, yani iş işten geçmişken, üstelik annesini artık kurtaramayacakken dev çam ağacını bir gecede baltayla yere indirmesinin öfke, bağış, başkaldırı, teslimiyet vb. karmaşık duyguları bir arada taşıyan dilidir. Sosyalizmin (!) çöküşünün dili… Buradan ne doğar, önemli olan budur şimdi. (Angelopoulos Yas çıkarmıştı.) Ne çıkagelir böylesi Araf dilinden? Zamanın dağılmasına ilişkin bir duygu… R'de özellikle zaman kuyudan su çekilir gibi çekilir. Birden çok zamandan çekilen eğriler buluşur ama kesişmez, düğümlenmez, ortaya somut bir gerçek (varlık) çıkarmazlar (asimptotik ilişki). Zaman eğrileri bugüne (şimdi) darbeli basınç uyguladıklarında bunu bir yazgı (yazılmış öykü) gibi, reddederek üstlenmekten başka seçenek kalmıyor. Yazgı yadsınır, reddedilir. At Çalmaya Gidiyoruz için yazımda yazgı konusunu ele almışım: "Bu tonun, insan umarsızlığına apaçık göndermeler yapan bu tonun, yalnızlığın saltık eşiğiyle bir ilgisi olduğunu, bunun da bir yazgı olarak kendini dayatan 'herşeye rağmen seçilen ve sahibi olunan son şeyle' belki açıklanabileceğini söylemenin bir anlamı var mı?

Yazgı çok tehlikeli bir kavram... Bir yazarın bu kavramla baş edebilmesi çok zor olmalı. Çünkü orada ayakta durmak kolay değildir. Kolayca yuvarlanabilirsiniz. Nereye mi? Zaman zaman kendini yücelik (yüce söylem) olarak da gösterebilen bayağılığın ta diplerine…

Per Petterson bu tehlikeli eşiği geçiyor (ustalıkla) ve ortaya tansıklı, güvenilir, içtenlikli, inandıran bir anlatı çıkıyor. Bunun anlamı şu: her okuyan bu romanın içinde kendi öyküsünü yaşayacaktır.

Çünkü her karakter, kendi yazgısıyla yürüyor ve çoğu kez diğerlerince nereye sürükleneceği de bilinmemektedir. Hatta bana kalırsa karakterin kendisi bile yazgısının biricik ve etkili sahibi değil. Böyle bir noktada, 'bakış açısı'ndan (anlatıcı, üst anlatıcı için) söz edebiliriz, değil mi?

Antifaşist direniş de böyle gerçeklik kazanabilirdi. Kadın bir erkekte bir şeyi bulmak ister. Oğul babasından nefret edebilecekken gittikçe ona benzer. Aldatma aldatma olmaktan çıkar. Hayatı paylaşmak, sınanır. Biri yolda kalır. Yazgı yaşam demek olur. Umarsız, yaşarız. Daha önce ölenler oldu. Öldüler. Ölmeden önce sanki bir an gülümsediler. Bir an… Birbirlerini sevdiklerine inandılar. Seviştiler." (2008 Okumalarım)

Bu yazgı, Agamben'in söylediği böylelik, böyle olmalık, böyle herhangilik, sınırdalık kavramlarıyla ilişki kurularak daha iyi anlaşılabilir. Orada böyle olunca Araf'ı belki Möbius Şeridi'ne (Lacan), onu topos'a, coğrafyaya, uzama, bir yere bağlanmaya, tutunmaya, yani arafta bir yer açmaya (Bunun gerçek anlamı elbette boşunalık, hiçliğe takılma, yersizleşmedir) dek izleyebiliriz. Sevim Burak'ın çılgın, umutsuz girişimini nice andırıyor Per Petterson'un çılgın görünmeyen ama yine de duygular çılgını girişimi. Birkaç örneğe bakalım:

"Okulum Østre Aker vei'deydi, Grorud İstasyonu'nun ve demiryolu işçilerinin, vatmanlar, biletçiler, makinistlerin oturduğu yıldız şeklindeki blokların yanında; ama oraya varmadan Trondhjemsveien kavşağından, futbol kulübünun çim sahasının yanından sağa sapar, kiliseyle mezarlığı geçer, yokuş aşağı zikzak çize çize iner, nihayet Heimdal'dan, böyle akşamlarda genç Hristiyanların toplandığı kırmızı binanın etrafından…" (LOZN, 43)

"Onunla, Ønkern İstasyonu'nun bekleme salonundan çıktığını son gördüğümden bir hafta sonra tanıştım. Trondhjemsveien ya da E6'dan bisikletle geçiyordu. Årvoll'de dik bir bayırı çıkmış, yeni kütüphanenin yanından…" (LOZN, 72)

"Otobüse Ankerløkka'dan binmiş ve en arkaya oturmuştuk. Otobüs tam saatinde aheste aheste Storgata'ya çıkmıştı ve tekerleri tıpkı şarkıdaki gibi döne döne, döne döne ilerlemeye başlamıştı. Oslo'nun doğusunda ilerlemeye başladık; Grønland, Gamblebyen ve Mosseveien üzerinden güneye yöneldik ve şimdi pek iyi hatırlamıyorum, Ljan İstasyonu, Herrengardsveien ya da başka bir üçüncü yoldan tepelere çıkıp oradan dosdoğru Hauketo'ya indik; o günlerde yüksek binalar, balkonlu evler yerine daha ziyade ağaçlık bir kır manzarası hâkimdi orada." (LOZN, 154)

Zamanın kesişmeyi beceremediği, devinimin kendinden başka yere çıkamadığı (Möbius), Olay'ın kendi zamanlarını masaya sürerek ölümcül, umutsuz şenlik (karnaval) hüznüne yol açtığı yerde, evet yerde bir yer açmak, bir geometrinin içinde konuşlanmak, düşmeyi, yuvarlanmayı şimdilik, şu an bir kez daha ertelemek… At Çalmaya Gidiyoruz'da, Lanet Olsun Zaman Nehrine'de, Reddediyorum'da, şimdi, şu an, zamanların aralığında, bir kez daha…

Nedenlerin, belli yerlerin ve zamanların bizleri çıkardığı belli yerler, sonuçlar olmalı. Nedenler orada, doğru. Anne, baba, ensest, düş, Freud, Lacan, Oslo, Hastane, köprü, istasyon, işçi sınıfı, arkadaşlık, kızkardeş, Siri, Jim, anne, baba, ensest, düş… Şeritte yürüyoruz ve nedenler bizi nedenlerimize (sonuçlarımıza) taşıyıp duracak. Öykü (şiir) ise bir nedene bağlanıp onu yok(l/s)ayan belki de tek şey (Hadi genelleştirip öykü yerine sanat diyelim.) Nedenlerin yetmediği yerde solucan gibi kıvranan, ortadan ikiye bölünmüş, iki parça haliyle yine de kıvranan, kendi içine büzülen, sarmallanan Arvid, Jim, Siri, Tommy, ikizler, Jensen, anne, baba, ötekiler… Dilin yetmezliği dilin artığı olur çıkar.

Lütfen biri bana bunu anlatsın.

Bay Petterson nedenler ve diller evreninin ortalık ye(te)rsizliğinden nasıl çıkardınız fazla, artık dili, bu öyküyü?

Geriye ne kalır? Kieslovski'nin sorusu mu? (Gerçekten Kieslowski böyle bir soru sordu mu?): Törebilimi (etik) nedensiz mi? Öykü törebilimi mi? Öykü nedensiz mi, artık mı?