"Aşk: kalbin uğrunda sızladığı."[2]
J.M.Coetzee
Aşk, kendini oku(n/m)aya bırakmaktır, hem bir nesne, hem de bir özne olup, olabilip...
Yani aynı anın içinde aç ve oku, özne ol! [3]
Açıl ve okun, nesneleşmeye bırak tüm varlığınla kendini!
Görüyorsun, değil mi?
Ben de aynı şeyi yapıyor, sanki tanımlamazsam ele geçiremeyeceğim şeymiş, olanaksızmış, yoklara
karışırmış gibi sayısız aşk tanımına bir tane daha eklemeye, okyanusu, kattığım bir damlayla büyütmeye
çalışıyorum sözde…
Hayır, göremeyeceksin belki, ama bunları yazdığım şu an utandığımı söyleyebilirim. Bil, yeter.
Alışkanlıklar yakasını bırakmıyor insanın. Bakın ikincisi bastırıyor arkadan:
Tanıma gelmez şey olmalı aşk (o zaman).
Olmuyor, değil mi? Ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor. Yapaylığı çekiçleseler böyle tınlardı. Peki,
terslik nerede? Aşkı ele geçirme girişiminin kendisinde mi? Tanımlama en azından aşk söz konusu
olduğunda yanlış bir girişim mi? Sanırım öyle…(mi?)
Aşktan söz edeceksek… Ama bir dakika… Aşktan söz edilebilir mi? Aşk üzerine, aşk için konuşulabilir
mi? Doğrudan eylem değil miydi o? Sözden önce gelen?[4] Yaşamın ön kapısı?[5]Arka kapısını sorma
artık. Aşk olanaksızlık ("bir imkânsızlık tasarısı")[6], yani ölüm,
değil miydi?
Aşk, ölüm! Aşk ölüm! Aşkölüm!
Hayır, ben demiyorum.
Biri yaşar, öteki anlatır. Yoksa bilinenin tersine aşk, üzerine kon(durul)muş sözcüklerden mi ibaret?
Neden yalpalıyorum ki böyle? İşte yazıyor, yazmaya çalışıyorum ya… Yanıt burada. Yanıt buradaysa
nediro zaman bunca kaygı, tasa? Bunca onmaz yitim duygusu?
Onun bir dili, dolayısıyla dilbilgisi (gramer) var, deniyor. Eğer böyleyse imleri, sözcükleri,
tümceleri de var demektir ve bunların arkasında gizli de olsa geçerli, sağlam bir mantığı. Deneyim
deneyime eklene gele evrensel denebilecek bir ortak söyleme, her söylem er geç eyleme dönüştüğüne göre
de ortak eyleme… Dur, dur! Daha çok saçmalama!
Yapabileceğin en iyi şey kendinden söz etmek… Yaşadığını sandığın şeyden… Hem söz ayıklandığında gene
de
geriye kalan bir şey olmalı, hiçbirimizin asla bilemeyeceği, tanımlayamayacağı, kavrayamayacağı bir
şey: Gerçek[7]. (Off, ne de ağır bir sözcük bu!) Yok
yok, bir işe yarayacağından değil.
Aşk bir değişmecesel (metaforik) imge olsa ne yazar? Dibinde yerinden oynamış, bir daha aslını
bulamamış o şey, kıpı, evrensel yalınlık ilkesi, 1’den artan 2 [8], yamyamlık oldukça, yaşam 2’de
konakladıkça geçmiş her zaman 2 eksi 1 kalacak. Yani düzcesi, aşk kaynağını geçmişten taşıyamayacak.
Dediğimi küpe yap, tak kulağına. Aşkı geçmişte yaşadıklarınla, yaşamadıklarınla anlamaya, bir de
üstüne, açıklamaya kalkma. Geçmiş ona yetmez. Geçmiş aşka yetmez. Yetseydi yeniden âşık olun(a)mazdı.
Oysa bana sorarsan aşkı aşk yapan yenidenliği, tetikteliği, başlangıcın, ilk kezin tadı. Her
zaman ilk kezdir o, öncesizdir. Dahası, geçmişte olan, yaşanmış ne varsa tümünün topyekûn yadsınmasını
bekler, dayatır, koşullandırır açıkçası. (Vay be, ne büyük sözler bunlar! Hem kendi tuzağıma ne
hızlı düşüş bu böyle!)
-Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım.
Terane.
Daha önce de aynı sözcüklerle aynı tümceyi kurmuştuk ve sonra da kuracağız. Kuşkusuz… Konu
gösteren değil.
Geçmiş yazgılanmış, öykülenmiş, yinelenmezleşmiş, tansığı (mucize) silmiş süpürmüş eteklerinden.
Geçmişin aşkı doğduğu yerde, doğarken uyuyakalmış. Oysa aşk, uyanmanın yanılsaması olabilirdi belki.
Uyanır, bir şey gördüğünü sanırsın. Düş görürsün: uyanıp bir şey gördüğünü sandığın o düşü…
Geçmişin batağı olsa olsa yatak olur, çok sürmez çeker alır seni içine, bir bakmışsın, balinanın
karnı olmuş yuvan.[9]
Aşkı yaşlandıramaz, eskitemez, şarap gibi bekletip değerleyemez, demleyemezsin. Onun bedeni, içinde
yuvalandığı bedenin tersine gencelir hep, durup durup tazelenir. Nerden mi biliyorum? Bilmiyorum,
böyle olmalı diyorum. Böyle olmayana aşk demem ki!..
Geçmişi kazırcasına silmek geleceği silmek değil mi? Gelecek geçmişi aynada yansılamaz mı, izini
sürmez mi adım adım? Bir Japon yelpazesi, okunun iki yanında açılır, bir yanına geçmiş dizilir, öbür
yanına geçmişi anbean biriktiren, ikizleyen gelecek… Ama aşk bir ayna anlatısı olabilir mi? Kadına
düşen, yansıyan erkek ve erkeğe düşen, yansıyan kadın. Geçmiş gelecekle hic et nunc buluşur.
Aşk doğar, parlar ve daha yanarken sırra kadem basar. Kuyruklu yıldız çoktan akıp geçmiştir,
gözlerimiz iz, im aranırken acılı, umarsız.
-Ama bir şey görmedik, ama hiçbir şey anlamadık ki!
Aşkla ilgili olmayan herhangi bir şey gösterin bana. Hadi durmayın gösterin.
Eşelesek, kazısak da uzak ya da yakın geçmişte bir yeterli neden, gerekçe bulamıyorsak ve yaşamın
biricik anlamı eninde sonunda aşktan çıkageliyorsa, ne yana bakacak, yüzümü nereye çevireceğim? Ama
önce gelen sorum şu: Ben kimi, neyi özlerim?
Ölesiye kimi özlerim?
Geride kalanın bile gelecekten ağışını, gelişini özlerim hey şaşkın, azıcık düşüne ko anlayacaksın.
Gelecektekini, gelecek olanı özlerim. Özlemek, geçmişe gelecek aktarmak... Düşü ufuktan devşirir,
geçmişin karasına çalar, bindirirsin. Geçmiş, geleceğin düşü, özlemiyle geçmişleşir, kendileşir, aşkla
dolar, aşkolur. Onbinler [10] h]aykırır:
Θάλαττα! θάλαττα!
Bakın nedir dediğim? Aşkı bulmaz, yaparım ben. Kendimi aşka koyar, yatırırım. Mayalarım. Sevmek
ister, istediğim için, istedikçe severim.
Yüzleş! Yüzleş artık şu gerçekle! Sana söylüyorum.
Sevişimi, sevmeyi, onu severken aslında kendimi, severken, seven biri olarak kendimi
severim. (Yoksa katlanamam ki kendime…) Sevişim içinde güzelleşirim. Başka da hiçbir yerde…hiçbir
zaman.
Aşkta ve aşkla birbirimize bir tansıkta artar, çoğalır gibi [11] aracılık ederiz. Kendime kavuşurum
sevdiğimle, bağdaşır onaylarım geçici olarak varlığımı.
Aşk bir tasarıdır (proje), hadi düşsel bir tasarıdır, diyelim. Varlığın içine düşen tohum, varlıkta
yuvalanan çekirdek, zamanı oyan istek. Bundan, cesaret, onun ilk ve son adı olmalı. Çünkü istemek
cesaret etmektir ya da vice versa.
Sevmek (aşk), seçmektir! Yalan mı?
Ne olmak istediysek aşk o olacak! Yaşam düşümüzün ete kemiğe bürünmesi, seçilmiş bedene kilitlenmesi,
bile isteye bağlanması hem. Nedeni; tartıya vurulduğunda ağır çekmez, tersine hafif, çocuksu,
rastlantısaldır. Bir koku, bir su, bir ses, ne ise işte düşümüzü imgeler, alır sevdiceğimizin bedenine
ekler. Bu beden bu imgeyi nasıl almış, ne zaman kendinin kılmış, geçici mi kalıcı mı bu yurtluk,
anlamı, gerekçesi, nedeni ne, bilinmez.
Daha geçenlerde Moris Farhi'nin romanıyla[12] ilgili olarak şunları yazan ben değil miyim?
"Ama bundan daha fazlası, yani aşk bile değil aşkın fazlası: sevişme. Şu bedenleri kavuran,
tutuşturan, yakan, teni parlatan, ışığa boğan buluşma.
Yaşamın anlamı, özü bedenlerin, tenlerin birbirlerine duruşu, dokunuşu, girişinde… Yalanı dolanı
bırakalım da bir yana, bu şarkıya kulak verelim. Teni ten, insanı tensel aşk doğrular. Yalan dolan
(tevatür) gerisi."[13]
Yani orada olan bir şeyi bulmaz âşık. Ortalıkta karga ya da saksağan gibi dolanırken, hadi
diyelim aranırken göz alıcı şu pırıltılı incik boncukla ilgisi yok. Âşık, yapıcı, yaratıcı olmak,
ağzını boşluğa dayayıp bağırmak ve… çığlık atmak zorundadır. Aşkı boyunca yaşayacağı iyi kötü her şeyi
şimdiden çağırır âşık. Sesinin, düşünün gürlüğü oranında yazar sevdasını. Ölçüp biçen terzi, dener,
düzeltir, diker ve giydirir sonunda. Ötekiyle beriki, âşıklar, bu giysilere gelmez, uymaz bedenlerini
toplar eder, denkleştirirler birbirine. Üçüncüsü hep tuhaf bulacaktır bunu, kusurlu, eksik gedik.
Kimin umurunda?
Ne demeye…
Yeter, kes artık! Saçmalıyor, oyalıyorsun dünyayı.
Yazdıkça aşk ufukta küçülen bir leke, siliniyor, yitiyor. Yazmasan çok daha iyi.
*
Arkama bakıyorum. Giden şeyleri görüyorum. Boşluk halkalanıp geride, dipsiz bir kuyuya dönüşüyor.
Kendi cenaze törenime katılıyorum. Çocuktum, çocukken ölmüşüm ben. Ölü çocuk bedenim orada. Yerde…
Yeşil çayır gülümsediğinde otu yemek istediğimi anımsar gibiyim. Otladım. (İçimdeki hayvanı
bıraktım.)
Çimenin ağusu içimi kalayladı. İçim öykü tutmaz oldu ya da çivi.
Herkese aval aval bakmaktan herkesin içindeki birini ıskaladım. Oysa herkese o biri için bakmıştım.
(Şimdi anlıyorum.)
Seslenmedim, adını söylemedim mi? Seslendim, söyledim. Öyle ağuyla, öyle tutkuyla, öyle toprakla ve
öyle suyla haykırdım. Yeryüzü aşkı bu, tene yanık, dediler[14] , gördüler ve burun kıvırıp geçtiler.
Aşk ten nakışlamadan başka ne olabilirdi? Ağzıma bir çarptılar. Ve bir daha… Cin çarpmışa döndüm.
Gerçi sonra yaşamca doğrulandım ya (çok geçti) hırsla da yalanlanarak.
En büyük erdem aşk değilse, sözcükleri dökülürken daha ağzımdan, astılar beni. İpi çeken,
sandalyemi tekmeleyen kim, bilin bakalım? [15]
Böyle olmayacaktı. Bir ömür ve onun bütün kaynakları uğruna harcanmadıkça, özenli, titiz bir usta, en
büyük usta, sanatçı tarafından kur(g)ul(an)madıkça aşk, aşk olmayacaktı.
Bunu öğrenmek bir yaşamı doldurur. Aşkı bir sanat yapıtı gibi kurmayı öğrendin ama artık geç.
Öğrendiğini öğretmek için çok geç gerçekten. Anlatmak için, yaşamak için haydi haydi…
İrkildi(ler).
Bir tasarıdan mı söz ediyorsun?
Evet, bir yaşam tasarısından…
Hadi söyle bana. Yaşamın anlamı, belki de özü, en önemli insan(lık) deneyimi aşk; rastlantıya,
özensizliğe, geçiciliğe, sığlığa, kolaycılığa, uydumculuğa (konformizm) bırakılabilir mi? Af buyur ama
sıradan şeylerden daha azını mı hak ediyor? Yanıtlar mısın lütfen?
O ölü çocuğu yerden kaldırmak, kucağıma almak istemedim değil. Aldım da…
Ama onu ne yapacağımı bilemedim, bilemiyorum.
Ona kim soluğunu üfleyecek? Kim dudağıyla dokunup ısıtacak soğuk, ölü bedenini?
Kim ona hakkı olan canı, bile isteye vermeye cesaret edecek? Kim yapar bunu?
Sen mi?
Kimsin?
Açıldığında ağzının yanardağından boşanacak gülleri göreyim, şarkını duyayım hele bir.
Bu yaşam bunaydı, bunun içindi, harcandı.
Bu dediğim sen. Bu yaşam sanaydı. Her kimsen.
Gel artık, görün, ol! Dokunayım sana. Bu öykü senin de öykün…
Aşk dokunmaktır.[16]
Her zaman:
Geç oldu. Gece yakın.
Şimdi:
Daha geç.
Gece daha yakın.