Adam bir gün elektrik direğine aşık oldu. Betondandı elektrik direği. Yolun aşağısında,
ikiye ayrıldığı yerden sağa sapıldığında birinci değil, ikinci direk. Boyuna posuna mı, huyuna suyuna
mı bilmem. Bana sormayın. Belki de akşamüzerleri kirpiklerini kırpıştırıp gözkapaklarını aralaması ve
gözbebeğinin ela ışıltısını salkımsaçak adamın üzerine boca etmesiyle başladı bir rastlantıyla, bu
aşk. Ama ne aşk! Böylesi görülmedi. Adamın gözü de başka şey görmedi. Direk de direk, hem de beton,
hem de ikinci beton elektrik direği. Direk nazlanmadı, ama pas da vermedi. Hatta hiç tepki vermedi
dense yeridir. Adam her gün iki kez, giderken ve dönerken önünden geçtiği direkten ayrılamaz oldu.
Aşağı yukarı, bir iki üç…on, yirmi. Birkaç kez de aptal aptal bakınırken tosladı direğe. Tamam, direk
evet, demedi, ama hayır da demedi. Adamın hakkını yemeyelim. Böyle düşünmekte yerden göğe haklı. Gönül
bu. Kime nasıl düşeceği de belli olmaz. Önceleri adam, beton elektrik direğinin dipsiz, uçsuz bucaksız
dilsizliğini derinlik göstergesi olarak yorumladı. İçinde direğin, kim bilir neler vardı. Bir
‘derya’ydı o. Kimsenin göremediğini ya da sıradan beton bir elektrik direği diye, önünden ilgisiz
geçip gidenlerin ayırt edemediğini o görmüştü. İyi ki de böyle olmuş, hiç kimse bu direğin gizli
gömülerini adamın gördüğü gibi görememişti. Bir süre adam kendini böyle teselli etti, hiç olmazsa
kendisinden başka bu direğe aşık olan kimse yoktu, yarışmak, birilerinin yüzünü gözünü patlatmak
zorunda değildi bunun için. Direk uzadıkça uzuyor, ışıdıkça ışıyor, güzelleştikçe güzelleşiyor muydu,
yoksa adama mı öyle geliyordu? Ne olursa olsun sonuç değişmiyordu. Karasevdaydı bu. Hiç kimse
anlayamaz, akıl sır erdiremezdi. Adam bunu biliyor, bildiği için de kimseyle paylaşmıyordu yaşadığı
gerçeği. Bir de elaleme dert mi anlatacaktı. Düşleri direkliydi artık, ama yalnızca o ikinci direk.
Başka direkten söz eden kim? Bu direği düşlerine sığdırmakta aşırı zorlansa da düş bu, en katı, en
beton direkleri bile yumuşatır, esnetir, sığdırırdı kendi dünyasının içine. Adamın düşleminin sınırı
yoktu, ama en büyük düşçüye bile yetmez düşleri. Günleri haftalar, haftaları aylar kovaladı. Yağmur
yağdı, direk bana mısın demedi, ama adam iliklerine kadar ıslandı yağmurun altında. Seninki aldırmadı.
Kar yağdı, zemheri soğuklarda uyuştu, kütük gibi oldu bedeni adamın. Sararmış güz yaprakları döküldü
omuzlarına. Yaz güneşi kasıp kavurdu alnının çatısını. Hayır, Nuh diyor peygamber demiyordu direk. Ama
adam biliyordu, direğin yüreğinden geçen her bir şeyi. O yanılmazdı, beton da olsa elektrik direğinin
ne denli duyarlı, sezgili ve hüzünlü olduğunu, onu herkesten daha iyi anladığını. Diller döktü, ne
diller döktü direğin dibinde. Diz çöküp yalvarıp yakardığı oldu. Tepesi attı, hayır o kadar değil,
sövüp silmedi, içinden vurup kırmak, tekme atmak geldi, ama bunları yapmadı, yine de ağzına gelen şeyi
dokuz boğum gırtlağından süzdü ya bir şeyler de kaçırdı. Çabuk pişman oldu. Tamam doğru, tepki
vermiyordu, bir işaret bile vermiyordu direk, adam hakkında ne düşündüğünü, onu sevip sevmediğini
gösterecek en ufak bir işaret, bir kıpırtıyı boşuna umduğunu biliyordu adam, yine de onu itip
kakmıyor, polise gitmiyor, tutuklanması, tımarhaneye atılması için oraya buraya telefon etmiyor,
gık bile demiyordu. Göz yumuyordu işte adamı sevmesine. Bu gizli bir onama
değil mi? Adam, kendi kendine, değil mi, diyor yatışıyordu bir süre. Direğin de kendine göre geçerli
bir sürü gerekçesi vardı tabii. Kendi gerçekliği vardı bir kere. Bir ailesi: beton direk kardeşler.
Başkaları. Gelenek, töre. Ne derlerdi sonra. Bu da vardı. Bir beton direk ahlakı vardı. Dimdik,
eğilmez bükülmez, doğru: ahlakın da bir ahlakı vardı. Üstelik hayatın da bir kendi akışı, bir gerçeği
vardı. Direk de bu hayatı nereye kadar zorlayabilirdi ki. Hem neden? Belki de terazisinin kefelerine
bir onu, bir öbürünü koyup ağırlıkları ölçmekten bitkin düşüyor, iyice kararsız kalarak, sesi sedası
kesiliyordu. Ama kimse kabul etmese de beton elektrik direğinin ona meyilli olduğunu biliyordu o. Daha
bunun düşüncesiyle aptal aptal sırıtmaya başladı işte. Peki sonu nasıl gelecek bu büyük aşk öyküsünün.
Adama kalırsa sabırlı olmalı, her zaman bunu başaramasa da, direnmeli. Elbet bir gün dize gelecek bu
beton direk. Aşkımın gücü ve içtenliğim onu yumuşatacak, eğilip kulağıma fısıldayacak o büyülü
sözcükleri: ben de seni seviyorum. Yalnızca sınadım seni, beni ne kadar sevdiğini anlamak
istedim. Bu kaçıncı yaz, güz, kış, ilkyaz? Zaman kimi kez hızla geçiyor, kimi kez de geçmek
bilmiyor. Adamın tüm yaşamı direğin gölgesiz dibinde geçer oldu. Gölgesini bile adamdan esirgiyordu
direk, bunu herkes görüyordu, adamın dışında. Sanki bitini bile vermemeye yeminliydi. Yine de gelip
geçerken ona bakıp bakıp acıyan, kınayan, ayıplayan, suçlayan kadınlara erkeklere aldırdığı yoktu.
Çocukların maskarası olmuştu nicedir. Her cebinden kağıtlar taşıyor, yazdığı şiirleri, tümü de aşık
olduğu beton elektrik direğiyle ilgili olan, onun hakkında olan, ona sunulmuş olan şiirleri, öyküleri,
notları bağıra çağıra, sanki öfkeden katılıyormuş gibi, ama çoğu kez de neredeyse iniltili, boğuk,
kesik kopuk bir sesle okuyordu. Bu sevda mı onu şair yapmıştı, yoksa içinde uyuyan bir şair vardı da,
bu direğe yüreğinden bağlanınca mı içindeki şair uyanıverdi? Amaaan, ne önemi vardı ki? Önemli olan
onun şair olması değil, aşık olmasıydı. İyi de, bu aşk çok fazla tek yanlı bir aşk gibi görünmeye
başladı adama bile. Artık bir açıklaması, durumun iler tutar bir yanı yoktu. Bu sessizlik, suskunluk,
tepkisizlik hiçbir şeyle açıklanamazdı. Kendini kandırmanın da bir sonu vardı eninde sonunda. Adam,
süreler öngörmeye, ‘üç vakte kadar bir işaret vermezse, akşam gün ininceye kadar direk yumuşayıp
onu avutmaz, ellerini adamın avuçlarının içine bırakmazsa, bu işe şöyle ya da böyle bir son
vereceğine’ kendi kendine sözler vermeye başladı. Ne bu be! Aha, tık tık tahta bile dile gelir,
yankılanır, yumuşardı. Adamın bu çılgın aşkı taşı bile eritecek kıvamda, derecede, güçteydi. Yoksa
değil miydi? Değildi. Çünkü direk direniyordu. Bu kez de direnmek sözcüğünü diline doladı adam.
Bak işte, direniyor, tavırlı demek. Direndiğine göre sağır değil, kör değil. Karşı koyuyor. Bana
ilgi duymasa direnir, böyle tavır koyar mıydı? Demek bana karşı duyarlı, hem de çok… Uzun bir
dönem de şarkılar, şiirler, mektuplar, yazı çiziyle geçti. Artık kağıtlar direğin dibinden
kaldırımlara, kaldırımlardan caddeye taştı. Uçuşan kağıtların hüzünlü kanat çırpmaları bile etkilemedi
beton elektrik direğini. Koca ve yaşlı kent kağıtların altında boğuldu, gömülü kaldı. Yeminler sözler
de bu arada yankısız kaldı. Günler süren ağlamalar, hıçkırıklar, hastalıklar, en sonu açlık:
Bildiğimiz açlık. Bu işin sonu verem. Yok ötesi. Yok mu? Ya özkıyım! İnsafa gelmeyen nazlı aşığın
karşısında yapılacak son bir şey olmalı. Kendimi öldüreceğim, dedi adam, hem de beton
elektrik direğinin uzun boyunu görüş açısı içine alacak bir uzaklıkta durup yüzüne haykırarak onun.
Elinde nereden bulduysa kör bir ekmek bıçağı vardı. Elektrik direğinin lambasının konik aydınlığı
içinde paslı olmasına rağmen her nasılsa ışıldayabilmiş bir bıçak. Havada salladı adam onu. Hayır,
hayır, böyle olmayacaktı. Ölüm çözüm değildi. Kendisi çekip gidecekti, ama beton elektrik direğini
kimlere bırakacaktı peki? Umarsızdı adam, umutsuzdu. Kabullenmenin sınırında, eşikteydi artık adamın
içinde bulunduğu durum. Bu sevdiği, sevdalısı olduğu şeyin bir ruhu yoktu belki de, yalnızca kum,
çimento, demir, çakıltaşından oluşuyor olamaz mıydı? Böyle bir şey olabilir miydi? Bunu sevmiş,
hayatını bunun için harcamış olabilir miydi adam? Bu kadar yanılabilir miydi? İçten içe korkuyla
seziyordu ki, kayan hayatıydı. Hayatı güme gidiyordu ya da çoktan gitmişti bile. Ama çok geçti. Ya
gerçeği örtbas edip onurunu kurtaracak, bir çılgın, bir deli olarak sonunu getirecekti tüm bunların ya
da gerçeği görüp, benimseyip utanç içinde çekip (geberip demek geliyordu içinden) gidecekti. Ne
yapacağını bilemiyordu. Sözleri son çırpınışlarıydı. Biten şeyi görüyor, buna direniyordu. Böyle
olmamalı, böyle bitmemeliydi. Ama bitiyordu. Direkte tık yoktu. İyi kötü tepkisizdi beton elektrik
direği. İkinci olanı. Hani şu yokuştan aşağı inerken, çataldan sonra. Artık adamın hiçbir şeyi iyiye
yoracak ne durumu, ne düşünme gücü, ne de kendine inancı kalmıştı. Direğin ampülü kırıldı,
değiştirdiler. Adam aşağıdaydı bütün bunlar olurken. Üzerine pankartlar, flamalar, bayraklar asıldı.
Direğin hiç direnişi olmadı bunlara. Yağan yağmura, kara, doluya da. Sıcak havalar için de bir sözü
yoktu. Adam can çekişen biri gibi son kez gücünü topladı, canlandı, sözün gücüne son kez başvurdu,
konuştu, anlattı, anlattı, anlattı; nasıl sevdiğini, niçin sevdiğini, niye böyle sevdiğini. Uzun uzun
anlattı. Onun ne yapmak istediğini hiç anlayamamış, bu aşkın değerini, bağrında taşıdığı gizilgücü
kavrayamamıştı direk. Yeni bir dünyanın düşünü göremeyecekti. Adam, bunca şeyden sonra, direğin aşka
gelip canlanarak, bir ah! sesi bile çıkarmayışını neye yorumlayacağını bilemiyordu. Demek, başından
beri, o ilk günden beri her şeye rağmen beton elektrik direği, yokuştan inerken sağdan ikincisi, şu
sevdiği, uğruna yaşamını verebileceği direk, gerçekte ona hiç gereksinim duymadı. Ona hiç değer
vermedi. Ona sunabileceği şeyleri küçümsedi, hatta baştan, daha ne olduğunu bilmeye, öğrenmeye bile
gerek duymadan reddetti. İyi öyleyse, dedi adam, öfke ve çaresizlikten katılarak, iyi
öyleyse, Bruch’un birinci keman konçertosunu asla dinleyemeden, hayatında bir konsere, bir Wong
Kar-Wai filmine, operaya, tiyatroya gitmeden, salsa yapmadan, Borges, Musil, Proust, Sartre, Camus
kimdir bunları bilmeden, içinde taşıdığı geleceğinde kendi gündelik yavanlığını yinelemek ve
önermekten daha çoğunu yapamadan, bırakalım yapmayı bunu usunun kıyısından bile geçiremeden, iyi
öyleyse, onu kendi dünyasına yolcu ederim ben de. Güle güle! Başka bir şey yapamam. Düşündüğüm şeyi
yapmama izin vermedin hiç sevgili direk! Belki de, bu güzelim direğin hayat dediği şey adamın
hayat dediği şeyden çok ayrıydı. Tamam, iyi de… Offf! Ve sonunda adam teslim oldu. Buraya
kadardı, pes! Gerçeği kavradığını düşündü o son anda herkes; gelen geçenler, yabancılar. Evet, onlar,
yani kendisi dışında herkes haklıydı. Bu bir beton direkti. Betondan, kumdan çakıldan yapılmış bir
beton elektrik direğiydi. Caddeleri aydınlatmak için geceleri, yalnızca bunun için, dikilmişti oraya.
Başını kaldırdı, son bir kez onun anlamlı ela gözlerinin içine, ışıltılı ama aldırışsız gülümseyişine
baktı. Toparlandı, ayağa kalktı güçlükle, döndü arkasını, çekip gitmenin zamanıydı her şeyden
vazgeçip. Kuşkusuz kaçınılmaz son belliydi. Ne böyle bir sevda öyküsü olurdu, ne beton direkten beton
bir direkten başka bir şey olması beklenirdi. Bu hep böyle olacak, böyle de sürüp gidecekti.
Adamınkiydi densizlik, yersizlik. Ama kusura bakmayın, yanıldınız. Düşündüğünüz gibi olmadı. Beton
elektrik direğinin bir iş makinesince alaşağı edilip yerine yenisinin dikileceği ana kadar
suskunluğunu sürdüreceğini bildiğinize yemin edebilirdiniz. Hayır, yanıldınız işte: Beton elektrik
direğinin dili çözüldü, hem de nasıl, şakır şakır konuşmaya başladı. Bana kalırsa mucize işin
burasında değil. Mucize adamın, dile gelen beton elektrik direğinin verdiği bu gecikmiş tepkiyi artık
duyamayacak denli uzaklaşmış olmasında, yaşamın, hadi öykünün diyelim ıskalanmış olmasındaydı. Eğer
ıskalanmamış olsaydı yazacak bir şey de olmazdı belki. Mucize gecikmedeydi. Mucize varsa eğer, tam
buradaydı. Artık çok geç’deydi. Direk durmadan konuşuyordu. Adam çoktan
susmuş, sessiz, sözsüz kalmıştı. Söyleyeceği bir şey de yoktu artık. Ağzını bir daha bıçak
açmayacaktı. Hiç kimse bir mucizenin parçası olduğuna onu inandıramazdı bundan böyle. Direğin tükenmek
bilmez sesi sonunda gelen geçeni öyle bezdirdi ki, birilerinin belediyeye durumu bildirdiği ve…
Durağa Aşık Olan Otobüsün Acı - Gülünç Öyküsü
kaç
yıl oldu/bilmem/ama epey oldu/dört/beş/yaşlandığımı artık kabul etsem iyi
olacak/ belleğim iyiden iyiye zayıfladı/teklemeye başladım/nereme dokunsalar
orada bir sorun var/ tevellüt 84/model yılım//oramı buramı düzeltip/oramı
buramı/yenileyip/her gün/alıştım bende/söküp takıyorlar/ tamirhanelerde epeyce
yatmışlığım var/sabıkalı sayılırım/her gün buradayım/bu yoldayım/ yani kaç yıl
var ki değişmedi/yolu/yol üzerindekileri/ağaçlar/şu kavak değil mi/dükkanları
dizi dizi/ezberledim/artık kanıksadım/bakmaz oldum yanıma yöreme/doğru
dürüst/bıraktım kendimi/biri var/saat altı otuz dedi mi/gelir/bulur
beni/kontağı çevirir/içimden yükselen hırıltı beni de huzursuz eder/eder etmesine/adam
uykulu daha/hat başına bir koşu/ödüm patlar her sabah/ toslayacağız
duvara/direğe/bir insana diye/inanmayacaksınız/adı da gelmiyor aklıma/yoo içki
içmez/kendini bildi bileli şofördür/ama/ne diyeyim/usum uçup uçup geliyor/ne
dediğimi unutuyorum/saçmalamaya başlıyorum/daha saç derken/arkası
kayboluyor/neyin saçıydı/ne ilgisi var/değil mi/bu yol var ya/sittin senedir
gidip gelirim/bi zamanların mercedesiydim/ama ne mercedes/güçlü yakışıklı
güzel/şimdi dönüp bakan yok/kendimi anlatacak da değilim/ kusura bakmayın/tam
bir döküntü/yağ/benzin kokularıyla/vidası düşmüş/metal çıtaları/lastikleri
kaymış camları/kim mi/benim/anlayın işte/eskiden mercedeslerin haşmetli bir
burunları yok muydu/bu burunsuzluk öldürecek beni/bu burunsuzluk var ya/ee
n’olmuş/ bütün otobüsler burunsuz ya/zoruma gidiyor ne’bilim/ karıncalanmış ön
aynalarımı/bir göz atan ilk iş ne görür bilmem/sesim bozuk bu sıralar/ne yapsalar
düzelmiyor/onca yağ en kalınından/en incesine/motorin tamam/aman aman değil/ama
fena da değil içince/kendime geliyorum/zaten o da olmasa var ya/bu hayat eziyet
bana/hayır anladığınız şey değil/başka bir şey/dilim dönerse/toplarsam cesaretimi/kafam
karışık anlayın/nedir mesele/dilimin/dilim kopsun inşallah/onun belasına/her
gün bu yolu gider gelirim/duraklarda durur/durak mı dedim ben/yolcular
biner/yolcular iner/ben giderim/sonra dönerim/yarım saat/bir
saat/sekiz/on/başım döner/midem bulanır/inanmayacaksın/ip kopar bir yerden/unuturum
her şeyi/neyi/asfalt erimiş/ beynim lapa/arkamdan teneke çalınıyor
sanki/tıngırtılar/homurtular/bu sıcak/ama/dur/ dursana hey/frenime bas/off/çok
şükür/küçük çocuktu/oldu/olmadı değil/yerde /bu aşk bende/ beş dakka sonra/ilerdeki
pastanenin önünden sağa dönünce/ağıztadı/adı/yüz metre
git/sağda/biliyorum/geri saymaya başlayacağım/şaşırıp al baştan/sonunu hiç
bulamadım/derken/iş işten geçmiştir çoktan/köşe arkada/kafam sayılar
yumağında/o birden karşımda/ama/böyle de olmaz ki/ama/ umutsuzluk tamam/kendini
kötü hissetme falan/değil mi şair abi/böyle birden sıcak desen/
sıcak/karışık/desen/fırdöndü kafamın içi/her bi yanım/zonk zonk/kimse
anlamaz/birkaç vidam daha düştü düşecek/ben sayıyı sayıya ilmekleyerek/en
hazırlıksız/en beceriksiz/en sevimsiz/herkesin gözü önünde/ben ayan beyan/üryan
anadan/aptal/gülünç/oramı buramı tutmaya/toparlamaya/o karşımda/oralı değil/de
sanki/beni böyle/durmuş/yolcu almak için/ama tıknefes/soluk soluğa/maviden
mora/kırmızı pancar/utanmışım/çünkü yakalanmışım/yine istemediğim şey/en
istemediğim şey olmuş/geçmişim kendimden/bu yerden/bu zamandan/adam
dürtüklüyor/ayağını basmış gaz pedalıma/damarlarımda akışını duyuyorum/yürü
diyor/ya ne mümkün/kasılmış kalmışım/tutulmuş her bir yanım/öldürseler bir
damla kanım akmaz/arka solum uyuşmuş/her yanım ayrı varlık/önünden
geçiyorum/sağda/sağ arkada/arkada/ben buyum/
ne
oluyorum/saldırıyorum motorine/millerim yuvalarında daha ateşli dönüyor/viraja
girmeden/ sağ aynamdan bir bakış atıyorum geriye/bir an hayal meyal/o
muydu/aptalın tekiyim/yine atladım/yine görmeden/yine anımsamadan/neyi
seviyorsam/niye seviyorsam/ ama bir gün/çok uzak değil o gün/yoksa deli
olacağım/yok/sa/ayy/çukuru görmedi şoför /bir kaç vidam daha döküldü/sağ
ayağımda burkulma/unutma/anımsa/ama neyi/uzaklaşan benim/uzaklaştıkça unutan/kaçan/kaçıyorum/ama
bunu istemedim/istediğim başka/orada durayım/onun yanı başında/ona bağlı/ona
görünmeyen/ona ince/sevgiyle/sevgimle/adam/ölü bu/diyor/işi
bitmiş/hurdalık/mezarlık/diyor/sol gözüm patlak/trafik/geçiyorum/daha çok
unutuyorum/ama/söyleyin bana/nedir benim unuttuğum
Ben
ona demiştim. Söylemeye çalıştım. Dünyalarımız ayrı. O kadar ayrı ki. Bazen
tutuluyorum. Bazen kaçıyorum, çocukluğuma. Ama hangi çocukluğuma? Kor. Yüksek
ısıl sıçramalar. Erimiş metal. Saydam plastik. Pres altında incelmiş dünyam.
İçimden geçen, üzerimde durmayan bakış. Diktiler. Tabelamı koydular. XZ97. Ne
mi? Adım. Birinin düşü. Arkamda manolya çiçek açmış. Bir dalı üzerime sarkmış.
İçimi çekiyorum. Üç kişi var. Yaşlı bir kadın. İki genç. Biri kız. Manolya
kokusunu üzerlerine bırakıyorum. Ne oluyor gibisine, bakındı kız. Kulağında
kulaklık, mp3 çaların. Kendi dünyasından hoşnut, manolya kokusuna karşı… Sevinmedi.
Ona nasıl anlatacağımı bilemedim. Bu işin sonu yok. Herkes bize karşı görmüyor
musun? Hem, sen kendini ne sanıyorsun. Dökülüyorsun başta. Yaşlısın, üstelik…
Yine de benimle ilgilenmen hoşuma gidiyor. Tabii. İtiraf ediyorum,evet, ben de
yalnızım. Ama senin otobüs olman, hem de artık yaşlı bir model, benimse durak
olmam her şeyi baştan bozuyor. Yani bozgundayım. Tamam senin de bileşiminde
metal, cam, plastik var, ama bu yetmez ki. Ne yani, o zaman bütün metallerin
birbirine aşık olmaları gerekirdi. Olur mu hiç? Üzülüyorum, hem de çok. Hoşuma
gidiyor bir yandan, söylemiştim, ama daha çok, ne bileyim… Bu umutsuz bir şey,
sonu yok ki. Şu insanlar, bana sığınmış, otobüs bekleyenler, beni anlar mı?
Şurda, on dakika beklemeye katlanamayıp öfkeleniyor, homurdanmaya başlıyorlar.
Dertleri başka. Birinin yaşlı, genç, çocuk eli direklerimden birine
tutunduğunda, omuzu yaslandığında bana, ılık bir şey, bir dokunulma avuntusu,
bir teselli, böyle bir şey de olurmuş işte, zincirin uzantısında duran bir
kardeşlik, canımlık, özdeşlik payı çıkarıyorum kendime. İleri gidiyorum,
biliyorum. Ama öyle yalnızım ki. Öteki duraklar değil mi? Onu mu soruyorsunuz? Karşımda
yirmi metre çaprazımda duruyor biri, benim kardeşim, hatta ikizim sayılır. Aynı
anda diktiler, kurdular bizi. Yanılmıyorsam 7 yıl oldu. Birkaç parçaydık. Bir
minibüs içinde getirildik, ne olduğunu anlayamadan dikiverdiler bizi buraya.
Kimse bize bir şey sormadı. Yapanlar kimdi, neden? Ama kardeşim bana soğuk.
Neden bilmiyorum. Onun yanına gidemiyorum. O da bana gelmiyor. Seslenmiyor
bile. Bazen soğuk, karlı kış geceleri, üzerimde kalın kar ağırlığıyla, bir
silkelenmek ve avazım çıktığınca seslenmek istiyorum ona. Yazgımı değiştirmek
istediğimden ya da değiştirebileceğimden değil, hayır. Nerde? Ben zavallı
biçarenin tekiyim. Ben… Ben yapamam ki… Bu düşsüzlüğüm, yankısızlığım canıma tak
ettiğinden. Merak ettiğimden, bir sesim olsaydı, sesim ona gitse ulaşsaydı, o
benim sesimi duysaydı, ne olurdu diye. Sağımda solumda üç yüz beş yüz metre
ötemde benzerlerim olduğunu kuşlar, arılar, çiçek tozları arada uğrayıp
anlatıyorlar bana. Bu bir şeyi değiştirmiyor. Ben, bu bırakılmışlığımla… Tamam
demiş, kabul etmiştim zaten. Üzerimden bütün mevsimler geçecek, yağmur, kar,
toz, işte tümü üzerime yağacak, içimden sayısız insan, kuş, kedi, böcek
geçecek, görevliler gelip onların üzerimde bıraktıkları kokuları, işaretleri
yorulmadan bıkmadan silip temizleyecekler. Onlardan hiç söz etmek istemiyorum
hem. Günaşırı gelip, izin bile alma gereği duymadan, ister miyim, istemez
miyim, ne isterim sormadan, giysilerimi soyarak, içimi dışıma çevirerek,
kimyasallarını üzerime kusarak, sert kıllarıyla tenimi kazıyıp canımı yakarak
beni taciz ediyorlar. Benim için doğruyu bildiklerinden, onların bu
tacizlerinden zevk aldığımı, almam gerektiğini düşünmelerinden nefret ediyorum.
Eril dünya, bu hayatın erkekliği korkutuyor beni. Onlar kırmada, delmede,
sürtmede, yenilemede, biçimlemede bütün yetkilerin ve hakların sahibi gibi
görüyorlar kendilerini. Direnirsem, bunun günah olduğunu, geleneklere
saygısızlık olduğunu söylemekle yetinseler iyi, bacaklarının arasından sopalarını
şöyle bir gösteriyorlar baştan. Arkasından ne geleceğini biliyorum. Dehşete
kapılıyorum. Korkuyorum. Beni eritebilirler. Hamura dönüştürebilir, başlangıca
gönderebilirler. Ama diyorum kendime, her gün ırzına geçilmesinden daha iyi
değil mi bu? Bilmem. Hiç seçme hakkım olmadı ki… Şu otobüs, o başka. Bana bir
malzeme, bir gereç olarak bakmaması. Bana, herkesin esirgediği o son bakışı her
fırsatta göndermesi. Bana, yalnızca beni görmek için bakması. Başka şeyleri
görmeyi reddetmesi ve bunu bana baktığı için yapması. Yani bu izlenimi veriyor.
Yani böyle söylediğini anlıyor, işitiyorum. Bu da ilginç... Bir tek onu
duyabiliyorum, bir tek onu duyduğumda kendimi duyabildiğimi anlıyor, onun
bakışıyla burada, kendim, bir durak olarak kendim oluyorum. Ah, ben başka
birinin, düşlediğim, benim isteyebileceğim birinin bana bakmasını,
seslenmesini, yönelmesini isterdim, onun beni arzulamasını isterdim, onun
arzusuyla var olmayı çok isterdim. Ama ne diyebilirim. O kim bilmiyorum? Belki
biriydi. Belki gerçek biriydi. Zaman diye, geçmiş diye bir şey varsa, orada
olan, duran ya da benim kurduğum, kurguladığım, var ettiğim biri. O beni sevsin
istedim. İsterdim. O yok. Öldü. Kaçtı. Gitti. Yoktu. Bilmiyorum ve benim bu
yalnızlığım… Şu kuşlar, tepemdeki manolyanın yüksek dallarından, öyle gevezeler
ki, anlatıp duruyorlar, güya teselli edecekler beni, yaşamak çok güzel şeymiş,
şen şakrak, böyle diyorlar, ben de bir işe yarıyormuşum işte, öyle önemliymiş
ki yaptığım şey, ben olmasam, içim acıyor, abartıyorsunuz demek bile gelmiyor
içimden, ben kimim ki, ben neyim ki? Tamam, kimi kez bu dost, sevecen seslere
açıp kendimi, bu manolya bana borçlu işte, şu küçük kız ben olmasam sert kuzey
rüzgarlarının kırbacı altında çok üşüyebilir, sulu kar altında ıslanabilir,
evet, itiraf ediyorum, buna inandığım oluyor, biliyorum, inanmak istediğim için
inanıyorum, o küçük insan kızını düşünüyorum, ona adayabilirim kendimi, bu
yeterli neden olabilir, şu karga, sol arka direğimin tepesinde soluklanan, neşeli
çığlığını salmak için sokak boyunca bana güvenmiş işte, onun için bir an
gerekliyim, ben olmasam ne yapardı. Böyle diyorlar. Ben herkese inanmaya,
kanmaya, herkese adanmaya hazırım. Dinliyorum. İnanıyorum. Burada duruyor,
kalıyorum. Sabah oluyor. Geceler, kimsesiz, ıssız… Yağmurlar başlıyor. İri damlaların
çıkarttığı takırtı uyutmuyor beni. Uyumak. Nedir bilmiyorum. Otobüsler geliyor
ve geçiyorlar. Durmadıkları da oluyor. Ama o… Onu çok kırdığımı hissediyorum.
Biliyorum, ama elimde değil.
bugün/şimdi
bir şeyler yapmalı/yapmalıyım/kusura bakmasın kimse/o da bakmasın/ canı mı
yanacak?/n’olur ki?/varsın yansın/benimkisi can değil mi?/ sıcak/ayaklarım
asfalta yapışıyor/on bir yolcum var/çocuk biri/çoğu iner/biliyorum bunlar
nerenin yolcusu/ binen olmazsa/ bir şeyler yapmalı/yım/olanaksız der gibi bakıyor/içim
kavruluyor/arkamdan bakıyor ben anlıyorum/yani dikkatini çekmişim/yani
bana/bana gönlü düşmüş/yok yok/meyletmiş diyelim hadi/tevatür mü?/öyle
bekledim/öyle yandım/kimdir nedir bilmem/ama öyle özlemişim/yakıt hortumuna
dayamışım ağzımı/motorumun kapağını açmış ordan ötekisi/oramı buramı
yağlar/oramı buramı/hani kurcalanmak/hoş değil tamam da/ama kurulmuş önümde
sofram/fazla bir şey yok/unutacak kadar/unutturacak kadar/ağzımı
dayamışım/hortum içinde motorin bir nabız gibi güp güp atıyor/bütün bedenim
gökyüzüne doğru çekiliyor/yükseliyorum sanki/bulutların üzerindeyim/
uçuyorum/işte o zaman sordum/soruyorum/nedir bu?/ne kendini bilmezsin!/saçılıp
dökülmene/bitmişsin bitmişliğine/şarkın kargalara layık/bet bet ötersin/frenin
tutmaz/ışığın aydınlatmaz/ağarmışsın/hadi söyle/kim ne bekler senden?/var mı
tutacak elini?/ama uçmaya gelince/uçarsın da/konmasını bilmezsin/aslında her
şeyi karıştırırsın birbirine/sevmek kim sen kim?/yani yediremem bunu
kendime/efkar basar fena/kendine gel behey salak derim/kendine gel alıklar
şahı/olmazı bilir misin?/bilmezsin/bilsen/bakmadan/şeyine/ne?/üçü indi/iner
bunlar/ötesi başka ülke/başka insanların/oralılar/buralılar/ötekiler/berikiler/ben?/neyim
allahaşkına?/virajda arkam koptu kopacak/basmış gaza benimki/aman dikkat/şimdi
basar frene/arka ayaklarım fena/kemiklerim birbirine sürtünmekten
ağrıyor/kaslarım sarkıyor/erimiş mafsallar/ben dua ettim/yalvardım/allahım
dedim/ bir kere/bir tek kere/dönse de/baksa da/ben bilsem neyim/bilsem
kimim/bir bilsem/bir göz kaldırsa beni yerden/kucaklasa sarıp sarmalasa/boydan
boya gezinse üzerimde/bir çizgisi olsa birinin/benim üzerimde onun kazıdığı/üzerimde
derin/çizgi/acısa bir yara olup/ah buymuşum ben derim/desem/varım ben
desem/dokunuşunun altında/parmakları üzerimdeki kire yazarken/beni yıka/beni
sev/yok yok/ne umdum ne bekledim/yazgım kısa/sesim cılız/işim bitmiş/yürüdüğüme
bakma/üç/üç kişi kaldı/ ve kokusu geldi buraya/onun kokusu/yaklaştım
iyice/heyecanlandım yine/düşünemez oldum/kalbim zıvanadan çıkmış/titriyorum/camlar
kırılacak/titreşimden/uğultu/toz havalanıyor/şoför bey inecek vardı/zamanında
bassanıza/sinirlerim bozuk/az daha jeep’e/iki durak sonra/ne yapabilirim?/ne
yapmalı?/Sürücüme bakıyorum/Kalan tek yolcuya/o da iniyor/sürücü
bezgin/dalmış/hız kesmiyor/durmayacak/geçip gidecek/almış hızını/birkaç
saniye/boşluktan boşluğa/düşler/umutlar/tıkanmışım öfkeden/hep bu olacak/hep
aynı şey/sevmek/sevilmek/bir anın içinde/her şey/hiçbir şey/o zaman insin
kılıç/o zaman dere/çağlayan su/o zaman gece/insin/kimse kimseye gelmezse/gece olsun/gece
gelsin/aşk’olsun ölüm
Değiştiremem
elimde değil. Yolda. Geliyor. Düşünceleri bir kasırga. Burada. Bugün bir şey
olur. Olacak. Rüzgar öyle diyor. Fısıldıyor. Onu çağıran ya da iten mi
demeliyim, onu iten şey bana da dayatıyor. Burada her zamanki gibi
duramayacağım. Buna izin yok. Baskı güçlü. Bir ses. Yankı. Gel, diyor. Hayır,
gelemem. Gelemem ki. Yan camımın üzerinde oynaşan manolya yaprağının gölgesini bırakıp
da. Yukarıdan aşağıya içimi ılıtan şu günışığı... İçimde anaforlanan şu hafif
yel. Tatlı. Serçenin omzuma konacağı tuttu. Çekil git başımdan. Ya şu, bir kulağı
zımbalı sokak köpeğinin derdi ne? Metal oturaklarım bir tuhaf bakıyorlar bana. Birinde
oturan genç kadının yüzü karardı. Kaşları çatıldı birden. Vazgeçti beklemekten.
Uzaklaşıyor. Üzerimdeki ağaç birden ürperiyor, ben altında tedirginim.
Biliyorum, bu sesin gücünü. Başka yaşamlar var. Bilmediğim, özlediğim. Özlemeyi
özlediğim. Yalnızca özlemeyi sevdiğim. Orada sevilebilirim, orada bana değer
verecek birileri olabilir, seziyorum bunu. Bulutlar nereye gidiyor? Güneş
batıyor? Ne var battığı yerde? Ayışığı nereden gelir? Orada dokunduğu yeri
iyileştiren birinden söz ediyorlar. Bana dokunulmasını… Dokunulmak. Nedir? Bunu
unutmamalıydım, hiç unutmamalıydım, bakılmak, öpülmek. Beni orada öpebilirler!
Bana dokunulmasını, sevilmeyi, okşanmayı çok istiyorum. Nedir bu bilmiyorum.
Bir suç, günah gibi taşımam gerekti. Evet, günahtı bu. Allahım, bu bir günah,
bağışla. Otobüsün bakışı, o bakış… Gizli iç çekişi. Ne dediğini, içindeki
çığlığı duyuyorum, duyar gibiyim. Bana kötülük, bu yaptığı. Hayır, git, git! Yalvarırım.
Gel. Duymak istediğim şeyi söylüyor ağzın. Gel, yaklaş. Bana seslen. Adımı
söyle. Senin adımı söyleyişin ne hoş! Sen adımı koyunca, salınca titreşimlerini
havaya, kendi adımı seviyorum. Kendi adım anlam kazanıyor. Adımın altında
kalbim, ve onu saran… Beden. Bedenim. Ben. Kendimi biliyorum. Kendini bilmek.
Onun gözünden kendimi görmek ne güzel! Ah! Ben ne güzelim şimdi. Varım. Var
olmak ne güzel! Korkuyorum, heyecan içerisindeyim. Çünkü zaman az. Çünkü yazgım
yaşamımın önüne geçti. Çünkü her şey biter. Bütün öyküler, en bitmez olanı bile.
Burada olana tutunamam. Olduğum yerde kalamam. Bir yanım zaten uzak. Orada
dünya titriyor. Orada müzik var. Dans var. Bütün nesneler, bütün ruhlar, bütün
yapraklar, bütün aşklar, ışık ve sevinç içerisinde. Varlığın tadı. Nasıl da. Koku.
Orada bir yüz: ayaydınlık. Olanaksız. Bağlıyım buraya. Toprağa gömülüyüm.
Alışkanlıklarım güçlü. Burada yaptığım şeyi kolay harcayamam, terk edemem.
Serüven olur. Korkarım. Korkuyorum. Hayır, gelme. Orada, işte. Bugün deli,
uçuk... Kanatlı. Öyle geliyor. Kendisi olarak. Sekerek,hoplayıp zıplayarak, yalpalayarak.
Yaklaşıyor. Olacak! Bir şey olacak! Olmalıydı. Hızlı ve neşesiz. Buluşacağız.
Kavuşmaksa. Ölümse. Bugün, birazdan, şimdi, evet, şu an, gülümsüyor içimde bir
şey, korkuyorum ama, içimde huzur, anda, saniyeler, dünyanın ağzı, onun
ağzından, menekşe kokuyor, menekşeler, menekşenin dokunuşu, parçalarım,
dağılan, uçuşan, kırılıp dökülen. Ağızlardaki menekşenin bedensizliğimin
boşluğuna yerleşip... Parça parça, paramparça… Bir menekşe bir boşluk... Serin
öpüşler. Rahatlatan, mutlu kılan... Yok olurken, dağılırken öpülen her yerimde
canlanan, olan, dirilen kendim, ben, artık yokum, yokum, yoktum, öpülmüşlüğüm,
varım, dudaklar, sözle bin çiçek, bin gök, bin ezgi, bin birim, geceyim
şimdi,gecenin kendisi…
Bir
rivayete göre, otobüs durağı kucaklayıp öptü.
Bir
başka rivayete göre, durak otobüsü kucaklayıp öptü.
Ama
bunun doğru olmadığına ilişkin elimde güçlü kanıtlar var.
Ama
üçüncü bir rivayet yok. Yani: Hayır, öpüşmediler.
Yerel
gazete, büyük şans, diye attı manşetini: İyi ki durakta kimse yoktu.
Otobüsün
sürücüsü mü? O, anlamadı. Anlamaya da çalışmadı.
Otobüsü
hurdaya ayırdılar. Durağın artıklarını kaldırıp yerine yenisini diktiler.
Elhak, eskisini aratmayacak denli güzeldi yeni durak da.
Belki
de cennette, ergime kazanında kavuştular birbirlerine. Ama bunu bilmiş,
anımsamış, ayrımsamış olamazlar. İnsana koyan da bu.
Ha,
bir de serçeler vardı. Onlar için değişen bir şey yok.
Manolya
mı? Güzelim çiçeklerinin kokusunu salsa mı, salmasa mı, karar veremiyor.
Saçma
bir öyküydü.
Saçma
bir öykü gibi saçma sapan bitti.
Siz
sevmenin ‘en’ doğrusunu bildiğinize göre, aldırmayın geçin efendim.
Sollayın.
Geçin.