Direktoren For Det Hele (Emret Patronum, The Boss Of It All)
Yön. Ve Sen.Lars Von Trier, 2006.
Emret Patronum değil de, sanki Patronum Her Şeyim
daha uygun düşerdi Türkçede.
İnternette Türkçe ve İngilizce film hakkında dişe dokunur pek kaynak yok. Danimarka(ca)’da olduğunu
sanıyorum. Bunu anlamak zor değil. Çünkü Lars von Trier’in hınzırlığıyla baş edebilmek yalnızca
ülkemizde değil, batı kültürlerinde de kolay olmasa gerek. Üstelik, Batı Kültürü’nün Trier gibilerle
bir sindirim (hazım) sorunu yaşadığı kanısındayım. Onda görmek istemedikleri görmek istediklerinden
çoktur bana kalırsa. Bu yüzden aptal bir özet IMDB’den tüm dünyaya yayılır ve bununla da yetinilir.
Başlık: Trier’den bir komedi filmi. Ne kadar ilgi çekici!
Bense hiç kavrayabildiğim kanısında değilim. Trier kendi toplumunun birikimine yaslanıyor ve
kullandığı göstergeler (kodlar) kendi kültürüne ait. Öyle bile olsa ortalama bir Batılı, eğer öncü
(avangard) dramaturg Gambini’yi, İsveçli yazar Strindberg’i, Norveçli Ibsen’i, Trier’in tam da
kendisini (Dogma) az buçuk tanımıyorsa gerek anlatıcının (Lars von Trier’in sesi), gerek oyuncu-sahte
patronun, gerekse gerçek patronun söylemlerini, konuşmalarını bir yere oturtmakta güçlük çekecektir.
Bu düzey gerçi yönetmenin ikinci, belki de üçüncü derin katmanı, ama ona en yakın (kara yergisinin en
çok işlediği) katmanı olabilir.
Sonuç olarak, film bir donanım gerektiriyor. Yönetmen, zekasını tüm ökelerde olduğu gibi bir kez daha
kumara sürüyor ve izler kitlesini kendisiyle yarışmaya çağırıyor. Trier’le karşı karşıya gelip de
tetiklenmemek, onunla kendini bir yarış içerisinde bulmamak olanaksız. Bu ‘kavrayışta inilebilecek
derinlik’le ilgili bir yarışma kuşkusuz. Peki, donanımsız, hazırlıksız; bu film bir şey
söylemez mi? Trier’in belki de tüm filimleri gibi dışarıda kalınabilir. Bu ne kadar Trier
biriktirdiğinle değil, genel olarak ne biriktirdiğinle ilgili.
Eğer diyorum arkanda Cervantes, Rabelais, Sterne, Swift, Dostoyevski, Kafka, hatta diyorum Atay varsa,
tümünü toplayalım, karnaval (şenlik duygusu) varsa filimden her durumda alınabilecek bir şey de
vardır!
Filmin öyküsü üzerinde değil, öyküsünün akışsızlığı üzerinde durmak daha doğru olabilir. Görüntünün
sesin sürekliliğine karşın kesintili, hoplaya zıplaya akışı Trier’in seyircisine rahat huzur vermeme
konusundaki kararlılığının, hınzırlığının da bir kanıtı. Ama daha çok dile (anlatı diline) ilişkin bir
seçim onunkisi.
Trier çok açık, yanlış anlamalara tümden kapalı bir kesinlikle, izleyiciyi koltuğundan etmeye, diken
üzerinde oturtmaya kararlı yine. Koşullanmış algı yapılarımızdan kuşku duymamız için işte, gerçeklik
sonsuz kez kırılıyor, hatta biçiliyor diyeceğim film boyu. Bu hasattan geriye kalan anlatılanın ne
yanda kaldığına ilişkin (perdede bir imge olarak mı, burada benim duygulanışım, etkilenişim olarak
mı?) derin sayılabilecek bir kuşku. Jean-Luc Godard’dan tanıdık geliyor, hatta Yeni Dalga’dan
diyeceğim (Hanna Schgylla’nın oynadığı bir filmi anımsar gibiyim). Buna sinemada Brecht’ten (epik)
fazlası denebilir, yoksa Dogma bu mu? Gerçeği kırarak, onun kırılgan hakikatine ulaşmak ve Trier’le
birlikte bundan bile kuşkulanmak? İroninin (karnaval: Bakhtin) keskin ve alaycı dili, Trier’in eşlikçi
sesiyle bunu yapıyor, diğerinin yerine geçmiş imge, gerçeklik sanrıları, sanal göstergelerle kurgusal
bir yapının bir tür yapısökümünü, yapıtaşlarını yerlerinden oynatmakla yetinmeyen, bütünsel bir
eleştiriye varabiliyor. Öykü öykünün yerine, gerçeklik gerçekliğin yerine, rol rolün yerine oynuyor,
bir şey diğerinin yerine oynuyor, patronlar patronunun patronunun patronunun… Elbette bunun sonu yok.
Bacadan yaşama giren oyuncu imgesi, ise bulanmış oyuncu, bacasız kentte, issiz kalabilir. Bundan
mizahtan fazla bir şey çıkar (karnaval çıkar). Herkesin bulunduğu yer boştur, büyük harflerle yürüyen
Büyük Yaşam’ın Büyük Anlatı’sı (Söylem) incecik bir toz katmanı denli uçucu, duyarsızlık kertesinde
duyarlı (kırılabilirlik, kendinden hemen vazgeçebilirlik anlamında), etiketin arkasındaki boşluk
(bundan hoşluk çıkaran Trier’in filmi de kolaylıkla komedi diye adlandırılır), sözleşmelerin allayıp
pulladığı amorfluk (biçimsizlik), tanımların, terminolojilerin işaret ettiği kaypak, ele avuca gelmez,
organik taşkınlık, aslında edinilememiş, sahibi olunamayan hiç, belki de, büyük
olasılıkla hiç’tir. Ama Trier bunun peşine düşmez, onun ironisinin kıskaçları
arasında can cekişen şey tam da yabancılaşmanın (sahteleşmenin) bu inanılmaz inandırılmışlık,
benimsenmişlik düzeyidir ve yaptığı da budur: yabancılaşmanın yabancılaşması. Patron patron değildir,
çalışan da çalışan, oyuncu oyuncu değildir, Danimarkalı bir Danimarkalı ve insan insan değildir. Peki
neyiz o zaman?
Trier acı alayını sürdürür: biz mi neyiz? Bu tümcedeki (soru tümcesindeki) sözdiziminden, sözcelemden
başlamalı işe. Bir anlatının parçasıyız. Bir üstün anlatının, bir Tanrı anlatısının değil de, öyle
gösterilmiş, sunulmuş bir anlatının…
İşte tam burada Trier’in bıçağının keskin ucu batıyor bir yerlerimize. Sen, sen olamazsın, bu filmin
seyircisi olamazsın, öyle sanıyorsan yanılıyorsun!
Kandırılmaya açıksın, yatkınsın, başka bir şey olarak gösterilmeye, aldatılmaya, istenildiği gibi
yapmaya, yaptırılmaya uygunsun, ağlayacağın, öfkeleneceğin, kusacağın, küfür edeceğin, bedenini seks
için kullanacağın, vb. zaman ve yer geometrik olarak belirlenmiş, tüm bu edimlerin yerlemlerine
ilişkin ne kadar kuşku varsa silinmiştir zihninden. Geldiğin bu yerde o denli temiz, duru, o denli
masum, suçsuzsun ki… Trier’in sesi ne diyor: asla iflah olmazsın!
Sen BT’lerin, büyük teknolojilerin, sunumların, sanal imparatorlukların egemeniyken, bir tuşa basarak
para, mal, bilgi, vb. bir çok şeyi harekete geçirme gücünü taşıyor görünürken patronunun boş
koltuğunda bir oyuncak ayıyla oyalanabilir, patronunun seni işinden etme girişimleri arkada süre
giderken söylediği tatlı bir söz, gözünden akıtacağı sahte gözyaşı, seni kucaklaması her şeyi
unutmanı, bağışlamanı sağlayabilir.
Şirketin üst düzey çalışanları neden birer özürlü gibi, sakatlar. Çünkü Trier’in hakikatı gerçeği
deşiyor ve gösteriyor ki, bu sunum, gösterim değil diye de avaz avaza bağıra çağıra, bu bir duyarlığa
işaret değildir. Bu salaklaşmadır. Bu Dr. Faust’un ruhunu şeytana teslim ettiği en son andır.
Görünenle yetinme aymazlığıdır. Arkada bir şey yok. Her şey geçirgen, saydam ve saf, masum. Karanlık
yok, kötülük olanaksız, tansık olsa olsa budur. Ama Lars von Trier diğer filimlerinde yaptığını
yaparak, bu tansığı belki de gerçek tansıkla, olmayan bir bakışın, olmayan hafifliğiyle (gerçekte
ağırlığıyla) sarsıveriyor. Bu bir deprem olabilir, ama ölenin artık bir şey öğrenemeyeceği, dersler
çıkaramayacağı bir deprem. Trier ders peşinde de değil. Sanki hınzırlık doğasında, genetik bir dürtü.
Ama bu bizi onun hakkında kör etmemeli, önümüzde Dogville’i, Manderley’i yapan biri var.
Unutmamalıyız.
O zaman bu filmi eleyemeyiz, geride yine tüm film kalır, eleştirinin yeni bir aracı, bakışı olarak.
Ama büyük harfle başlayan her şey gibi sanat da, Lars von Trier’in sineması da, bu film de Dogma’dan
ağzının payını alır. Sanat kendisiyle dalga geçer, film kendisini ti’ye alır. ‘Trier’den komedi filmi’
denmesine rıza gösterir. Midede ne kaynatacağıdır önemli olan, bırakalım ne derlerse desinler.
Yuttuğumuzun bir el bombası olduğunu anlarsak ne ala, sonumuzu kestirebiliriz, tezce gelecek sonumuzu,
anlamazsak zaten sorun yok, son gecikmeyecek. Bu durumda bir değil, on, yüz Trier para etmez.
Dramı, sahneyi, dili, ruhu, şirketi, teknolojiyi, oyunculuğu, işi, işsizliği, evliliği, hukuğu,
ekonomik göstergeyi, cinselliği, retoriği bilcümle dünyayı kentleri, topluluklarıyla birlikte yergi
oklarının odağına yerleştiren bu hınzır adam, kar’a, pencerenin dışında oldukça da aykırı duran kar’a
ve onun yağışına bir şey söylemiyor. O var, yağıyor. Atlıkarıncanın, atların üzerinde döne duran
sahtekarların, bu saf, masum sahtekarların, yaptıklarından sorumlu tutulamayacak olanların, çünkü
kendileri olmayanların üzerine. Bir kar var, kendi gibi olan.
Gerisi, Hitler. Heil Hitler! Sanırım Fellini de yaklaşmıştı ya da yaklaşabilirdi (Amarcord) buralara.
Şişik anlatı, yalancı gebe öykü, duygusallık mezarında ölü uzanmış hakikat: duygusuzluk.
Her şeyin olmadığı şey gibi durduğu, olmadığı şey gibi yaşandığı bu dünyasal bağlam içinde, hem onun
içinde olup hem dışarıda durabilmek, hem gülüp gülerken ağlamak, acıdan haykırırken bir an durup
olmayan (duyulmayan) acının haykırışına kulak kabartmak ayracalığı ve ayrıcalığı az şey
sayılmaz.
Sonuçta öykü öykünün kişileri tarafından, kahraman şu sünepece, iktidar oyunca, kavram dilsizlik,
özürlü konuşmayla, aşk yanılsamayla (hatta yanlış anlamayla), yaşam yitirilmiş olanla, boşlukça
yadsınmıştır. Koca bir dünya döngüsünü tamamlamış ama başlangıçtaki yerini bulamamıştır (differentia).
Boşlukta dönenen dünya boşlukta kalmıştır. Bundan daha iyisi Lars von Trier!
Domuzuna hınzırlık. Anlamanın bize kalan çok az yollarından biri.
Ağrıya bile, acıya bile alıştık, alışabiliriz. Hem de kolayca.
Trier Kumpanyası sunar:
Eğlencelik komedi! Hiç bu kadar gülmediniz, gülemeyeceksiniz! Koşun, kaçırmayın!
Ama yarısında da pes etmeyin, benden demesi.
Zikrullah
26.12.2006
Ek 1.
Trier bir biçimci, ama biçimi içeriğin aracına dönüştürme konusunda çok duyarlı. Duygusallığı usun
zoruna, yalazına tutma konusunda bilinci tetikte, ayakta sürekli. Dolayısıyla deneysel sinemaya ve
stilizasyonlara yatkın. Baktığımız şeyle değil nasıl bakığımızla ilgisi onu soğukkanlı olmaya,
duygusal etkilerden (effect) uzaklaşmaya zorluyor. Dolayısıyla çağdaş naiflikle de (bu delice etkili
olabilecek ve herkesi kolayca etki alanı içine alıp uyuşturabilecek, razı edecek) bir alıp veremediği
var, yürekten katılıyorum ona, masumiyetle de hesaplaşıyor ki, son çözümde dediği, “ben ağrınızı
dindiremem, dindirmek de istemem!”.
Trier kendisine katılınmasını, anlaşılmayı isteyecek biri değil. Bundan huzursuz da olur bana kalırsa.
Ama yine de bu filmi yapıyorsa, yine de filim yapıyorsa… Ne diyeyim?
27.12.2006
Usta yönetmen Lars von Trier’in son filmi Emret Patronum, bir şirket sahibinin işsiz
bir oyuncuyla anlaşıp, onu patron olarak tanıtmasıyla yaşanan komik olayları anlatan bir kara komedi…
Ülkemizde daha önce 12’nci Avrupa Filmleri Festivali kapsamında Gezici Festival’in
programında yer alan film, ilk olarak Kopenhag Film Festivali’nde gösterilmişti…
Filmin konusu:
Bilişim teknolojileri şirketi olan bir adam, bir gün sahip olduğu şirketi satmaya karar verir. Ancak
ortada ufak bir sorun vardır, patron uzun zamandır ofisin içinde sıradan bir çalışan gibi
çalışamamaktadır ve kimse kendisinin şirketin sahibi olduğunu bilmemektedir.
Şirketi almaya talip olan yatırımcılar yeni patronla yüz yüze görüşmek konusunda ısrar edince patron
çareyi profesyonel bir oyuncu ile anlaşmakta bulur. Başlangıçta her şey yolunda giderse de sahte
patron zamanla kendini iyice rolüne kaptırır…
Emret Patronum / The Boss Of It All
Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Jens Albinus, Jean-Marc Barr,
Casper Christensen, Benedikt Erlingsson, Fri?rik ?ór Fri?riksson, Peter Gantzler, Sofie Gråbøl, Iben
Hjejle, Anders Hove Senaryo: Lars von Trier Türü: Kara komedi
Yapım: 2006 Danimarka, İsveç yapımı Gösterim Tarihi: 22 Aralık 2006
(Bir Film)
Emret Patronum
Lars Von Trier, yaptığı iki 'vaaz' filminden sonra (Manderlay ve Dogville) daha 'şen
şakrak' bir filmle beyaz perdede. Bir bilgi teknolojisi firmasının patronu Ravn, çalışanlarını
kendilerini kontrol eden, büyük bir patron olduğuna ikna etmiş ve böylelikle sevimsiz bütün kararları
bu 'büyük patron'a yıkmayı başarmıştır. Şirketini satmak istediğinde ise almaya niyetli kişiler, bu
hayali patronla masaya oturmak ister. Çıkış yolu bulamayan Ravn, patron rolü oynayacak bir aktör
tutar. Film tam Trier'e yakışan bir komedi. Tür: Komedi Yönetmen:
Lars Von Trier Oyuncular: Jens Albinus, Jean Marc Barr,
Casper Christensen, Fridrik Thor Fridriksson
|
Orjinal Adı: The Boss Of It All / Direktoren for det hele
Yönetmen:Lars Von Trier
Oyuncular:Jens Albinus, Jean-Marc Barr, Casper Christensen, Benedikt Erlingsson
Senaryo:Lars von Trier
Kurgu:Molly Marlene Stensgård
Tür:Komedi
Süre:84 Dk.
Yapım:2006 - Danimarka
Dağıtımcı: Bir Film www.birfilm.com
Gösterim tarihi: 22 Aralık 2006
6,1 (99 oy)
IMDB.com bu filmin
sayfası
|
|
Editörün Notu: Usta yönetmen Lars von Trier'in son filmi
"Emret Patronum" hınzır bir kara komedi örneği.
Konu: Bilişim teknolojileri şirketi olan bir adam,
bir gün sahip olduğu şirketi satmaya karar verir. Ancak ortada ufak bir sorun
vardır, patron uzun zamandır ofisin içinde sıradan bir çalışan gibi çalışmaktadır ve
kimse kendisinin şirketin sahibi olduğunu bilmemektedir. Şirketi almaya talip olan
yatırımcılar yeni patronla yüzyüze görüşmek konusunda ısrar edince patron çareyi
profesyonel bir oyuncu ile anlaşmakta bulur. Başlangıçta her şey yolunda giderse de
sahte patron zamanla kendini iyice rolüne kaptırır.
The New Scandinavian Cinema of the Absurd
The Boss of It All (Direktøren for det hele) Lars von Trier
The Bothersome Man (Den brysomme mannen) Jens Lien
Reprise Joachim Trier
Container Lukas Moodysson
Ion Martea
posted 25 October 2006
'No. You are in no man's land. Which never moves, which never changes, which never grows
older, but which remains forever, icy and silent.'
(Harold Pinter, No Man's Land)
The Theatre of the Absurd, through its most obvious precursor Dada Theatre, was originally developed
by two Romanians working in Paris, and brought to utter perfection by Beckett and Pinter. Cinema,
despite its avant-gardistic period in the 1960s America, has never truly got to grips with the
creation of artistic empathy through the Absurd. A Dane, two Norwegians and a Swede show at the 50th
Times BFI London Film Festival that Cinema of the Absurd is not only possible, but has proved capable
of producing some of the strongest, most thought-provoking works at the festival.
Kierkegaard's definition of the term is that, 'to act by virtue of the absurd, is to act upon faith'
(Søren Kierkegaard, Journals, 1849). In creating a narrative, the Absurdist artist then is not only
constructing characters that do not act rationally (though they do not have to be irrational), but has
to impose an overarching vision of the piece driven by instinct, rather than rationality.
Lars von Trier's The Boss of It All is a work that heralds the movement in its seemingly
rational construction. Ravn (Peter Gantzler) is the owner of an IT company, but not wanting to be held
fully responsible, pretends to his employees that he is merely a co-owner of the business, not the
sole proprietor of the company's assets. Consequently, when Ravn decides to make an important
transaction affecting the company's future, an Icelandic businessman who is interested in the deal
((Friðrik Þór Friðriksson), insists on talking to the company's president, and not merely the
executive. At this point enters Kristoffer (Jens Albinus), an actor who assumes the role with such
seriousness that he calls into question the sheer morality of his character's action.
A situation comedy opens up, guaranteeing laughs for even the iciest of spectators. Yet, by the
final
frame, von Trier has played the cards so well that the twist, though it is void of rationality or
human empathy, turns out to be the only available action for all involved. Kristoffer's Gambini-esque
final performance is astonishing to us and the characters in the film - who are caught up in a
well-structured existentialist comedy without ever realising it.
One might fault The Boss of It All for failing to achieve the spontaneity impregnated with
meaning that comes from the visibly disjointed narrative that is so dear to Absurd Art. Arguably, the
Danish director relies too much on Automavision shooting (which effectively makes the cinematographer
redundant) to make visible any unexpected moments that come about during the performance. Yet this
criticism misses the point. Absurd narrative is a painstaking technique because it is trying to
establish a lack of rationality through an instinctual, rigidly structured text, out of a desire to
extinguish the possibility of logical consciousness.
The Norwegian film The Bothersome Man is clearer about the thought process at work in the
construction of an Absurd film. Jens Lien introduces Andreas (a tour de force from Trond Fausa
Aurvaag) as a man with no past, present or future. The disjointed narrative, moving senselessly
through time, shows Andreas meeting a person he does not know, who gives him a job he doesn't know how
perform (though he seems to be dealing well with what looks like accountancy), easily meeting a woman
he moves in and out with, and a lover who loves everyone. If it sounds like Kafka, that's not far off,
though one needs to add an abundance of Grieg's lyricism. Nevertheless, Lien is not so much interested
in the absurdity of the social organism, so much as questioning the need for emotional sensations in a
world that is perfect in its very outset.
The concern for the metaphysical emerges as an unexpected tragedy in the rigidity of a world with all
the perfect lines one could wants to hear. Therefore in the mere recreation of a rational world,
Lien's instinctual search for humanity remains as a poignant afterthought, highlighting the tragedy of
not being able to cry at laughter, or laugh at sobs.
A similar comedy with a bitter after-taste is Joachim Trier's debut feature Reprise, though
this one is less obviously an Absurdist work. The story of two writers in their early twenties aiming
for literary recognition (played outstandingly by Anders Danielsen Lie and Espen Klouman-Høiner) looks
by the end like a coming of age parable, richly portraying youth, but also the passions of artists.
The central dichotomy is between Philip (Lie) - who becomes successful from the word go only to end up
suffering from psychosis, yet happy with a loving girlfriend by his side - and Erik (Klouman-Høiner) -
who slowly secures his position as one of Norway's leading writers through remaining friendless and
alienated. Trier seems to suggest that through rationality, each writer achieves less than they
wanted, yet the passionate drive for artistic endeavour brings in itself the only available outcome -
even in contradiction to the agent's conscious vision.
In all three of these features, the echo of Pinter's No Man's Land rings with a deafening
intensity. In all of them, the agent remains with the chimera of rational thought, yet one is always
deciding for the Absurd. The auteurist vision thus captures the true disjunction between form and
meaning: the former is shaped by the illusion of logic and the latter is defined through instinctual
action. The mere pinpointing of the decisional act of faith means all three films burst into a heavily
structured web of absurdity.
Lukas Moodysson, in an exclusive interview for Culture Wars, claims that
a work like
Container, despite its extreme disjunction of thought, image and sound, has a strict
mathematical algorithm dictating the structure. This may seem an odd comment after listening for 74
minutes to an uninterrupted whispering monologue by Jena Malone, that sounds like a mixture of
monotonic Dada poetry and an extended version of Beckett's Not I, superimposed on a
juxtaposition of black-and-white images centred around an autistic woman trapped in a man's body
(Peter Lorentzon) and his carer/friend/stranger man trapped in a woman's body (Mariha Åberg). Or are
they trapped in each other? Or maybe their perception is at fault? Or maybe our perception is at
fault? Moodysson's ideal spectator would leave the cinema perplexed after a first viewing. The
director admits that in subsequent viewings even he is utterly mesmerised by the density of thought,
and the congestion of ideas in it.
Certain critics have labelled Container pretentious. This says less about Moodysson than the
critics themselves, who are clearly not confident that they understand the work. Such labelling shows
an intellectual and emotional laziness (not understanding or not liking the film are a different
matter). And no, Mr Moodysson, these were not Americans, but rather British journalists, who 'damage
their intelligence by being so very happy with how intelligent they are' (Lukas Moodysson,
Sacramento - Czernowitz, 17 January 2006).
It is true, Container is a painstaking chore to go through, yet the abundance of ideas on
sexuality, gender politics, body politics, war, religion, poetry, text, celebrity culture, and much
more, plays like a ballet of afterthoughts, beautiful, pure, and rewarding. In the disjunction of
form, Moodysson is technically celebrating cinema as the most accomplished medium for the birth of the
Absurd in its chaste form. The search for truth never ceases to be the driving force of the narrative,
such as it is. The disavowal of continuity, verbal and visual, despite doing away with our received
perception of language and vision, is ultimately the background for a metaphysical search for the
essence of things.
'When something really works, it works on many different levels,' considers Moodysson. Lukas, Lars,
Jens, Joachim - all have achieved individually a multi-layered canvas that is provocative in its
refusal to accept the rational consciousness. It may not be quite the same as the Theatre of the
Absurd, but these Scandinavians are building the foundations for a novel cinematic movement. As with
any movement, they do not need to sit around tables and debate with each other whether they are
creating something that might be recognised academically at a later stage. The aim is to make the best
films they can, and to pursue their faith in their own potential. Maybe not all is icy and silent in
'no man's land'.