Bir Çınlama Boşlukta: Seçilmiş Şiirler (2011),
Şükrü Erbaş, yaşıtım, 1953 doğumlu.
"Şiirmiş, aşkmış, iyilikmiş… bir çınlama boşlukta… kaldım öylece…" (68) diyen şair (Çınlama, 2006) bir seçmeler kitabı hazırlamış ve iyi de etmiş. Onu doğru düzgün tanımış oldum. Klasik dengeleri ve duyguları gözetiyor
Şükrü Erbaş, bir şiir yazıyor ve o şiirle katılıyor kanona. Bir şiir yeter, bana göre. Bütün şiirler o tek şiirdir zaten ve gerisi
yinelemedir.
İKİLEM
Güzel kadınlara kederli şarkılar söyletmeyin
Birbirini çoğaltıyor üç acı
Kadın, güzellik ve şarkı…
Kederli şarkıları güzel kadınlara söyletin
Birbirini bütünlüyor üç acı
Kadın, güzellik ve şarkı…
Ey insan ömrünü dolduran biçimleyen duygu
Hüzün müdür her vakit mutluluğun bir yüzü?.. (12, 1966)
Yolculuk(1986)/ Kimliksiz Değişim (1992)
Daha önce yayınlanmış iki kitabından derlemiş Şükrü Erbaş bu kitabı. Bu tür bileşime neden gerek duyduğunu merak ettim elbette.
Çünkü şiir kitabı da olsa eşeler, arkasında izleksel bir tutarlık peşine düşerim, çokça düş kırıklığına uğrayarak. Tabii belki
ileri gitmek olacak, bu bireşim (sentez) şiir üzerinden şairin yaşamla bir yüzleşmesi izleğinde sağlanmış olmalı.
Yolculuk tümüyle kendi yaşam içre yolculuğu iken, Kimliksiz Değişim şiirleri
süreklilik taşımasa, özöyküsel açık göndermeleri olmasa da yaşamın duralama noktalarındaki sıradışı yaşantıların izlerini belirgin
biçimde taşıyorlar. Erbaş da kendi özyaşamından damıttıklarını bir araya getirme gereği, isteği duymuş belli ki. Aslında risk
almış da diyebiliriz. Okur için oldukça mayınlı alan ve yaşamı yaşamla sınamak, çoğu kez fena halde iki yönlü ıskalamaya yol
açabilir. Onun geçen yıl Kanguru Yayınları'ndan çıkmış, seçilmiş şiirlerini derleyen
Bir Çınlama Boşlukta'sını (2011) okumuştum ilk. Onu iyi tanıtan bir derlemeydi kanımca.
Bir arkadaşımın (Merhaba Nimet!) armağanı olan bu kitap yazardan okuduğum ikinci kitap ve birkaç şiir ortak bu nedenle.
Anlatımlı, yansıtmalı alçakgönüllü bir şiire kendini yatıran Şükrü Erbaş'ın yazısında yankıladığı yaşamı belli ki hiç sıradan
değil. Adanmış, tutkulu ve acılı. Üstelik daha önemlisi bu duygulara aracılık eden değişmeceler, çok özgün olmasalar da,
toplumsala taşıyor bireyi (özneyi). Bu bağı en öznel şiirlerde bile kurmak olası (Belki şairi öncesinden biraz tanımak
gerekebilir.) 1987 Ceyhun Atuf Kansu ödüllü Yolculuk, çocukluğundan başlayarak kendi kesintisiz yolculuğu. Bu duyarlık üzerinden hepimizin yakın tarihi de akıyor ve benim
yaşımdakiler için bu oldukça anlamlı, önemli. "Memleket kesilmiş dudakları"yla (3) Nazım gelip bir kez öptükten sonra
Erbaş için her şey değişmiş ve şiire giden yol açılmış belli ki. Ama diğer büyük kaynakları da sıralamalıyız burada: Neruda,
Lorca, Ritsos, Guillen…
Geçmişin anılması biçiminde bildik bir tını üzerinden ağıtı, vedayı, ululamayı, çileyi vb. kayıtlayan şair, öne çıkmış ya da
sürülmüş, bedeli yaşamları olmuş romantik devrimci öncülerin açıları içinde suçlama, eleştiri kipinde de konuşur. Ölüm bile
kirletilmiştir. (26) Yeni yaşamın resimleri ürkütücüdür:
XVII
Üstümde özlemin hareli giysileri
Dönüşüm yitik bir cennete oldu
Bunca olaydan, aradan sonra.
Sokaklarında kimliksiz insanların
Can incitip onur kırdığı
Adı kirletilmiş bir kent karşıladı beni.
Çarşısı yoksul, günleri tenha, insanı
Bir korku bulutu yolların ucunda.
Çamlığı gömmüş kirpiklerini göğsüne
Ağaçları rüzgârından utanan bir mahzun koru.
Suyu sisli, karı dalgın, duruşu
Zamanın seyrine ayak bağı
Bir kent karşıladı beni kuşkunun kuyularında
Evleri içine çekilmekten küçük
Evleri içine çekildikçe yenik…
Ey adım adım ömrümü dokuyan toprak
Ey onca uzaklardan incele incele
Kalbime akan yollar
Kim bu yabancılar sürmeli teninde senin
Yürüdükçe hoyrat ayaklarıyla şiddetin
Böyle külhan ve düşman
Koynunda yâdigar koyduğum gençliğimi kanatan…
Ben kimim
Cesareti öğrendiğim kapılarda bugün
Çocuğu önünde dövülmüş bir baba utancıyla
Korkuya rehin, ordusu bozgun
Yaralı, yalnız ve suskunum…
Ey rüzgârın kenti, kentlerin talihsizi
Silerse senin çocukların siler yine
Alın çizgilerinden bu siyah derin eğriyi. (30)
Kimliksiz Değişim'se bir aşk ve ayrılıklar şiiri. Buna başarısızlık duygusunu da ekleyebiliriz belki:
".....
Otuz beşimdeyim, çabuk sinirleniyorum, tansiyonum var
Geçtiğim patikalarda kaldı büyük düşüncelerim
Bu yüzden hüzünle bakıyorum gençlere… (1988)" (79)
En canlı, eleştirel, renkli şiirler ise 80 sonrasının kimliksiz toplumsal dönüşümüne düştüğü dipnotlardan oluşan 88-89 şiirleri.
Özellikle
Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?
Kimliksiz Değişim V
Türk Şiirinin ağırlıklı ortalaması sanırım büyük dilimi oluşturuyor.
Ama ortalamaya, hatta sıradana borçlu değil mi büyük(!) şiir varlığını? Sorabileceğim tek soru bu.
(Kişisel not ya da bir uyarı: Bi' cesaret yazmaya heveslenmiş, işbu okurun hele Türk şiiriyle ilgili ileri geri konuşmalarına
lütfen itibar etmeyiniz!)
Pervane (2015)
Şükrü Erbaş (Doğ. 1953) hiç değilse son kitaplarıyla izlediğim bir şair. Belki derleme ya da toplu şiirlerini de
okumuşumdur. Anadolu halk Türkçesinin tadını almış, tutmuş damağında bir şiir diline iyice yakınlaşmış Erbaş. Hatta bu dile
dünyanın bireysel ama yine de derin seslerini katmış katıştırmış görünüyor. Sanki şiiri, toplumsal akışı bireyle dengeleme çabası
ve gerilimi içerisinde renkleniyor. Duyarlı bir sinircelik, iyice dolmuş kabarmış ama biçimsel bir kapanda şimdilik dağılmamış, bu
gerilimden de ince bir güzelliğin köpürdüğü bu orta halli şiirlerin sözü (vaad) yok gibi. Akağını bulmuş, akmanın yoluna sinmiş,
buncasıyla doymuş… Hoşumuza giden, kök-ses(leniş)in Erbaş şiirleri üzerinden kulağımızda yankılanması… Anımsatıyor. Yitirilmiş,
dönmeyecek bir Hayal için şiirler bunlar… "Senin o gözlerinin gamzelendiği/ Çay bahçesi gökyüzüne karıştı çoktan//…"
(35) İlk şiirini alayım:
Büyüme Masalı
Şimdi ben tuttum, çizgili defterlere
Boncuklar dizerken hem de
Elleri şıralı bir çocuğa
Güneş yumağı bir çocuğa, ağaç yarası bir çocuğa
Buğday frikleriyle tarlaları ağzına dolduran bir çocuğa
Kirpikleriyle karları yuvarlaya yuvarlaya
Evlerin içine dağlar indiren bir çocuğa
Rüzgârlı memeler pınara hareler düşürecek diye
Pınar lülesine aynalı salıncaklar kuran bir çocuğa
Serçelerle uyanıp puhu kuşlarıyla yatağa giren
Bir avuç sularda ay ışığına belikler ören
Gaz lambalarıyla duvarlara dünyalar çizen bir çocuğa…
Asfaltın bulantısını, denizlerin köpüklü uykularını
Kocaman bir cam kavanoza benzeyen şehirleri
Işıkları, ışıklar içinde gölge masalı insanları
Gürültü makinelerini, dünyadan öteye giden yolları
Yoksul evlerin eşiklerine düğümlü darağaçlarını
İnsanın insanı sevmesindeki mucizeyi
Korkunun, ölümün ilk harfi olduğunu
Dünyanın bütün türkülerinin bizi söylediğini
Acılarımızın başka acılarla güneye çıktığını
Yeryüzü sofrasının küçücük ellerimizde kurulduğunu…
Anlattım
Öyle mi?..
Ey sözün billuru
Sensin kalbimden yürüyen hayranlık. (7, 2014)
Yaşıyoruz Sessizce (2016)
4 yıllık tanışlığım var Şükrü Erbaş şiiriyle. Geçmişin dergilerini, yıllıkları, tek okumaları saymıyorum, kitaplaşmış şiirler
sözünü ettiğim. 2012'de kendi şiirlerinden seçkisi, şiiri hakkında derli toplu bir kaynaktı:
Bir Çınlama Boşlukta: Seçilmiş Şiirler
(2011). 64 yaşında, şair kuşakdaşı birçoğu gibi duygusuyla davası arasında ödünsüz dengeyi içten ve yalın söyleyişte
sınayanlardan. Dolayısıyla bu kuşakdaşlar, değerli ve kişilikli içeriklerini gösterişli bir sunumla sergilemeyi, ayraca örnekler
dışında, belki de küçümsüyor, kendilerine haksızlık sayıyorlardır.
Şiire ilişkin ilk yedikleri vurgun şiirle devrim arasında, gençlik yıllarında (70'ler) seçim yapma zorunluluğu duymaları.
Erbaş'lar, Budak'lar bu vurgundan yaralı, hasarlı, sesleri güç yitirmiş, pesleşmiş ama yine de şiir yanlı çıktılar. Belki daha azı
şiiri bir tasar olarak taşıyabildi (Budak), bir bölümü şiiri elinden düşürmüş olmalı. İçlerinde üç beş kişi benbenci sapma içinde,
şiir Ben'im, şiir benim yazdığım şiirdir, kargadan başka kuş tanımam, dese de ağırlıklı bölüm az yukarıda
işaretlediğim; geçmişlerindeki düşadayı, ideayı bir çekirdek gibi sargılayıp korumaya alarak şiirle kavgasız, dostça,
içten, savsız ve nitelikli ilişkiyi sürdürekoyanlar… Şükrü Erbaş bu saygıya değer insanlardan biri kuşkusuz. Aslında girdikleri,
yürüdükleri yol ne olursa olsun saygımı tümüne sunuyorum. Eğer, diyorum, bu kuşağın (Kuşak sözcüğüne ve kavramına da fena
halde gıcık kaptığımı belirtmemin tam yeri burası.) şiirle ilişkilerini koparmayan bu usta şairleri başa sarma olanağı
bulsalardı, yaşam şiirin eşiğinde önlerinde yeniden açılsaydı ve bu kez şiirle başka (ve yine değerli) bir şey arasında seçim
yapmak zorunda kalmasalardı, devrimci düşlem onlara, 'dava için şiiri yükseltin,
şiirin kendini yükseltin, daha daha yükseltin', diyebilseydi, nasıl bir yolu yürümüş olurlardı? Ama bu soru baştan
yanlış, falcılık, pişmanlık yatağı, kısır, tüketen, umutsuz kılan, yapılanı yoksayan bir tutum olmaz mı? Böyle olacaktı, seçimler
yapıldı, böyle oldu, demeyi kabul ediyoruz.
Zaten seçen tek kişiye, özneye yüklenmek öylesine yetersiz bir yaklaşım ki bunu yaparak unuttuğumuz şey, özneyi ezen düzen ve onun
herkese gizli açık zorbalıkla dayattığı istemdışı seçim. Zorunluluk tümümüzün yazgısını belirledi, ne olduysak onu yapabildik
ancak. Yani ülkemizin şairi, yazarı saf şair, saf yazar, sanatçı olmak, ikincil düzeye özgü seçimi yapmak yerine, gerçekte bir
haksızlık da olsa, daha temelden, asal bir seçimi yapmak (yazmak ya da yazmamak yerine olmak ya da olmamak) zorunda kaldı: Şiirin,
sanatın eşitlikçi yurdunun, yokülkesinin (ütopya) öncü savaşçısı olmak. Bedel ağır dediğinizi duyar gibiyim. Bir de o insanlara
sorun bakalım, ne diyecekler size.
Oralardan kopup gelen şairlerden önemlice bölümü aykırılaştı, aykırı dalın kuşu oldu, aykırılığı, kırgınlığı, yer yer öfkesi
yadırgandı, şarkısı da. Hatta başka bir zamandanmış gibi geldi kuruyan daldan sesi. Bedenler düğümlendi, yaşamak git git güçleşti.
Dünya yeni oyuncaklarıyla sardı kuşattı onları, yapay bağlamlar, yapay çatışmalar, sözde çözümlemelerle bilinçlerini tutsak
kılmaya çalıştıkça bu yeni dünya, onlar (Şükrü Erbaş, A. Budak, G. Akın, vb.) daha bir ayak dirediler. Hayır, bu bağlam o kadar da
yeni değil, "Ölmek yeni bir şey değil/ Ama yaşamak da daha yeni değil," diyen Esenin'i yankılarcasına, bütün
bunlar yeni değil, insanın olduğu yerde gözden kaçırılmaya çalışılan o eski bildik öykü, diye diye yazdılar şiirlerini
yine ama sesleri bu kez hüzünlü, içedönük, küçüktü, duygu gamlarında savunmanın ve yeniden ele alma, yeniden anlamanın ayıklanmış,
duru, bilge yalınlığına vardılar sonunda. Ama savrulmaların, yalnızlıkların da… Dünya ve saldırgan nesneleriyle, borazanlarıyla
(medyalar, yayınlar, çevreler, vb.) baş etmek, yine de ayakta, sağ kalmak hiç kolay değildi. (Hemen belirteyim, yalnızca şairler
değil, aynı yaş eşiğinden tümümüz yaşadık benzer duyguları.) Yaşamlarına eksen yaptıkları arık duyguları, dünyayı daha iyi dünya
yapabileceklerine olan inançları savunurkenki imgelerini gözlerinde canlandırdıklarında yürek atışları hızlanıyor olmalı. Dünya
onları sildiğini (iptal) sansa da kendilerini silmeyi asla kabul etmediler, yeni zamanlarda (!) da direnişi ve aykırı dalın aykırı
şarkıcıları olarak, ancak kulak kabartıp dinleyenin duyabileceği incelikte, yeğinlikte, derinlikte şarkılarını söylemeyi
sürdürdüler.
Nereye dek?
Dostum, kulağım senin sesine ayarlı işte, görüyorsun. Birlikte yaşayacak, bu çoktan seçmeli, kimlik silen (anonimleştirme),
hiçleyen, niteliksizleyen (Bkz. Musil), bizi silmeye, yokmuşuz gibi saymaya and içmiş dünyaya direneceğiz. Onların dünyasında
doğru olmayan çok şeyler var. En başta şu: Yaşayan öldürür. Oysa bizim (sav)sözümüz şudur: Yaşayan yaşatır. Unutma örtülerin
altında boğulmaya çalışılan o sesi duyan biri ve biri daha ve öteki var. Ve bu ses, şiirin sesi, ilkesi akçasız, iyesiz varlığın
(dünya) kökü, direği, yarının sözüdür (vaad) hem.
Belki bunları kendimi tutamayıp yazarak yükseklerden uçmuş olabilirim. Ama söylediklerim bir şeyler üzerine değil, o şeylerin
arkasındaki el, elin arkasındaki insan ve düşünceyle ilgili. Şairse, hem alt katta, hem üsttedir. Şiir dolayımdır, üzerinden
dolanı dolanı gider, gitmediğimizce döner geliriz. Yeni diye bir şey yoktur ve her şey her an başka,
yenidir. Şairin durduğu yere bağlı (her şey). Ay'ın hangi yüzünden yazıyor?
*
Bir şair her şiiriyle ne olduğunu bilemediği bir yere yaklaşmanın derdinde ise ve bu döne döne içine düştüğü, kaçamadığı son yer
ise yazılan her şiir bir sonrakine yaklaşımdır diyebiliriz. Bir şiir ötekine aynalanır, kendi imgesini ötekinde birebir
yan(s/k)ılanmış bulduğunda yitirir. Bu
benim kendim deseydi bir sonraki gerek(çe)sizleşirdi. Kuşkusuz bütün bunların bir de somut koşulları, aygıtları,
doğallaştırılmış (yerleşikleşmiş anlamında) dışavurma biçimleri var. Bunu yazardan çok okurun kavraması olasıdır. Yazar kendini
iten çeken bir düzenek içinde bulur, daha ne üzerinde kendini bilemeden başka yerde, şiirdedir. Eğer önümüze düşen şiir toplamı
bireylerini (tek tek şiirleri) toplamın üzerinden niteliyorsa okur olarak görev belki de ayrımın (fark: Bkz. Derrida) peşine
düşmektir zoru seçerek. Ötesi ağız boşluğuna, dudak devinimine yerleşik ortakyaşar (simbiyotik) kanıksama, uzlaşma olur. Şiire
terstir. Şiir alışkanlığa gelmese iyi olur, ötekinin sırtından varlık (yaşam) almaz. Ama gerçekten zordur ayrıntıların izini
sürmek, bir şeyi ötekine benzeten kütleyi değil, bir şeyi ötekinden süzen, ayrıştıran imi, küçücük belirtiyi, sapmayı yakalamak.
Titiz okuma, ıraksama (Ama ne ıraksama!) gerektirir. Buna yadırgatma etkisi (Bkz. Brecht.) diyelim, yetmese de…
Benim harcım değil demek istiyorum sözün özü. Ben Şükrü Erbaş şiirinde ayrımların izinden gitmeyi, dip okumaları becerecek
deneyimde biri değilim açıkçası. Bu yüzden algım körleşmeye tutsak öyle kalakalıyor.
*
Kendi şiir derlemesinde bu yanılgıya düşmüş, şiirini şiirinden olması gereken biçim ve düzeyde ayıramamışım (2011). Kestirip
atmışım: "Bir şiir yeter, bana göre. Bütün şiirler o tek şiirdir zaten ve gerisi yinelemedir." (2012) Sonra 6 yıl aralı
iki kitabını okumuşum tek celsede. Anladığım bir şey olmuş. Şairimiz, içinde yaşadığı ve kendisini doğrudan etkileyen yaşamla
somut olarak yüzleşiyor yazdığı şiirlerde, ayırmıyor kişiseli toplumsaldan. Özyaşamını neredeyse vazgeçilmez bir kaynağa
dönüştürüyor sahicilik, hakikat rejimi adına. Herkes için değil kendin için konuşmak bilgeliğidir bu demekten ne alıkoyar bizi.
Böylelikle "aslında risk almış da diyebiliriz. Okur için oldukça mayınlı bir alan ve yaşamı yaşamla sınamak, çoğu kez fena halde iki yönlü
ıskalamaya yol açabilir." Yücegönüllüğün ucu kibirken, alçakgönüllülük bizi ezikliğe, özgüvensizliğe aşırtabilir. Bu iki aşırı ucu ortalayan Şükrü Erbaş
şiirinde, somut kişisel duygulara aracılık eden değişmecelerin genel özelliği bir yanıyla hep toplumsala açık durmaları,
çıkıyor olmaları. Birey yapayalnız kalmıyor, bir biçimde topluma ulanıyor. A. Budak örneğin, daha katı, keskin bir eleştiri, kuşku
(ironi) içinde görünüyor. Bireyden yola çıkılınca yaşamın öğüten değirmeninden kucağımıza boşalan unun ağıtla, vedayla, ululama ya
da ilençle, özlemle, çileyle, yitirme acısıyla ilişkisiz olmasını bekleyebilir miyiz? O unun çorbası baharlı, acı olacak, gizli
çağrısı ise acıyı paylaşmak, kardeşlik olacaktır. Şairimizde öyle (geldi bana) en azından... Acı, serzeniş, yakınma, eleştiri
birbirlerine uzak değildir. "Ölüm bile kirletilmiştir. Yeni yaşamın resimleri ürkütücüdür." Acıdan söz edeceksek bir
ömrün değil, ömürlerin, bin(lerce) yılın acısından ve dilinden söz etmeden olmaz. Pervane (2015) ve
arkasından gelen Yaşıyoruz Sessizce (2016) bunu kanıtlıyor. Dilin kristali, kökü devreye giriyor, çünkü
acı aynı zamanda herkesin, hepimizin de acısıdır.
"Sanki şiiri, toplumsal akışı bireyle dengeleme çabası ve gerilimi içerisinde renkleniyor. Duyarlı bir sinircelik, iyice dolmuş
kabarmış ama biçimsel bir kapanda şimdilik dağılmamış, bu gerilimden de ince bir güzelliğin köpürdüğü bu orta halli şiirlerin
bir gelecek sözü (vaad) yok gibi. (Çünkü ölüm gelmiş, biçmiş gitmiş.) Şiir akağını bulmuş, akmanın yoluna sinmiş, buncasıyla
doymuş… Hoşumuza giden, kök-ses(leniş)in Erbaş şiirleri üzerinden kulağımızda yankılanması… Anımsatıyor."
Artık acının beyin sapına (omurilik soğanı) biraz daha yakınız. Yerine geçemeyeceğimiz, çekemeyeceğimiz, yani
paylaşamayacağımız bir acı kapıyı geri dönüşsüzce, sertçe çaldı, girdi içeri ve yağmaladı taş üzerine taş konarak kurulan
barınağı, yurdu (sığınak). "Babanız içerde şiir yazıyor diye/ çocuklarımı sessiz ağlattım ben," diyen Hatice Erbaş artık
yok ve şiir bu yokluğu yokluyor, bu yokluktan anlamaya çalışıyor, onu özdekliyor (maddeleştirmek). Olanaklı mı? Şairin olanaksızı
denemekten başka umarı yok. Dönüp dönüp yeniden deneyeceği şey anlaşılamaz bir yitimi şarkılamak. Öyle ki anımsamayı
şiirleştirerek kurumlaştırmak, ölen Hatice'yi ölümün elinden böyle çekip almak, kurtarmak… Şu var. Çağrılan, öteden gelen (Bkz.
Eurydice, Hatice) o son yerde, basamakta dönüp geriye (ölüler ülkesi) bakacaktır ve şiir çağırmayı yine sürdürecektir. (Budak'la
izleksel ve tutumsal koşutluğa dikkati çekmek isterim.)
Çağırmak dediğime bakmayın, ağıttan (sagu) söz ediyorum ve bunun törel kalıtından. Bu
mersiyedir, ölene ardından yakılmış, yüceltmeyi, övgüyü acıya katmış (katık etmiş) dövünmedir. Saç baş yolunmaz artık,
hayır. Şiirle olmaz bu, şiirsiz de olmaz kuşkusuz. Gösterişsizce, vakarla, yakışığıyla, içlilik ve içtenlikle, kimseye değil
kendine yazılarak olur olacaksa. Okuru bocalatan yer bu nokta. Acıya değilemez, dokunulamaz ya, orası acıyı yaşayana hastır,
mahremdir ya, acı paylaşıldığı varsayıldığında hesaba gelirlik duygusuyla yapaylaşır ya, kaçırılır yabanlaşır ya, Eurydice'sini
yitiren Orpheus'un şarkılarını nasıl dinlemeli, duymalı ya da nasıl okumalı Şükrü Erbaş'ın artık her şiiriyle yazmazlık
edemeyeceği Hatice şiirini? Şiirinden baksak öteki yarısı, yitiğinden baksak şiiri yarım kalmayacak mı? Kalacak ve kalmalı bence.
O zaman bir kez daha soralım: Şiir nedir? Ve bir kez daha soruyu yanıtlamaya kalkmayalım.
Ağıt abartı(lı)dır.Töre bunu toplumsal işleviyle abartarak yaşatır. Geleneğin içinde gösterilir acı ya da ağıt acının ele güne
gösterilmesidir. Böylece toplumun derin anlığına (zihin), bilincine kişi ka(t/k)ılır, çünkü ölen, biri için değil, herkes için
ölmüştür. Bu hem ölenin en yakınının gönülçelen varsayımıdır, hem de toplumun sürekliliğindeki derin bilincinin. (Elbette toplum
özne değil.) Kalıplar ise neredeyse evrenseldir. Yadsımadan isyana, serzenişten kabule aşamaları vardır. (Çağcıl) şiir
mazmunla yetinmez, özgün imge ekler. Şiirleşme anıdır bu. Şiiri ağıttan koparan an. Erbaş işte yılların ustalığını burada
devreye sokarak bir denge tutturabiliyor ve biz okurlar özele (mahrem) tanıklıkla şiire tanıklık arasında gidip geliyoruz. Hem
huzursuz, hem hoşnutuz ve çelişkisiz değiliz. (Volta atmak yürümek değil.) Sonuna dek okumaktan vazgeçmiyoruz. Ağıtı aralayıp
perde aralığından şiirin imgesini yokluyoruz, buluyoruz da. O zaman bir acı sanki paylaşılıyor. Abdülhak Hamit Tarhan'la
(Makber, 1885) sanırım olamayan şey…
Ya Rilke? O nasıl çağırmıştı? (Bkz. Requiem'ler, Duino.)