|
Olağanüstü Yaşantılar (Mucizeler) Günlüğü 1: Kiraz Çiçekleri
2007
22 Nisan Pazar, saat: 14.30.
İstanbul, Küçükbakkalköy, İETT Anadolu Garajı.
Güneşli, açık, mavi gökyüzü birden ak bulutlarla kaplandı. Rüzgar çıktı.
Çayevi. Dışarı atılmış yeşil plastik masalar tozlu, kirli. Eğreti sandalyeler. İçerde,
çayocağından bir çay alıyorum. Hemen kapı önünde duran masaya yerleşiyorum.
Ürperiyorum, sarınıyorum montuma. Elimde kitap: Çın Sabahta, Nezihe Meriç’in
oyunu. Son sayfalar. İçimde etkisini taşıyorum, gözlerim kaç kez yaşardı
okurken. Masada tüten çayım. Ürperiyorum ama gizliden de hoşnutum. Kimse yok.
Sessizlik.
Çaydan bir yudum alıyorum.
Biraz daha sarınıyorum montuma. Rüzgar daha mı sertleşti? Güneş gidip geliyor,
bulutun üzerime düşen gölgesinin dokunuşunu duyumsuyorum. Rüzgar saçımı karıştırıyor.
Bir an bir küçük çocuk belirip yitiyor içimde.
Satırlar arasında usum gidip gidip geliyordu bir yerlere. Her şey birbirine karışıyordu
böyle anlarda. Baştan alıyordum metni.
Birden bir şey oldu. Bir şey değişti.
Üzerimeak çiçekler ve çiçek yaprakları yağmaya başladı. Başımı kaldırıp bakıyorum.
Çayocağının camlı kapısı önünde yeni tomurcuklanmış bir küçük incir ağacı var.
Yapraksız, büklümlü dallarıyla sessiz duruyor öyle. Ya çiçekler? İşte, incirin
arkasında gizlenmiş, ondan daha küçük, sevimli, muzip gülümseyişiyle bir ağaç
daha var orada. İlk izlenimim, gülümseyişiydi. Küçüktü, ama ak çiçeklerle
donanmış bir gelin gibiydi, başımdan aşağı dökülen çiçeklerin kaynağı da oydu.
Bir kiraz ağacıydı. Küçük bir kiraz ağacıydı, gizlenmişti, özenle bakılmadıkça
ayırdedilmesi zordu.
Böyle bir şeyi ilk kez yaşıyordum. Rüzgar, bu küçük kiraz ağacından derlediği ilkyaz
çiçeklerini başka hiçbir yere değil, döngülü bir çevrim içinde, getirip üzerime
boşaltıyordu. Ağaç seçilmişti, bu masa, masa başında oturan ben ve çiçekler, yine
çiçekler vardı. Kim kimi seçmişti bunu anlamak olanaksızdı. Ama o an kiraz
ağacının rüzgardan bunu dilediğini ve benim üzerime çiçeklerini serpmeyi
seçtiğini, beni kutsamak istediğini düşündüm, anladım. Bunu başka türlü
yorumlayamazdım. En başta beni içine alan gerçek buna izin vermezdi sanırım.
Uçuşan çiçeklerden biri, bir kar tanesi gibi, ağzıma, dudağımın sol kenarına kondu.
Bir tanesi havadaki dansını bitirdikten sonra çay bardağımın içine süzüldü,
çayımı özel kıldı. Bir başkası şaşırtmak istercesine önce uzaklaşır gibi yaptı,
sonra önü açık montumdan içeri girdi, yeşil gömleğime, göğsümün üzerine kondu.
İşte biri daha. Gözlerimle izliyorum, biraz yükseliyor, bir burgaçla
halkalanıyor, yere inecek derken yeniden yükseliyor, kol yenimden dalıyor
içeriye. Kitabımın sayfaları arasına merakla inen çiçeğe ne demeli? Boyut
değiştirdiğimi düşünüyorum. Kıpırdamıyorum. Ne olacak, nasıl bitecek bu?
Bekliyorum. Kendimi ‘üzerine kiraz çiçekleri yağan masadaki adam’ resmi
olarak görüyorum. Bakın, bakın! Serçe parmağıma konuyor biri daha. Onun değdiği
yerden tüm bedenime yayılan bu duyguyla, mutluluk dalgasıyla değiştiğimi,
dönüştüğümü, başka bir varlık olduğumu ve orada bizim dünyamıza özgü ölçütlerin
geçersiz olduğunu derin bir kavrayış içinde seziyorum.
Başım kiraz çiçekleri bahçesi gibi olmalı. Ellerimle dokunmaya çekiniyorum başıma.
Bu olağanüstü an sonsuza dek sürmeli. Kıpırtısızım. Nefes bile almıyorum
neredeyse. Ve kiraz çiçekleri zaman zaman güçlenen rüzgarın desteğiyle bir
bulut gibi sarıp sarmalıyor beni. Oturduğum sandalye, kirli masa, sol dirseği
masaya dayalı, ellerinde açık kitap, donakalmış ben bir çiçek kozası içinde,
evrenden evrene geçişler yapıyor, dünyalar değiştiriyor, uzamın ve zamanın yeni
anlamlar, boyutlar edindiği kavranması güç bir aralıkta hemen her şeyi anlıyor,
hemen her şeyi, anladığımı düşündüğüm anda yitiriyor, unutuyordum. Her şey
görünüyor, arkasından görünmezleşiyordu.
Bilincimi zorluyor, irademle bu olağanüstü akışa yön ve biçim vermek istiyorum. Algımın
içinde seyreden devinimi yavaşlatmak istiyorum. Yavaşlatıyorum. Şimdi
çiçeklerin akışı öyle yavaşladı ki, bitmeyen, sonsuz akışın aydınlığı,
yeğinliği altında artan bir sevinç,
mutluluk atılımının tatlı, sevecen darbeleriyle kendi dönüşümümün nasıl
gerçekleştiğini görüyorum. Bu benim düğünüm ya da cenaze törenim olmalı,
diyorum içimden kendi kendime.
Karşıda çok yüksek, arkasında ne olduğu bilinemeyecek bir duvar var. Uzanıyor
kesintisiz. Duvarın dibinde devrik bir iskemle duruyor. Onun yanında gözleri
kara kumaşla bağlı bir adam ayakta durmaya çalışıyor. Kurşuna dizilecek. Lorca. Bir
Endülüs türküsü
duyduğumu sandım belki de. Hayır, Lorca değil, duvarın dibindeki adam şimdi
bana benziyor. Ben olabilir miyim? Neden? Ben ‘gümüş olmak’ istemedim
ki. Kiraz çiçekleri uçuşuyor. Ben orada, Lorca’nın dineldiği, ayakta durmaya,
türkü söylemeye çalıştığı duvarın dibinde, tüm varlığımın, bedenimin
tümlendiğini, çiçeklendiğini, çiçeklenmiş bir kiraz dalına dönüştüğünü görüyor,
imgeliyorum. Çiçekler yerleşiyor, yer değiştiriyor bedenimle; ayaklarımdan
başlayarak, ellerim çiçek oluyor, göğsüm, gözlerim. Bir çiçek adam. Biraz önce
yağmalanmış, kurşuna dizilmiş, yeryüzünden ve onun toprağı üzerinden kazınmış
olan bir adam. Bir ilkyaz çelengi gibi duruyor. Sevgili Lorca, sözleri
çıkıyor kıpırdayan dudaklarımın arasından, ah, dostum…
Rüzgar kiraz ağacının çiçeklerini tüketemez, çünkü bunu istemedi, istemiyor. Zaten
korkuyla ve gözucuyla bu minik ağacı izlerken gördüğüm şey beni yine
şaşırtıyor: şimdi daha da çok ve ışıltılı çiçek var üzerinde. Dinmeyen, yorulma
nedir bilmez çocukluğu yüzünden olmalı. Beni sevinçli kılmaya adamış varlığını.
Beni kutsadığını, benim için bunu yapmak istediğini biliyorum. Bir sorum var, bunun
yanıtını arıyorum bir yandan. Kiraz ağacının çiçekleri belki tükenmeyecek, ama
o duvarın dibindeki adam, ya o, ölüyor mu, yoksa bir doğum mu bu? Şu an
gerçekleşiyor olan ne? Bunu bana açıklar mısınız lütfen?
(*)30’lu yıllarda, İspanya İç Savaşı sırasında, Falanjistlerin kurşuna dizerek öldürdüğü büyük
Endülüs şairi
Olağanüstü Yaşantılar (Mucizeler) Günlüğü 2: Türkan Şoray’ı Nasıl Öptüm?
2008
15 Kasım Pazar, saat: 15.30.
İstanbul, Suadiye
-Sizi öpebilir miyim?
-Aa, tabii.
Yaşamımın tüm kirini akıtıp, yaşamımın bunca yıllık
cesaretini yükseltip, daha yükseltip, kendimi içimden tutup, çekip çıkarıp ve
onu güzel ve yeterince haklı kılıp ve öne sürüp de,
-Sizi öpebilir miyim?
Gazeteni okuyorsun, açmışsın, kalkan gibi, duvar gibi
koymuşsun insanlarla arana tek tek sayfalarını, iğneler tüm bedenini delik
deşik etmeyi sürdürüyor, iğneli fıçının içindesin, yine de okuyorsun gazeteni,
sanki gazete dünyayla aranda biricik köprüymüş de, sanki oradan bir halat
atılacak, iskele verilecek de, sanki bunda varsa bir kurtuluş umudu varmış gibi
okuyorsun gazeteni, bu kötü bir tutamak, güvenemezsin, biliyorsun ama küçük bir
haber çarpıyor gözüne:
Türk sinemasının sultanı Türkan Şoray ve “Türkan Şoray ile Yüz
Yüze” adlı kitabın yazarı Feridun Andaç, bugün saat 15.00’te Suadiye D&R’de
bir araya gelerek imza günü düzenleyecekler. Etkinlikte hayranları sanatçı
Şoray ve yazar Andaç’la sohbet etme olanağı da bulacak.
Bir gün önce. Şu yazma onun kara saçlarını örtmüş, şu
etek belini sarmış, şu incecik gece giysisi, tenini. Oynadığı filimlerde
giydiği giysilerini büyük bir zevkle, ama daha çok eski deyimle ‘huşu’içerisinde,
büyülenmişçesine izlemiştim sergide. Dokunmuştum kol yenlerine, kemerlerine,
yakalarına, simli, pullu giysilerine, dokunmuş ve onun bir zamanlar bedeni
üzerinde taşınmış bu giysiler üzerinden onu duyumsamaya, anlamaya, kavramaya
çalışmıştım. Yaşamımın en yoğun anlaksal çabalarındandı, yorulmuş ama çok mutlu
olmuştum. Gecekondu kadını, köylü kadın, kentli, zengin, yoksul mahalleden, bar
kadını, şarkıcı, işçi,
|
|