|
Söylemek İstediğm Bir Şey Var
Sana:
Zeki Z. Kırmızı / 2013
Sana söylemek istediğim bir şey var. Biraz gelir misin?
Hayır, ne söyleyeceğimi bilmiyorum, neden sana bir şey söylemem gerektiğini de açıklayamam. Açıklama
girişimlerimin o deli cesaretinin yerinde yeller esiyor nicedir. Ama inan, sana, evet sana, başkasına
değil, söylemem gereken bir şey var.
Nedir bilmediğim gibi, sana ne ekler, katlanmana değer
mi, neden durasın, durup da bana kulak kabartasın, tüm bu ve benzeri sorular hakkında yapayalnızım,
umarsızım.
Ölülerimden sana ne? Yitirdiğim şeyi sen de yeniden
yitirmezsen bilemezsin. Benim ne bildiğim, ne yitirdiğim üstelik bunca kuşkuluyken.
Yok, yok… Bu değildi.
Yorulmak desem sana… Hele bir geç şöyle. Otur. Sana
söylemek istediklerim var. Arttı çoğaldı aralıklarda, söylemesem olmayacak… Şiştim iyice. Ama nedir
diye sorma. Bunu yapma. Zamanın dar, yerin, yenin… Şaşırttın işte. Bilmediğim şeyi de unutturdun bana.
Gitmeden, çekilip savuşmadan önce söylemesem olmayacak
şeylerdi. Seni kaç koldan baskıladığımı, avladığımı görüyorsun, değil mi? Bilmediğim şeyi sana
söylemem gerek diye diye, bir de üstüne acındırma kondurup ayrılık şarkıları eşliğinde odaklaşma
ustalığıma çıkar hadi şu şapkanı.
Herkesin söyleyecek bunca şeyi varken benim olmasa
olmazdı. İnsanlar öyle de rahatlar. Konuşan bebekler gibi, bir düğmeye bas, dinle. Neyim eksik söyler
misin? Ben de konuşmak istiyorum. Ama kesinlikle söylemem gereken şey ne ise işte onu unuttum.
Delireceğim. Gerilerde kalıyor, onları dinledikçe daha çok unutuyorum.
Bana; buyur, sen de iki söz et, parala, diyen mi var?
Yok tabii. Kimsenin konuşması bitmiş değil. Bana öyle geliyor ki çoğu daha yeni başladı.
Söyleyecekleri çok şey var, görüyorum. Ama kime? Birini yakaladıklarında işte ona. O atılıp ön
almadan, konuşmaya başlamadan ele geçirdiklerine anlatıyorlar. Ötekinin konuşulanı dinlediği yok
kuşkusuz. Konuşma sırasını, ilk duraklama eşiğini bekliyor ve konuşan aralık açmayagörsün, sazı, sözde
dinleyen kapıp çalmaya başlayacak.
Ama benim söyleyeceğim başka bir şeydi. Daha önce
söylenmemiş, ilk kez duyacağın, üstelik söze döküldüğünde her şeyi, aslında dünyanın tüm gizlerini
önüne serecek; sana, işte buydu, yaşam buydu, zaman buydu, olmak buydu, bilmek, titremek falan buydu
dedirtecek, gerçekten övünmek gibi olmasın, eşsiz bir şeydi. Neydi unuttum. Bir ipucu versene, veremez
misin?
Sana söylemek istediğim bir şey var. Belki birden de
çok şey… Yardım et, ne olduğunu birlikte anımsamaya çalışalım, bulalım. Ne olabilir ki, diye tutuşup
el ele çıkalım şu yolu. Biri ötekine ne demek iste(yebili)r? Kulağıma fısılda. Kimse duymaz, merak
etme.
Biliyor gibisin. Herkes biliyor sanki. Herkes onlara
söylemem gereken şeyi en başından biliyormuş, dolayısıyla söylememe gerek yokmuş, ama eğer
söyleyebilirsem beni, sözlerimi yinelemekten ötürü utandırmayacaklarmışçasına bir hava içindeler.
Biliyoruz ama sen yine de söyle gibisinden. İyi de, ben sizin bildiğinizi, benim size söyleyeceğim ve
başından beri bildiğiniz şeyi bilmiyorum, daha doğrusu anımsamıyorum ya da unutmuş olmalıyım. Hem
bildiğinizi nasıl bildiğinizi anlayamıyorum açıkçası. Şu ya da bu nedenle daha ben bilmezken…
Bazen ben kimim diyorum. Nereden çıkarıyorum
kaçınılmazca söylemem gereken bir şey olduğunu, hem de sana. Ben kendimden bunca işkilliyken seni
nereden buldum, koydum önüme de sana kesinkes söylemem gereken sözü anımsamaya çalışıp duruyorum.
Gerçekten garip, sıra dışı bir durum… Sözü bir kenara bırakıp kendimi bir doğrultmam gerektiği, kim
olduğumu, niye olduğumu bir anlamam gerektiğini görüyor ve bu düşünceme sıkı sıkıya asılıyorum.
Aslında gizli bir bencillikten kaynaklanıyor olsa da yaklaşımım dürüst, masum sayılabilir. Bana kötü
davranma bu yüzden, rica ediyorum. Kim olduğumu az çok kestirebilsem, sana söylemem gereken şeyi,
söylemezsem belki de insanlığı yıkıma uğratabilecek bir şeyi anımsayabileceğimi umuyorum. Yani neyi
bildiğini bilmiyorum. Tek bildiğim sana söyleyeceğim, söylemem gereken ama bir türlü anımsayamadığım
bir söz olduğu. Ondan kuşku duymuyorum diyeceğim ama kendime uzaktan bakıyor, orada gördüğüm kişinin
küçük öyküsü içerisinde söylemesi gerektiğine inandığı ama inandıkça unuttuğu söz konusunda takınaklı,
pek tasalı durumu gülünç geliyor öte yandan. Tutturmuş, sana söyleyecek bir sözü var diye, çizik
uzunçalar gibi tekliyor. Bunca önemliyse söyler misin nasıl unutmuş? Bir şey mi olmuş, sarsıntı,
çöküntü falan da unutuvermiş birden.
Ondan kuşkulandığımı mı söylüyorum? Bir bakıma, evet…
Ya yoksa söyleyecek sözü. Ya yalan söylüyor, söyleyememekten kendine bir yer, alan açıyorsa. Ya
aslında anımsayamadığı ya da unuttuğu ya da gerçekte hiç olmayan o söze, bana kalırsa bir pamuk
ipliğine bağladıysa yaşamı(nı). Söyleyecek sözü olmayan, hadi suyuna gidelim, kesinlikle söylemesi
gereken sözünü unutan, gerektiği anda anımsayamayan bir insan! İşte böyle diyecekler onun için. Ne
insan ama! Dünyayı kurtaracak, yaşamı doğrultacak, evreni düze çıkaracak sözü var da yetmiyormuş gibi
bir de üstüne söz(cüğ)ünü unutuyor. Peki, soralım kendisine. Bunu niye yapıyorsun? Bize bunu niye
yapıyorsun?
İyi de ben ne yaptığımı bilmiyorum ki. Sözcüğü içimde
tohumluyor, büyütüyor, ağzıma, dilimin ucuna dek getiriyor, işte tam sırası, şimdi çıkar baklayı
ağzından, hadi, sallanma, derken, o itiş kakış arasında unutuveriyorum. Bütün bunları niye yapıyorum,
o tohum nereden gelmiş, gerçek mi, uydurma mı, nerede, nasıl çimlenmiş, filizlenmiş…
Yardımın gerekiyor gördüğün gibi. Ne yapabilirsin bir
düşünelim. Önce inanman gerekiyor kuşkusuz. Öyle ya sana yönelişimde yatan sözcük-tansık konusunda
beklenti oluşturmalısın. Karşı çıkmana gerek yok, bunun hemen hemen her şey olduğunu anlamak da zor
değil. Çünkü bana inanırsan, o söz(cüğ)ü unutmam olanaksız olacak. Öte yandan yaman, içinden çıkılmaz
çelişki şurada. O söz(cük) onca gerekli, kaçınılmaz olur mu işin içine inanmak karışınca. Ben sana ne
söyleyebilir, buna gerek duyarım ki o zaman? Unutacağım söz kalmaz, unutmamış olurum böylece. Derinden
derine ayrımındayım bu sözün seninle ilgili olduğunun, senden geleceğinin, senin sözünle ilişkisinin.
Gerçekte sen sana seslenme gereği duyuyorsun, içinde, diplerinde kabaran dalgayı denetleyemiyorsun.
Cesaret hak getire. Sana bir aracı, gözü kara bir kurban gerek. Beni böyle sokuyorsun devreye. Bir
cesaret, açıyorsun önümü. Hadi şimdi benim bana söylemem gereken ve beni kurtaracak o söz(cüğ)ü benim
yerime sen söyleyiver, kurtar beni, diye havaya sokuyorsun iyiden. Belki de bu yüzden unutuyorum ya o
anda dilimin ucundaki ödünç sözcüğü. Sözcük değil ama sıkıntı duygusu kalıyor geride, üzerimde.
Sözlüğü açıyor, sözcükleri tarıyorum tek tek. Benim olan, benden gelen, sonra giden, ben oldukça var,
yoksam silinecek ya da tersine varlığımı varlığına borçlu olduğum, üstelik eksikliğinin insanlık için
yok oluş, yıkım, yitmek anlamına geleceği söz(cük) hangi sayfada, satır arasında gizli. Bakıyorum
sözlükteki kendi yerime. Bir yerim olsa da bulmamın olanaksızlığı dank ediyor birden. Çünkü arayışımın
belli bir aşamasına geldiğimde neyi aradığımı unutuyorum. Bir yer miydi, kişi mi, ses, görüntü, şey…
Sözlükte bir zamanlar yerim olduysa bile oradan kovulduğumu, o yeri belki de dört dörtlük dolduran
(s)özvarlığımın yerinde yeller estiğini, daha ileri giderek söyleyeceğim, tam da bu noktada, geçmişte
bir yerde, diyelim ki bir sözlükte ekip biçtiğim bir bahçemin olduğu duygusu ya da sezgisini nicedir
taşımadığımı, tümünün kurgu olabileceğini hani düşünmüyor da değilim.
Anlıyorsun değil mi? Sözlüğünde yeri boş kalan bir
sözcük var ve o boşluktan evine kasırga gibi dalabilir yıkım ve ölüm ve… Öteki her şey… Sorun da
burada işte. Sözlüğünü, yurdunu, tarlanı kurtaracak o sözcük bende. Gel şöyle, otur hadi, dört aç
kulaklarını. Hazır mısın? Duymak istediğin, benim bildiğim ve sana söylemesem olmayacak sözcüğü
dinlemeye hazır mısın?
Söz(cüğ)ü şimdi açıklıyorum. Dinliyor musun? Söz şöyle
bir şeydi. Şöyle bir şey… Şöyleydi ama…
Neydi ki?
***
Size söylemek istediğim bir şey var. Biraz gelir misiniz? Hayır, ne
söyleyeceğimi bilmiyorum, neden size bir şey söylemem gerektiğini de açıklayamam. Açıklama
girişimlerimin o deli cesaretinin yerinde yeller esiyor nicedir. Ama inanın, size, evet size,
başkasına değil, söylemem gereken bir şey var.
Nedir bilmediğim gibi, size ne ekler, katlanmanıza
değer mi, neden durasınız, durup da bana kulak kabartasınız, tüm bu ve benzeri sorular hakkında
yapayalnızım, umarsızım.
Ölülerimden size ne? Yitirdiğim şeyi siz de yeniden
yitirmezseniz bilemezsiniz. Benim ne bildiğim, ne yitirdiğim üstelik bunca kuşkuluyken. Yok, yok, bu
değildi.
Yorulmak desem size… Hele bir geçin şöyle. Oturun.
Size söylemek istediklerim var. Arttı çoğaldı aralıklarda, söylemesem olmayacak… Şiştim iyice. Ama
nedir diye sormayın. Bunu yapmayın. Zamanınız dar, yeriniz, yeniniz… Şaşırttınız işte. Bilmediğim şeyi
de unutturdunuz bana.
Gitmeden, çekilip savuşmadan önce söylemesem olmayacak
şeylerdi. Sizi kaç koldan baskıladığımı, avladığımı görüyorsunuz, değil mi? Bilmediğim şeyi size
söylemem gerek diye diye, bir de üstüne acındırma kondurup ayrılık şarkıları eşliğinde odaklaşma
ustalığıma çıkarın hadi şu şapkanızı.
Herkesin söyleyecek bunca şeyi varken benim olmasa
olmazdı. İnsanlar öyle de rahatlar. Konuşan bebekler gibi, bir düğmeye bas, dinle. Neyim eksik söyler
misiniz? Ben de konuşmak istiyorum. Ama kesinlikle söylemem gereken şey ne ise işte onu unuttum.
Delireceğim. Geride kalıyor, onları dinledikçe daha çok unutuyorum.
Bana, buyur, sen de iki söz et, parala diyen mi var?
Yok tabii. Kimsenin konuşması bitmiş değil. Bana öyle geliyor ki çoğu daha yeni başladı.
Söyleyecekleri çok şey var, görüyorum. Ama kime? Birini yakaladıklarında işte ona. O atılıp ön
almadan, konuşmaya başlamadan ele geçirdiklerine anlatıyorlar. Ötekinin konuşulanı dinlediği yok
kuşkusuz. Konuşma sırasını, ilk duraklama eşiğini bekliyor ve konuşan aralık açmayagörsün, sazı, sözde
dinleyen kapıp çalmaya başlayacak.
Ama benim söyleyeceğim başka bir şeydi. Daha önce
söylenmemiş, ilk kez duyacağınız, üstelik söze döküldüğünde her şeyi, aslında dünyanın tüm gizlerini
önünüze serecek; size, işte buydu, yaşam buydu, zaman buydu, olmak buydu, bilmek, titremek falan buydu
dedirtecek, gerçekten övünmek gibi olmasın, eşsiz bir şeydi. Neydi unuttum. Bir ipucu veremez misiniz?
Size söylemek istediğim bir şey var. Belki birden de
çok şey… Yardım edin, ne olduğunu birlikte anımsamaya çalışalım, bulalım. Ne olabilir ki, diye tutuşup
el ele çıkalım şu yolu. Biri ötekine ne demek iste(yebili)r? Kulağıma fısıldayın. Kimse duymaz, merak
etmeyin.
Biliyor gibisiniz. Herkes biliyor sanki. Herkes onlara
söylemem gereken şeyi en başından biliyormuş, dolayısıyla söylememe gerek yokmuş, ama eğer
söyleyebilirsem beni, sözlerimi yinelemekten ötürü utandırmayacaklarmışçasına bir hava içindeler.
Biliyoruz ama sen yine de söyle gibisinden. İyi de, ben sizin bildiğinizi, benim size söyleyeceğim ve
başından beri bildiğiniz şeyi bilmiyorum, daha doğrusu anımsamıyorum ya da unutmuş olmalıyım. Hem
bildiğinizi nasıl bildiğinizi anlayamıyorum açıkçası. Şu ya da bu nedenle daha ben bilmezken…
Bazen ben kimim diyorum. Nereden çıkarıyorum
kaçınılmazca söylemem gereken bir şey olduğunu, hem de size. Ben kendimden bunca işkilliyken sizi
nereden buldum, koydum önüme de size kesinkes söylemem gereken sözü anımsamaya çalışıp duruyorum.
Gerçekten garip, sıra dışı bir durum… Sözü bir kenara bırakıp kendimi bir doğrultmam gerektiği, kim
olduğumu, niye olduğumu bir anlamam gerektiğini görüyor ve bu düşünceme sıkı sıkıya asılıyorum.
Aslında gizli bir bencillikten kaynaklanıyor olsa da yaklaşımım dürüst, masum sayılabilir. Bana kötü
davranmayın bu yüzden, rica ediyorum. Kim olduğumu az çok kestirebilsem, size söylemem gereken şeyi,
söylemezsem belki de insanlığı yıkıma uğratabilecek bir şeyi anımsayabileceğimi umuyorum. Yani neyi
bildiğinizi bilmiyorum. Tek bildiğim size söyleyeceğim, söylemem gereken ama bir türlü anımsayamadığım
bir söz olduğu. Ondan kuşku duymuyorum diyeceğim ama kendime uzaktan bakıyor, orada gördüğüm kişinin
küçük öyküsü içerisinde söylemesi gerektiğine inandığı ama inandıkça unuttuğu söz konusunda takınaklı,
pek tasalı durumu gülünç geliyor öte yandan. Tutturmuş, size söyleyecek bir sözü var diye, çizik
45'lik gibi tekliyor. Bunca önemliyse söyler misiniz nasıl unutmuş? Bir şey mi olmuş, sarsıntı,
çöküntü falan da unutuvermiş birden.
Ondan kuşkulandığımı mı söylüyorum? Bir bakıma, evet…
Ya yoksa söyleyecek sözü. Ya yalan söylüyor, söyleyememekten kendine bir yer, alan açıyorsa. Ya
aslında anımsayamadığı ya da unuttuğu ya da gerçekte hiç olmayan o söze, bana kalırsa bir pamuk
ipliğine bağladıysa yaşamı(nı). Söyleyecek sözü olmayan, hadi suyuna gidelim, kesinlikle söylemesi
gereken sözünü unutan, gerektiği anda anımsayamayan insan! İşte böyle diyecekler onun için. Ne insan!
Dünyayı kurtaracak, yaşamı doğrultacak, evreni düze çıkaracak sözü var da yetmiyormuş gibi bir de
üstüne söz(cüğ)ünü unutuyor. Peki, soralım kendisine. Bunu niye yapıyorsunuz? Bize bunu niye
yapıyorsunuz?
İyi de ben ne yaptığımı bilmiyorum ki. Sözcüğü içimde
tohumluyor, büyütüyor, ağzıma dek getiriyor, işte tam sırası, şimdi çıkar baklayı ağzından, hadi,
sallanma, derken, o itiş kakış arasında unutuveriyorum. Bütün bunları niye yapıyorum, o tohum nereden
gelmiş, gerçek mi, uydurma mı, nerede, nasıl çimlenmiş, filizlenmiş…
Yardımınız gerekiyor gördüğünüz gibi. Ne
yapabilirsiniz bir düşünelim. Önce inanmanız gerekiyor kuşkusuz. Öyle ya size yönelişimde yatan
sözcük-tansık konusunda beklenti oluşturmalısınız. Karşı çıkmanıza gerek yok, bunun hemen hemen her
şey olduğunu anlamak da zor değil. Çünkü bana inanırsanız, o söz(cüğ)ü unutmam olanaksız olacak. Öte
yandan yaman, içinden çıkılmaz çelişki şurada. O söz(cük) onca gerekli, kaçınılmaz olur mu işin içine
inanmak karışınca. Ben size ne söyleyebilir, buna gerek duyarım ki o zaman? Unutacağım söz kalmaz,
unutmamış olurum böylece. Derinden derine ayrımındayım bu sözün sizinle ilgili olduğunun, sizden
geleceğinin, sizin sözünüzle ilişkisinin. Gerçekte siz size seslenme gereği duyuyorsunuz, içinizde,
diplerinizde kabaran dalgayı denetleyemiyorsunuz. Cesaret hak getire. Size bir aracı, gözü kara bir
kurban gerek. Beni böyle sokuyorsunuz devreye. Bir cesaret, açıyorsunuz önümü. Hadi şimdi bizim bize
söylememiz gereken ve bizi kurtaracak o söz(cüğ)ü bizim yerimize sen söyleyiver, kurtar bizi, diye
havaya sokuyorsunuz iyiden. Belki de bu yüzden unutuyorum ya o anda dilimin ucundaki ödünç sözcüğü.
Sözcük değil ama sıkıntı duygusu kalıyor geride, üzerimde. Sözlüğü açıyor, sözcükleri tarıyorum tek
tek. Benim olan, benden gelen, sonra giden, ben oldukça var, yoksam silinecek ya da tersine varlığımı
varlığına borçlu olduğum, üstelik eksikliğinin insanlık için yok oluş, yıkım, yitmek anlamına geleceği
söz(cük) hangi sayfada, satır arasında gizli. Bakıyorum sözlükteki kendi yerime. Bir yerim olsa da
bulmamın olanaksızlığı dank ediyor birden. Çünkü arayışımın belli bir aşamasına geldiğimde neyi
aradığımı unutuyorum. Bir yer miydi, kişi mi, ses, görüntü, şey. Sözlükte bir zamanlar yerim olduysa
bile oradan kovulduğumu, o yeri belki de dört dörtlük dolduran (s)özvarlığımın yerinde yeller
estiğini, daha ileri giderek söyleyeceğim, tam da bu noktada, geçmişte bir yerde, diyelim ki bir
sözlükte ekip biçtiğim bir bahçemin olduğu duygusu ya da sezgisini nicedir taşımadığımı, tümünün kurgu
olabileceğini hani düşünmüyor da değilim.
Anlıyorsunuz değil mi? Sözlüğünüzde yeri boş kalan bir
sözcük var ve o boşluktan evinize kasırga gibi dalabilir yıkım ve ölüm ve… Öteki her şey… Sorun da
burada işte. Sözlüğünüzü, yurdunuzu, tarlanızı kurtaracak o sözcük bende. Gelin şöyle, oturun hadi,
dört açın kulaklarınızı. Hazır mısınız? Duymak istediğiniz, benim bildiğim ve size söylemesem
olmayacak sözcüğü dinlemeye hazır mısınız?
Söz(cüğ)ü şimdi açıklıyorum. Dinleyin. Söz şöyle bir
şeydi. Şöyle bir şey… Şöyleydi ama…
Neydi ki?
|
|