Zeki Z. Kırmızı

Dizin


OKUMALARIM 2000-2005 - I


Hisar, Abdülhak Şinasi; Çamlıcadaki Eniştemiz (BE 2).

Bağlam Yayınları, 1996

Bu izlek (Hisar'ın belki tek izleği: kişisel dönüşüm, yani Fahim Beyin, Çamlıca’daki eniştenin, Nizami beyin açık batı etkisindeki züppe yaşantılarından doğu gizemine sığınmaları-kaymaları; bir de üç roman tipinin kaypak-güvenilmez, ama yazarca doğallaştırılmış kaypak içyapıları), Hisar'ın tanıdığı tek kişiyi dönüp dönüp anlatmasıyla ilgili kuşkusuz.

Onun çok öznel bakışı içerisinde hangi dünyaya ve nesnelerine tanıklık ettiğimiz çok tartışılır (İleri).

Zamanı algılayış ve kurgulayışının Proust'la bir ilgisi yok. Okuyup okumadığını merak ediyorum.

O bozulan bir dünyanın önünde kendi altın çağına sığındı, sığına sığına da bu altın çağı altın çağ yaptı.

Dilinin yer yer uzamın (kentin, Çamlıca'nın, adanın, bahçelerin) müziğini yakaladığını, yaşlanma ve ölümle ilgili 'tefekkürünün' zaman zaman bamteline dokundugunu saklayacak değilim. Ama ondaki inatçı, iknaya direnen, ergenlik öncesi duyarlığa kitlenmiş sımsıkılık, geçirimsizlik ve bunun doğurduğu bir tür tepeden 'eda' eyleyiş, en hoşgörülü okuru bile en azından sinirlendirebilir, benim gibi çatlatmasa da.

Bence Hisar'in bir sıradışılık olarak özel bir yeri belki var, ama yazınımıza bir katkısı yok.


*

Hisar, Abdülhak Şinasi; Ali nizami Bey’in Alafrangalığı ve  Şeyhliği,

Ed. Selim İleri,

Can Yayınları, 1994


1936'da yazilan bu son roman belki de Hisar'in en yetkin yapiıtı... Görü daha keskin, dil daha yetkin...

Daha bir yazınla uğraşıldığı, yazın üzerine düşünüldüğü anlaşılıyor.

Anlatıcı sorununa takılan Hisar için Belge'nin ilginç bir gözlemi var. O ben'in yerine çok kez biz'i kaydırmıştır.

İleri'nin baskı toplumundan delirerek kurtulan Hisar kahramanına ilişkin yorumu ise yeterince inandırıcı değil.

Vedat Günyol haklı bana kalırsa.


*

Hisar, Abdülhak Şinasi; Fahim Bey ve Biz (BE 1).

Varlık Yayınları, 1996


Hisar'in ilk romanı. 1941'de yayımlanmış. Bu dördüncü baskısı... Lise yıllarında Urfa'da Naci abinin (Naci Ipek) Özlem Kitabevi’nden almıştım. Kaç yıl geçti. 35 yıl... Okumayı hep düşündüğüm, ilgimi çeken bir yazardı. Proust'la bağ kurulur, iç anlatı tekniği vurgulanır, anı ve zaman üzerine düşünsel derinliğinden söz edilirdi.

Tüm bunlardan sonra bir düşkırıklığından bile söz edemem. Çünkü ben ummadığım seyi bulmadım açıkcası...

Bence Hisar Hisar oluşunu kalburüstü bir soy ve çevreden alıyor. Bu seçkinliğini tüm geçkalmis soyluluk gibi tek tutamak ve sayrılık biçiminde yaşayan kibirli insan, kendi yarattığı imgenin ve kendinin tutkunu olarak kendi saplantısını geçmiş zaman kipinde çekerek özeleştiriden yoksun, en küçük hesaplaşmayı bile yapmamış, yapamamis bir anlatı koyuyor ortaya.

Onun anımsadıkları iyi şeyler, o anımsadığına göre, öyleyse onun anımsadığı geçmiş iyi (altın çağ).

Dili tutarsız, kurgusu tutarsız, dökülüyor, anlatıcı sorunlu, bu 41'de yazılmış... Uşakligil'e, öncekilere saygısızlık değil mi bu?

Cumhuriyet'te bile gizli ağırlığı süren seçkinci kibir günümüze değin taşinmadı, hamsalak irili ufaklı kenterimiz ağzı açık ayran budalası gibi bu kendinden izinli kibirin kuyruğuna takılıp onu bir halt sanmadı mı?

Bence Hisar'ı Türk yazını içerisinde bir yere koymak yanlış...


*

Binyazar, Adnan; Masalını Yitiren Dev,

Can Yayınları, 2001


Binyazar'ın çocukluk anıları çok açıdan etkileyici ve sürükleyici... Bir roman yapı sağlamlığı taşımasa da belki iyi bir romandan daha önemli Masalını Yitiren Dev. Eline sağlık diyor, herkese okutmaya çalışıyorum. Bizim kendi has gerçeğimiz bu kitabın içinde çünkü...


*

Altan, Ahmet; İsyan Günlerinde Aşk

Can Yayınları, 2001


Altan'ın yapıtı ürettiği mit önünde sıkı durabilmek için okundu, başka bir nedenle değil (özsaygı gereği).

Bu sınırlı ve tecimsel amaçlı bir yazın girişiminin ülkemizde son ve kendi açısından başarılı bir örneği.

1.Tartışmalı bir gündem oluşturabilmesi (31 Mart olayı)

2.Çok satışı güvencelemek için pornografik vurgulu bir erotizm

3.Reklam ve para

Bu etkenler bir araya getirildiğinde 'trend' yakalanabilir, 'rayting' sağlanır.

Altangiller, kendilerine özgü bir türler ve güdümlü bir işlevleri var. Bunun üzerinde durmak gereksiz...

Vıcık vıcık bir şairanelikle geberik roman beylik yargılar üzerine kuruluyor (yapıtın omurgası). İpin ucunu sık sık kaçıran Altan, hemen her dal ve konuda felsefi 'ahkamlar' keserek (örn. s.83 vd.) okuru aydınlatıyor. Bu Tayyip Erdoğan'in, 'tüm sosyoloji böyle diyor' demesine benziyor. Sürgüne gönderilen temiz, nuryüzlü islamı 70 yıl sonra bizlere kazandıran Altan, geleneksel romanın bile yapamadığı kerte anlatıcıyı tanrısallaştırıp mutlaklaştırıyor (bu ona hem okunma kolaylığı: bol ve sığ okuyucu sağlıyor, hem de megalosunu doyuruyor olsa gerek-söyleşilerinden anlaşılıyor bu, yani özsevercilik. Zaten tüm roman 'mastürbasyon' duygusu ve izlenimi veriyor. Buna bağlı olarak bir 'kapalı' yapıt karşısındayız:'yazardan menkul'Altan bırakın tartışmayı, okuruna düşünme izni bile vermiyor. (Bak. E Dergisi Agustos sayisi. Ayrica bak. s.400)

Türkçeye dönük saygısızlığı için çok şey söylemeyeceğim. Romanda oldukça bol sayıda Türkçe yapısına aykırı (bozuk) tümce var.

Tarihsel romanda bilinçli abartma (çarpıtma): 'yüzbinler', 'büyük kalabalık'...

Altan'ın Şeyh Efendiyle özdeşleşmesi: "Ortada din adına dolaşan medrese artığı birkaç softa. DervişVahdeti denen meczup...Olanlar ne Allahla, ne dinle ilgili". (s.246) Ayrıca Altan-Seyh efendi örtüsmesi için bak. s.300

Bir beylik yargı: "Kimseyi kendi ölçülerinle yargıama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlaksız benim değil, kendi ahlakına uymayanlar" (s.248)

Tarih dersi Bak s.299

Ayaklanmanın (31 Mart) yöntemsel aklanma sırası: önce halk elenir, sonra sultan, tekke ve mollalar, hatta yabancı parmağı. (s.341) Geriye kalansa: ittihatçı oyunu.

Satır arkalarında ortaya çıkan bir şey var: Yazar (Altan) bir seçkinci (elitist). Ona göre toplum seçkinlerden ve diğerlerinden (sürü) oluşur (s.307).

Enver/M.Kemal/İ.Inönü karşılaştırmaları ve gelecek 'kehanetleri' (s.315)

"...Kendisi için yaşamayı beceremediğinden..." (s.316)

"Asker iktidarın tadını aldı mı bırakmaz bir daha...Osmanlı bitiyor" (s.324)

"Bir yüzyıl boyunca karanlık hatırasıyla bir ulusu hep bir 'din ayaklanması' korkusuyla titretecek olan bu tuhaf isyan, havada uçan askerlerle sona ermişti" (s.339).

"Askeri dine düşman etmeyin" (s.386)

"Abi, biz hocalarla değil analarımızla dövüşüyoruz" (s.388).

Ağlayan Mehpare, hangi dramın parçası acaba? İçtenlik ve hakikilikten yoksunluk bu romanın en büyük kara deliği...

"Faili meçhul cinayetlere..." (s.430)

Ahmet Altan solcu olamaz, demokrat olamaz, yazar olamaz, saygıdeğer olamaz. Olsa olsa bir…

Tolstoy hakkında şöyle diyor, ki doğru:

"Tolstoy denilince nedense benim aklıma kocaman iki avuç gelir, içinden bütün hayatın aktığı iki el, hayatın her veçhesini tanıyor o adam" (s.262).


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Yahya Kemal,

Yapı Kredi yayınları, 2001


Tanpınar'ın bu yarım kalmış çözümlemesini sevdiğimi söyleyemem.

Tanpınar Türk Yazın Eleştirisi'ni yazık ki gereğinden çok iğfal etti. Çözümlemeleri fazla kişisel ve önyargılı. Bilimsel (ussal) yaklaşımlara direnen bir yanı var.

Parlak deyisi (retoriği) bu kısır yanını hep örtmüş, kapamış. Duayenliğini tartışmak gerek Tanpınar'ın.

Onun dedikleriyle artık yetinemeyiz. Yahya Kemal'i ve diğerlerini ondan (aslında bu önemli yazarımızdan) kurtarmak gerek.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Beş Şehir, Ed. M.Fatih Andi,

Yapı Kredi Yayınları, 2000


Tanpınar'in eşsiz denemeleri. Ortak ve köklü bir duygunun peşine düşen Tanpınar Ankara, Erzurum, Konya, Bursa'da Zaman ve Istanbul'u yaşıyor.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Bütün Öyküleri,

Yapı Kredi Yayınları, 2003


Türk yazınının en iyi öykülerinden bazıları bu kitabın içinde. Tanpınar’ı ilk beşin içine olmasa da ilk onun içine rahatlıkla koyabilirim.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Huzur,

Dergah Yayınları, 1982


Kötü bir Huzur baskısı..

Huzur için Tanpınar'ın en iyi romanı olduğu kanısı yaygın. Ben bu yargıyı, sorgusu ve yapısal düzenlenmesi açısından paylaşsam da, romanda kendini kanıtlamak isteyen ve bilgiçlik yapan (yer yer) bir Tanpınar'dan rahatsız oldum.

Yine de Türk yazını içinde özgün bir yeri olduğunu kabul etmeli Huzur'un.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Mahur Beste,

Yapı Kredi Yayınları, 2001


Tanpınar'ın belki önemli ama en başarısız romanı. Anlatı tekniğine bağlı olarak romanın toparlanamadığını söyleyenler var.

İlginç olan romanlarının birbiriyle ilişkili oluşu. Tanpınar bir tek öykünün peşinde. Ama büyük fotoğrafı göremediği, yakalayamadığı da kesin.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Sahnenin Dışındakiler

Dergah Yayınları, 1999


Tanpınar'ın çekiciliği kararsızlığından kaynaklanan tamamlanamamışlığında bence...

Unutulmaz sahneler var romanda.

Ama bir gerçek var:

Tanpınar da hep sahnenin dışında kaldı bana kalırsa. Ötekiler gibi herşeyden emin olamadı. Biraz Kafka'ya benziyor.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Saatleri Ayarlama Enstitüsü,

Dergah Yayınları, 1987


Tanpınar'ın başyapıtı olabilir mi? Aynı zamanda Türk romanının eşsiz bir yapıtı (birkaç açıdan).

Unutulmaz sahneleri günümüz Tahsin Yücel'inde (Yalan) yankılanıyor.

20.yüzyil sorununun yazarı Tanpınar ve sanırım onun düzeyine de çıkılamadı kimi konularda.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Aydaki Kadın, Ed. Güler Güven,

Adam Yayınları, 1987


Beni en çok etkileyen Tanpınar yapıtı. Bitmemiş (liğiyle)... Sağlamlığıyla... Modernliğiyle...


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler, Ed. Birhan Keskin,

Yapı Kredi Yayınları, 1999


Çok sınırlıb ir tema ve yapıya dayalı (yazarca özellikle istenmiş) bu bir avuç şiir (tüm şiirleri) bir dönemin kapandığının (Yahya Kemal ve Tanpınar'la) tutanağı aynı zamanda. Söylenen şiirin peşinde Tanpınar, İstanbul göğünde bir seda olma tutkusunu taşıyordu bence. Yankılanmak istiyordu çoğalarak. Şiir tek bir sesti, tek bir anlamdı. Gerçekte tek bir şiir vardı.

Bence okundukça ve Tanpınar tanındıkça kendini ele veren, bir gül gibi açılıveren şiirler bunlar. Kendisi şiiri üzerinde durmaya çalışırken başkaları yazın tarihi, anlatıları (özellikle denemeleri) öne çıkarmaya çalıştı. Terslik belki şimdilerde düzeliyor (mu?).

Bugün de en iyi şairlerimizden sayılmıyor yanılmıyorsam.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi,

Çağlayan Yayınevi, 1982


Tanpınar'in kuşkusuz etkileyici yapıtının ağırlık noktası bence de giriş bölümü.

Yapıtın yarım kalması bir yana Tanpınar basımdan önce birkaç kez daha elden geçirseydi daha değişebileceği kanısındayım. Gereksiz ayrıntılar arasında okur temel düsünceyi yakalamakta güçlük çekiyor. Zaten Tanpınar'ın kendisi bile zaman zaman kendinden kopuyor.

Ele aldığı dönemi, çok iyi bildiği kaynaklara saltık egemenliğiyle tekeline alan Tanpınar, buradan çıkardığı özgün yorum ve yargılarıyla, Türk Yazını üzerine söylenmiş ve başkalarınca sayısız kez eleştirilmeden yinelenmiş bir söylemin de, bir anlamda ceberrutu olmuş. Onun özgün ama doğruluğu tartışmalı bilim dışı (duygusal, sezgisel) yargıları yaratıcılık yoksunu eleştirimizin beylik ağzına dönüştü. Folklor şiire düşman, yargısı Cemal Süreya'ya has olsaydı iyi olurdu. Doğruluğu ayrı bir konu.

Beni yordu Tanpınar'ın yapıtı. Çekiciliği özgünlüğünden geliyor bu çalışmasının ama aşırı kişisellik ele aldığı konuda çok zarar da verebilirdi (bence vermiş).

Bugün yapılmayan, köklü bir Tanpınar eleştirisi. Bu çok gerekli. Türk yazınının bu skolastiği dönemini tamamladı (mı?)

Tanpınar'ın bu türden çalışmaları Gogol'un paltosu gibi (göndermeli-göndermesiz) herkesin içinden çıktığı bir karanlık...

Batılılaşma (Tanzimat) kavramını irdeleyen önemli Giriş'i, yeniliğin üç yazari Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve İbrahim Şinasi Efendi incelemesi izliyor. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve Ali Suavi Paşa'dan sonra ortaya çıkan yeni türlere (roman, tiyatro, gazete) bakılıyor. Daha sonra sırasıyla ve uzun bölümler olarak Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithad Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid ve Muallim Naci inceleniyor.

İkinci cildi Tanpınar yazamamış.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Edebiyat Üzerine makaleler, Ed. Zeynep Kerman

Dergah Yayınevi, 1977


Türk yazınının belki de en özgün (kişisel) yazarından yazın üzerine görüşlerin derlendiği yapıt önemli.

Şiir, Roman ve Eleştiri üzerine görüşlerini içeren yazılarını Türk Yazınının Genel Sorunları, Halk ve Divan Yazını, Tanzimattan Cumhuriyete kadar Türk Yazını, Yahya Kemal, Cumhuriyet Dönemi, Batı Yazını değerlendirmeleri izliyor.

Kimi yazılar derinlikli ve yaratıcı bir ökelik ürünü gibi görünürken birçoğu da öylesine yazılmış izlenimi veriyor. Bu da doğal.

Yaşamın karşısında rind duruşu edinmek için çok çaba harcadığı belli olan yazarın kendini zor ele veren temel seçişleri hakkında ipucu yakalamak için tüm yapıtını okumak bile yetersiz kalabilir.

Kendini açımladıkça kapatan yazarlardan Tanpınar.

Türk yazınında önemli ve özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ona emek vermeye değer, hatta verilmeli. Yapılmazsa çok şey eksik kalır.


*

Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler, Ed. Oğuz Demiralp,

Yapı Kredi Yayınları, 1999


Tanpınar’ın basılmasına izin verdiği tüm şiirlerinin bu özenli baskısı, Tanpınar için kilittaşı...Tanpınar evrenine kendisinin önerdiği giriş yolu şiirleri. Ama türk eleştirisi bunu bir türlü benimsemedi. Tanpınar şair olarak anılmak istedi, bu kesin.

Aruzu çok sevmesine karşın ve önünde hecenin kötü örneklerine karşın, ölçü olarak heceyi kullandı.

Tanpınar şiirle bir şey anlatmayı hiç denemedi. Onun için şiir Yahya Kemal için neyse o, bir duruş (ulusal-ekinsel-tarihsel), ses. varlığa bir katkı... Söylenen bir şey.

Billurun ardında olduğu açık. Şiirlerin çoğu için gediksiz billur yapıdan söz edilebilir.

Sanırım (Nazım'ı katabilir miyiz bilmiyorum) Yahya Kemal'de olduğu gibi Tanpınar'da da şiir yaşam biçimi, eyleyiş, söyleyiş...

Bence hafifsenmiş şairliği Tanpınar'ın... Şiiri bu denli ciddiye alan birine büyük haksızlık.

Öyküleri Türk yazınına katkı olan Tanpınar'ın şiiri ve romanı için de ayni şeyi söyleyebilirim.



*

Miskioğlu, Ahmet; Sait Faik,

Altın Kitaplar Yayınevi, 1991


Tanıtıcı bir yapıt olmasına karşın Sait Faik hakkında yazılmış ve ne yazık ki çok az olan kitaplar içinde en iyilerinden biri. Çünkü sevgiyle yazıldığı belli.

Yapıtıyla yaşamını buluşturmayı da beceren Miskioğlu, bence Sait Faik'i derli toplu bir biçimde veriyor. Başvuru.


*

Sosyal, Ahmet; Ece Ayhan,

Yapı Kredi yayınları, 2003


Yapı Kredi Kitap-lık dergisinin ekleri sürüyor. Cemal Süreya'dan sonra Ece Ayhan...İyi bir kılavuz…


*

Ümit, Ahmet; Aşk Köpekliktir,

Doğan Kitap Yayınları, 2004


Ahmet Ümit'le öyküleri üzerinden kötü bir tanışma.

Öykülerin arkasında entrika sığlığı, teknik olarak başta aşılamamış.

Neden bu denli övüldüğünü, baskı yaptığını anlayabilmiş değilim.

Kolay algılanabilir, tüketilebilir yapısı kötülüğünün tek işareti değil kuşkusuz. Ama ne anlatıcı, ne anlatılan düzeyinde iki boyutluluk aşılabilmiş...


*

Yorulmaz, Ahmet. Savaşın Çocukları: Giritten Sonra Ayvalık,

Geylan Kitabevi, 2000


Yorulmaz'ın yapıtının yazınsal bir önemi yok. Girit olaylarını ele alması açısından ilgi çekebilir. Ne tiplemede, ne kurguda belli bir özen sözkonusu.

Yorulmaz'ın cinselliğe ilgisi ise belirgin...


*

Yorulmaz, Ahmet; Kuşaklar ya da Ayvalık Yaşantısı,

Geylan Kitabevi, 1999


Yorulmaz'ın ardıl romanı ilkinin başarısızlığını sürdürüyor.Türk cephesine Girit konusu biraz şanssız galiba...

Hasanaki Ayvalık'ta..Bir de doktor var, başka ne var. Kıyı kasabası keyfi...Ayvalık.

Cinsellik ve Demokrat Parti, Milli Şef dönemiyle ilgili gözlemler...


*

Yorulmaz, Ahmet; Giritten Cunda’ya ya da Bir Aşkın Anatomisi,

Remzi kitabevi, 2003


Ahmet Yorulmaz, bu Anadolu yazarı ne yazık ki zaten çok da başarılı olmayan geçmiş çizgisinin de gerisine düşmüş, başarısız, kötü bir romana imza atmış.

Keyifle yazılan şey başkalarına da aynı keyfi vermeyebilir. Sanırım başka kaygular gerek yazmak için.


*

Gündüz, Aka (Enis); Dikmen Yıldızı,

Toker Yayınları, 1990


Bu kötü yapıt Cumhuriyet tiniyle ışıl ışıl..Bu nedenle de anlamlı.

Sanırım 30'ların sonlarında yazıldı. Yoksa 20'ler miydi? Her neyse beni mutlu eden bir şey var. Ömer Seyfettin için çok üzülmüştüm. Anadolu ateşi yakıldığında o İstanbul'da Çapa'da ölüm döşeğindeydi ve usu oradaydı. Gözü arkada gitti.

Aka Gündüz Ömer Seyfettin'in yol arkadaşıydi (1886-1958). O büyük kurtuluşu gördü ve yapabileceği tek şey vardı: ululamak. Bu çoğu kez biçem olarak saçmalamak anlamına da gelse...



*

Akatlı, Füsun/Sökmen, Müge Gürsoy, Haz. Bilge karasu Aramızda,

Metis Yayınları, 1997


Karasu'nun ölümünü izleyen yıllarda, hakkında yazıları derleyen bu çalışma Karasu için gerçekten giriş niteliğinde bir derleme girişimi.

Karasu anlaşılabilir mi? Bu denenebilir. Bu kitap da bunun kanıtı. Karasu için yapılmış en iyi (ne yazık ki çok yetersiz) çalışmalar toplanmış. Bence bugün Karasu'ya yeniden bakmak gerekiyor.

‘Sevgi olsun dostluk olsun insanın başkasıyla kurduğu yakın ilişkileri efendi-köle, av-avcı, usta-çırak gibi  arkaik denebilecek, bu yüzden de her zaman bir sertlik barındıran ilişki kiplerine geri götürerek anlatıyor, bu ilişkilerin uzlaşmaz, ölümcül karakterini araştırıyordu’ (Nurdan Gürbilek)


*

Botton, Alain de; Proust Nasıl Yaşamınızı Değiştirebilir?

Sel Yayınevi, 2000


De Botton'un eğlenceli yapıtı, bir taşla birkaç kuş vurmayı deneyen türden ve başarılı. Bir yandan Proust okumaya  giriş sayılabilir, öte yandan bir yaşama kılavuzu. İlk başta, özellikle bölüm adlarıyla, piyasada bol tüketilen reçeteler izlenimi verse de, bu izlenimi aşıp öteye geçen okur, biraz Proust'a da bulaşmışsa, kazançlı çıkıyor. Çünkü çoğu kez üzerinde durulmadan geçilen şeylerin, Proust'un yaşamı ve yaşama karşı tutumu örnek verilerek, aslında nice incelikleri barındırdıkları ortaya çıkıveriyor.

Bugünü Yaşamayı Nasıl Sevebiliriz? Botton'un Proust destekli yanıtı; 'Kayıp Zamanın İzinde'yi yazarak...

Kendimiz İçin Okumayı Nasıl Öğrenebiliriz? Okuduklarımızla yaşadığımız arasındaki ilişkileri kurarak...

Zamanı Nasıl İyi Kullanabiliriz? N'allez pas trop vite (Çok hızlı gitmeyin!). Meşgul insanların anlayışlarına karşı direnebiliriz.

Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz? Proust'a göre acı çekmeye başlayıncaya kadar hiç bir şeyi doğru dürüst öğrenmiş sayılmayız.

Duygularımızı Nasıl İfade Edebiliriz? Anlatmak için doğru sözcükleri kullanarak. Ve klişelerden uzaklaşarak...

Nasıl İyi Bir Arkadaş Olabiliriz? Sevgiyle arkadaşlığı birbirine karıştırmayarak, hoşumuza gitmese de nazik olmaktan vazgeçmeyerek...

Gözlerimizi Nasıl Açabiliriz? Geleneksel imgelerden ve imge koşullamalarından kaçarak...

Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz? Proust'un tiplerinden Madam Leroi şöyle diyor: "Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem".

Kitapları nasıl Elimizden Bırakırız? "En iyi kitap bile bir kenara bırakılmayı hak eder".

Randall'ın Bizi Biz Yapan Hikayeler'inden sonra okunması ilginç ve hoş bir rastlantı oldu.


Sonuç:

PROUST BİR KAYDEDİCİ, YAŞAM KAYITCISI.


*

Botton, Alain de; Romantik Hareket: Seks, Alışveriş ve Roman,

Sel Yayınevi, 2001


1969 İsviçre doğumlu Alain de Botton'la bu ikinci zevkli karşılaşmam... İlki Proust üzerine anlatısıydı.

Doğrusu Romantik Hareket, insan ilişkilerine oldukça ikna edici bir biçemle, bir açılım getirebiliyor. Bunu kurgu ile bilgiyi hafif dozda buluşturmasıyla sağlıyor galiba.

Alice'in tıkandığı ve kişisel kurtuluşunun yollarını aradığı bu anlatıda yalnızca irdelemeler, çözümlemeler var denebilir. Botton şemalar kullanıyor, alıntılar yapıyor, bilimsel kaynaklara göndermelerde bulunuyor, ama tümünün çerçevesi aldatıcı bir kurgu.

Yararlı, dürüst ve özellikle genç insanlar için.

Eleştiri içeriyor (kapitalizmin mantığına yönelik) ve haklı bir eleştiri bu.

‘Bu sessiz gözyaşlarının ardında yatan şey, içini kemiren üzüntü verici bir düşünce, bir gün ayağı kayıp, bu gezegenin kenarından aşağı düşecek olsa, hiçkimsenin onun yokluğunu bir an bile hissetmeyeceği düşüncesiydi belki de.

‘Yaşamı sıradandı, arkadaşları sıradandı, ailesi, işi, yaşadığı ev, yaşadığı şehir, bindiği otobüs, otobüsteki biletçi sıradandı. Bu sözcükle Alice'in kastettiği neydi? Yaşamında hiçbir şeyin, değerli bir şeye, daha büyük bir davaya ya da öyküye hizmet etmemesiydi.’

‘İhtiyaç temelli olmayan alişverişe yöneltilen ahlaki saldırıyla, üreme amaçlı olmayan cinsel birleşmeye yöneltilen ahlaki saldırı arasında gözle görülür bir bağlanti vardır: Her iki durumda da sansüre uğrayan şey hazdır, daha doğrusu kadınların duyduğu hazdır.’

‘İnsanları birbirinden ayıran özelliklere alışılagelmiş çizgisel çerçeveden bakmayı reddedelim bir kez; işte o zaman, karakteri oluşturan ayrıntıların bizi hayrete düşürecek kadar tutarlı, bir o kadar da çelişkili değer sistemlerine dayandığını görürüz.’

‘Seyahat, coğrafi değil de psikolojik bir çaba olarak yorumlanabilir: Dışsal yolculuk, arzulanan bir içsel yolculuğun metaforudur. (...) Kişinin asıl istediği, bu etkinliklere katılan "ben"in, tatilin başında otelde yer ayırtan "ben"den tümüyle farklı olmasıdır.’


*

Botton, Alain de; Seyahat Sanatı,

Sel Yayınevi, 2002


Botton büyüleyici bir yazar. O Berger gibi gördüğünü değil, kendi bakışını anlatan bir yazar. Bu nedenle okura bu denli yakın duruyor. Eşitlikçi, demokratik biçemi okurla arasındaki tüm düzey ayrımlarını yok ediyor. Okudukça rahatlıyor insan Botton'u.

Tıpkı düşündüğüm gibi, seyahat, kendine gitmektir, Botton bunu doğruluyor bence. Ama önemli olan bunu onun söyleyiş biçimi.

Edward Hooper'in resimlerini iskalamısım.


*

Botton, Alain de; Öp ve Anlat,

Sel Yayınevi, 2002


Botton yine sıradan birşeyler yapıyormuş havalarında, bu yapıtıyla da insan (okur) yaşamına katkıda bulunmayı sürdürüyor.

Geleneksel önemli-önemsiz dizilimini altüst ediyor (devrimci bir tutum bu) her insan yaşamının diğerleri denli (önemli ya da önemsiz) olduğunu kanıtlamıyor, gösteriyor.

Onunkisi amaçlı anlatı. İyi ki de öyle...Çünkü oyunların en iyisi bile herkesi bir yerden sonra sıkar.

Ben Botton'dan şunu öğrendim:

Yaşam bir denemedir. Dene...


*

Botton, Alain de; Felsefenin Tesellisi,

Sel Yayınevi, 2004


Botton yine yapıyor yapacağını ve gündelik yaşamın tam yüreğine felsefenin avuntusunu;

Sokrates (toplumca dışlanma),

Epiküros (sahip olamama),

Seneca (düşkırıklığı yaşama),

Montaigne (kendini yetersiz duyma),

Schopenhauer (kırık kalp),

Nietzsche (yaşanan güçlükler)

aracılığı ile sokuveriyor.


*

Dister, Alain; Rock Çağı,

Yapı Kredi Yayınları, 2002


Bu çok renkli, belgeli ve resimli kitap biraz da bizim tarihimiz olarak zevkle okundu.

Diskografi içeriyor ve arşiv için bence önemli bir kaynak.


*

Sokal, Alan/Bricmont, Jean; Son Moda Saçmalar,

İletişim Yayınları, 2002


Sokal bilim tarihinin unutulmaz adlarından biri. Sahte bir metin üretip bunu ciddi bilim dergilerinden birinde yayınlattırması birçok şeyi kanıtladı.

Bu kitapta da girişimiyle ulaştığı şeyin değerlendirmesini ve kimi eleştirilerini dile getiriyor.

Ele aldığı kişilerin temel yaklaşımlarını değerlendirmek değil, yer yer söylemlerini anlamsız-saçma bir çizgiye taşımalarını eleştiren (ve bu tutumun arkasında yatan niyetin değerlendirilmesini okura bırakan) Sokal; Lacan, Kristeva, Irigaray, Latour, Baudrillard, Deleuze/Guattari, Virilio saçmalamalarına örnek veriyor (bol alıntıyla). Fizikçi-matematikçi olan Sokal ve Bricmont kuşkusuz insan bilimlerini matematik terimleriyle harmanlayıp hiç bir şey söylememeyi beceren bu adların ürkütücü (yıldırıcı) söylemlerinden korkmuyorlar.

Ara bölümlerde ise bayraklaştırılan 'epistemik görecilik'; 'kaos kuramı ve postmodern bilim', Gödel kuramının kötüye kullanımı, vb. konularda serinkanlı ve o denli etkili temel eleştirilerini dile getiriyorlar.

Çevirmenlerden biri olan, tiyatro yazarı, Cumhuriyet'te özellikle bu yapıtla ilgili yazilarını çok iyi animsadığım, ama çok genç ölüveren Memet Baydur'u saygıyla, sevgiyle anıyorum.

O birşeyleri tümümüzden önce anlamıştı sanırım.


*

McNtryre, Alasdair; Varoluşçuluk,

Paradigma Yayınları, 2001


Özet ve yoğun bir çalışma, birikim gerektiriyor, çünkü eleştirel yaklaşımı var. Kierkegaard, Jaspers, Heidegger, Sartre ve bayağılaştırıcılar Camus ve Marcel'den sonra, temel varoluşçu kavramlar (Varlık ve Varoluş, Saçma ve Seçim) özetleniyor.


*

Manguel, Alberto, Okumanın Tarihi,

Yapı Kredi Yayınları, 2001


Peter Burke okumasını rastlantıyla tümleyen zevkli bir diğer okuma, Arjantinli yazar-okur Manguel'in çalışması.

Bir okur olma çabası içinde olan beni birinci dereceden ilgilendiriyor ve ilgiyi gerçekten hak ediyor.

Bölümleme şöyle:

Okuma Eylemleri bölümünde Gölgeleri Okumak, Sessiz Okurlar, Belleğin Kitabı, Okumayı Öğrenmek, Eksik İlk Sayfa, Resimleri Okumak, Size Okunması, Kitabın Biçimi, Yalnız Başına Okuma, Okuma Üstüne Benzetmeler altbaşlıkları bulunuyor.

Okurun Güçleri bölümünde ise Evreni Sınıflandıranlar, Geleceği Okumak, Simgesel Okur başlıkları görüyoruz.

Herkese (okumayla ilgili) öneririm.


*

Manguel, Alberto; Palmiyelerin Altında Stevenson,

Yapı Kredi Yayınları, 2004


Bu minik, hoş öykü Stevenson'un Dr.Jekyll and Mr.Hyde adlı yapıtının parodisi. Stevenson'un yaşamıyla ikileşmeyi, iyilik-kötülüğü bir araya getirmesi son derece anlamlı bir kurgu koymuş ortaya.

Stevenson hakkında birşeyler bilinerek okunmalı.


*

Işıklı, Alpaslan; Said Nursi, Fethullah Gülen ve ‘Laik’ Sempatizanları,

Cumhuriyet Yayınları, 2001


Saidi Nursi ve Fethullah Gülen'i yetersiz de olsa, kendi kaynaklarıyla değerlendiren bir kitapçık.


*

Kabacalı, Alpay; A’dan Z’ye Yaşar Kemal,

Yapı Kredi yayınları, 2004


Yaşar Kemal'in evrenini tanıtan, sözcük kavramlardan yola çıkan ve Yaşar Kemal'den alıntılarla süren yapıt oldukça başarılı.


*

Delcambre, Anne-Marie; Allah’ın Resülü Hz. Muhammed,

Yapı Kredi Yayınları, 2001


İslamin dışından birinin İslama oldukça düzgün ve öğretici bir bakışı denebilir. Yansız, öz ve öğretici...Görsel zenginlik yapıtın bir başka boyutu...İslamiyet hakkında bir şeyleri yansızca öğrenmek isteyen biri için önerilebilir.


*

Tyler, Anne; Yıllar Merdiveni,

Yapı Kredi Yayınları, 1999


Bu yalın anlatımlı ve yalın kurgulu ABD romanını okurken büyük bir roman okuduğum duygusunu yaşamadım, ama beğenmedim dersem de yalan olur.

Kadın düzene sessizce ve inatla karşı çıkar, yürür gider. Gerçi döner, ama artık eski Delia değildir. Daha olgunlaşmış, değişmiş ve değiştirmiştir (Acaba?).


*

Giddens, Anthony; Elimizden Kayıp Giden Dünya,

Alfa Yayınevi, 2000


Küreselleşmenin hayatımızı nasıl yeniden şekillendirdiği sorusunun yanıtını TV izlencesi çerçevesinde arayan bu ünlü toplumbilimci ile ilk kez tanışıyorum ve sağdan, ama akılcı bir temellendirmeyi dışlamadan konuya bilimci yaklaşımı dikkatimi çekiyor. Sovyet dizgesinin yıkılışını küreselleşme sürecine ayak uyduramamaya bağlayan Giddens, küreselleşmenin dikey olduğu kadar, yatay (yerelleşme ve özerkleşme) olrak da geliştiğini, tüm olumsuz ekonomik sonuçlarına karşın küreselleşmeye karşı çıkmanın (korumacılık) yanlış bir taktik olduğunu, ulusal politikaların artık eskisi kadar etkili olamayacağını söylüyor. Ona göre risk kavramı modern kapitalizmin ürünü ve ödenmesi gereken bir bedel. İki tür risk var: 1.Dışsal (doğal) risk, 2.İmal edilmiş risk.Nereden bakılırsa bakılsın, risk yönetiminde takılıp kalmış durumdayız. Ve imal edilmiş riskin toplumlarında,bilim dışı yaklaşımlar (köktendincilik, vb.) öne çıkmaktadır. Bu noktada Giddens, geleneği (yazar gelenekle alışkanlık arasına sınır çeker) bir sığınma ve savunma alanı olarak (fundmentalizm, kuşatılmış gelenektir, küreselleşmeye tepkidir ve onun araçlarını kullanır), aileyi her anlamda eşitliğin kalesi olarak, demokrasiyi demokratikleşmesi ve ulus sınırlarını aşması gereken bir eylemli güç olarak çözümlüyor.

Pek çok yanıyla tartışmaya değer bir küçük yapıt.


*

Giddens, Anthony; Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi,

Paradigma Yayınları, 2000


İlk kez Marksizme katkı denebilecek bir eleştiri (okuyorum). Giddens'ı iyi izlemek gerek.

Kuramcı kimliği yaratıcı bir yaklaşıma işaret ediyor. Marksist evrimci tarih anlayışını çöpe gönderen (ve bana göre indirgemeciliğiyle haksızlık yapan) Giddens kendi kuramını temellendirmek için (Yapılaşma Teorisi) kimi kavram çiftleri tanımlıyor: zaman-mekan ilişkileri, zaman-bilinç, orada bulunuş-orada bulunmayış, kurum, topluluk, toplum.

Kapitalizme özgü temel marksist yaklaşımla genelde uzlaşan Giddens, kapitalizm öncesi sistemleri yeniden okuyor, denebilir.

Sınıf, sınıf çatışması, egemenlik, sınıf-iktidar ilişkilerini sorgulayan Giddens, Marksizmi yetersiz ve yanlış buluyor. Batının evrensel model olarak alınması bir başka eleştiri konusu. Ona göre, tarihsel materyalizm...insan praxis'i teorisinin soyut unsurlarını somutlaştıran bir şey olarak alınırsa, günümüz sosyal kuramına bir katkı anlamına gelebilir.

Giddens erk kulanımını mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin üstüne yerleştiriyor. Üretim tarzı kavramını eleştirisinin eksenine yerleştiriyor.

Zamanın metalaşmasından alanın (mekan) metalaşmasına çıkan Giddens, kent kuramına ulasıyor (haklı olarak). Ana tezini, eski kent-kır birlikteliği çözülürken, ulus-devletin kapitalist toplumların gelişmesini biçimlendiren 'güç kabı' olarak kentin yerini alması üzerinden geliştiriyor.

Konumunu karşı-işlevselci ve karşı-evrimci olarak tanımlıyan Giddens'ın tarihin seyrine ilişkin genel bir kanısı olmayışını yine de doğru bulamıyorum. Sığ evrimciliğe ben de karşı olmakla birlikte… Sorun bence evrimle ilerleme ve gelişmeyi bir arada düşünme koşullanmışlğında...

Giddens evrim kavramı yerine, uğraksal geçişler ve zaman-uzam köşeleri gibi terimleri içeren kurumsal organizasyon ve değişmenin uzun süresi yaklaşımını önermektedir. (Dikkate değer bir katkı).

Giddens'ın bu önemli yapıtı daha titiz bir okumayı gerektiriyor. Diğer çalışmalarıyla birlikte...

Giddens'a dönük bir Marksist eleştiri var mı acaba? Okumak isterdim.

‘Tezimin ana çizgisi şöyledir: Güç, egemenlik yapıları; içerisinde yer alan tahsis ve otorite kurma kaynaklarına özgü dönüşüm/dolayım ilişkileri aracılığıyla oluşturulur. Bu iki kaynak tipi farklı toplumlarda farklı ilişkiler içerisinde yer alırlar (...)Kapitalist olmayan toplumlarda genellikle otorite kurma kaynaklarının koordinasyonunun, tahsis kaynaklarının birikiminden daha temel bir değişme gücü olduğu doğru gibi görünür. Bunun nedeni bence otorite kurma kaynaklarının zamansal-alansal uzaklaşmasının temel taşıyıcısı olmasıdır.’

‘Sınıflara-bölünmüş toplumlarda, sınıfsal ilişkilerle bağlantılı ekonomik güç nadiren yalnızca ekonomik araçlarla elde edilebilir ya da sürdürülebilir.’

‘Dobra dobra söylemek gerekirse, Marx insanları herşeyin ötesinde alet yapan ve kullanan hayvanlar olarak düşünürken ve bunu insan türünü hayvanlarınkinden ayırmanın en temel ölçütü olarak ele alırken hatalıydı. İnsan toplumsal yaşamı ne üretimle başlar, ne de onun içinde son bulur.’

‘Tarih bir insani proje olarak yeniden ele geçirilemez; ancak ne de insanların projelerinin sonucu olması dşında kavranabilir.’

‘Bilginin bir nüfusun gözetimini olanaklı kılan denetlemesi ve tek elde toplanması, daha dağınık halde sınıflara-bölünmüs toplumların çökmeleriyle birlikte, gücün en etkili aracı haline gelir.

Uzunca bir süredir ileri sürdüğüm bir iddiaya göre, 20.yy. sosyal teorilerindeki en olağandışı karanlık noktalardan birisi, nedensel amaçlı bir tarihsel araştırmanın insan etkinliklerinin fazlasıyla açık ve sürekli bir özelliğini -şiddet ve savaşa başvurulmasını- açığa çıkartabileceğini gözardı etmesidir (...) İki dünya savaşının yerle bir eden vahşetine tanık olan ve hepimizin insanlığı tamamen ortadan kaldırabilecek bu türden bir üçüncü savaşın eşiğinde sendelediği bu yüzyılda, sosyolojik düşüncenin bir şiddet taciri olarak devlet üzerinde hemen hemen çok az durması ne ile açıklanabilir?’

‘Kapitalist devletin özgünlüğü sorunu, (...)kapitalizmin özgünlüğü sorunu ile ilişkilidir.

1. Kapitalizm, bir devlet sistemi ile ilişki içinde...ortaya çıktı(...)

2. Kapitalizmde egemen sınıfın gücünün kaynağı, esas olarak onun tahsis kaynaklarını denetlemesidir(...)

3. Kapitalist devlet, siyaset ve ekonominin kurum olarak birbirlerinden ayrılmaları üzerine  kuruludur (...)

4. Kapitalizmde devlet, işbölümünde yüksek oranda bir karşılıklı bağımlılığın bulunduğu bir sınıflı toplum içinde yer alan devlettir.’

‘Kapitalizmdeki ya da diğer toplum tiplerindeki (artık-değer olarak analiz edilen) emek sömürüsü önemli olabilse bile, bir bütün olarak insan toplumundaki sömürüyü her yanıyla ele alan bir teori ortaya koyamaz. Özelde, o artık-değerin -faraza- ortadan kalktığı sosyalist toplumdaki sömürünün elestirisi için uygun bir temel oluşturmaz.’


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1880-1884,

Cem Yayınevi, 1997


8 cilt Moskova Rusça baskısından Mehmet Özgül'ün olağanüstü Türkçesiyle dilimize kazandırılan bu anıtsal yapıt için gecikmiş bir okuma...

Çehov Dünya öykücülüğünün ana damarlarından biri... O damardan kimler sürgün vermedi...

Bu büyük yazar için şimdilik herhangi bir sey söylemeye kendimi yetkili görmüyorum.

Çehov konuşulmaz, okunur.

20-25 yaslarinda bu güzelim öyküler nasil yazilabilir? Hangi birikimle....


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1885-1886,

Cem Yayınevi, 1997


Nemirovski'ye göre (Bir Yazarın Romanı) Çehov 1890'lardan sonra acemilik ve Tolstoy etkilerinden kurtuluyor, yapıtı yaratıcı esinlere ulaşıyor. Ben bu yaklaşımı benimsedim. Öte yandan 85-88 arası öyküleri arasında öyleleri var ki, Çehov'un bugüne değin aşılamamış özgün belirişini kanıtlıyor. Yazınsal ökeliğinin gençlik yıllarına özgü kanıtı...Gerçekte çok iyileri değil, belki yalnızca para kazanmak için yazıldığı belli, eğlendirmeyi amaçlamış, beklenti karşılayan ve çok da önemli olmayan bir kaç öyküsüne işaret etmek doğru olabilirdi.

Şu bir gerçek: kimi Çehov öyküleri çoğu kez gerçekliğinden kuşkuya düşer gibi olduğum ve seyrek yaşadığım ürperişi ve derin, onulmaz iç acısını bana yeniden ve yeniden yaşattı.

Tolstoy'dan çok (Gorki böyle demişti) Çehov bir Tanrıya daha yakın duruyor. Onda izlemeye yargılı sonsuz gücün içler acısı perişanlığı ve bataklaşmanın inanılmaz renkleri var. O kut ve tansığını göstermenin öngününde (arefe) kendini yazmaya vermiş acınası bir bulunç (vicdan) aklayıcısı...Cemaatsiz bir yalvaç...

Sonuna, dibine değin görmek, yine görmek, yine görmek...ve göstermek zorunda olan biri.

O kendi ölümünü gören ve cesetiyle birlikte yaşayan biri.

Anlaşılmayı ve avutulmayı Çehov denli hak etmiş bir insan, bir sanatçı var mı acaba?


YAYINBALIĞI

AİLE BABASI

ÖLÜ

AHÇI KIZ EVLENİYOR

UYKU SERSEMLİĞİ

BU KADARI DA FAZLA (Bak.Esendal. Esendal sanırım Rus yazınından öykü uyarlamaları yaptı. Tolstoy’dan da.)

FELAKET

ÜNLEM İŞARETİ

AYNA

ÇOCUKLAR

ACI

DURUŞMADAN ÖNCE BİR GECE

TELAŞ

ANYUTA

İVAN MATYEVİÇ

CADI

KÜÇÜK BİR ŞAKA

AGAFYA

KABUS


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1886,

Cem Yayınevi, 1997


MÜSTEŞAR

KOTRBASLI ROMAN

ECZACININ KARISI

ŞARKICI KIZ

KOCA

MUTSUZLUK

HAZIR YİYİCİLER

ÖYLESİNE BİR OLAY

ÇEKİLMEZ İNSANLAR

SUSSS

HAYALLER

İYİ İNSANLAR

VANKA

YOLDA

O KADINDI İŞTE!

DÜŞMANLAR

POLENKA

VEROÇKA

SAVUNMASIZ BİR YARATIK

CAHİLLİK (Bkz.Esendal)


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1887,

Cem Yayınevi, 1997


Bu büyük yazarın olağanüstü güzellikte öykülerini sıralamakla yetineceğim yine. Bir not almışım: Hiçbir canlı varlıkça algılanmamış, kendi başına doğan, ölen çiçek ve onun Çehov gibi yufkayürekli ve üstelik taşyürekli bir insanoğlu Tanrı eliyle görülüp gösterilmesi...

VOLODYA

GÖMÜ

KAVAL

POSTACI

DÜĞÜN

KAÇIŞ

KIRLARDA BİRGÜN

ÖPÜCÜK

KIZILTÜY


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1888-1891,

Cem Yayınevi, 1997


BAYAN  X'İN ANILARI

UYUMAK İSTİYORUM

BOZKIR


‘…Öyledir her zaman, Rus insanı yaşamayı değil, anımsamayı sever.’( s.92)


TATSIZ BİR OLAY

BİR YAŞ GÜNÜ

ÖYLESİNE BIR ÖYKÜ


‘Rus yazarlarında bulamadığımız, yaratıcılığın baş öğesi olan kişisel özgürlük duygusuna onlarda sıklıkla rastlayabilirsiniz. Kendini daha yapıtının ilk sayfalarında türlü türlü vicdan sorumluluklarıyla sımsıkı bağlamayan  tek genç yazarımız yoktur. Kendilerini bir ülküye adamış gibidirler. Biri çıplak bir bedenden söz etmeye çekinir, öteki ruhsal irdelemeler yapmayı başlıca görevi sayar, bir başkası "insanlarla kucak kucağa sıcak ilişkiler"i  zorunlu görür, dördüncüsü de bir şeye eğilimli olduğu kuşkusundan kurtulmak için sayfalar dolusu doğa betimlemeleri sıralar. Kimisi, yapıtlarında sade görünmek kaygısındadır, kimisi de tam tersine soyluluğa özenir. Sinsilik, tedbirlilik, içten pazarlılık alabildiğine...İçinden geldiği gibi yazmayı hiçbiri göze alamaz. Bu yüzden gerçek yaratıcılık yoktur.’ (s.325)


GUSEV


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1891-1893,

Cem Yayınevi, 1997


DÜELLO

KARIM

GELGEÇ GÖNÜLLÜ

SÜRGÜNDE

KOMŞULAR

ALTINCI KOĞUŞ

KİMLİĞİNİ SAKLAYAN ADAMIN ÖYKÜSÜ


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1893-1895,

Cem Yayınevi, 1997


BÜYÜK VOLODYA İLE KÜÇÜK VOLODYA

KARA KEŞİŞ

KADINLARIN DÜNYASI

ROTŞİLD'İN KEMANI

YAZIN ÖĞRETMENİ

ÇİFTLİK EVİNDE

ÜÇ YIL

IŞIKLAR

BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ

Çehov, bir tanrıdan daha fazlası: bir insan...


*

Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1895-1900,

Cem Yayınevi, 1997


ARIADNA

ÇEKME KATLI EV

TAŞRALI

KÖYLÜLER

PEÇENEK

BABA YURDUNDA

AT ARABASINDA

KILIFLI ADAM

BEKTAŞİ ÜZÜMÜ

AŞK ÜSTÜNE

IONİÇ

BİR HEKİMİN YAŞADIĞI

CANIM BENİM

YENİ YAZLIK

KÜÇÜK KÖPEKLİ KADIN

ÇUKURDA


*

Çehov, Anton; Tütünün Zararları, Bir Evlenme Teklifi, Sayfiyede Bir Yaz, Ayı,

Bilgi Yayınları, 1966


Çehov'dan dört küçük fars...


*

Çehov, Anton; Ivanov,

Bilgi Yayınevi, 1967


Çehov'un ilk büyük oyunu (1887). Ayrıca sanırım  en kötüsü olmalı.


*

Çehov, Anton; Bütün Oyunları 1 (İvanov/Vanya Dayı/Vişne Bahçesi),

Adam Yayınları, 1995


Behramoğlu çevirisi. Neden kronolojik sıra izlenmediğini anlamadım.


Sanırım sıra şöyle:

İVANOV-ORMANCİNİ-MARTI-VANYA DAYI-ÜÇ KIZKARDEŞ-VİŞNE BAHÇESİ.


Ilginç olan Şu: Çehov sahnelemelerden genelde hoŞnut deĞil ve oyunlarının komedi (fars) olması konusunda ısrarlı.

Vanya Dayı, Vişne Bahçesi, bir ölçüde Üç Kızkardeş ilginç denebilir.


*

Çehov, Anton; Bütün Oyunları 2 (Ormancini/Martı/Üç Kızkardeş),

Adam Yayınları, 1991


Çehov'un Martı ve Üç Kızkardeş'i buradan okundu. Nabokov genel olarak beğenmiyor Çehov oyunlarını.


*

Roy, Arundhati; Ya Çek Defteri, Ya Cruis Füzesi,

Agora Kitaplığı Yayınları, 2004


Bu asi Hintli kadın yazar (Küçük Şeylerin Tanrısı) Deavid Barsamian'la söyleşerek güncel ve evrensel politikalar üzerine görüşlerini korkmadan, cesurca dile getiriyor. Sözlerinin arkasındaki kimlik hayranlık verici. Ray'in tek sorunu iktidarı bir aygıt olarak görememek, iktidarın fetiş deneyimini iktidarın kendisi sanmak. O zaman erkin dışında bir seçenek aramak gibi, eşitsiz güçlerin baştan yenilmiş girişiminden söz ediyoruz, demektir.

Yoksa Roy olağanüstü biri.


*

Bezirci, Asım; Sebahattin Ali

Gözlem Yayınları, 1979


Sabahattin Ali hakkında derli toplu, iyice bir çalışma.

Bezirci Türk eleştirisinde yabana atılacak biri değil.


*

Atatürk, Gazi Mustafa Kemal;  Söylev, Cilt I-II. Ed. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,

Çağdaş Yayınları, 1987


Cumhuriyetimizin temel kitabı, bir başyapıt.


*

Köksal, Aydın; Dil ve Ekin,

Toroslu Yayınları, 2003


Türkçe üzerine yazılmış, anadilimizi Anadolu ekin birikimiyle buluşturma denemesi olan 1981 TDK ödüllü yapıt olağanüstü.

Bir girişim niteliği taşımakla ve tümlemede sonu açık olmakla birlikte ekinleşme, Türkçenin kaynakları, geleceğin açmazlarına da im konarak çözümleniyor, örnekleniyor.

Bir başvuru kaynağı. El altı yapıtı.

Aydın Köksal Türkçenin ender yapıcılarından. Bilişimci.

Hazla okundu.


*

Tunç, Ayfer; Taş-Kağıt-Makas,

Yapı Kredi Yayınları, 2004


Ayfer Tunç ilk kez okuyorum.  4 öykü var. Batılı yazar etkilerinin duyumsandığı (örneğin, Poe, Kafka) öyküler bunlar. Çarpıcı bir yanları var. İlginç biçim ve yapı denemeleriyle bir bakıma yol açıcı da denebilir. Özellikle Suzan Defter, Fehime iyi. Ama diğer iki öykü de yabana atılacak gibi değil: Kaybetme Korkusu, Taş-Kağıt-Makas.

Tunç'un anlatılarını izlemem gerek. Yeni yazarlardan son zamanlarda dikkatimi çeken oldu.


*

Devecioğlu, Ayşegül; Kuş Diline Öykünen,

Metis Yayınları, 2004


Bu ad (Ayşegül Devecioğlu) beni saşırttı. Bir ilk roman...Alçakgönüllü, savsız, ama bence son dönemlerin en iyi anlatılarından biri.

Gücünü biçimde, biçemde bir devrimden almıyor roman, bu konuda tersine bir yolun izi sürüldüğü belli.

Devecioglu etkiler, savsözler ardında da değil.

O yalnızca, orada, çıkmaz sokakta, yanlışından ve doğrusundan çok uzak ve ayrı olarak, yüzüne kar taneleri konan biraz önce öldürülmüş ve gazetelerde, toplumun belleğinde hiç iz bırakmayacak genç ölünün yattığını, o günden beri yattığını, hep yatacağını anımsatıyor bize.

Devecioğlu'nun ne yapmak istediğini anladım ve yaptığının 'güzel' denebilecek tek şey olduğunu...Tek şey...

Türkiye’de devrimci gençlik deviniminin ilk kez içerden, hesaplaşmalı anlatısı.

Kusursuz değildi kimse. Öte yandan bu kusuru görüp kusuru işlemeyi sürdürmek...

Devecioğlu'nu titizlikle izlemeli.

Topluma kendisine bakmayı inatla öğretecek bir devrimci tutumu var.

Herkes kendisine bakmalı, bakacak.

Az, ama hakkı verilmiş imgelerle (zaman, kuş, kar,vb.) yaldızsız, ama bir o denli büyük, etkileyici bir roman Kuş Diline Öykünen.

Kaç romanda, babayla oğul arasında geçen sahne gibi bir sahne okudum.

Tümümüz suçluyuz (tümümüz suçsuz).


*

Sarısayın, Ayşe; Yorgun Anılar Zamanı,

Can Yayınları, 2004


2004 Yunus Nadi öykü ödülü sahibi Sarısayın, Necatigil'in kızı. Son yılların en iyi öykü kitaplarından biri bence yapıt.

Anlatının içtenliği, öyküler arkasında akan ve onları birbirine bağlayan derin doku, kaderimize ilişkin ipuçları bu öyküleri anlamlı kılıyor. Yaşanmışlık paylaşabililikle birlikte öyküleri çoğaltıyor.

Bu öyküler bizim öykülerimiz. Kıstırılmış, buruk ama özkıyıma da uzak, yaşamada dirençli, yazgıya üstten gülümseyen, iletişememiş, yalnız insanların anlaşılabildiği öyküler..


*

Durakbaşa, Ayşe; Halide Edip,

İletişim Yayınları, 2000


Halide Edip bağlamında Türk moderleşmesini sigaya çeken Durakbaşa'yı hiç gözüm tutmadı.


*

Erhat, Azra; Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına. Ed. Nalan Barbarosoğlu,

Can Yayınları, 2002


Tanzimattan Camhuriyete ve Mustafa Kemal'de aydın kavramını, kaynakların eleştirel değerlendirmeleriyle irdeleme girişimi ne yazık ki yarım kalmış Erhat'ın...

İlginç bir çalışma olabilirdi.


*

Üryan, Baba Tahir; Aşk Çırılçıplak,

K Kitaplığı, 2003


Fars (İran) yazınının önemli şairi Hemedanlı Baba Tahir Üryan'ın (1000 yıllarında yaşamış) dörtlüklerinin çok başarılı (Talat Sait Halman) çevirileri.


*

1.Doğu Halkları Kurultayı. Belgeler 1,2. Ed. Nurer Uğurlu

Cumhuriyet Yayınları, 2000


Cumhuriyet gazetesinin önemli bir hizmeti olan bu 2 ciltlik yapıt, özellikle 2. Komintern toplantısında alınan karar üzerine toplanan 1. Doğu Halkları Kurultayı belgelerini içeriyor ve Türk ulusal devrimiyle ilgili (3 farklı Türk delegasyonu ile; ki bunlar T.C., TKP, Enverciler'di) önemli değerlendirmeler içeriyor. Gerçekci kurultay, desteğini kimi sakıncalarla T.C'den yana koyuyor. Bu gerçekcilikte reel-politik'in kuşkusuz büyük rolü var.


*

Arslan, Emre/Buğra, A./Aydın, Z./Çulhaoğlu, M./ Yalman, G.L./ Hasgüler, M./Öngen, T./Savran, S./Türkay; M. 2000’li Yıllarda Türkiye 1. Sürekli Kriz Politikaları. Ed. Neşecan Balkan/Sungur Savran

Metis Yayınları, 2004


Önemli derleyici bir çalışmanın 1.cildi. Özellikle 20.yüzyılın Politik Mirası (Savran); Türkiyede Siyasal Kriz ve Krize Müdahele Stratejileri (Öngen); Dört Gösterge Işığında Türkiye Sosyalist Hareketi (Çulhaoglu); AB-Türkiye Entegrasyonu:Nasıl? Nereye Kadar? (Türkay); Soğuk Savaştan Günümüze Kıbrıs Sorunu (Hasgüler) önemli çalışmalar.

Öte yandan Zülküf Aydin'a dikkat (?).


*

Akaya, Y./Arın, T./Dedeoğlu, S./Ercan, F./Gök, F./ Köse, A./Şenesen, S.Ü./Onaran, Ö./Oyan, O./Öncü,A./Özar, S./Toksöz, G./Günlük, G;

2000’li Yıllarda Türkiye. 2.Neoliberalizmin Tahribatı. Ed.Neşecan Balkan/Sungur Savran,

Metis Yayınları, 2004


Önemli derlemenin 2.cildi. Özellikle F. Ercan (Sermaye Birikiminin Çelişkili Sürekliliği ve...), O.Oyan (Tarımsal Politikalardan Tarımsız Bir Politikaya Doğru), T.Arın (Refah Devleti Sosyal Güvenliğin Yokluğu), F.Gök (Eğitimin Özelleştirilmesi), G.Günlük-Şenesen (Silahlanma Küresel Dönemde İktisadi Yansımalar), Y.Akkaya (Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık), A.H.Köse-A.Öncü (Mühendislerin Toplumsal Evrimi Üzerine Gözlemler), S.Özer-F.Ercan (Emek Piyasaları Uyumsuzluk Mu, Bütünleşme mi?), vd.

Bana kalırsa 2004'ün önemli çalışmalarından bu iki ciltlik derleme. İyi bir kaynak.


*

Başarır, Başar; Çıktığınız Hevesle İniniz

Doğan Yayınları, 2004


Trafik işaretlerini kendi anlatısında eğretileme olarak kullanan Başarır, bazı öyküleriyle çıtayı zorluyor.

Diline takılmam, dil konusunda pekişmiş önyargılarımdan mı?

Pek sevdiğim söylenemez (Başarır’ı).


*

Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 1. 1919-1980

İletişim Yayınları, 2001


Ciltli, ikinci baskısından okuyorum bu dev yapıtı (900 sayfa). İkinci cilt 1980'i günümüze getiriyor.

Yapıtın düzenlenmesi ve dizgeli yapısı benim için okumayı zorunlu kıldı.

Küçük kutularla kavramlara açıklık getiren çalışmada, 1. cilt bölümlemesi şöyle:

* Yöntem ve Yaklaşım (Çalışmayı biçimlendiren, yer yer beni rahatsız etmekle birlikte çalışmanın önemini azaltmayan, tersine arttıran, öğretici giriş. Tek başına önemli ve okunabilir.)

* 1919-1923: Kurtuluş Yıllar (Mondros, Sevr, Mudanya, Lozan; Avrupa, Sovyetler, Yunanistan, Orta Doğu ile ilişkiler.)

* 1923-1939: Göreli Özerklik-1 (Avrupa, SSCB, Yunanistan, Orta Doğuyla ilişkiler, Montreaux Boğazlar Sözleşmesi.)

* 1939-1945: Savaş Kaosunda Türkiye, Göreli Özerklik-2 (İkinci Dünya Savaşı dönemi.)

* 1945-1960: Batı Bloku Ekseninde Türkiye-1 (SSCB, ABD ve NATO, Yunanistan, Orta Doğu ile ilişkiler)

* 1960-1980: Göreli Özerklik-3 (ABD ve NATO, Yunanistan, SSCB, Orta Doğu ile ilişkiler, AET)

Kusursuz ve yetkin bir ekip çalışması. Başvuru niteliği özellikle çekici. Çoklu okumaya olanak veriyor.

900 sayfalık bu dev yapıt için (Baskın Oran yönetiminde Siyasal Bilgiler ekibi) tam bir biresim ve olağanüstü demekten başka elimden bir şey gelmez.

Düzenleniş mantığından çok yönlü islevşelliğine varıncaya dek, gerçek bir başvuru kaynağı.

Bence klasikleşecek.

Bu yapıtı kesintisiz bir tarihçe olarak da okuyabilirsiniz, belli konulara odaklanarak da.

Ögretici, zevkli bir çalışma.


*

Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 2. 1980-2001,

İletişim Yayınları, 2002


1980-1990 ve 1990-2000 bölümlemesi içinde Türkiye'nin Kıbrıs, Avrupa Birliği, İnsan Hakları, Kürt Sorunu, Orta Asya, vb. fotoğrafi çekiliyor.


*

Baudez, Claude/Sydney; Mayaların Kayıp Şehirleri

Yapı Kredi yayınları, 2001


Yapı Kredi'nin Genel Kültür Dizisi'nin ilk kitabı.

Arkeoloji üzerine olan yapıt derinlikten yoksun olmasına karşın (ayrıca cografi bilgi bakımından yetersiz) belge ve görüntü zenginliğiyle dikkate değer.


*

Kunt, Bekin Sıtkı; Ayrı Dünya,

Yeditepe Yayınları, 1952


Kunt'u sahaf üzerinden tanıyabildiğim için mutluyum. Orhan Kemal'lere giden yolda, 40'ların gerçekci kuşağından neredeyse unutulmuş bir yazar yazık ki.

Toplumsal duyarlık, Anadolu ve yoksul kentli insanın yalın, çıplak gerçeği öykünün konusu oluyor. Çoşumculuğun (romantizm) etkileri yokoluyor giderek. Yeni bir dünya ile eskisinin kıyısında yazar, sokağın gerçeğiyle yüzleşiyor.

Bu yazarlarımızı kazanmalıyız. Eleştirel basımları yapılmalı.


*

Hooks, Bell; Feminizm Herkes İçindir,

Çitlenbik Yayınları, 2002


Bell Hooks 1952 doğumlu Gloria Watkins'in takma adı. Amerikalı olan Hooks karaderili.

Yapıtının önemi yalınlığından, derlitopluluğundan ve eleştirel gücünden geliyor. Toplu Türkçe çeviriyle değerini yitirmesine karşın sorunları kaçamaksız, apaçık sergilemesi, tutumunu kesin bir biçimde ortaya koyması Hooks'u kadın yazını içinde (sol içerisinde de kuşkusuz) çok önemli bir yere koyuyor.

Benim için yapıtın ilginç üç yönü vardı:

1) Kadın eylemine soğuk, kinle bakan kadınlara (çoğunluğu oluşturur) yaklaşımındaki yumuşaklık, kanıtlarının sağlamlığı ve söyleminin saydamlığıyla seçikleşen inandırma gücü. Bu nedenle kadın eylemine düşmanlığı doğallaştırmış kadınların okuması gereken bir yapıt bu.

2)Kadın eylemi içre özeleştiri boyutu. Kızkardeşler, sınıfsal güçle (iktidar) gelen yol ayrımı, kadın eşcinselliğine bakış açısı, erkeklerin kadın eylemiyle ilişkisinin sorgulanması...

3)Kadın eylemini eşitlik çizgisi ve tanımıyla sınırlayanların eyleme getirdiği yozlaşma ve buna karşılık Hooks'un önerdiği, sorunu kadın sorunu değil insan sorunu eksenine oturtan ve toplumsal dizgeyle bağlarını doğru bir biçimde kurabilen cinsiyetçilik kavramı... Düğüm noktasının bu olduğunu sanıyorum. Yoksa kadınlar başardıkça (!) iktidara ortak olabiliyor va cinsiyetçi tutum ve paradigma sürüyor.

Hooks'un kişisel deneyimleriyle bilimsel söylemin kesişim noktasından ilerleyen anlatısı da kadın eyleminin insancıl ve eşitlikçi doğasına bir örnek sayılabilir.

Bence Hooks'un bakış açısıyla benimkisi örtüşüyor. Bu da yılar sonra kendimle buluşmak gibi oldu.

"Yakınlaşın ve anlayın. Feminizm herkes içindir" (s.V)


*

Henri-Levy, Bernard; Entelektüelliğin Övgüsü,

Gendaş Yayınları, 2001


Henri-Levy günümüzde entellektüel olan şeye tepkiyi eleşirerek, yeniden bir çözümlemesini ve eldesini yaptığı yapıtında bence bir saldırıya uğramış: çevirmenin saldırısına. Yapıt okunmazlaşmış.

Kaç kez bırakma noktasına geldim, ilgim dağıldı.

Yine de Henri-Levy'den çok hoşlandığımı söyleyemem.


*

Russell, Bertrand; Russell’dan Seçme Yazılar,

Dost Yayınları, 2004


Russell'den iyi bir derleme. Psikoloji, din, cinsellik ve evlilik, eğitim, politika, ahlak üzerine yazılarından hoş bir seçki. Tanımak isteyenler için anlamlı.


*

Karasu, Bilge; Troya’da Ölüm Vardı (BE 8),

Metis Yayınları, 1991


Büyük Karasu okuması. Daha ilk yapıtla (kitap olarak baskı: 1963) Bilge'nin kara-acı suları içerisinde duyguların hiçbir yere oturtulamadığı karabasanlı bir okuma, ağulu bir deneyim başladı. Aynı öykü kişilerine dayalı bu kopuk, tümün sürekli yeniden reddedildiği anlatılar, insan'ın doğumdan başlayan ve anlatısı olanaksız ölümle noktalanan yaşam sahnelerinden oluşuyor. Hiçbirimizin öyküsü, hatta kendi öykümüzün parçaları bile birbirini tutmaz, tutmuyor. Her bir yaşantı için sayısız anlatı üstüste biniyor. Gerçeğin hangi anlatının arkasında olduğu, yazarın israrlı ve dayatıcı çabalarına karşın, yine belirsiz ve acaba burada bir değer yüklemesi yaparsak yanılmış olur muyuz? Ağın bir düğümü (öne çıkarılmış) Müştak, öne çıkarılmasında bile tartışmalı, ağ’a ilişkin (büyük yapıya) hem im, hem değil. Hem gönderen, hem gönderilen...

Bir bakıma ölüm doğumdan başlayarak var, hep var. Troya'dan kalan yaşamın değil, ölümün öyküsü (Shopenhauer). Yaşamın anlatısı, kendiliğinden bir ölüm anlatısı... Bunu anlamamızı ister miydi Karasu?

Ölüm odasi içindeyiz. Doğumdan başlayarak. Geçmişe sarkarak. Bir ilişkiyi tanımlamaya, onun önünde şöyle ya da böyle durmaya çalışarak. Birilerini anne olarak tanımlayıp  bir diğerini sevgili-dost arası bir aralığa koyarak, bakış açılarını sürekli değiştirip bakılanı yeniden yaşantılıyarak ve bu arayışın tinselliği ve kırılganlığıyla yeniden vazgeçerek...

Adı konmuşların ardlarına bakarak, Zanzalak ağacının gölgelerinde eşinerek, gerçeği bulma umutsuzluğuyla, bunun acısıyla...

Bir dönüşüm duygusu kalan geriye, savruluş... Bir aydınlık. Koku.

Algının dibi.

Kedi. Yaralı hayvan. Yangın. Şarkısız gecelerin ilki.

Savaşı karşılayan sessizlik.

Theo Angelopoulos.

Ve Karasu sanırım Oğuz Atay'ın esini. Bütün o Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken, Oyunlarla Oynayanlar nereden çıkmış olabilir. Tanpınar buna yetmez bence.

Karasu'da Türkçe yeniden ve çoğalarak var oluyor. Büyük bir dil deneyimi.


*

Karasu, Bilge; Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı,

Bilgi Yayınları, 1970


Karasu tarihsel bir zemin önüne çagdas bir dizi sorunu koyarak, bir tür etik sorgulama yapiyor bana kalirsa. Ada ve Tepe adinda iki bölümlü Uzun Sürmüs Bir Günün Aksami'ni, Dutlar adinda kisa bir öykü izliyor. Bence tematik seçis ve derinlikler açisindan Dostoyevski'yle karsilastirilmali Karasu. Anlati, biçem olarak ise Fransiz modernleri belki isik tutabilir. Türkiye'de ise öncülü var mi kestiremiyorum. Çünkü yerel degil evrensel temalari onu farklilastiriyor.

Öte yandan, seçim, direnis, sorumluluk, iktidar ve güç, boyunegme, inanç, etik, kaçis, vicdan, sorumluluk, iç aydinlanma, vb. kavramlar çerçevesinde okuru sarsan,silkeleyen bu romaniyla da Karasu'yu gecikmeli de olsa tanidigim için mutluyum.


*

Karasu, Bilge; Göçmüş Kediler Bahçesi,

MetisYayınları, 2003


Ölümcül, canlı bir satranç benzeri oyun-bağlantı ile birbirine ulanan, umutsuz, kara öykü-anlatılar…

Onda uzam, zaman, ilişki kendini hep yeniden kıra kıra ilerliyor.

Öykümüzün ne olduğunu bilemeyiz, anlamayı usumuzdan geçiremeyiz, Kafka'dan farklı olarak anlama girişimlerimiz de hep olmuştur, olacaktır.

Zaten öykü de yırtılır, geriye kalan girişimse neyin neye ulanacağının herkesin kendine bağlı kalacağı bir anlatış olur. İyi mi olur?

En zengin, en çoğul anlatı da, ‘en zengin ve çoğul anlatı’dan başka bir şey değildir.

Yaşam kaygusu ve kavgasının ucu ölüm, vardığımızda henüz yola çıkmışızdır.

Menzil düş, ise, varolan, kalan ne?

Karasu'nun olağanüstü metinleri yeniden okunmayı zorluyor diyeceğim. Bildik anlamlandırma çabasının hep bir adım ötesinde kalacakları kesin. Onu öngörülü bir bilici yapan da bu özelliği mi acaba?


*

Karasu, Bilge; Kısmet Büfesi,

Adam Yayınları, 1982


Bölük pörçük metinlerle bölük pörçük yaşamı anlatılama, ıskalama ve yakalama girişimi.

Bu da bir denemeydi, tıpkı yaşamımız gibi.

Seni çok iyi anladığımı sanıyorum Karasu.

Sana borçluyum.


*

Karasu, Bilge; Gece,

İletişim Yayınları, 1985


Bu dev yazarı (dilciyi) ne biz, ne de Dünya anladı diyorum.

Gece, geceyi anlatıyor. Bilinemeze bağlı, bilinemezden, bilinemezin kendi olan geceyi. İnişini, dönüştürüşünü, yerinden oynatma gücünü, bakışımızın tam içindeki yerini, geceleşebilirliğimizi...

Öte yandan bir kurgu metnin de gece boyutu var. Gece onu da açar, gizler, dönüştürür.

Dil bile geceyle oynar. Hem de ölümüne…

Karasu da bence ölümüne oynadı gece'yle, gün'ün özü geceyle.

Yaşam her zaman gece sayesinde ve onun yüzünden, hep başka bir şey oldu. İnsan da, metin de...

Çok ciddi birşeylere işaret etmenin gececil komikliğine ne demeli.

Gece kimi uyarır. Kimseyi.

Kimse olabilsek…

Ölümle, ölümüne oyunla belki olası...kimse olmak.


*

Karasu, Bilge; Kılavuz,

Remzi Yayınları, 1990


Karasu 1994'de öldü yanılmıyorsam. Bu başyapıtlarından biri olarak yayınlandığında da sağdı.

Tüm yapıtlarıyla en üst düzeyi nasıl tutturabiliyor Karasu? Onun tüm yapıtı gerçekte tek bir yapıt ve o da başyapıt.

Kılavuz, bence, duyumsayabildiğimce, düşle ayıklık, günle gece, yaşamla ölüm arasında, sonunda kendi yolunu yitiren bir kılavuzluk deneyimi... Derrida'nin dediği gibi 'yerinden oynamış yaşam', yerinden oynamış anlatıca izleniyor.

Söz ve metin iki yüzlü, iki yanlıdır. Doğru bir tür kurgudur. Yine de Karasu için göreci diyemiyorum. Ama yerleşik doğruya karşı buruk bir başkaldıran insan olduğu kesin (mi?).

Kedi'ye gelince. Kedi her yerde olabilir, konabilir, var. Çünkü bir kedi o. Güzelliği insana kendini vermeyişinde.

Karasu büyük bir yazar.


*

Bottero, Jean/Steve, Joseph; Evvel Zaman İçinde Mezopotamya,

Yapı Kredi Yayınları, 2001


Persopolis yazıtlarıyla başlayan büyük serüven...Gizemli üç yazı. Eski Farsça, Elamca (!), Asurca (Sami dillerine dayalı).

Sümerceye doğru giden yol...

Kuzeyden güneye doğru Asur, Akad, Babilonya ve Sümer ülkesi...

Şu anda, bugün, insanoğlunun öyküsünün kaynağı ABD ve İngiltere'ce bombalanıyor. Yok ediliyor.

Bugün: 21 Mart 2003.


*

Magee, Bryan; Felsefenin Öyküsü. Ed. Neil Lockely,

Dost Yayınları, 2000


Nefis bir felsefe tarihi. Belki çokca yüzeysel, ama çekici...Görsel bakımdan zengin ve nitelikli baskıyla felsefeyi sevmemek olanaksız.

Yapıtın bence kurgusu da çok başarılı. Temel felsefe temaları seçilen felsefecilerle koşutlu bir biçimde götürülüyor. Zevkle okudum.


*

Uzuner, Buket; Uzun Beyaz Bulut Gelibolu,

Remzi Yayınları, 2001


3.baskısını okuduğum roman 10.baskısına yaklaşmış olmalı. Neden acaba, bunu anlayabilmiş değilim.

Kötü kitabın ne olduğunu bilmiyor muyuz? Yoksa çok okunurluk, gerçekten mi yazın dışı değerlere bağlı yalnızca? Sanırım.

Bu roman roman geçmişiyle hesaplaşmamış, yeni hiç bir şey içermiyor. Savaş karşıtçılığı, barışçılık desem bu da defalarca ve çok daha iyi bir biçimde yapıldı.

Bir şey var. Buket Uzuner bir tür çağcıl vurguncu ve çağın gereklerini iyi koklayan bir burnu var. Başka da bir şey yok. 12'yi vuruyor. Roman’ın duasını da okuyabiliriz, şimdi.


*

Carriere, Jean-Claude/Delumeau, Jean/Eco, Umberto/Gould, Stephen Jay; Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler. Ed. Catherin David/Frederic Lenoir/Philippe de Tonnac,

Yapı Kredi yayınları, 2001


2000 yılı sorunu ile ilgili 4 ünlüyle yapılan ama kapsamı binyıl dönümü sorununu oldukça aşan söyleşiler beklediğimden çok daha iyiydi. Özellikle dinsel kültürlerde yeniden doğuş, kıyamet ve tarihsel olgular arasındaki ilişkiler aydınlatıcıydı benim için. Özellikle Carriere, ama daha çok Gould'un yazısı...Eco da yabana atılamaz.

Tartışmalı okumalara açık önemli bir söyleşiler derlemesi.


*

Celal, Metin/Aydemir, Kadir; E 2004 Edebiyat Yıllığı,

Gendaş Yayınları, 2004


Baskı olarak olmasa da içerik olarak çok başarılı bir yıllık bence. Öyküler, şiirler, denemeler, eleştiri ve tartışma yazılarıyla 2003'ü yansıtabiliyor.


*

Üster, Celal, Haz; Yatağında Yalnız Mısın?

Okuyanus Yayınları, 2002


Japon şiirinden Celal Üster'in derleyip çevirdiği aşk şiirleri...


*

Akaş, Cem, Haz.; Kavramlar ve Bağlamlar Arasında,

Yapı Kredi yayınları, 2002


Jameson, Eagleton, Zizek, Reeves, Taylor, Derrida, Benhabib, Deleuze, Foucault, Bourdieu, Grass, Habermas, Guattari, Morin, Eco, Touraine, Abu-Lughod, Levi-Strauss, Hartog, Riceour, Mango, Horkheimer, Adorno, Gadamer ile yapılan ve Cogito dergisinde yayınlanmış söyleşileri içeriyor.


*

Kavukçu, Cemil; Gemiler De Ağlarmış,

Can Yayınları, 2001


Bana yazın tadı veren öyküler Kavukçu'nun son yapıtındakiler... Bu yapıt hakkında ayrıca kısa (ve yetersizce) yazdım.

Kavukçu'nun öykülerinde, ayrıntılarda gizli 'insanlık durumu'nu görmemek olanaksız. Büyü içeren öyküler bunlar, yaşamla bizleri buluşturabilme özelliğine sahip...


*

Kavukçu, Cemil; Suda Bulanık Oyunlar,

Can Yayınları, 2004


Kavukçu'nun son yapıtı bir roman: Önceki öykülerinden daha iyi değil ne yazık ki...

Çürüyen kent, toplum, devrim (ci): Tarık ve Kırat.

Kendini kurtaramayan devrime mi soyunuyor Sayın Kavukçu? Devrimci olmak için tatmin olmuş biri mi olmalı?

Devrimcilik (Türkiye travmasında) bir karabasan olarak tanımlanır, anlatılırsa doğru yakalanabilir mi?

Neden büyük yenilgiden hemen hemen tüm yazarlarımız aynı sonucu çıkarıyor acaba? Bu onlarla ilgili olabilir mi?

Devrimci (kendini aldatış) bir cinsel tatminsizliğe indirgenebilir mi? Okurunuz açısından baktınız mı hiç sayın yazar romanınıza?


*

Çapan, Cevat, Haz.; Yürekteki Ok. Dünyanın En Güzel Aşk Şiirleri,

K Kitaplığı, 2002


Minicik ama olağanüstü güzellikte bir seçki.


*

Lindholm, Charles; İslami Ortadoğu,

İmge Yayınları, 2004


ABD'li Prof. Lindholm'un çalışması bir tarihsel antropoloji çalışması. Bu çalışmanın ABD'nin küresel güvenlik konularında akademik çalışmalar arasında yeri olup olmadığını merak ediyorum. Sonuçta Lindholm'un altını çizdiği şey, genelde Ortadoğu, özelde İslam kültürünün ABD'nin kuruluş ve tarihsel öyküsünde hep etkili olmuş eşitlikçi, özgürlükçü, rekabetçi kültürün tıpatıp aynı kaynaklara sahip olduğu. Ama Ortadoğu'nun İbni Haldun'ca kuramlaştırılmış coğrafi, tarihsel, etnik gerçekliği bu stereotiPin laik-seküler iktidarlarca buzulmasına sık sık yol açmış, Ortadoğu'nun genel tarihi seküler- dayatmacı ve hiyerarşik devletlere karşı eşitlikçi ve islamın kaynaklarına dönüşü yansılayan yerel halkın direnişi ve isyanının başarısız tarihi biçiminde seyretmiş.

Lindholm'dan okuyan istediği sonucu çıkaramaz sanırım. Ilımlı-islamcı, yerel yönetimli bir toplum modeli ABD emperyal hegemonyasıyla çok da iyi bağdaşabilir, demeye getiriyor olmalı.

Çalismanin yetersizliği antropolojik bakışın yetersizliği olarak yorumlanamaz sanırım.

ABD'nin Irak çıkartmasını yalnızca ABD medyası değil, üniversiteleri de bilimi araç olarak kullanarak haklılaştırmaya çalışıyor ve bu çalışma de bunun bir örneği.


*

Horrocks, Christopher; Baudrillard ve Milenyum,

Everest Yayınları, 2000


Doğrusal tarihi sorgulayan Baudrillard'ın milenyum hakkında düşüncelerinin değerlendirilmesi...


*

Okay, Cüneyd; Mavi Sürgüne Doğru. Halikarnas Balıkçısının Bilinmeyen Yılları,

TC Kültür Bakanlığı, 2001


1921-1928 yılları arasında Halikarnas Balıkçısı'nın yaşamına tam bir tanıklık yanısıra o dönem İstanbul basınında yaptığı resimler, yazdığı yazılarla zengin bir kaynak.


*

Çehov, Anton/Gorki, Maksim;Yazışmalar,

Yankı Yayınları, 1966


Çehov'la Gorki' nin 1898-1900 arası mektuplaşmalarını içeriyor çeviri ve her iki yazarın kişisel özelliklerini yansıtması açısından ilginç.


*

Çulhaoğl u, Metin/Soyer, Cem; Solda “Sivil Toplum” Söylemi. Gerçekler ve Yanılsamalar,

Özgür Üniversite yayınları, 2000


Sivil toplum söyleminin Marksist geleneğe bağlı doyurucu bir eleştirisi. Bu söylemin sivil toplum-devlet arasında bir dikotomiye oturtulması, sınıf savaşımı ve siyasal iktidar hedefini dışlaması, sonul amacı demokrasiye kilitlemesi, devletin sınıf temelini reddetmesine bağlı olarak ve kendisiyle çelişerek özünde devletçiliği, toplumun verili durumunu sonsuzlaştırması, vb. gibi noktalar üzerinde duruluyor.

Türkiye çözümlemesinde ise bizde kavramın (NGO) çarpıtıldığı, Türkiye’de batıdan değişik olarak iktidarın burjuva sınıf yaratmak (kapitalist ekonomik ilişkiler anlamında sivil toplum) zorunda kaldığı belirtiliyor.

Siyasal alanları bölmelere ayıran sivil toplumcu yaklaşım özünde reformist ve gericidir.

Önemli bir makale.


*

Robinson, Dave; Nietzsche ve Postmodernizm,

Everest Yayınları, 2000


Everest yayınları mini kitaplardan bir dizi başlattı.

Son dönem yapıtları görülmezse, tutarsız Nietzcshe'nin bilim ve aydınlanma karşıtı söyleminin postmodernizme kapı araladığını savlıyor İngiliz felsefeci Robinson küçük makalesinde.


*

Harvey, David; Sosyal Adalet ve Şehir,

Metis Yayınları, 2003


Harvey'ın yapıtı, bir kentleşme kuramı üretebilmenin olanaklı yolları üzerine sıkı bir deneme diyebiliriz. Geleneksel (liberal) kentleşme kuramı eleştirisinden çok, Marksizmle kent olgusunu tümleştirmede gerçek bir katkı. Bu katkı marksist terminolojiye değin uzanıyor, örneğin 'üretim tarzı' kavramının yerine 'iktisadi bütünleştirme tarzı', vb. Öte yandan diyalektiğin kentleşme sürecine olağanüstü uygulanmasına da bir örnek yapıt ve Marksist toplumsal evrim anlatılarına da kent bağlamında terimsel önerilerde bulunuyor: Karşılıklılık, Yeniden dağıtımcı bütünleştirme, Piyasa değişimi.

Beni etkileyen boyut ise burjuva 'planlama' kavramına getirdiği eleştiri. Kenti sabitleyen plan kavramı ancak bir araç (enstrüman) olarak kullanılmalıdır.


*

Breton, David Le; Yürümeye Övgü,

Sel Yayınları, 2003


Bu hoş, yürüme üzerine yarı filozofik denemelerle buluşamadım ve yapıtı bitiremedim demeyeceğim, erteledim.


*

Göksel Demirer/Tezcan E. Abay Ed.;Foster, J.B./ Dursun, C./Erdağı, B./ Robert, J; Ekoloji Politik,

Özgür Üniversite Kitaplığı yayınları, 2000


Yapıt seçili 4 önemli makaleden oluşuyor.

J.B.Foster'in Komünist Manifesto ve Çevre adlı çalışması çevre konusunda Marksizm eleştirilerini Manifesto bağlamında yanıtlayan önemli bir yazı. Daha önce de önemli bir çalışmasını (yine çevre politikaları ve Marksizmin çevre ile ilgisi hakkında) okumuştum.

C.Dursun'un Çevre ve İnsan: Teorik Bir Yaklaşım adlı çalışması da Marksizm eleştirilerini yanıtlama boyutu içeriyor. Emek süreci ve teknolojiyi çözümleyen yazar, tartışmalı sosyalist hukuk teorisinin yerini, odağına toplumsal dönüşümle birlikte yeni insanın yaratılmasını yerleştiren yeni bir hukuğun alması gerektiğini (doğayla sözleşme) öneriyor (Serres).

B.Erdağlı'nın Ekolojik Bir Topluma Doğru; teknoloji transferine ilginç ve doğru bir yaklaşım getirirken, çözümüne gerekirse teknoloji reddi'ni yerleştiriyor.

Yapıtın en önemli çalışması ise J.Robert'in, Algı Primatı ya da Bilimsel Kıyamet adlı yazısı. Kendi yaklaşımının evrimini ve deneyimlerini de aktaran Robert, bilimle gündelik algı farkının çevre sorunlarında doğurduğu handikapı vurguluyor. Bilimin ölçü kaygusu taşımadığını, sorunun bilimselleştirilmiş algı ortamında yeniden ifadelendirilmesi gerektiğini söylüyor. Çevre epistemolojisinin dilsel çözümlemesi de denebilecek çalışmanın önerisi bireysel etik devrim sayılabilir. Çok önemli bir yazı.


*

Özlü, Demir; Amerika 1954,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 2004


Demir Özlü'nün son çalışması ve ilk Özlü okumam. Belki de son olacak...

Bana 'amerikanofil' deyimini anımsattı. Amerika’nın tüm dünyaya dehşeti milim milim tattırdığı bir sırada Özlü kendi türünün (familyasının) işlevini (tarihsel) yerine getiriyor. Uyuşturucu almış birinin mutluluk düşleri Amerika'yla birebir örtüşüyor nedense.

Her açıdan, bana kalırsa, kötü bir kitap...


*

Madak, Didem; “Ah”lar Ağacı,

Everest Yayınları, 2002


Didem Madak genç ve ilginç bir kadın. Şiiri bir yıllıkta dikkatimi çekmişti. Bu nedenle aldığım son şiir kitabı Ah'lar Ağacı beni biraz düşkırıklığına uğrattı. Yer yer olağanüstü, özgün dizeler kurmasına rağmen, uzun şiir bütünü bu parlak dizeleri bastırıyor, bitmez tükenmez bir duaya dönüştürüyor şiiri. Bir de şiirin içinde değil, karşısında duruyor sanki.

Başkası için şiir yazılabilir mi?


*

Aksan, Doğan; Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını,

Bilgi Yayınları, 2000


Aksan'ın Türkçemizle ilgili yapıtı için söyleyecek söz bulamıyorum, beni mutlu etti. Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri...


*

Aksan, Doğan; Anadilimizin Söz Denizinde,

Bilgi yayınları, 2002


Aksan bu son güzelim yapıtında yine Türk Dilinin, Türkçenin bahçesinden çiçek derliyor. Bu kez baslangıçtan günümüze (Orhun ve Yenisey yazıtları, Divanü Lugati't-Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut Kitabı, Eski Anadolu Türkçesi, örneğin Garibname, Türkiye Türkçesi, örneğin Derleme/Tarama Sözlükleri) dilimizin sözcüklerini, ikilemelerini, deyimlerini, atasözlerini, terimlerini, Sözvarlığının diger ögelerini örneklendirerek varsıllığımıza im koyuyor.

Dilimiz Türkçemiz büyük, derinlikli, oylumlu, anlatım gücü yüksek bir dil. Kanıtı Aksan'ın bu son yapıtında...


*

Aksan, Doğan; Dil, Şu Büyülü Düzen…

Bilgi yayınları, 2003


Doğan Aksan bu son yapıtında dile genel olarak bakıyor. Dilin yapısını (dizgesini) en son kuramlaştırmalar (Chomsky) çerçevesinda tanıtıyor. Son derece aydınlatıcı, ama yazik ki derinlikten ve kapsayicılıktan yoksun...

Aksan'ın çıkan tüm yapıtlarını okumaya devam...


*

Cüceloğlu, Doğan; İyi Düşün Doğru Karar Ver,

Sistem Yayınları, 1994


Etkili yaşamın temel boyutları üzerine söyleşiler altbaşlığı taşıyan, ilk başta reçete kitap izlenimi veren çalışma oldukça önemli, pek çok insan için yeniden başlamanın uyaranı olabilir.

Uzun özetini ayrıca çıkardım. Bir yığın insana da önerdim, aldım.

Özü, paradigma kavramı üzerine oturuyor. Paradigmamız genellikle koşullanma paradigması ve etkili, mutlu olabilmemiz bu paradigmanın değiştirilmesine büyük ölçüde bağlı. Bunu nasıl yapabiliriz, sorusunun yanıtı yapıtın içinde. Yalnızca bir yaklaşım olarak, çözüm olarak değil. Çünkü Cüceloğlu bir ruhbilimci, bir davranışbilimci...


*

Cüceloğlu, Doğan; Savaşçı,

Remzi Yayınları, 200?


Cüceloğlu'nun belki de en önemlı yapıtı. Tartışılabilir yanlarını es geçmeden, kendine özgü sorunsalını daha temelden, varoluşsal derinliklerde geliştirdiği söylenebilir. Carlos Castaneda'nin izinde Türkiye'de yeni insan türünü muştuluyor Cüceloğlu.

Önemini birkez daha vurgulamakla yetineceğim. Cüceloğlu okumadan kendimiz

i ve içinde yaşadımız şeyi anlamamız çok zor Türk insanı olarak.


*

Cüceloğlu, Doğan; İletişim Donanımları,

Remzi Yayınları, 2002


Cüceloğlu'nun son yapıtı insanlar arası iletişim konusunda eleştiri ve model önerisi, TV izlencelerine dayalı olarak...


*

Hofstadter, Douglas R.; Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik,

Kabalcı Yayınları, 2001


Matematik (Gödel), Resim (Escher), Müzik (Bach): GEB.

Bu yapıt 1980'de yazılmış ve yapay zeka üzerine bir yaklaşım bence. Ama Hofsadter'in gerçekten zengin birikimini yaratıcılığa dönüştürebilme yeteneği bu yapıtta kendini gösteriyor. O bir yandan da bilim, sanat, evren ve insan ilişkilerini irdeliyor.

Bu yapıtı anlayabilmek için ileri düzeyde kuramsal matematik ve müzik bilgisi gerekiyor. Diğer disiplinleri (bilgisayar ve yazılım, genetik, geometri, fizik, felsefe,vb.) saymıyorum. Ama sezgisel yetenekleri ve genel bir birikimi olan ortalama okur için de yeterince ufuk açıcı...

Baştan bölüm bölüm üzerinde durarak özetlemek ve böylece daha iyi anlamak gibi bir niyetim olmasına karşın şimdi yazma koşullarının yetersizliği nedeniyle bundan vazgeçiyorum.

Yazarın kurgusu (bölümleme, diyaloglar, imge ve değişmecelere dayalı anlatımlar, vb.) yapı kavramını ne denli derinden kavradığını gösteriyor. Yapıt DNA sarmalı gibi kendini bir başka düzeyde sürekli yeniden yapılandırarak ilerliyor. Sonuçta vardığımız yer hem başlangıç noktası, hem de başka bir yer...Zekanın kendini gösterişi bu olsa gerek.

Bu yapıt için şunu öncelikle söylemek isterim: diyalektik sözünü hiç anmadan diyalektik düşüncenin anıtı yaratılmış bu yapıtla.

ABD'li Hofstadter, bazı kavramları eleştirel olarak derinleştiriyor. Bunların başında kapalı, kendine yeten dizge kavramı geliyor. Gödel'in Principia Mathematica (Russell/Whitehead) eleştirisinde çıkış noktası...

Escher'in resimlerindeki yinelemeli ve döngülü yapının üç omurlu bu yapıtta omurgalardan birini oluşturduğunu söylememe gerek yok. Bir diğer omurga ise Bach'ın müziği, özellikle füg ve toccata'lar (Musikalische Opfer)...Bach'ın müziği Escher'in resmine benzer artımlı döngü yapılarıyla yazarın tezini biçim ve içerik olarak destekliyor.

Biçimsel dizge, matematikte anlam ve biçim, resimde figür-zemin ilişkisi ile biçimsel dizgelerde teorem olan ve teorem olmayan koşutluğu, biçimsel dizgelerde simgelerin rolü, yinelgen yapılar, anlamın çözümlemesi, önermeler hesabı ve zen koanları, TNT (tipografik sayı kuramı), vb. birinci bölümün konuları (GEB).

İkinci bölüm ise (EGB) bilgisayar dilleri, beyin ve düşünce, zihin, dizgelerin dışına atlamak, kendine gönderme (self-ref) ve kendini yeniden üretme (self-rep), insan düşüncesini taklit (Church, Turing, Tarski), geçmişte ve günümüzde yapay zeka, garip döngüler ve dolaşık hiyerarşiler (RICERCAR) konularında derinleşiyor.

Hofsadter önsözünde şöyle diyor: "Tek bir tümceyle söylemek gerekirse, GEB canlı varlıkların cansız özdekten nasıl çıktığını söyleme yönündeki çok kişisel bir girişimdir. Kendi nedir ve bir kendi bir taş veya bir çamur kadar kendiliksiz bir şeyden nasıl çıkabilir?" (s.16).

Bu yapit iyi bir sorgulama ve okuyanı mutlu ediyor. Girmediği ilgili bir çok konu olmasına rağmen...

Çevirmenlere (Ergün Akça/Hamide Koyukan) ve Kabalcı Yayınevi’ne son yılların bu yayıncılık olayı için teşekkür borçluyum.


*

Morin, Edgar; Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi,

Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003


Bilgibilimin (epistemoloji) günümüz dünyasında uygulamaya dönük yüzü ve sorunlarını irdeleyen bu küçük yapıtında Morin, bilmenin körlüklerini sıraladıktan sonra (kapalı uzmanlaşma, özellikle sahte akılsallık), akla uygun bilginin ilkelerini temellendirirken bağlam, bütün, çokboyutluluk, karmaşıklık kavramları üzerinde duruyor. İnsanlık durumunu amaca yerleştiriyor ve kozmik kimliğe giden yolu tanımlıyor. Karmaşıklığın bilincinde olma anlamayı öğrenmekte önemli bir aşama ve insan türü için etiğin de çıkış noktası.


*

Bolles, Edmund Blair; Galileo’nun Buyruğu. Ed. Edmond B.Bolles,

TÜBİTAK, 2000


Bilim yazınını, belli bir dizgesellik ve tarihsellik içerisinde düzenleyen yapıt gerçekten öğretici ve tatlar içeriyor. Hem bilim ve araştırmanın yöntemsel gelişmesi örneklendirilmiş oluyor, hem de bilimin kendini ifade biçemindeki olağanüstü seyir izlenebiliyor.

Ayrıca okuyanda merak ve bilimsel serüven duygusunu kışkırtma gibi önemli bir işlev de görüyor ba oylumlu yapıt.


*

Said, Edward; Kış Ruhu, Ed. Tuncay Birkan,

Metis Yayınları, 2000


Said, içinde bulunduğumuz yılda öldü (2003). Yeni okuduğum bu insana saygı duymamak olanaksız. 20.yüzyılın onurunu taşıyanlardan kuşkusuz.

Temel tezi (şarkiyatçı batı emperyal söylemi) çelişik olmakla birlikte doğru ve sarsıcı. Foucault etkisiyle söylemden, söylemin arkasındaki erkten söz etmesi tam da can alıcı nokta. Yazın kuramı eleştirilerine de aynı ruh sinmiş... Her şey söylemdir ve söylem masum değildir.

80'li yıllarda kaleme aldığı yazılardan bir derleme.

Asıl siyaset yazılarını (polemik) bulup okumalı.

‘Son bir gözlemde bulunmak gerekiyor. Gramsci ve Vico'ya göre, yorum bu seküler yatay uzamı, ancak orada bulunan şeylere uygun yollarla değerlendirmelidir. Ben bunu şu şekilde anlıyorum: Bizi hemen tek bir başlangıç noktasına geri gönderen hiçbir açıklama yeterli değildir. Tıpkı hiçbir basit baskın yanıt olmadığı gibi, birbirlerinden kopuk hiçbir tarihsel oluşum ya da toplumsal süreç de yoktur. Bu yüzden, insanın yapıp etmelerindeki heterojenlik, ortaya çıkan sonuçlardaki ve aynı zamanda yorumlama beceri ve tekniklerindeki heterojenliğe denktir. Otorite, düzen ve ayrım varolsa bile, insanlık tarihini düzenleyen hiçbir merkez, baştan verili ve kabul gören hiçbir değişmez otorite, hiçbir sabit engel yoktur. Seküler entelektüel, bir yandan kutsal kökenin namevcudiyetini, bir yandan da tarihsel fiili gerçekliğin karmaşık mevcudiyetini göstermeye çalışır. İşte seküler yorum, dini namevcudiyetin fiili gerçekliğin mevcudiyetine dönüştürülmesidir.’


*

Said, Edward; Freud ve Avrupalı Olan. Ed. Christopher Bollas,

Aram yayınları, 2004


Said'in makalesi Freud'un Yahudilik mitine bakışında Avrupalı olanla olmayan arasındaki çelişkiyi çözümlüyor. Özellikle ele aldığı Freud yapıtı Musa ve Tektanrıcılık. Bu tamamlanmamış son yapitında Freud, Yahudiliğin kurucusunun Avrupa dışından, Mısırlı oluşunu belirtmekte, Yahudi tezlerini sarsmaktadır.

Said'in, her şey politiktir, yaklaşımında sağlıklı ve devrimci birşeyler var.


*

Carr, Edward Hallet; Romantik Sürgünler,

Çiviyazıları Yayınları, 2001


Ağırlıklı olarak Herzen'in, sonra Ogarev, Herwegh, Bakunin, Dolgorukov, vb. nin Avrupa sürgün yıllarının roman kurgusu içerisinde belgesel ve buruk bu öyküsü, türünde bir klasik olmalı. Çok etkileyici ve öğretici bir yapıt.

Bir dönemin ve rüzgarının (romantizm) insanların yaşamları üzerinde ne denli belirleyici olabileceğinin de kanıtı. Onların kişisel dramlarını, tarihsel dramlarından ayırmak olanaksız. Carr bunu çok iyi yakalıyor.

Rus aydınlanması için mutlaka okunmalı.

Çeviri başarısız...


*

Işın, Ekrem; A”dan Z”ye Ahmet Hamdi Tanpınar,

Yapı Kredi yayınları, 2003


Tanpınar'ın yaşamı ve yapıtına belgeli, bilgili bir bakış.


*

Wright, Elizabeth; Lacan ve Postmodernizm,

Everest Yayınları, 2002


Freud'u, feminizmin Freud (fallik) eleştirisini eleştiren yazar, fallik işlevin  her iki cinste de ortaya çıktığını söylüyor. Ona göre kadının bir göstereni yoktur ve bu nedenle  kadın maske aldatmacasına başvurmak zorundadır.


*

Bernheim, Emmanuele; Sustalı,

Can yayınları, 1998


Genç kadın yazar Bernheim Fransız ve kısa romanlar ya da uzun öyküler yazıyor. Nitem ve betimi dışlayan eylem kip ve köklü yalın anlatımı yeterince ilginç, ama denenmemiş değil. Onu güncel yapan şey, kadınlık durumunda sınırdaki kaypaklığı olsa gerek. Bir de değişik anlatılarında sürdürdüğü takınakları (benzer olayörgüsü, tip, görüntü ya da ayrıntılar, bedensel ısı arayışı,vb.) tek bir şeyi ısrarla yeniden anlatmayı denediğini düşündürüyor.  Buna, cinsellik ve özgürlüğün, bırakılma kaygusunun yarı bilinçle, hatta istenmeden (masumca) yaşanması denebilir mi acaba?


*

Bernheim, Emmanuele; Onun Karısı,

Can yayınları, 1998


Yine beklenenin dışında ‘doğalmışcasına’ gelişen bir cinsel arayış... Doktor kadın, erkeğin çekim gücüne kolaycacık kapılır ve bedensel ısıyı bulur, ayrıca biriktirir. Yine bırakılmaktan korkar, bu nedenle de yeni bedenlerin yeni ısılarına açıktır. Çok da masumcadır her şey üstelik.

Korku izleklerine özgü şeytani bir alay var Bernheim'in öykülerinde (özellikle amaçlanmış). Bu açık.


*

Bernheim, Emmanuele; Cuma Akşamı,

Can yayınları, 1998


Yine bir rastlantı (belki arayış), yine erkek, yine erkek bedeninin ısısı ve aynı öykü...Yeni olan sanırım, kadın kahramanın tutumu. Bir geriye dönüşe, nesneleşmeye özlem ve bunun Fransa'da prim yapması...


*

Wood, Ellen Meiksins/Foster, John Bellamy; Marksizm ve postmodern Gündem. Ed. E.M.Wood/J.B.Foster,

Ütopya Yayınları, 2000


Yapıt Wood/Foster derlemesi. Postmodernizm eleştirileri içeriyor marksizm bakış açısı içerisinde.

E.M.Wood, Postmodern Gündem Nedir? derken, T.Eagleton postmodernistleri bir coğrafya ve tarih içine yerleştiriyor.

D. McNally ilginç çalışmasında dil kullanımı ile sınıf savaşımı arasındakı somut ilişkiye işaret ediyor. B.D.Palmer marksist meta-anlatı yaklaşımını eleştiriyor. Mera Nanda (Hindistanlı) postmodernizmin bilim düşmanlığının üçüncü dünya açısından anlamını sorgularken; Kenan Malik, Fanon'a gönderme yaparak batı hümanizminden değişik hümanizmlerin olabileceğini gösteriyor. Carol A.Stabile enfes yazısında postmodernizmle feminizm ilişkisini irdeliyor. Daniel Nugent Meksika'daki EZLN hareketine solun postmodernlik yaftasını yersiz buluyor. Frederic Jameson marksizm üzerine beş tez ileri sürüyor (çok önemli). Ve John Bellamy Foster sonsözü tarihi savunmayla söylüyor.


*

Geçtan, Engin; Hayat,

Metis yayınları, 2002

Geçtan kişisel deneyimleriyle harmanladığı ruhbilimsel yaklaşımlarını yarı bilimsel ve oldukça tehlikeli-kaygan bir zemin üzerinde aktarmayı sürdürüyor.

Usu kavramamış ve yaşamamış toplumumuz için usdışı gizemselliğin kimi kez açıktan, kimi kez çok dolaylı bir biçimde önerilmesi bizi dönüp dolaşıp yine postmodernizmin belirsizlikler alanına bırakıyor.

Ama yeter artık!

Kişisel söylemde geçerli görülen Geçtan biçemi, genellemelerde (dolaylı) gereğinden çok kafa karştırıcı...


*

Geçtan, Engin; Kimbilir?

Metis yayınları, 1998

Geçtan parlak bilimsel bir geçmişten sonra birikimini sorguluyor. Bana kalırsa çağcılötesi (postmodern) söylem ve yeni dünya düzeni onu fena silkelemiş. Bir arayış yapıtı Kimbilir... Daha önce hiç okumamıştım Geçtan. İyi ki de okumamışım. Çünkü kendisi o çalışmalarını çok korteks işi buluyor. Onun peşinde olduğu ise Jung'un arketipleri, doğunun döngüsel zamanı, kuantumun belirsizlik ve öngörülemezliği... Sonunda tüm tanı ve yöntemlere başkaldırırsa çok şaşmam. Ahmet İnam'ın bir başka örneği... (Belki de bir çok kişiyle haksızlık yapıyorum böyle yazarak.)

Yazısı boyunca doğrulara çarpsa da çok kaygan ve boktan bir yer üzerinde durduğunu düşünüyorum. Karşılığında önerdiğim kuşkusuz Cüceloglu'nun yapay dizgeselliği değil...

Puslu mantığı irdelediği bölümde şöyle diyor: "Bana da sorarsanız en iyi yol bir yerden bir yere gitmeyen yoldur, çünkü o 'yol'dur" (s.80)

Geçtan'a göre mantıklı olmakla sağduyulu olmak farklı şey...


*

Öz, Erdal; Cam Kırıkları,

Can yayınları, 2001


2001'in çok beğenilen bu öykülerini çok tutmadığımı belirtmeliyim.

Öz kimseyi takmayan, ama piyasayı (cinsellik) iyi kollayan 'profesyonelliği' ile Türk öykü geleneğine bir şey katmış sayılmaz. Bir iki buluş belki, 'Acı'da olduğu gibi...


*

Atasü, Erendiz; Bir Yaşdönümü Rüyası,

Can yayınları, 2002


Atasü'nün yapıtı neden bende gizli bir düşkırıklığı yarattı? Açık demiyorum, çünkü epey ilerlediğimde bile son dönemin en iyi romanlarından birini okuduğum kanısını taşıyordum.

Kurgudaki çağcıl yetkinlik, birkaç yadırgatıcı (belki yanlış) dil kullanımına karşın etkili sayılabilecek anlatı, içkırılmaların kadınlık yazgısıyla tümlenmesindeki inandırıcılık vb.yi atlayıp beni kuşkulandıran şey, son dönemin yerleştirilmeye çalışılan beylik anlatı kalıplarına ödün verişi miydi?

Herşeyi kapsam alanı içine alma çabası çokkatmanlılık izlenimi vermesine rağmen, okur açısından bir tutarsızlığa işaret olabilir.

Şimdilik, önem verdiğim bir yazar olmasına karşın, ona verdiğimi geri alıyorum.

İzleyeceğim.


*

Atasü, Erendiz; Gençliğin O Yıkıcı Mevsimi,

Bilgi Yayınları,1999

Atasü'nün romanı çok katmanlı bir çözümleme ve sorgulama girişimi. Deneysel bir roman denebilir mi? Neden Türk romanı son yıllarını anlatım teknikleriyle boğuşarak geçiriyor ve içerik-biçim uyumsuzluğunu göze alıyor? Sanki nesnenin parçalanması bitirilmiş de sıra ruhlara gelmiş gibi.  Konumunun (cinsiyet olarak) haklılığı içerisinde gereken zeka ve duyarlılığa sahip Atasü, diğerleri gibi parçalamaya, yok etmeye ve iğdişe yakın duruyor. Özkıyıma yaklaşıyor. O kadar da değil ama. Herşey de gönlümüzce olamaz.

Erkeğin iktidarına kadının katkısını (inanılmaz katkısını) hep merak ettim. Erkeğin iktidarını sorgularken, herşeyi erkeğe bulayıp ateşe atmayalım, derim.


*

Yıldızoğlu, Ergin; Geceyle “Gece” Arasında,

Alkım Yayınları, 2004


Çok sevdiğim bir insan Yıldızoğlu'nun sanırım ilk şiir kitabı, uzun süredir şiir yazmasına karşın.

Ulusötesi birikimi şiirini ulusal sınırın ötesine taşıyor ve dil-ekin çatışması bilinçle seçilmiş bir kozmopolitizme, seçmeciliğe (eklektizm), yırt-yapıştır'a (kolaj) neden oluyor. Bunu anlamak zor değil ama sonuçta ikircikliyim. Behramoğlu'nun dediği gibi parçalı dünyanın evrensel parçalı dili ve şiiri mi bu, yoksa henüz şiir içre aşılamamış bir Yıldızoğlu çelişkisi mi?

Türkçe şiir olarak görmek istediğimde şiiri kaçırıyorum, ama belki bir üst (meta)-dil, anlatı olarak bakmak gerekebilir.

Tevfik Fikret'e, bir ölçüde Mehmet Akif'e, 40 kuşağının pek çok gerçekci yazar ve şairine onu bağlayan güçlü bir damarın da ayrımındayım.

Yapıbozumcu(söküm), ama postmodern kesinlikle değil, bir şiirden söz edebiliriz sanırım.

Kimi dizeler, deyişler, şiirler eşsiz güzellikte ve duyarlı, incelikli bir anlaka ve ahlaka işaret. Bu kadarını yakaladım.

Kozmopolitizm Türkçe dil içi tutarlılığı da etkiliyor ister istemez.


*

Yeldan, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi,

İletişim Yayınları, 2001


Erinç Yeldan'ın (Bilkent Üniversitesi hocası) çalışması doyurucu, enfes bir çalışma, özellikle de bakış açısıyla beni kendine bağladı.

Bir kere konuyu yalnızca birikim ve büyüme açısından değil, bölüşüm açısından irdeliyor ve aptallığın ve aptallaşmanın özürünü kaldırıyor ortadan. Yani ‘bölüşüm ilişkileri belirleyici olarak’ alınmalıdır (s.29)

İkincisi tarihselcilik... Günümüz küreselleşmesi ilkinden farklı olarak eşitsizlik üzerine oturuyor doğrudan. 1970 sonrası küreselleşme, sermaye karını mutlaklaştırıp, önüne dikilen her türlü toplumsal, yönetsel, kültürel kısıtlamayı akıl dışı, çağdışılıkla suçlamaktadır (s.24).

(s.42'de 'kemalist bürokratik kadrolar'ın sınıf ulamları (kategorileri) içerisinde yeralması bir dil sürçmesi mi ola?)

Özünde öykü gelir, bölüşümüne karışan devletin yeni ve uluslararasi finans araçlarına (özellikle 1989'dan sonra) başvurarak büyük sermaye çıkarına düzenleme yapması ve buna bağlı borçlanma krizine, dayanır.

Bir saptama gerçeği ortaya koyuyor: 1980'den sonra ücretler, sabit sermaye, vb. herşey piyasaya bırakılmışken imalat sanayii karlılığında düşmek bir yana yükselmenin görülmesi. Sonuç, sektörel tekelleşme olgusu kırılamamış, mark-up fiyatlama yoluyla maliyetler tüketiciye fazlasıyla aktarılmıştır. Türk imalat sanayi, dışsal şoklara, devletin gücünü arkasına alarak ön savunma aracılığıyla karşı koymuş, kar marjlarını diğer kesimler aleyhine arttırmıştır.

4.bölüm, iktisadi artığın 1980 sonrası nasıl yaratıldığı ve aktarıldığını ve bu süreçte devletin rolünü ayan beyan ediyor. Bankacılık sistemi de bu fotoğrafta doğru yerini alıyor. Sorun, Türkiye’nin, ulusal mali piyasaları yetersiz ve korunmasızken uluslararası spekülatif sermayeye açılmasından kaynaklanıyor. Bankacılık, reel sektöre kaynak aktarmak yerine spekülatif finansman biçimine yöneliyor. Rantiyer tipin ortaya çıkarak etkinleşmesi gecikmiyor kuşkusuz.

Son bölüm, 2000 krizini (arkasından da Şubat 2001 var) irdeliyor. Yeldan'ın uyarıları ve öngörüleri gerçekleşmiştir. Kur çıpası (sabit kur) Merkez Bankasının esnek ve etkin rolünü azaltmış, denetimi elinden kaçıran kamu maliyesi kısa dönemli uluslararası spekülatif sermayenin yıkıcı etkisini önleyememiştir.


*

Hemingway, Ernest; Çanlar Kimin İçin Çalıyor,

Altın Kitaplar Yayınevi, 1992


Mete Ergin'in olağanüstü güzel çevirisinden okundu, ama kötü bir baskıda.

Hemingway'in öykülerinden yanayım, ama bu, özellikle bu romanındaki doruk anlatıları (özellikle iç konuşmalara dayalı, sevi ve politik özeleştirileri aktaran) görmezlikten gelebilirim, anlamı taşımaz. Kuşkusuz öykülerini bile aşan anlatılar sözkonusu bu romanda.

Ama sanki yapıtın anlatı(cı), yapı sorunu var. Odak kayması diyorum ben buna ve okuru alıp götüren paylaşma ve sürüklenme duygusu sarsıntı geçiriyor kimi yerlerde.

Bu, çeviriyle ilgili bir sorun olamaz.

Öte yandan Hemingway'e özgü etik (yiğitlik anlatısı) bu romanın omurgasını oluşturuyor, bu yazarın solculuğuyla ilişkisiz bir şey, gazeteciliği de bununla tam örtüşüyor. Hemingway umutsuzluğa adanmış erkekçe seçimlerin ardındaki gösterişli değil, gösterişten uzak, o biraz Amerikalı buruk trajedinin yazarı. Bu işte insanı (okuru) alıp götüren. Diyalogların yalınlığı ve yineleme de, sabitlenemeyecek bir dünyanın insani bir etkinlikle (konuşmayla) sabitlenmesi gibi sonuçsuz bir çabanın göstergeleri.

Bu roman Hemingway'i ve insanoğlunu anlamak için kesinlikle okunmalı, diyebilirim.

Kusurlu bir başyapıt. İyiliği burada belki de.


*

Hemingway, Ernest; Irmağın Ötesi;

Varlık Yayınları, 1965


Hemingway'in son ve tüm birikimini, duyarlığını içine gömmek istediği (tüm yaşamını mı demeliydim), ama başarılı olduğu tartışmalı romanı, benim açımdan özel ve etkileyiciydi. Yalnızca konuşmalarla ilerleyen, tüm tinsel çırpınışların bu konuşmalarda yansıdığı, dünyanın en yalın ve en karmaşık öyküsünün bilgece betimi, bir aşk öyküsü. Ama aşkın yeniden yorumu, aşılması...

Anıl Meriçelli'nin güzel çevirisinden, bu buruk öykü Hemingway'i anlamak için okunmalı. Hemingway'i yapan bileşim; av, kadın, (vahşi) soyluluk, savaş, vb. ince bir kıyımdan, özkıyımdan geçiyor Irmağın Ötesi'nde...


*

Hemingway, Ernest; İhtiyar Balıkçı,

Varlık Yayınları, 1967


Tamamlanmış, bilinen son yapıtı, uzun öykü, İhtiyar Balıkçı belki de yaratısının da doruğu. Hemingway'in insana biçtiği en temel sınama (insanlık sınavı) av ve av'ın karşısında insanın duruşu, bu yapıtının da ana konusu.

Büyük bir anlatıcı, büyük bir kurgu ustası Hemingway.

İki çevirisi de güzel. Orhan Azizoğlu (Varlık), Ülkü Tamer (Sosyal).


*

Hemingway, Ernest; Güneş Gene Doğar,

Hayat Neşriyat yayınları, 1971


Hemingway okuması.

Bu önemli kült romanıyla buluşabildiğimi sanmıyorum.

Onun, yaşamın karşısında duran savaşcı erkek tutumu baştan soğutuyor beni.

İnsan (erkek) sınav veriyor ve verdiği sırada mutlu. Diğerleri, seyirci olanlar çürüyenler yalnızca.

Bir çürüme ve anlatamama tanıklığı Hemingway'in romanı.

Çok etkilendiğimi söyleyemem, gücü yazınsal değil, daha çok temsil gücünden geliyor olsa gerek.

Hemigway olağanüstü bir konuşturmacı.

Anlatımı eylemli ve eylemci.


*

Hemingway, Ernest; Silahlara Veda,

Altın Kitaplar Yayınları, 1969


Ülkü Tamer'in güzelim çevirisinden şaşırtıcı bir Hemingway savaş romanı. Özyaşamöyküsel bir anlatı. Gerçekte romanın iki katmanı var. Savaş ve aşk. Birinci yarı savaşı, ikinci yarı aşkı önceliyor. Bana kalırsa sıradan aşk öyküsünü anlamlı kılan da savaş ve kendine özgü şiddeti. Ama Hemingway öyle sanıyorum ve herşeye karşın, bir kez ortaya çıktıktan sonra savaşı bir erkekler oyunu olarak görebilirdi, eğer bu savaş kitlesel, kimliksiz, birinci büyük savaş olmasaydı, öznelerin azgınca dışavurduğu bir avcılık oyunu olsaydı.

Böyle olmadığı için savaşa bakışı ve orada gördüğü şey, belki istemeden savaş hakkında söylenmesi ve bu biçimde söylenmesi gereken şey...Kitlesel kıyımda birey bir anda hiçleniyor, yokoluşunu tasarlıyamıyor, önceden yaşayamıyor, kendi korkusunu yaşayamıyor.

Hemingway bence kendi kişiliğini aşıyor bu romanıyla. Çünkü bir sonraki romanı Afrika’nın Yeşil Tepeleri’ni okudum. Orada(ki savaşta) Hemingway kendi oluyor, barışıyor kendiyle. Bir Amerikalı o.

Ikinci bölüm ayrı bir katman. Hollywood'vari bir savaş fonunda aşk öyküsü. Hüzünlü değil, hüzne ilişik...

Hemingway öyle sanıyorum, dünyanın en büyük söyleşme (diyalog) yazıcılarından... Evrensel bir katkı diyebilirim. Kişilerini onun gibi konuşturabilen bir yazarımız var mı acaba?


*

Hemingway, Ernest; İşgal İstanbulu ve İki Dünya Savaşı (BE 10),

Bilgi yayınları, 1988


Yapıt Hemingway'in gazetecilik ürünlerinin derlemesi. İçinde, 1922 işgal İstanbul'undan, 1923 Lozan'dan, 1937 İspanya İç Savaşından, 1922 Paris'inden (Paris Bir Şenliktir), 1923 Almanya'dan,1943 Fransa Çıkarmasından (2. Dünya Savaşı, Dunkerk miydi?), 1944 sonrası Küba, Afrika vb.den gazete yazıları(oldukça kişisel gözlemler, notlar, yorumlar) yer alıyor.

İstanbul'u doğru gördüğünü söyleyemem bu Batılının, bana kalırsa yanlış gördü ve başkalarının da böyle görmesini sağladı.

WASPın arkada, derinde bir yerde baktığını duyumsuyor insan. Bence Hemingway önce Afrika'da, daha çok İspanya'da, ardından Küba'da kendisi oldu. Savaşı (mertçe olan savaşı) sevmekle, savaştan nefret etmek arasında iç çatışmalarından Hemingway dili, biçemi doğdu. Bu biçem belki Amerikan yazınında (nedenleri var) çok az yinelendi, çünkü yaşamını oyuna koymanin büyüleyici dehşetini çok az insan göze alabilirdi.

Bu dilden bence yeryüzünün ideolojik erkekçil doğaları bir yana, en güzel öyküleri ortaya çıkabildi, romandan çok.


*

Hemingway, Ernest; Ya hep Ya Hiç (BE 9),

Bilgi yayınları, 1988


Tarık Dursun K.’nın nefis çevirisinden (sanki Hemingway Türkçe yazmış gibi) Küba-Amerika, insan, silah kaçakçılığı, şiddet, cinayet, başka değil böyle olmaya ilişkin yazgısallık, yine de denemek, iyi ve kötüde mutlakı dışlamak, vb. Üzerine sürükleyici bir Hemingway romanı. Keyifle okunan, biçeminin doruğunda ama içerik olarak Hemingway gerisinde Ya Hep Ya Hiç, belki çok güzel bir Hemingway öyküsü olabilirdi.

Harry kuşkusuz tanıdık ve sağlam bir tip. Hemingway'den en azından birşey taşıyor: Kazanmak için vuracaksın. Ya avcı, ya av olursun. Fazla bir seçimin yok.

Bu roman Hemingway poetikasında deneysel bir çalışma da sayılabilir. Çünkü hiçbir başka anlatısında denemediği bir şeyi burada deniyor, anlatım tekniğinde, yazar, anlatıcı açılarını bölümlerde değiştirerek çoklu bakış açısı sağlamaya çalışıyor. Kuşkusuz ondan sonra bu tekniklerin yetkin örneklerini okuduk. Hemingway'inki bir deneme...


*

Hemingway, Ernest; Afrika”nın Yeşil Tepeleri (BE 2),

Bilgi yayınları, 1992


Fatma Aylin Sağtür çevirisi. Bir de Varlık Yayınları’ndan Filiz Karabey çevirisi birlikte karşılaştırmalı okundu. Sağtür çevirisi hem daha iyi, hem de 4 bölümü de içeriyor, yani tam çeviri. Varlık sanırım 3. bölümü baskıya almıyor. Neden?

Kitabın arka sayfasında ‘ilginç olmadığı için’ açıklaması var ki, bu yaklaşım hiç hoş değil  (3.baskı, 1959), ayrıca da bölüm diğer bölümlerden daha az ilginç değil. Asıl nedense Hemingway'in bu bölümde Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla ilgili sevimsiz bir iki yargıda bulunması. Bence Varlık Yayınevi 1955'den itibaren bu nedenle yapıtı eksik basıyor.

Son dönem yapıtları arasında yer alan Afrika'nin Yeşil Tepeleri tam hemingway'e özgü bir anlatı ve hesaplaşma, özyaşamöyküsel bir anlatı. Orada yazın dünyasıyla hesaplaşıyor yazar ve kendisine yöneltilen olumsuz eleştirilerle, kadın-erkek doğası ve bireysel yaklaşımının erkekçil vurgusundan kaynaklanan uyumsuzluğu ile boğuşuyor, tıpkı dişi için savaşan sürünün egemen erkeği olmak ve böyle görülmek istiyor. Av onun için sürekli bir erkekleşme ritüeli, bunu karısı dahil herkese anlatabildiği konusunda görünürde bir oydaşma varken, gerçekte Hemingway bu umutsuz çabasında her zaman sonuna değin yapayalnız...

Burada haklı olarak daha güçlü bir erkeğe kaptırılan dişinin av katharsisi ile yeniden kazanılması, sahiplenilmesi anlatılıyor.

Feminizm Hemingway'i nasıl değerlendirdi? D.H.Lawrence’da olduğu denli sert mi yaklaştı?


*

Hemingway, Ernest; Kazanana Ödül yok (BE 5),

Bilgi yayınları, 1995


Hemingway'in öykülerinin Türkçedeki yazgısı ilginç. Hemen hemen tüm öyküleri değişik derlemelerle Türkçeye kazandırılmış. Bir kitapta çevrilmiş öykü diğerinde karşınıza çıkıyor, ya da yok.

Hemingway'in öyküleri toplu olarak bakılırsa başyapıt olarak nitelenebilir. Ben en çok sevdiklerime işaret edeceğim:

Dünyanın Başkenti

Fırtınadan Sonra

Temiz ve Aydınlık Bir Yer

Dünyanın Işığı

Denizin Değişimi (Olağanüstü güzel bir öykü)

Hiç Olamayacağınız Gibi

Isviçre'ye Selam (deneysel bir öykü)

Kumarbaz, Rahibe ve Radyo

Babalar ve Oğullar


*

Hemingway, Ernest; Klimanjaro”nun Karları (BE 3),

Bilgi yayınları, 1999


Yine olağanüstü bir öyküler demeti, Aziz Üstel/Neşe Basman çevirisinden. Hemingway, sanırım öykü kitaplarından birinde, her öyküsünün girişine gazetecilik yazılarından kısa pasajlar ekliyor. Bir anlamı olmalı. Belki ortak kahraman Nick=Hemingway'dir bunun nedeni.Öykülerde benim seçtiklerim:

Klimanjaro’nun Karları

Michigan’da (olaganüstü güzel)

Kızılderili Kampı

Doktor ve Doktorun Karısı

Üç Günlük Esinti

Bay ve Bayan Elliot

Yağmur Altında Bir Kedi

Mevsim Dışı

Bizim Peder


*

Hemingway, Ernest; Klimanjaro’nun Karları,

Milliyet+Varlık Yayınları, 1995


Bilgi Yayınevi'nin Klimanjaro'nun Karları baskısında olmayan öyküler:

On Kızılderili

Yine Uzanmış Yatıyorum

Kanarya (olağanüstü güzel)

Başka Bir Ülkede (bir küçük başyapıt)

Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler (Olağanüstü)


*

Hemingway, Ernest; Hikayeler,

Köprü yayınları, 1970

Mehmet Harmancı çevirisinden olağanüstü öyküler (Diğer öykü derlemelerinde olanlar hariç):

Bir Seyin Sonu

Askerin Dönüşü(Savaş karşıtı, olağanüstü bir öykü)

Katiller

Che Ti Dice La Patria?

Sıradan Bir Soruşturma(Olağanüstü güzel)

Bir Alp Masalı

Dövüşçü


*

Hemingway, Ernest; Kadınsız Erkekler,

Adam Yayınları, 1995


Ülkü Tamer'in nefis çevirisinden Hemingway öyküleri. Hemingway'i Türkçeye çevirmek sanırım kolay (?). Diğer derlemelerde bulunmayan öykülerden bir seçme:

Yenilmeyen (Olağanüstü bir matador öyküsü)

Elli Bin Papel

Bir Kovalamaca Yarısı (Olağanüstü güzel)


*

Hemingway, Ernest; Denizin Değiştirdiği,

De yayınları, 1985


Memet Fuat'ın çok güzel çevirisi. Yapıttaki öyküler diğer öykü derlemelerinde yer aldığı için burada seçme yapmıyorum. Ama bu güzelim öyküleri öncelikle Memet Fuat, Ülkü Tamer çevirilerinden okumak gerek.

Hemingway 1898'de Illinois'de doğdu.

1953: Pulitzer

1954: Nobel

2 temmuz 1961: Idaho ölüm (intihar)



*

Caldwell, Erksine; Geride kalan Yıllar,

Varlık Yayınları, 1954


Caldwell'in kendi yazma deneyimini ve yazısının kaynaklarını, okurlarının sorularını da yanıtlama amaçlı olarak, anılaştırdığı Türkçede kısaltılmış yapıt, gerçekci ve solcu Amerikan yazar kuşağının tipik ürünü. Her açıdan tipik: Yazarı oluşturan toplumsal kaynaklar, bunlara yazarın verdiği tepkiler, Amerikan sertliğinden doğan ufuk içre eleştirinin yozlaşma eğilimi, vb… Dizge Steinbeck'i, London'ı, Caldwell'i bence bir biçimde yola getirmiş (bu yazarların suçu değil, benim de çok sevdiğim yazarlar bunlar). Yitik kuşak'ta (Fitzgerald, Hemingway'de pek başarılı olduğu söylenemez sanırım dizgenin, yoksa söylenebilir mi?)

Sonuçta yararlı, önemli bir anı Caldwell'inki...


*

Caldwell, Erksine; Tütün Yolu,

Varlık Yayınları, 1964


Yapıt iki çeviriden okundu: Varlık baskısı M.Zeki Gülsoy'un, Halk El Sanatları baskısı ise Vahdet Gültekin'in. İkisi de başarılı sayılabilecek çeviriler. Caldwell'in ABD Güney’inin beyaz yoksullarının gündelik diline özgü giz, vurgu, argo, vb. Özellikleri az çok yansıtılmaya çalışılmış.

Tiyatrosal uzam’ üzerine romanlarını kuran Caldwell'ın yapıtı bu nedenle oyunlaştırılmaya çok uygun (öyle de olmuş). Tütün Yolu ilk büyük Caldwell başarısı. Öyküleriyle daha yeni yeni tanınıyordu.

1932'de yayınlanan roman ayni zamanda bir tokattı ve anlatılana inanılmadığı için Caldwell ‘Güney’i bir dizi röportajla belgeledi 10 yıl sonra.

Caldwell'ın insanları kendini anlatımda göstermeyen bir karikatürleştirmenin, acı yerginin uçlarda yorumlanmış tipleri. Etkileri buradan. Gülmece duygusu da aynı noktadan fışkırıyor. Ekinsel (kültürel) donanımlarından geri basan insan(oğlu) hayvanlaşıyor Caldwell'de. Ama bence hayvandan daha da aşağı bir noktada demirliyemiyor bile.

Önemli olan bunu konformist noktamızdan (ayrıcalığımızdan) biz okurların kabul edebilmesi.

Caldwell'ın tekniğine bağlı olduğu kadar, bilincimizin arketipler konusunda karanlık noktalarımızda Caldwell'ı doğrulamasına da bağlı olsa gerek (bu) durum.

İnsana tuttuğu ayna dayanılır gibi değil ve küçümsenmiş Caldwell'in büyük değeri de, insanoğlunun nereye değin alçalabileceğine ilişkin ikna edici işaretleri dürüstçe verebilmiş olmasında tüm yapıtlarıyla.


*

Caldwell, Erksine; Din Ticareti,

Varlık Yayınları, 1968


Evrensel zübük tipini Caldwell Amerikan Güney Taşrasında sahte din adamı ile yeniden yaratıyor. Caldwell'ın yakın (dogrudan) tanıklığının ürünü olan etkileyici yapıt iyilik ve kötülüğün en ilkel yaşama koşullarında nicel ve nitel olarak ne derece yalınlaşabileceğinin de kanıtı.

Caldwell'ın evreni minimalist bir evren. Doğal gereksinimlerine indirgenmiş insan herhangi bir değeri taşıyamıyor, genellikle kendi doğasının bile gerisinde kalıyor.

Caldwell'ın tüm anlatılarının en belirgin özelliği Amerikan oluşları, Amerikalılıkları.

Amerika'ya başlamak için Caldwell kesinlikle es geçilmemeli.


*

Caldwell, Erksine; Temmuz Vakası,

Varlık Yayınları, 1951


Caldwell'ın bir başka büyük kısa romanı. Amerika'nın derinliklerine (insanın derinliklerine) bir başka yolculuk. Sanırım Caldwell ABD ve Avrupa'da derinlikten yoksun, sığ bulunmuş, o nedenle ikinci sınıf yazar olarak değerlendirilmiş. Bundan kuşkuluyum, en azından iki savaş arası yapıtları açısından.

Temmuz Vakası ırkçılık sorununu kimseyi yüceltmeden, özellikle aşağılamadan, olduğu gibi veren güçlü anlatılardan.

Koşullu, önyargılı Caldwell tipleri kendileri gibi yapıp ediyorlar. Caldwell küçücük çıkarlardan ne büyük toplumsal devinilerin doğabileceği konusunda güçlü bir gözlemci.

Onun en değerli yani öyle sanıyorum tanıklığı ve değerler çarpıtmasını hep kenarda tutabilmesi. O açıklamaları anlatısına katarsa herşeyin ve herkesin haklı olabileceğini biliyor. Minimalizmi buradan (geliyor) zaten...

Bu bir tutumdur. Okura saygı diyorum ben buna.


*

Caldwell, Erksine; Bir Garip Zenci,

Varlık yayınları, 1975


Twain'vari taşra yaşamından bir çocuğun tanıklığıyla anı-izlenimler olarak kurgulanmış bu uzun öykü hoş olmasına hoştu, ama inanılmaz dizgi yanlışlarıyla (başka bir baskısı bulunabilir) kitap okunmazlaşmış.

Yine Caldwell'ın uzamı, insanları, konuşmaları, eyleme karşı gevşek duruşları.


*

Caldwell, Erksine; Belalı Yer,

Oda Yayınları, 1981


Belalı Yer yine Caldwell'in kapanmış bir fabrikanın işsizlerini konu aldığı, yoksulluğun tüm değerleri hiçlediğini kanıtladığı bir başka etkileyici romanı.

Acaba Caldwell'in hiçlenen değerler dizgesi Caldwell açısından, savunulabilir değerler mi? Yanlışlık nerede? Değerler nasıl, nereden sorgulanmalı? Matematiksel kesinlikle yoksulluk bir değerler istifası getirir mi?

Caldwell bence insanların pek de yüzleşmek istemeyeceği bir soruyu ısrarla (tekrar tekrar) ele alıyor.


*

Caldwell, Erksine; Allaha Adanan Toprak,

Remzi Yayınları, 1949


Daha sonra Tepedeki Ev'i okumasaydım belki de Caldwell'ın en iyi romanı derdim bu kitap için. Ty Ty Walden'in kendi arazisinde oğullarıyla birlikte altın arayışının trajikomik öyküsü ABD'de yargı konusu oldu.

Acaba cinsellik boyutu mu, işçi direnişi miydi yargıya giden tartışılabilir.

Ama bence romanın önemi tezinden geliyor. Damat Will'le simgelenen irade gücü, istem aşkın yasasına dönüşüyor ve yüceltiliyor. Ty Ty'ın kızlarından biriyle evli ve diğer iki güzel kızı ve geliniyle de yatan Will için, kızlar; 'hiç kimse bizi böyle istemedi', diyorlar. Bilge Ty Ty bu tezi dile getiriyor.

Güzelliğe tapınmalı, onu arzulamalı ve açıklamalı.

Bu.


*

Göktulga, Fahri Celal; Bütün Hikayeler, Ed. Mustafa Baydar,

Cem Yayınları, 1973


Ruh hekimi Fahri Celal'in tüm öyküleri: Talak-i Selase, Kına Gecesi, Eldebir Mustafendi, Avurzavur Kahvesi, Rüzgar, Portreler.

Türk yazını içinde bir yer edinip edinmediği konusunda kuşkuluyum. Ama Orhan Kemal'lere yolu açanlardan olabilir. Diyalog, yaşamdan sahneler, sokaktaki insan....Yer yer çok başarılı öyküler de sözkonusu.


*

Atay, Falih Rıfkı; Çankaya 1,2,3,4,5,

Cumhuriyet Yayınları, 1999


Bu Cumhuriyetimizin önemli yapıtı için çok geç bir okuma... Duyarlı, çoşkulu ve içten. Kuruluş’un somut, etkileyici öyküsü. Ders kitabı olarak okutulmalıydı.


*

Atila, Fatih; Ölü Canlar,

Can yayınları, 2003


Fatih Atila'nın Sivas Olayları’nı odağa alan içburkucu romanı ulusal sınırları aşan bir duyarlık getirmekle kalmıyor, şeriatçı bir kalkışmaya da indirgenemeyeceği yönünde yaklaşımlar içeriyor. Yalın bir dil, yazınsal tadı eksiltmiş diyebiliriz. Ilginçti. Gogol'e, Puşkin'e göndermeler sözkonusu.


*

Andaç, Feridun; Adalet Ağaoğlu Kitabı,

Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000


Ağaoğlu'nun poetikası doğrudan ya da dolaylı olarak ortaya çıkıyor böylelikle ve bu, soruları hazırlayan Andaç'ın başarısı değil.

Ağaoğlu'nu ilk selamlayan ve yüceltenlerden biri (bir okur) olarak Üç Bes Kişi'den sonra onunla yollarımız ayrıldı. O da söylemi (tarihsel) gerçeğin yerine geçirerek çarpık bir bakış açısı içine yerleşti. Bence Türk yazınındakı postmodernizmin öncüsüdür ve Orhan Pamuk, Ahmet Altan, vb. ile sürmüştür.

Kendi kişisel tarihindeki 'yersizliği'ni ulusal tarihe genellemekte çok tezcanlı davrandı Ağaoğlu. Biraz onda Halide Edip'in doyumsuz, isterik ırasını (karakter) görür gibi oluyorum.

Fikrimin İnce Gülü düzeyinde (belki Bir Dügün Gecesi) bir daha ürün veremedi. Bir Düğün Gecesi’ndeki Aysel'in (akademisyen ve cumhuriyet kuşağından) 68 kuşağından bir öğrencisinin altına yatmasındaki çağrışıma vurgusu bana komik geldi nedense (s.65)


*

Savater, Fernando; Yaşam Soruları,

İletişim Yayınları, 2001


Savater'in bu felsefeyi gençlere sevdirmeye yönelik nefis yapıtı neden felsefe sorusunu yanıtladıktan sonra ölüm'le başlıyor anlatısına. Us'dan ben'e, simge’den evren'e, özgürlük’ten doğa'ya, toplum'dan güzellik'e ve oradan zaman'a bir yolculuk yapıyor. Bir tek alıntı:

"Niçin, içinde bulunmadığımız ölüm, bizim için, içinde bulunduğumuz yaşamdan daha önemli olsun?" (s.298)


*

Naci, Fethi; Reşat Nuri”nin Romancılığı,

Oğlak Yayınları, 1995


Kendisine, emeğine büyük saygı duymakla beraber, Türk Yazını’nın (akademi içi ve dışı) Fethi Naci'ye yargılı ve yazgılı olmasını hiç bir zaman sindiremedim. Fethi Naci, Türk yazınının kaba (vulger) bir indirgemesi. Beylik yargı cesareti sanırım yıldırıyor. Birikimsizliği cesaretini çoğaltıyor ve bu da yaygın korkunun kaynağı... Türk yazın eleştirisi geleneğinin haydut bireşimi (sentezi) Naci bana kalırsa.

Türkiye'de ne kadar futbol varsa o kadar edebiyat var, demesi doğruydu ve ondan beklenirdi.

Gerçekciliğe giden yolda iyiniyetli, ama yetersiz bir Güntekin portresi var onda. Vahşi kapitalizme karşı, ama sevgi, şefkat, iyilik, vb. kavramlara sığınan bir Güntekin. Yani ‘toplumcu değil’.

Toplumcu olmayan yazar iyi olamaz mı ya da tersi...


HARABELERİN ÇİÇEĞİ (1918): Melodram ağırlıklı, ilkel bir roman (s.27).

GİZLİ EL(1920): Zayıf, paramparça bir roman...(s.40)

ÇALIKUŞU(1922): Okurun nabzına göre şerbet veren ilkel bir roman (s.76)

DAMGA(1924): Sıradan...En zayıf romanlarından biri... (85)

DUDAKTAN KALBE(1924): Pembe dizi için elverişli...(s.103)

AKŞAM GÜNEŞİ(1926): İlk 6 romanından en başarılısı..(s.105). Hala genç ve diri...(s.116)

BİR KADIN DÜŞMANI(1927): Mektup biçiminde tek romanı...Balzac'ın Yeni Gelinin Anıları'ndan esinlenmiş...(s.127)

YEŞİL GECE(1928): Edebiyat açısından başarısız, bildirisi bakımından tutarsız...(s.137)

ACIMAK(1928): Şematik bir roman (s.140). Bürokrasiye yönelik eleştirileriyle bugün de okunabilir...(s.148)

YAPRAK DÖKÜMÜ(1930): İlginç, ama başarılı olduğu söylenemez. Basit...Kolay bir kurgusu var. (s.151)

KIZILCIK DALLARI(1932): Kişilerden çok tipler var...Unutulmaz, nefis bir röportaj...Belgesel nitelikle yaşayacağa benzer. (s.159)

GÖKYÜZÜ(1935): Her Türk aydınının kendisiyle hesaplaşması için bu romanı okumasında yarar var (s.169)

ESKİ HASTALIK(1938): İlginç, ama az tanınan ve okunan...(s.187)

ATEŞ GECESİ (1942): Reşat Nuri'nin en güzel aşk romanı (s.187). En güzel romanı (s.202)

DEĞİRMEN (1944): Reşat Nuri romancılığında önemli bir yeri yok (s.204)

MİSKİNLER TEKKESİ (1946): reşat Nuri'nin en başarılı romanlarından biri (s.206). Üçüncü bölümdeki romancı yanılgısı olmasaydı Türk romanının en önde gelen örneklerinden biri olurdu (s.208).

KAVAK YELLERİ (1950): Betimleme, eleştirinin ta kendisi (s.220). Gereksiz ekle (2.bölüm) dolu (s.235). Reşat Nuri'nin roman yapısı diye bir sorunu yok (s.239). Reşat Nuri'nin kolay kolay eskimeyecek romanlarından...(s.243).

KAN DAVASI (1955): Roman yapısından yoksun, biçem birliğinden de...(s.245).

SON SIĞINAK (1961): İnkilaba bir ağıt (s.277).


*

Naci, Fethi; Bir Hikayeci: Sait Faik,

Gerçek Yayınları, 1990


Fethi Naci'nin Sait Faik'le ilgili ilginç bir saptama da yapan derme çatma çalışmalarından biri daha. Naci'de hoşlanmadığım, dizgesizliği. Birkaç parlak buluş herşey demek değil.

Sait Faik'i satırı altına yatırıp ilk ve sonraki Sait Faik diye ikiye bölünce kendisi ve benzeri okurlar epeyce rahatlıyor olmalı.

Sait Faik eleştirisini bulmuş değil hala bence.


*

Kazan, Frances; Halide Edip ve Amerika,

Bağlam Yayınları,1995


Halide EdiPin Amerikan dünyasıyla ilişkisini anlatan ve çok da ilginç bilgiler eleveren bu doktora çalışmasının ne söylemek istediği (tezi) biraz bulanık.


*

Xingjian, Gao; Ruh Dağı,

Doğan Yayınları, 2002


2000 nobelini alan Çinli (?) yazar Xinglian'ın ilk romanı (1995).

Bir yanıyla büyük, kendini tümleyen; diğer yanıyla da sıradan, kendini sürekli çözen bir roman Ruh Dağı. Büyük esinler taşır gibi görünürken okurunu süreklı yanıltan dönek bir yapısı var romanın.

Romanı oluşturan parçalar okurun Çin dünyasına ilişkin esiniyle tümlenebiliyor ve yapıtın yazgısı bu esine bağlı.

Böylece resimsel imge yapıtın temeline oturuyor (kurucu imge). Gao aynı zamanda ressam.

Ve Çin'in görkemli eş ve ardzamanlı öyküsü (mitolojiler, anlatılar, dinler, uydurulmuş öyküler, coğrafya, arayış, kutsal dağlar, sülaleler, kültür devrimi, yıkımlar, vb.) bir çağrışımlar ve kurgular zinciri içerisinde kişisel içedalışın, içsel arayışın bölük pörçük öyküsüne dönüşüyor.

Öte yandan çağcıl, Batı insan ilişkileri modeli de genel öykünün içerisinde yazarın kişisel (ben-sen-o yansıtmaları içre) serüvenine ekleniyor.

Olmayan yerini arayan (Ruh Dağı) bir tür olumsuz (negatif) Ahab, Gao Xinjian. Ne doğulu, ne batılı...

Ama sanki Batının kendisinden ne beklediğini anlamış...


*

Gamov, George; Bay Tompkins”in Serüvenleri,

Evrim Yayınları, 1998


Gamov'un bazı bakımlardan eskimiş yapıtının amacı, modern fizik kuramlarını halka öyküleme tekniğiyle anlatmak... Ama ölçek ve öykü biraz abartılı tutulunca öğrenilmesi gereken şey arada biraz ezilmiş gibi... Sevdiğimi söyleyemem.


*

Myerson, George; Ekoloji ve Postmodernizmin Sonu,

Everest Yayınları, 2004

Günümüzde ekoloji ve küresel çevre bağlamının getirdiği yeni büyük anlatının postmodern savı çürüttüğünü ileri sürüyor Myerson haklı olarak. Önemli bir yazı.


*

Ritzer, George; Toplumun McDonaltlaştırılması,

Ayrıntı Yayınları, 1998


Ritzer'in McDonaldlaşmayı kapitalist üretim ve pazarlamanın yeni bir görünümü (?) olarak ele alması ve eleştirmesine katılıyorum ama sonrasına, postmodernist-yarı mistik akılcılık eleştirisine buradan geçişine fena tutuluyorum. Eh, McDonald 'aklın tezahürü' olunca (ama hangi hokus pokusla oluyor bu?) McDonald bahanesiyle vur abalı akla. Ayrıntı Yayınevinin işlevi bu: solcu sağcılık.

Büyük ölçüde Weber'in aklın baskıcı temsili olan bürokrasi eleştirisine yaslanan ABD'li Ritzer, sınıf ve ideolojiler üstü (!) bir salgın gerçek konusunda herkesi uyarıyor. Hatta giderek akıl=nazizm=bilim gibi eşitlikler de kurmaktan geri durmuyor yarı gizli.

Aklın nitelikleri eğer verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetimse işte McDonald!  Ama her niteliğin kendi karşıtını, aklın akıldışıyı bağrında yuvalaması kaçınılmaz.

Ritzer bu süreç büyüyerek sürecek diyor umutsuzca. Çözüm için yerel, bireysel seçenekler üzerinde durması çok doğal. Özsaygısını korumaya çalışan özgür (!) direnişçi...Hepsi bu. Anlaşılan yel güçlü esti ve Marx'ın geri-ötesine düşürdü birçoğunu.

Kowinski, içlerinde  her zaman fast-food restoranları bulunan alışveriş merkezlerinin, insanların modern "tüketim dinleri"nin ibadetini yerine getirmek için gittkleri modern "tüketim katedralleri" olduğunu ileri sürer. (27)

McDonalds modelinin başarısı, birçok insanın sürprizlerin daha az olduğu bir dünyayı tercih etme noktasına geldiğini düşündürüyor. (36)

Zamanla kaçış yollarının kendileri de akılcılaşmış (...) (51)

Otomobil ihtiyaçlarıyla  banliyö sakinleri, fast food restoranları için doğal bir oluşumdu ve hala da öyledir. (60)

Gerçekten verimli ve gerçekten ucuz değilse, o halde McDonaldlaştırma, daha özele inersek fast-food restoranı insanlara ne verir? Neden dünya çapında bu kadar başarı kazanmıştır? Bunun bir nedeni , McDonaldlaştırmanın verimlilik ve tutmluluk yanılsaması yaratmasıdır (185)


*

Corm, Georges; Doğu-Batı Hayali Kırılma,

Metis Yayınları, 2003


Doğu-Batı sorunsalını postmodern paradigma içerisinde akıl düşmanlığı yaparak irdeleyen bu Lübnan eski bakanı yanlış sularda yüzüyor.


*

Jean, Georges; Yazı İnsanlığın Belleği,

Yapı Kredi Yayınları, 2002


Büyük hoşlukla okunan, Yazı'nın insan geçmişi boyunca serüvenini, bol görüntü eşliğinde sunan yapıtın Fransa'da özgün baskısı 1987'de yapılmış.


*

Bessiere, Gerard; İsa beklenmedik Tanrı, Ed. Orçun Türkay;

Yapı Kredi yayınları, 2001


Son derece öğretici bir kitap...Hristiyanlık ve İsa hakkında bir şey bilmediğim ortada... Özellikle kitabın Tanıklıklar ve Belgeler bölümü çok iyi...

Zengin görsel malzeme...


*

Nerval, Gerard de; Aurelia: Rüya ve Yaşam,

Cumhuriyet Yayınları, 2001


Kendini köprü üzerinde asan Nerval'in çılgın düşlemlerinin tanıklığı, sanrılar, düşün yaşamla birbirine karışıp eridiği çizgi...


*

Deleuze, Gilles; Proust ve Göstergeler,

Kabalcı Yayınları, 2004


Deleuze'ün bu sıkı Proust okuması (belki de böylesi parmakla sayılacak denlı azdır ve zorlandım) yapıtın tümüne dönük bir çözümleme sayılmasa da gerçekte olmayan kilitini bulgulama girişimi sayılabilir.

Proust'un yapıtına, yöntemini araştırmasının (yapıtının) sonunda ortaya çıkaran bir felsefesel çıraklık süreci olarak bakan Deleuze, sosyete (boş), aşk, duyumsanabilir nitelik ve izler (daha somut), sanat göstergeleri avcılığıyla Platon'un idelerine, öz'lere ulaşmak değil, bu özleri ortaya koymak, çıkarmak yönündeki Proust çıraklığının (arayış) gerçekte bellek, hatta istemdışı bellek arayışı değil bir hakikat arayışı olduğunu belirtiyor başta. Öte yandan kayıp zaman yalnızca geçmiş zaman değil, boşa harcanmış zamandır da. 'Kahraman belli bir anda belli bir şeyi bilmiyordu, daha sonra öğrenecekti'(11). Göstergeler dizisi üzerinden arayış ise sarmal bir devinimdir, öncekini içerir ve aşar.

Sosyete göstergeleri içi boş, biçim götergeleri iken, aşk göstergeleri seven ve sevilen açısından farklılaştırıcı zorlamasıyla kuşku ve kıskançlık yaratır. Cinsiyet çatallaşması da aşkın bir diğer çıktısıdır. Aşk göstergeleri sakladıkları şeyi gizleyerek yalan'ı doğurur ve yayılan aldatıcı göstergeler (bizi dışlayan dünya) gomorra'yı getirir. Sodom'u bir başka ilişki bağlamında tersinden okuruz. Duyumsanabilir göstergeler kendi içlerinde yeterli olmasalar da, boş da değildirler. Maddidirler (ne yazık ki). Arayış onlarla bitmez, aracılık ederler, taşırlar. Çünkü maddi anlam canlandırdığı ideal bir öz olmadan hiç bir şeydir (21).

Deleuze Proust'a özgü hakikat arayışının kendisini istemdışı göstergelerde ele verdiğini belirtir. Hakikat düşüncedeki bir şiddetin sonucudur. Apaçık ve uzlaşımsal anlamlamalar asla derin olamazlar (24). Hakikatı aramak aslında yorumlamak, deşifre etmek, açıklamaktır (25). Öğrenme, her zaman nesnel içeriklerin özümsenmesiyle değil de, zamanın boşa harcandığı göstergeler aracılığıyla olur. (30). Soru: boşa harcanan zamandan, kayıp zaman'dan hakikat nasıl çıkarılabilir? (31). Neden bunlar Proust'a göre 'aklın hakikatleri'dir? Sosyete göstergeleri kayıp zamanı şart koşar, aşk göstergeleri kayıp zamanı kuşatır, duyumsanabilir göstergeler kayıp zamanın tam ortasında zamanı yeniden yakalamayı sağlar, sanat göstergeleri ise tüm diğer zamanları içeren yakalanan bir zamanı, asal zamanı verir (33). Yakalanan zaman ise boşa harcanan, kayıp zamanı etkiler.

Göstergenin nesneden türüyormuş gibi göründüğü ilineksel bağ yanılsamadır. Nesnenin düşkırıklığının üstesinden öznenin telafisiyle geliriz (44). Sosyete, aşk, duyumsanabilir göstergeler bizlere özü veremez, yaklaştırırlar. Bizse her zaman nesnenin tuzağına, öznelliğin ağına düşeriz. Özler yalnızca sanat düzeyinde açınlanır (ve sonuldur-yaratılmış). Ama bir kez ortaya çıktılar mı tüm diğer özleri etkiler (yerinden oynatırlar), önceden canlandıklarını, orada olduklarını öğreniriz. (46).

Hayatta karşılaştığımız bütün özler, sanattan farklı olarak maddi göstergelerdir (49). "Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabiliriz, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu alemde neler gördüğünü öğrenebiliriz; aksi takdirde bu alemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür" (Proust, Yakalanan Zaman,s.203). Sanatın yakaladığı, ebedilikle özdeş, özün içinde sarılı biçimiyle zaman'dır ve onu yakalayan sanatçı-özne'dir. Yalnızca sanat yapıtı zamanı bize tam anlamıyla yakalattırabilir (54). İstemdışı arketipler ve bilinçdışı temaların önemi buradadır. Sanat maddenin hakiki bir dönüşümüdür. Madde orada manevileşir ve maddenin bu dönüşümü işlemi, 'üslup'la koparılamaz biçimde birleşmiştir. Öz dünyanın bir doğuşu, üslup ise insan değil, özün kendisidir (56). Sanat yapıtı: üslup olarak göstergenin, öz olarak anlamın özdeşliği... Bu nedenle sanat, dünyanın gayesi ve çırağın bilinçdışı hedefidir (58).

Hayattan üstün olan sanat, istemdışı belleği temel almaz. İmgelemi ve bilinçdışı figürleri bile... Sanat göstergeleri özlerin yetisi olarak saf düşünceyle açıklanır (62). Bergson'un görüşü Proust'unkiyle süre değil, bellek düzeyinde örtüşür. Geçmis olup bitmiş bir şeyi temsil etmez, tersine yalnızca olmuş ve şimdi olarak kendisiyle birlikte varolan bir şeyi temsil eder (65). Proust'un sorgusu buradan sürer: kendi içinde korunduğu biçimiyle geçmişi kendimiz için nasıl kurtarabiliriz? (66). İstemdışı bellekte temel olan, içselleştirilmiş olan içkin farklılıktır. Olup bitmiş olan bütün geçmişten, olmuş olan bütün şimdiden daha derin geçmişin kendi içindeki varlığı. "Saf haldeki küçük bir zaman dilimi", yani yerelleştirilmiş zamanın özü (68). İstemdışı belleğin duyumsanabilir göstergeleri sanat göstergelerinden daha aşağıdadır, gösterge ile özün kusursuz özdeşliği kaybedilmiştir. Bizi sanata hazırlamak için hayatın çabasını temsil ederler (71).

Öz, sosyete ve aşk göstergelerinde canlanabilir, ama zorunlu olarak, dizisel, genel bir biçim altında bunu yapar. Öz her zaman farklılıktır (81) Genelleme ise iki şey gösterir: terimleri farklı olan bir ya da çok dizinin yasası, ya da ögeleri birbirine benzeyen grubun özelliği.

Göstergeler sistemindeki çoğulculuk çift yönlülükten kaynaklanır: Bir yandan farklı dizi ve gruplar içinde göstergelerin bulunduğu noktadan bakış, diğer yandan göstergeleri sonul açınlama bakımından değerlendirme (90). Sosyete göstergelerinde zaman boşa harcanır, bunlar boştur ve gelişmelerinin sonunda dokunulmamış ve özdeş kalırlar. Aşk göstergeleriyle daha çok kayıp zamanın içindeyiz: kişileri ve şeyleri bozan ve bunları geçici kılan zaman.. Duyumsanabilir gösterge zamanın yeni bir yapısını sunar: Ebedilik imgesi olan, kayıp zamanın tam kalbinde ele geçen zaman. Ve sanat göstergeleri: yakalanan zamanı tanımlar: mutlak ilksel zaman, anlamı ve göstergeyi birleştiren gerçek ebedilik (93). Sanatın ilksel zamanı bütün farklı zamanları biniştirmiştir, sanatın mutlak Ben'i de bütün farklı Ben'leri sarar (94). Arayışta esas olan bellek ve zaman değil, gösterge ve hakikattır. Esas olan anımsamak değil, öğrenmektir. Bellek belli göstergeleri yorumlayabilme yetisi olarak geçerlidir, zaman da belli bir hakikat türü veya maddesi olarak geçerlidir (97). Arayışın leytmotifi: ‘Henüz bilmiyordum, daha sonra anlayacaktım; aynı zamanda da öğrenmeyi bıraktığım andan itibaren ilgilenmiyordum.' (97).

Yakalanan zamanın ana teması şudur: Hakikatı arayış istemdışının kendi macerasıdır. Düşünce, düşünmeye zorlayan ve düşünmeye bir şiddet uygulayan bir şey olmadan bir hiçtir. Düşünceden daha da önemli olan "düşünmeye iten" şeydir; filozoftan daha önemli olan şairdir... Yakalanan Zamanın leytmotifi zorlamak sözcüğüdür: bizi bakmaya zorlayan izlenimler, yorumlamaya zorlayan karşılaşmalar, düşünmeye zorlayan ifadeler. (100) Gösterge düşünmeye zorlar. Gösterge bir karşılasmanın nesnesidir; karşılaşmadaki olumsallık, düşünme gerekliliğinin kesin güvencesidir.(102) Düşünmek yorumlamak, çevirmektir. Özler hem çevrilecek, hem de çevirinin kendisi, aynı anda gösterge ve anlam... Öz, bizi düşünmeye zorlamak için göstergeye sarılır, zorunlu olarak düşünülmüş olmak içinde anlamın içinde açılır. Her yerde hiyeroglif vardır; ki onun ikili sembolü karşılaşmanın rastlantsallığı ve düşüncenin zorunluluğudur: "beklenmedik ve kaçınılmaz" (107).

Proust'u Henry James'e yaklaştıran bakış açısı, sanat yapıtının farklı, özgün bir dünya oluşturması (116). Göstergelerin dili artık varlığını sürdüren bir logos'a dayanmaz. Referanssız malzemeyi deşifre edebilecek tek şey sanat eserinin biçimsel yapısıdır.(120) Herhangi bir şeyin "açıklaması" bir anlamda ben’in dirilişidir.(126) Bizlere sunulan bir bütünlük ya da ebedilik değil "saf halde birazcık zaman", yani bir parçadır... Parçaları parçaların içine koyarak Proust, bu parçaların türeyecekleri bir birliğe ya da bu birliğin kendisinin türeyeceği bir birliğe gönderme yapmadan hepsini düşünmemizi sağlar.(129) Ve mikroskop değil, teleskoptur Proust'un başvurduğu: logostan arınık dünyada yasa, parçaları tek bir bütünde birleştirmekten, yakınlaştırmaktan uzak, bağlantısız kaplar arasında yalnızca akla aykırı iletişimler, her tür bütünleştirmeye direnen kutular arasında çapraz kesişen birlikler kurarak, başka bir dünyanın parçasını zorla bu dünyaya sıkıştırarak, mesafelerin sonsuz boşluğuna farklı dünyaları ve bakış açılarını firlatarak bu parçaların aralığını, uzaklığını, mesafesini, bölmelere ayrılışını ölçen...(151).

Arayış bir araç (teleskop) olduğunca bir makine’dir (152) Önemli olan sanat eseri makinasının çalışmasıdır.(153) Modern sanat eserinin anlam sorunu yoktur, yalnızca kullanım sorunu vardır.(154) Nihai büyük sistemleştirme üç hakikat düzeyi ayırır. Birinci düzey, anımsamalar ve özlerle (tikellikle) ve bu üretimin koşulları ve eyleyenleriyle (doğal ve sanatsal göstergeler) tanımlanır. İkinci düzey, kendi içlerinde kendi bolluklarına sahip olmayan, başka şeylere, kayıp zamanın göstergelerine müdahale eden, genel yasalara uyan her şeye gönderme yapan acıları ve hazları gruplaştırır. Üçüncü düzey sanatla ilgilidir, ama evrensel bozulmayla, ölümle ve ölüm düşüncesiyle, yıkımın üretimiyle (yaşlanma, hastalık, ölüm göstergeleri) tanımlanır. Birinci makina türü tınlamalar, herşeyden önce kısmi nesnelerin üretimiyle tanımlanır (uykunun rüyaları gibi). İkinci makina türü tınlamalar, tınlamaların etkilerini üretir. En ünlüleri de şimdi ve daha önceki iki an arasında tınlama olıuşturan istemdışı belleğinkilerdir. Üçüncü makina türü tınlama ise sanatın belleğe ait olmayan üretimidir.(159) Tınlama makinasının tınlama süreci tarafından üretilen şey de tikel özdür, birinden diğerine giden çağrışımsal zinciri kırarak tınlayan iki an’a göre üstün olan Bakış açısıdır: özünde, yaşanmadığı biçimiyle Combay; bakış açısı olarak, hiç görülmemiş biçimiyle Combay.(160) Sözü edilen edebiyat etkisidir (Makina çalışıyor). Proust sanatın bir üretme makinası, özellikle de belli etkiler üretme makinası olduğunun farkındadır. Başkalarını etkiler, okur ya da izleyici de kendi iç ve dışlarında sanatın oluşturabildiği etkilerle benzeş etkiler  üretmeye başlayacaklardır... Kendi etkilerini kendi içinde ve kendi üzerinde üreten ve bunlarla kendini dolduran, bunlarla beslenen sanat eseridir; sanat eseri doğurduğu hakikatlerle beslenir.(161) Üretmek, keşfetmek ve yaratmaktan farklıdır ve arayış, şeylerin gözleminden ve öznel imgelemden peş peşe vazgeçer... Ve öykülemeci, tınlamanın kendisinin bile üretilebileceğini…fark eder.(162) Sonunda sanat doğaya birşeyler ekler: sanatın kendisi tınlamalar üretir, çünkü üslup, bilinçdışı doğal bir ürünün belirlenmiş koşullarının yerine, sanatsal üretimin serbest koşullarını koyarak herhangi iki nesne arasında bir tınlama elde eder ve bunlardan "değerli bir imge" çıkar (163). Proust'un sanatsal makinası Joyce'un epifani makinasıyla karşılaştırılabilir. Özetle Arayış, üç makinayı seferber eder: Kısmi nesneli makinalar (itkiler), tınlama makinaları (eros), dayatılmış hareket makineleri (Thanatos). Bunların her biri hakikatler üretirler, çünkü üretilmek ve zamanın bir etkisi olarak üretilmek bir hakikate bağlıdır: Kısmi nesnelerin parçalanmasıyla kayıp zaman; tınlamayla yakalanan zaman; dayatılmış hareketin erginliğiyle başka bir tarzda kaybolmuş zaman, buradaki kayboluş, esere geçmiş ve onun biçiminin koşulu olmuştur.(168)

Sanatın birliğini ne oluşturur? Tanrı değil, öncel birlik. Bu makinelerden elde edilebilir. Balzac bu sorunu ortaya koyabilmiş, yeni bir sanat eseri tarzını var edebilmiştir. Balzac'ın yapıtında birlik öncel değil, sonuç olarak ortaya çıkmıştır ve kitaplarının bir etkisi olarak Balzac tarafından keşfedilmiştir, sonradan elde edilen bu birlik sahte değildir, sonradan kurulduğu için daha gerçektir.(172) Bu Balzac'ta ve Proust'ta üslupsuzluk anlamına gelir mi? Hem Balzac'ta hem Proust'ta yerdeğiştirmelere rağmen (hayvan yerine bitki, ortam yerine dünya, karakteristik yerine öz, dahice sohbet yerine sessiz yorum) korunan şey, özellikle bütün ve uyum konusunda kaygılanmaksızın 'korkutucu karışıklık'tır (174). Demek birliği sağlayan üslup değil, zaten başka yerden gelir. Öz de değil, çünkü bakış açısı olarak öz sürekli parçalayıcı ve parçalıdır. O zaman bu çok özel birlik tarzı nedir? Şu: kaosun çokluğuna indirgenmiş bir dünyada başka bir şeye gönderme yapmamasından dolayı sanat eserinin biçimsel yapısı yalnızca birlik olarak işe yarıyabilir.(176)

Öykülemeci duyarlı ve güçlü bellekli olsa da, yetisinin düzenli-istemli kullanımından yoksun olduğundan algı organlarına sahip değildir. Zorlanmış ve dayatılmış olduğunda bu yetiyi işletir ve karşılık gelen, üreyen organ göstergenin üzerine konar. İstemdışı duyarlılık, bellek, düşünce her kezinde organsız bedenin belli bir niteliğe sahip göstergelere karşı yoğun global tepkileri gibidir. Arayış'ın yapışkan iplerinden birine çarpan küçük kutucukların her birini açmak ya da kapamak için sallanan bu beden-ağ-örümcektir. Öykülemecinin tuhaf esnekliğidir (kendi deliliğinin bir dizi profilini üreterek.) (191)


*

Manganelli, Giorgio; Centuria,

Tavanarası Yayınları, 2002


İtalyan gazeteci yazar Manganelli'nin 100 günlik notunun bireşimi olan roman çevirmen (Sema Rıfat) ve önsöz yazarı Calvino'nun da söylediği gibi geleneksel roman anlatılarına benzemiyor. Kuşkusuz tümünün arkasında yazılmamş, ama ortak bir yaklaşımı yakalamak olası.

Ben Manganelli'yi büyük yergi anlati geleneği içerisine yerleştiriyorum. Kafka etkilerini de (çok az ipucu sunmasına karşın) yabana atmıyorum. Kafka da o geleneğin bir parçası değil mi?

Yazar 1990'da ölmüş. Yaşamıyor. Türkçeye ilk kez çevriliyor. Temel tutumunun çağcıl usu bozguna uğratmak, bozmak olduğunu sanıyorum. Yeni bilimsel kavramları imgesel dünyanın imge iktidarlarına karşı kullanıyor, uzam ve zaman bütünlüğüne (ki anlatıya sıra çok geç geldi) cepheden saldırıyor, imgenin altın üçgenini ve hazsız erotizmini, yaşamın yinelenmeden ibaretliğini yerle bir ediyor (desem abartma olur mu bilmiyorum.)

Bence Manganelli gerekli. İmgelerin sonsuz (sandığımız) yatağında derin uyuşmuşluğumuzdan uyanmanın zamanıdır.

Başucu yapıtlarımdan biri olmalı.


*

Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi,

Papirüs Yayınları, 1999


Gürsel Aytaç'ın yapıtı kuru ve yaratıcılıktan yoksun, yararlı bir ders kitabı özetine benziyor. Çok sıkıştırılmış, bu nedenle de ayrıntı gerektiren konular boşlukta kalmış... Her bölüm, hatta altbölüm başlıbaşına bir kitap olabilir. Örneğin, Üslüp Bilgisi, Metin Çözümleme, Türler, Edebiyat Estetiği, Edebiyat Kuramları, Edebiyat tarihçiliği, Eleştiri...


*

Korat, Gürsel; Kristal Bahçe,

İletişim Yayınları, 2003


Korat'ın yazına ve Türk Yazınına ilişkin değerlendirmelerini, yer yer aforizmalarını içeren, doğru denli inanılmaz yanlışlar da barındıran çelişki dolu yapıtı gereksiz bir okumaydı.

Durduğu yeri gözden kaçırtan kasıtlı bir biçemle Korat'ın yaptığı eleştiri, uzam bilincinden yoksun kalıyor. Böyle olunca da, dediği, etkisini ve anlamını yitiriyor.

Ya gereğinden çok yalınlaştırıp kabalaştırıyor ya da olmadık şeyler vehmediyor karşısına aldığına.

Daha oturması gerek.


*

Adıvar, Halide Edip; Mor Salkımlı Ev, Ed. Mehmet Kalpaklı, Gülbün Türkgeldi,

Özgür Yayınları, 1996


Kendini bir martyr, bir jean darc ‘gibi’ yapan ve bu yüzden de epey yapaylaşıp yabancılaşan bu kadın yazarımızı sevmem olanaksız. Bir dilin yazarının dilsel tutumundaki özensizliği, vurdumduymazlığı, hatta küçümsemeyi bağışlayamam. Bu anglo-sakson kültürünün Türkiye'deki doğal ajanı, romantik bir özyaşamsal kurgu içerisinde hesaplanmış yaşamıyla daha yazılmadan yazınsal değeri içkin yapıtını bence epeyce de dayatmış...olmalı ki Atatürk'çe haklı olarak tersleniyor, hem de yerden göğe kadar haklı.

Çocukluk anılarını içeren Mor Salkımlı Ev'den başlayak, merceğimin altında bir karakterin (Halide Edip) oluşumunu merakla izlemek adına ve dayanabildiğimce okuyacağım onu. Öncesiyle sonrası arasında bir geçiş tipi Adıvar Türk yazınında. Öncesindeki ondan iyiyle, sonrasındaki ondan iyi arasında, yaşamını dayatarak eleştiri üstü kalmış bence. Ne feminizmini, ne ulusçuluğunu ve direnişini içten, dürüst bulabiliyorum onun, ne yazık ki.


*

Adıvar, Halide Edip; Handan. Ed. Baha Dürder,

Atlas Yayınları, 1995


Handan ilk romanlardan. Bence kötü bir roman, çünkü kendisinden önceki zayıf roman geleneğinin ilerisinde değil, gerisinde. Sanırım bütün romanlarında kendisi ve kendine hayranlığı başrolde. Bu da benim sinirime dokunuyor.


*

Adıvar, Halide Edip; Ateşten Gömlek. Ed. Baha Dürder,

Atlas Yayınları, 1981


Adıvar'ın canlı, inandırıcı sahneler de içeren, bazı eleştirmenlerimize göre ‘Kurtuluş Savaşımızın en iyi’ romanı.

Sorun şurada ki, Kurtuluş Savaşımızın iyi romanları az ya da yok. Yine, okur sezgilerime dayanarak söylüyorum, başrolde bizim (Anglo-Sakson)  Halide (Onbaşı) !  Nitekim, anılarının arkası (Türkün Ateşle İmtihanı) beni doğrulayacak.

Türkçe kötü. Ama kadınlara özgü bir canlandırma ve anlatım gücü kendini yer yer gösteriyor.


*

Adıvar, Halide Edip; Türkün Ateşle İmtihanı, Ed. Baha Dürdar,

Atlas Yayınları, 1996


Uzatmayacağım. Geçmişi zaten koşulluydu. Geleceğe bakışı, Kurtuluşu anlayışı da sınırlı ve görüden yoksun oldu. Ufku dardı sanırım ya da oyun, onun oynamak istediği (oyun) değildi.

Halide Onbaşı belleğimde savaşın arkasındaki, yaralı ve ölülerle ilgili oldukça canlı ve gerçekci sahnelerle yaşayacak.

Zorba ve insancıllıktan uzak biri bence ve ikinci kocasını da (Adnan Adıvar)  peşinden sürükledi.

Eleştirmenler ve aydınlar, onun öncü gibi göründüğü yerde gelenekçi, gerici yanını ve hiç de dramatik olmayan çelişkili tutumlarını gözden kaçırıyorlar.

Onun Türk yazınına bir şey kattığını sanmıyorum, bir kaç tanıklık belki...


*

Adıvar, Halide Edip; Vurun Kahpeye, Ed. Mehmet Kalpaklı, Gülbün Türkgeldi,

Özgür Yayınları, 1999


Vurun Kahpeye'yi özenli bir baskıdan okudum. Ne yazık ki kötü bir roman. Bazı bakımlardan belki ilk olabilir. Ele aldığı konu ve tipleme açısından ardılı pek çok sanatçıyı esinlemiş olabilir.

Aliye tiplemesiyle cehennem ateşlerinin arasında salınan Halide EdiPi görmemek olanaksız. Onun kendine biçtiği 'adanmış' kahraman rolü, daha sonraları 'anlaşılamamış, takdir edilememiş' yalnız insan rolüyle sürdü. Bu nedenle gizli bir hınçla, sanıldığının tersine ulusal savaşımın tüm adımlarıyla uygun adım atamadı, atmazdı da. Satır aralarından çıkarabildiğim kadarıyla, öyle bir insan ki Halide Edip, tüm isterikler gibi, mülk edinip içselleştiremediği şeyden nefret eder. Odak noktası dışına düştüğü her anda, kendine doğallıkla verileni de reddeder. Çavuş olmak istemez.

Merak ettiğim, o mu Adnan Adıvar'ı izledi, yoksa kocası mı onu? Bence ikincisi...

Din dahil hiç bir konuda eleştirisini sonuna kadar götürememiş ve aslında tutucu biri olan Adıvar, (H.E), ırmakla sürüklenmiş, ama ırmağı sürükleme hevesine kapılmış, yeterince de kendisini ele vermiş (tersi olanaksızdı), bu nedenle soluğu Avrupa'da alıyor. Bana öyle geliyor ki, ulusal savaş yıllarında yabancı misyonca özel olarak görevlendirilmişti o ve bunu öncü kadro biliyordu.

Romanında kendi duygularını sık sık yanlı olarak ortaya koyuyor yazar.

Acaba Atatürk Halide Hanımı okudu mu ve ne düşündü?


*

Adıvar, Halide Edip; Sinekli Bakkal,

Ahmet Halit Kitabevi Yayınları, 1949


Halide Edip Adıvar'ın  en ünlü romanını (Sinekli Bakkal) 1949 baskısından (Ahmet Halit Kitabevi) okudum.

Yine aynı şeyi söyleyeceğim, kötü bir roman. Çünkü tiplerin, uzamların ve olayların arkasında kapsayıcı bir bilinç yok. Önce İngilizce yazılan bu roman, en iyi töre romanlarımızdan biri olarak gösterilir. Neden böyle olduğunu tam anlayabilmiş değilim. Romanın geçtiği döneme ve yıllara tanıklık ettiği için mi, karagöz perdesinden, konak ve saray yaşamından görüntüler verdiği için mi? Belki...

Tiplerin hiç biri çatışmalarından yüzakıyla çıkmaz. Ne Rabia, ne Peregrini (Osman), ne Tevfik, ne diğerleri...Hemen tümü yarım kalmış bu tipler, perde gerisinde ipleri oynatan Halide hanımın gelgeç insafına takılıp kalmışlar. Yazarın hedefi belli: o İngilizce okuru etkileyecek bir anlatının peşinde birtakım seçimler yapmış. Bu seçimlerden de iyi bir roman çıkamazdı zaten. (Yıllar sonra onun izinden giden bir Nobelli yazarımız oldu.)

Romanın bir ağırlık noktası yok. Bu olmayınca ufku da yok.

İlginç olan, romanın girişi.. İlk satırları okuyan biri, arkasından sıkı bir roman geleceğini düşünüyor. Bu düşünce çok sürmüyor.

Adıvar'ı Mina Urgan (öğrencisi) sevmezmiş. Neden sevmediğini merak ettim. Bir başka öğrencisinin, Tatyana Moran'ın,  neden sevmediğini okudum:

"Romancı olarak çoğu kimsenin hayran olduğu Sinekli Bakkal romanını inandırıcı bulmuyor ve çok ilkel olduğunu düşünüyordum. Bir gencin aşk fırtınalarını konu eden Handan ise beni hiç sarmadı. Üniversite formasyonu olmadığı için dersleri lise seviyesinde ve son derece sıkıcıydı. Kitaplardan öğrenilebilecek olanların dışında kendisinden hiç bir şey katmıyordu. Ele aldığı yazarın hayatı, konuları hakkında ansiklopediler ve standart kitaplarda bulunan ne varsa karıştırıp bize aktarırdı. Yazarın diliyle, metnin dokusuyla hiç ilgilenmezdi.”



*

Halikarnas Balıkçısı; BE 7: Ötelerin Çocukları, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 1999


Yine değişik öyküler toplamı biçiminde bir roman.


*

Halikarnas Balıkçısı; Deniz Gurbetçileri,

Remzi Kitabevi yayınları, 1969

Bu yapıtın özelliği Balıkçı'nın çizdiği özgün desenlerle basılmış olması. Yine süngerciler, mert denizciler, aşkları, sömürülüşleri, denizle boğuşmaları, deniz tutkuları... Sayfa 220'de soylu bir Romalı gibi şöyle diyor Balıkçi:

'Şu alım satım yok mu? Dünyanın en alçak şeyi!'


*


Halikarnas Balıkçısı; BE 14: Anadolu Efsaneleri, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi yayınları, 2001


Kendi hoş anlatımıyla Anadolu Efsaneleri’ne bir göz atıyor Balıkçı.

‘Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız(...) Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya  ne hacet vardı? O çiçekleri açan kökler ve gövde bizim topraklarımızdaydı.’ (15)


*

Halikarnas Balıkçısı; BE 15: Anadolu Tanrıları, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 1998


Anadolu Efsaneleri'ni tümleyen bir diğer derleme. Balıkçı, Antik Yunan’a mal edilen kültürün İyon kökenli olduğu tezine baş koymuş ve sanırım bunu kanıtlamış birisi.


*

Halikarnas Balıkçısı; BE 3: Mavi Sürgün, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 1995


Balıkçı'nın bence en önemli yapıtı, yaşamının belli bir döneminin (sürgün yılları Bodrum) tanıklığı.

İstanbul'lu aristokrat kökenli bir aydın yazardan Halikarnas Balıkçısı’na dönüşümün canlı öyküsü.

“Ey okuyucum, geçtiğim yerleri böyle bir anlatışımı aşırı bulma! Eğer sana aklı başında adamım diye söyledilerse, yalandır. Bu yetmiş yaşımda bile aşığım ben (...) Aşk biraz aşırı olur duygularımda. Eh, itidalle yalan söyle, itidalle doğru söyle, itidalle inan, itidalle sev. Allah belasını versin şu itidalin! İçimden nasıl esiyorsa öyle anlatıyorum. Şu kalıba, bu kalıba göre anlatacak değilim ya!... Bırak sana istediğim gibi anlatayım!...”(168)


*

Halikarnas Balıkçısı; BE 17: Parmak Damgası, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 1998


Balıkçı’nın daha sonra romanlarında değerlendirdiği öykülerden bir seçme.


*

Halikarnas Balıkçısı;  BE 1: Aganta Burina Burinata, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 2002

Halikarnas Balıkçısı’nın önemi hiç kuşkusuz yapıtından (anlatılarından) kaynaklanmıyor. Çoşkulu bir romantik Balıkçı. Etki gücü yüksek bir tür şaman, büyücü. Varlığı bir ışık bence. Yapıtı, varlığının doğal çıktıları yalnızca. Türk yazını çerçevesi içinde bence seçtiği konunun ve tiplerin yeniliği dşında bir katkısından söz edilemez. Hatta umursamazlığı bir sorun olarak da görülebilirdi, ama görülmedi. Varlığı her şeyi bağışlatmaya yetti.

Güzel bir insandı. Onunla tanışmak, onu dinlemek de önemliydi. Denemelerinde bilimsel yöntemi ıskalaması yada takmaması ne kazandırdı bilmiyorum.

Ortalarda ve ortalamada gezinmedi. Sınırları zorladı. Devrimciydi, özgün bir devrimci. Herşey, ama herşey onun için bir araca dönüştü, uzantısına...

Aganta Burina Burinata ilk romanı sanırım. Ayni tipler, olaylar, öyküler değişik anlatılarında kullanıldı. Anlatılacak tek bir öykü var zaten, der gibi.

Türk yazınında en parlak doğa, deniz, deniz dibi betimlemeleri herhalde Halikarnas Balıkçısı'nda görüldü, Yaşar Kemal'i saymazsak. Bir de şiddetin görüntüleri çok canlı ve etkileyici bir biçimde, duygudan arındırılarak anlatılıyor ki, ilginç bir gözlem olarak not ediyorum.

Yapısal sorunlardan, dil savrukluğundan, tiplerin yüzeyselliğinden söz etmeyeceğim. Anlatmanın, anlatılan şeye tutkuyla bağlı olmanın şehvetiyle pusulasını yitiren Balıkçı roman boyunca oraya buraya savrulsa da önemli değil.


*

Halikarnas Balıkçısı; BE 4: Merhaba Anadolu, Ed. Şadan Gökovalı,

Bilgi Yayınları, 1997


Halikarnas Balıkçısı'nın; Asya, Akdeniz üzerine denemeleri, Efes, Bergama, Pamukkale, Bodrum üzerine yazıları, Homeros, Anadolu Kadınları, Söylenceler, vb. Üzerine çalakalem ve zevkle okunan yorumları.

“Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bahçenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakındım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını  çeviren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım kıyılmıştı. İşte hep, 'Malımız, malımız, malımız!' diye uğrunda yaşadikları uyuz topraklar bunlardı. Bunların sahipleri, artık oralardan hiç kımıldamayacaklardı.  Köpeklerin boğazlarında bir tasma ile bir yere bağlı kaldıkları gibi, bunlar da barsaklarıyla boğazlarından hep bu toprağa bağlı kalacak, hep yanlarındakı komşuların mallarina göz dikerek hırlayacak, malım var diye ölünceye kadar mallarının kulu kölesi olarak, evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklardı. Buna yaşamak mı denir, uzun ölüm mü?

Hey gidi deniz hey!” (194)


*

Hüseyni, Halit; Uçurtma Avcısı,

Everest Yayınları, 2004


Afgan kökenli (Peştun) ABD'li yazar, ülkesinin ışında yazan, sayıları da gittikçe artan yazarlar kuşağına karşı önyargımı belli ölçülerde sarstı desem çok da yanlış olmayacak.

2001'de yayınlanan roman Hüseyni'nin ilk yapıtı. Aynı zamanda hekim olan Hüseyni 1981'deki büyük kaçıştan sonra ABD'de yaşıyor.

Roman yalın doğucul diliyle büyük anlatılara özgü insancıl çatışmaları buluşturan etkileyici bir çalışma. Etkisinin nereden geldiği iyi anlaşılmalı. Kavukçu bir yazısıyla önermişti romanı.

Etki Batılı okura doğuyu anlatmasından, Afganistan’ın yakın tarihli öyküsünü kişisel bir öyküyle buluşturabilme gücünden, dilinin yalınlığıyla çelişen ve insana özgü kavranılmazlık (belirsizlik) duygusunu yaşatan gizemselliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Doğu anlatı geleneğiyle Batılı bir duyarlık bileşimi gibi duran roman, bana kalırsa değerler düzeyinde okurun gözüne sokmadan sıkı bir elestirel yaklaşımı da yanısıra getiriyor.

Emir'le Hasan'ın zengin örgülü arkadaşlıkları ve tüm anlatıya egemen olan dürüstlük her okur için sayısız çağrışımlarla yüklü.

Serüveni kıran yazar bilinci, alışılageldik bir kaçış ve sürükleyici bir serüven tuzağına düşmeyi önlemiş. Öykü buruk da bitse acıların yükünü kolayından omuzlarımızdan atıverme kolaylığına yüz vermeyen yazar, ben'i üzerinden acılara ortak olmamızı sağlıyor ki bu işte bir anlatıdan eninde sonunda beklenen şeydir.

Yazar bile kendi önünde farklılaşır, hiçkimseye değil kendime, dese de.

Halit Hüseyni romanını unutmam olanaksız. Belki estetik yapı olarak kusursu z değil Uçurtma Avcısı, ama gösterge olarak kendini birkaç defa (logaritmik) aşıyor.

Yazarın İslama bakışındaki arıklık, duruluk da ayrıca övgüye değer ve derslerle dolu bence.


*

Kakınç, Halit; Sultan Galiyev ve Milli Kömünizm,

Bulut Yayınları, 2003


Kakınç'ın yapıtı da çoğu özgün araştırmalarımızın (Aydoğan) başlıca kusuruyla sakat... Gevezelik ve yineleme.. Belki üç-beş sayfalık saygın bir çalışma olabilecekken şişirilmiş bir yapıt.

Bu şişirmeyi Sultan Galiyev miti üretme ve yayma çabasında da görmüyor değilim. Bu sola çıkış yolu bulmak değil, (sınıfın tarihsel işlevi yerine sömürgeciliğe ulusal, hatta giderek dinsel-etnik direnişi geçirme) solu gizli ve utanç verici bir biçimde postmodernizme ulama gizli amacını da taşımıyor değil. Niyetler beni ilgilendirmiyor bu kertede.

Ne yazık ki Atilla İlhan vb.lerin de peşine düştüğü bu yaklaşımlar güncel küresel mantığın birer çıktısı (artık) gibi görünüyor görmesini bilene.

Postmodern olan herşeye karşı çıkmalı, yerelliğe de, evrenselliğe de.

Sultan Galiyev'le varılacak bir yer yok.


*

Blumenberg, Hans; Gemi batıyor, Seyrediyorlar,

Dost Yayınları, 2002


Mecazbilimi kuramcısı Blumenberg, batış ve batışa bakış imgesini, düşünce tarihinin önemli kaynaklarıyla izliyor. Bol göndermeli metin, kaynaklara ve kaynakların kültür altyapısına yabancı benim gibi okurları zorluyor kuşkusuz.

Denizde ilerleyişten de, kaza geçirip batıştan da geriye kalan, o aynı el değmemiş yüzeydir. (58)

Eğretileme bilmecesi, yalnızca kavram karşısındaki yanılgı çerçevesinde anlaşılmamalıdır. Eğretilemelerin niçin "katlanılır" olduğu aslında bilinmesi gereken bir konudur. (80)

Eğretileme bilimi, eğretilemeyi kavramlaştırmayla sınırlamak istemez. Yaşanan dünyaya yöneltilen bakışı içine almada, bir yol gösterici olarak görür ve kavramdışılık ve açıklık kuramının geniş ufkuna eklemeden de edemez. "Gülen çayırdan" söz etmek o kadar da kolay değildir. Bunun için şiirden ruhsal açıdan etkilenmek gerekir. Bunun sonucunda, sanki herkes görmüş de söyleyemiyormuş gibi davranır ve böylece eğretileme gerçekleştirilebilir.(85)

İnsanlar arasındaki karşıtlıkların sanıldığından çok daha büyük bir bölümü, tamamiyle simgelerin yeğlenmesine dayanmaktadır. (90)


*

Zimmermann; Hans Dietrich,Yazınsal İletişim,

Çizgi yayınları, 2001


Çeviri ve baskının hışmına uğramış, 1977 yılında Almanya'da basımış bu etkileyici çalışma benim için bir tansık (mucize) etkisi yaptı diyebilirim. Çok yoğun ve zor bir yapıt olmakla birlikte, bir tür yazının toplumbilimsel, ruhbilimsel temellendirilmesini de içermesi ve bu anlamda sanatların, özelde yazının bir toplumsal iletişim aracı olarak bağlamsal yerini geniş bir çerçevede ve ikna edici bir dille betimleyici olarak değerlendirdiğini söyleyebiliriz.

Bu genel süreçte toplum ve bireylerin ayrışma ve ben algısı, simgesel oyun, iç ve dış konuşma, kimlik, yazar, metin, yeniden üretim ve alımlama, türler, okur (okuma edimi) ve eleştirmen, vb. yerini bulurken ortaya çıkan Zimmermann resmi büyüleyici bir Genel Yazın (Sanatlar) Kuramına yaklaşıyor.

Umarım yazarın diğer çok önemli çalışmaları da Türkçeleştirilir.

Başucu kitabı...


*

Duerr, Hans Peter; Çıplaklık ve Utanç,

Dost Yayınları, 1999


Duerr'in bu ilginç, eğlendirici ve bol görsel malzemeyle bezeli yapıtının temel tezi (ki üstüste yığılan olgular arasından çıkarılması da oldukça güç bu tezin); uygarlaşma mitinin öne sürdüğünün tersine, önceki uygarlıklarda da temel dürtülerin bastırıldığıydı. Bir bakıma Levy-Stauss'un antropolojik tezine olgusal katkı... Bir tür sömürgecilik eleştirisi...


*

Öztoprak, Hasan; İmkansız Aşk,

Can Yayınları, 2003


Böyle bir romanı gündemin etkisinde kalarak nasıl okudum bilemem, ama buna roman da diyemem. Tartışma konusu zırvaydı ama düzeyi tartışmayı aşabilirdi. Ne yazık ki düzeysiz... (olan acaba kültürümüz mü?)


*

Lewis, Bernard; Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği,

Sabah Yayınları, 2000


Tarihçi Lewis'in yapıtı önemli olmakla birlikte derinlikten yoksun. Ortadoğu'yu din, ırk ve dil, ülke, millet, devlet, semboller, yabancılar ve kafirler, emeller açısından irdeleyen Lewis, temel kimlik oluşturucusu olarak doğum ve devlet kimliğini vurguluyor.