Herkes hakkında yazılabilir, herkes hakkında yazılanı herkes okuyabilsin
diye. Ama bu herkes dediğimiz sonsuz eksi birdir (∞-1). İşlemden geriye yine sonsuz
(∞) kalsa da eksilen Bir (-1) sonsuza nitelik verebilir ve hakkında
yazılamaz Bir(i)dir.
Onun hakkında yazılan her şey sonsuzun ilgisini çeker amaBiri
dışında:kendi.Bir'i, Kendi hakkında düşünmeye ne katılır, ne
katışır. Yönelik düşünceyi daha ne olduğuna bakmadan yadsır, hiçbir yaklaşım ya da düşünce
öylesi Bir'in içine sızamaz, yüzeyinden pingpong topu gibi seker.
Onunla onun hakkında konuşmanız olanaksızdır. Her kezinde Bir, söylenmemiş, söylenmesi
de bu varoluş içre olanaksız
olan ve geri kalan şeyle ilişkilidir, hatta ilişkisizdir, söylenmemişten öte, söylenmemenin
olanaksızlığıyla...
Örneğin Thomas Bernhard hakkında söyleyeceğiniz şey de söylenebileceğin yine bir
eksiğidir, tıpkı sizin hakkınızda olduğu gibi Béla Tarr, öyle
değil mi? En derin, kapsamlı kavrayışlar bile hınzırca yıkmanız
gereken yakıştırmalara dönüşüyor gözünüzde
ve yine her zaman olduğu ve olacağı gibi ıskalayarak sizi. Bu bir
yazgı neredeyse... Dolayısıyla ben de sizi vuramayacağımı (!)
biliyorum bu yazıda.
Deneme sizden söz edecek
belki ama daha çok kendimden, kendimle ilgili bir yazı olacak hep olageldiği gibi. Son beş filminizi
ikişer kez izledim, aralarda dönüşleri saymıyorum. Hakkınızda iki de kitap
okudum. Uzun uzun alıntılar yaptım, bir kenara düşüncelerimi
yazdım. Hayır, bu nerede ise bir yıla yayılan Tarr Çıkmazı 'nda
bir milim yol alamadığım gibi, şunu anlamış oldum. Anlaşılmakla,
anlaşılmış olmakla bir derdiniz var ve üstelik bunun adını 'Anlaşılma derdi'
olarak koymakla da pek ilgili değilsiniz. Kayıtsızlık görüntünüz
sizi bütün zamanlara taşır mı? Tüm zamanların ölümsüz
kan emicisi, vampiri olabilecek misiniz? Kıyameti hep umacakken ve o
asla gelmeyecekken...bütün zamanların insanı
(sanatçısı, sinemacısı) olabilecek misiniz?
Önce hakkınızda bir
inceleme yazmayı düşündüm. Thomas Bernhard ve benzeri
birkaç yazarda buna yine de cesaret edebilmişken size gelince
elim işlemez oldu. Bunun, düşünüyorum da nedeni olsa
olsa, hakkınızda söylenmiş ve söylenebilecek her şeyin
yapay, eklenti, eğreti kalacağı, yine geride baş edilemez bir şey
olarak adı konamayan yıkıcı bir boşluğun egemenliğini sürdüreceği
gerçeğidir. Sonra hakkınızda kenara ve belleğime yığdığım
gerece baktım ve anladım ki sizin yaptığınız (en son 2011'de)
ve kapattığınız sözcük üzerine bir sözcük
konamaz, işleriniz açıklama, anlama girişimi artık
gerektirmezdi. Hakkınızda yazanlar ve hatta siz
insan onuru kavramı üzerinde dönüp dönüp dursanız da
beni yeterince kandırabilmiş değil bu kavram. Onur sözcüğü
bir tümleyen (tümleç) gerektiriyor ve belki eninde
sonunda insanlar yalnızca birbirleri hakkında konuşabiliyorlar,
denebilir. Film yaptınızsa en yakın ama aynı zamanda en uzak
gerekçeniz bu olmuştur: Konuşmamanın olanaksızlığı. (Javier
Marias'ı, İspanya'dan yazar çağdaşınızı,
Avusturya'dan ve artık yaşamayan yazar Thomas Bernhard denli
biliyor olmalısınız. Ama Thomas Bernhard adı, hadi Beckett'i
geçtim, evreninizde neden hiç yankılanmıyor? Sizin,
yani boşluğunuzun da boşluğu olduğu için mi?) İnsan bir canlı
türü olarak belki en çok yumurtlarken (anlatırken)
ıkınan ve yırtılan bir çokluk ve daha büyük ya da
küçük çokluklarla ilişkilenen döngülü,
tekdüze bir doğa çıktısı, atığı anca.
'İçin' değil, 'öyle'.
Yine ve yine
öyle
...
Karanlık; bezginliklerimiz, boş konuşmalarımızla yavaş yavaş üstümüze
inecek, yani aslında yakıt (dil) tükenecek. Ocak, lamba sönecek.
Tüm büyük harfli İnsan-
lık da birlikte. Torino Atı artık
ona verilen yemeği yemeyecek. Kuşkusuz sert ve acımasız, büyük
sınavın ve rüzgârın içinden, arkasındaki arabayı ve
sürücüsü çolak yaşlı adamı çekerek
geldiğini, havada uçuşan tozun toprağın, börtü
böceğin, dalın yaprağın uğultusu içinde perdeyi ve
yaşamlarımız dediğimiz şeyi dolduran kafasını, dişlerini, gemini,
boyunduruğunu çok yakından gördük, görmek
zorunda kaldık ve yüzü,
Torino Atı'nın
yüzü, dünyayı, yaşamayı daha fazla çekmeyeceğini,
arkasından sürüklemeyeceğini, bu en son düşüncesini
uzun uzun ve yeterince anlattı bize. Rüzgâr gece gündüz
kesintisiz sürecek, hepimizden atın vardığı yere varmamız
beklenecek ve hepimiz için dünya çekilmeye değer
olmadığında dinecek rüzgâr, ışık çekilecek,
karanlık çökecek geri dönülmez biçimde
anlatılarımızın, düşlerimizin, yaşam(a)larımızın üzerine...
Kareer, Estike, Doktor, Irimias, Futaki, Valuska, Bay Eszter, Tünde,
Maloin, Henriette, at arabacı, kızı ve komşunun üzerine. Eli
kırbaçlı biri bizi acımasızca dövdüğü için
değil. Dünyayı kımıldatacak en son neden de tükendiği,
bittiği için.
Yağmur yağacak ve hiç
kimse ummayacak bile dünyayı bardaktan boşanırcasına ve
kesintisiz yağan yağmurun arıttığını. Yağmurun güzelliği artık
bir yerden sonra kendisiyle ve çok uzaktan ilgili olacak.
Kimse bu yapay ışık altında parlayan canlı deri gibi ıslanmış,
kabarmış toprağın umudundan, bolluğundan, veriminden söz
edemeyecek, ona güzel diyemeyecek. Estike'ye kalan son şey
melek olmak, ölmekle aynı şey olacak. Estike fare zehriyle
öldürdüğü kedi gibi öldürecek kendini
ve bu ölüm de kullanılacak, bir çocuğun ölümü
de kullanılacak ve biz utanmazca soracağız size Béla Tarr: Bir
çocuk da mı,
çocuk
da mı ölecek? Onu koruyamaz, ayraç içine alamaz
mıydık? Alamazdık, haklısınız. Çocuk her zaman öldü,
zamanın başlangıcından beri, zaman dediğimiz şey varken, var
oldukça...
Bu soru karşısında
söyleyebilecek bir sözünüz yok elbette. Ne
diyebilirsiniz? ölü çocuk etiyle semiren şu dünyanın
karşısında son yapabileceğiniz şey, biliyorum
onurdan bile söz etmemek olacak artık, onurdan bile. Siz ve filmleriniz
hakkında söyleneceklerin tümünün yanlış olduğunu,
gerçekte filminizden söz edilmediğini bileceksiniz. İşte
tüm bunlar yüzünden... Siz
Açıklamayı
silmediniz mi? Açıklanma gerektirmeyecek zamandan, yerden,
şişirilmiş, kurmaca boyutları tek tek eleyerek, sessizlikten tüten
bir şarkı değil mi söylediğiniz ve yanıp çoktan içine
çökmüş, tüten bir dünyanın şarkısı?
Birileri armoni tarihini geriye sayıp dili başlangıcına taşımaya
çalışacak, öteki adanmaktan (İsa, Valuska) yanılsamalar,
avuntular, gerekçeler çıkarmaya çabalayacak,
kimi devrim yapacak, kimi kıyama kalkacak, ama son insan; çükü
küçülmüş, sarkmış, çıplak, büzülmüş
duvarın önünden bize bakacak, helikopter iyiliği sindirip
ezecek, ölü balina her türden anlatıyı zıvanasından
çıkaracak ve kadın yarı karanlıkta bir şarkı söyleyecek:
Kész
az egész...
Yanlış anlamayın. Gerçi
ne doğru, ne yanlış anlamaya zaten yeltenecek değilsiniz ya size
aktörel, eski ya da yeni bir yer, coğrafya tanımlıyor değilim.
Böyle bir budalalığı bırakın size, kendime de yakıştıramam. Siz
ne kurtarıcı, ne
mehdi
,
ne kılavuz, ne temsilcisiniz. Brueghel gibi bu körlüğün
dışında (
Pieter
Brueghel, 1568
)
ve ötesinde ama belki asıl yanan (kişi) olmanın tam bilincinde,
cehennemin dışından ve içinden ses alıp verdiniz. Bu seslerin
de erişebileceği bir sınır vardı. Sınırın ötesi
düşleyemeyeceğimiz türden saltık karanlık, yokluktu. Ötesi
hakkında konuşmak saçma, gülünç olurdu. Bu
seslerden birkaçı yakalanabilir ya da büyütülerek
yankılanabilirdi. Öyle sanılabilirdi. Ses, ses hakkında bir şey
demiş olurdu (sanki). Ses, yokluğunu, saltık sessizliğini ima ederdi,
büyük sessizliğin oldukça sahte bir girişi olduğunu.
Size göre sınırlı bir girişim. Öyle ki aydınlanma, kavrama,
erme, olma bekleyen biri düş kırıklığı bile yaşayamayacak, buna
asla zamanı ve bir yeri, bir uzamı olmayacak filmlerinizde.
Peki bu ilencin kutsal bir
kökü yoksa, kıyameti nasıl
bizim
kıyametimiz kılacağız? Tüm bu biçem, söylem,
kurusıkı atışlar, parlak ve yine de zamansız uçuşan sözler
aslında yine kendilerini mi göstermiş olacaklar, bizim sözümüz,
bizim zavallılığımızın belirtisi, imi olarak...
İyi de o zaman biz kimiz Béla
Tarr? üzerinde son birkaç yaprak-sözcüğün
serpiştirileceği biz ölüler, biz ölüm öncesinin
iyi ki ölmek üzere olan adayları, bitmez tükenmez
şarkıdan kalan son kötü nağmeler, yapabileceğimiz en iyi
şeyin bir an önce ölmek, yanmak, yok olmak olduğu bizler,
kimiz? Bu ses, kimin sesi peki? Yanıtı bilemezsiniz elbette ama
soruyu öyle soruyorsunuz ki bu soruyu anlamadan (!), yani
duymadan edemiyoruz, budalalığımızı, yıkıcılığımızı, içler
acısı yoksunluğumuzu, burada, böyle olmaktan utancımızı ele
veriyor, sergiliyoruz. Siz bunu amaçlamadınız, biliyorum.
Utan(dır)maya yatırım yapmış, bunu ummuş, dile getirmiş değilsiniz?
Tüm kapılarınız, pencereleriniz, havaya, gökyüzüne
açılışın tüm aralıkları, yolları kapalı. İyi ya da kötü
ama dışarıdan gelecek, içimize sızacak hiçbir ses yok
gerçekte. Bunu da görüyoruz. Bizim çıkardığımız
sesler ise karga, kurbağa seslerinden daha iyi değil. Unutana değin
içmek, sevişmek, dans etmek ve sahte yalvaçlar,
ermişler gibi ortalığa sözler salmaktan, hep yeniden
bıktırırcasına onarılmış örümcek ağlarımızdan sonra yolsuz,
çulsuz, kimsesiz kalakaldık biz bize. Sokulduk koyun koyuna.
Ve siz buna, koyun koyuna yatan bizlere, sarkmış, çarpık,
kaymış yüzlerimizde yankılanan düşlerimize, onların
kıtlığına, çölüne de baktı(rdı)nız. Bunu da
yaptınız. Thomas Bernhard denli canımız yansın diye uğraştığınızı
sanmam ya da biraz diyelim ve yer yer. O çünkü bu
zavallı, acınası şeye hiç dayanama(z)dı. Sizde ondan ayrı
olarak öykünün kendisine değil de, öykünün
olabilirmiş, ondan ayrılabilirmiş gibi, duygusuna ilişkin ısrarlı bir
arayış, tarama var. Bu duygu, gölge yakalanabilir, herhangi bir
şeyi anlamamızı, olmamızı açıklayamasa da, bu duygu oraya
çakılabilir, (Valuska ile Bay Eszter'in kasabanın
sokağında yan yana yürüyüşlerinde, köylülerin
eşyalarıyla uzaklaşmalarında, Estike'nin, doktorun yağmurlu
gecede umutsuz dönüp duruşlarında, rıhtıma çarpan ve
dalgalardan başka bir şey olmayan dalgalarda, sokak lambasının
çamurlu ıslak yola düşen yeğin ışığında, meyhanenin
küçük, kirli penceresinden görünen
insanlarda, sağanak altında dans eden adamda vb.,) yalnızca bir gölge
ya da yansıma olmaya değermiş, Platon'un mağarasındaki
yanılsama bir süre bizi teselli edebilirmiş gibi... Tüm
bunların boşuna olduğunu sizin kadar biz de biliyoruz. Kamerayı,
bakışınızı dünyanın üzerine nice tutsanız da boşuna
uğraşmış olacaksınız: Kimse için adalet gelmeyecek, kimse
haklı olmayacak, kimsenin kendine yaşamaktan ya da dünyadan
çıkarabileceği bir pay(ı) olmayacak. İnekler, evler, ağaçlar,
köy, vb., onlara böyle uzun uzun ve ısrarla bakan sizin
için de orada değiller. Bu sorgulamayı öyle uzun
yaptınız, oraya öyle kesintisiz ve uzun baktınız ki, bakışınız
da amacını yitirdi, o bile kendini bir yerden sonra doğrulayamaz
oldu. Anlaşılan bu kitap okunabilecek son (ve belki de tek) kitaptır
ve dürüst olmak gerekirse (olanaklı mı Bay Béla Tarr
bu? Her şey ayraç içine alındıktan sonra, bir insan
kendine karşı dürüst olabilir mi ya da bunun herhangi bir
anlamı var mı?) yabancıların at arabacısının kızının eline
tutuşturdukları ya da Valuska'nın toplu kıyım sırasında
yıkılmış kilisede eline geçen kitapta olduğu gibi, okuyana
kıyametin ortasında kıyamet hakkında bir kitap okuyan biri olduğunu
bildirecektir. Yani değişmece yok, simge yok, imge öldü ve
her şey kendidir, yani ölü, bir ölüdür, pipo
pipodur, başka da hiçbir şey tam o anda, yerde. Siz bunu
bilmenin dehşeti ve olanca dinginliğiyle Béla Tarr, yapılacak
bir şey, söylenecek söz kalmadı dediniz. Yaşasaydı Thomas
Bernhard'ın da eninde sonunda diyebileceği gibi.
Evet, elbette bu ölümcül
gösteriniz ne ilk ne de son gösteriydi. Sonun umutsuz,
kederli şarkısına çok uzun zamandır yabancı değiliz. Ama
indirdiğiniz darbe Rilke'nin çırpınışlarının da sonu
oldu. Beckett neredeyse bir tutamaç, tutunacak bir yer size
göre. Varoluşçuluğun, insanı tersleyen son düşüncenin
de terslenmesinden artık bir şey çıkmıyor. Sanatın ne olduğu,
ne işe yaradığı, son bir gerekçe, bir çığlık olup
olmadığı yönündeki sorunun bundan sonra da sorulabilmesinin
tüm olanaklarını yok ettiniz, sanatın sonuncusunu yaptınız
sanki. (üstelik bu da bir yanılsama gibi görünüyor,
yanılsamaların görkemli bir yanılsaması gibi...) Anlatmanın tüm
tarafları, tüm nedenleri, amaçlarıyla birlikte çıktıkları
deliğe girdi, evren toplandı, başa, hiç(liğ)e döndü
ve bu tersine öyküyü anlatmanın artık bir nedeni
kalmadı çünkü okuyacak, çarpıtacak, bozacak
ve böylelikle sonsuz bir dizide aktaracak kimse kalmamış oldu.
Birine anlatılmamış anlatı ol(a)maz. Anlatırız, diler isteriz ki
dirimin en budala türü olarak bozunumların en iyisi ve en
kötüsü gelsin başımıza, dağıtılıp yeniden toplanalım,
karılalım, yeniden başlamak, yapmak için nedenlerimiz olsun.
Oysa yağmur bize yağmıyor, fırtına bize esmiyor, kıyamet bize, yani
bizim için kıyamet değil.
Kıyamet
imiz
yok ve kıyameti olmayan bir insanlık olanaksız, bunu en iyi siz
gördünüz ve gördüğünüz şeyi
göstermeseniz, anlatmasanız olmayacaktı. İşte bu filmleri
yaptınız, ta ki yapmanın kendini bitirdiği yere dek. Dolayısıyla
gölgenin duygusundan ne denli söz edebilirsek, kederden,
umutsuzluktan, yitirmekten, vb. de o kadar söz edebiliriz.
Bunlar insan bağlamı içre anlatılar, oysa sınırları eriyen bu
bağlamdan geriye orada öyle olan belirsizleşmeden, bozunumdan
başka bir şey kalmadı. Eğer bir kamerayı (bakışı) devindiren ekinsel
(kültürel) o büyük bağlam dağıldıysa ve bir
kamera arkasında bakan insan olmadan kendi kendine çekim
yapmayacaksa, kendi kendine çeken kameranın, olasılıkları
içinde bir olasılık olarak umulabilir şey, sonsuza dek (yani
zamansızlığa dek) yitirilmiş demektir. Öykü burada
yitirilmiş, kendi üzerine çökmüştür.
Öykü kararır,
ışıklar söner, Valuska'nın kurmaca gök dizgesi evreni
kurtaramayacak, budalalığımız derinleşecek daha. Budalalık
anlatılacak bir şey değil Béla Tarr, bana öyle geliyor.
Belki son kez denenebilir ama bitmesi gereken bir anlatı bu. Buna
köpekleşmek mi demeli, çamurlar içerisinde Kareer
gibi havlaşarak gerçek bir köpekle karşılıklı? Eğer 'köpek'
adı bizim ötekine verdiğimiz bir adla(ndır)ma işleminin sonucu
olmasaydı, buna evet diyebilirdik ama diyemiyoruz. Yani hiçbir
şey hiçbir şeye taşınamayınca ya da sizin sinemada yapmak
istediğiniz, gösterilenini yitirmiş, dolayısıyla baştan, yani
gösteren olmaktan çıkmış, çamura bulanmış
göstereni, gösterenliğini (yani göstergeliğini)
yatsıma pahasına göstermek (!) olunca sinema, kendi canına
kıymasından, sinemasal bir özkıyımdan (intihar) söz
edebiliriz artık. Kurtuluş ummasak da anlatmaktan vazgeçmiyorduk,
oysa şimdi yarım yamalak ağzımızda geveleyip durduğumuz kıyametimizin
bile bizim olmadığını, bir kıyametimizin olmadığını gördük.
Bir şeye doğru yürümüyormuşuz meğer, çemberin
yayı boyunca kendimizle yeniden buluşuncaya dek yürüyormuşuz
ama bir kez başlangıca vardığımızda bir yolda yürüdüğümüzü
(yaşadığımızı) asla kanıtlayamayacağız. Arkamızda kalan bir şey(imiz)
yok. Sizin de bir şeyiniz kalmamış olmalı kuramsal olarak Sayın Béla
Tarr, aynı yere geldiğinizi hepimizden çok bildiğinize,
kavradığınıza göre.
Dışarıdaki dünyanın orada
sürekli yinelenmesinin az berisinde, bu yakada, insan-lık
yakasında tüm nesneler (!), özneler(!) öykü içre
ve sahteler. Bu iki ıralı (karakter) anlatıdan sürekli türeyip
yayılan ve ortalığı Baudelaire'si bir çirkefe, iğrenç
bulamaca çeviren çöplük ve kokusu, yani tüm
bir sanat, bu cehennem, bu çamurla, dışkıyla katışık aşkla,
duygularla en son kendini ağı(r)layacak akrebin yazgısını
sonlandırmasına benzer biçimde, sizin yaratıcı zehrinizle Son'u
yazacak ve kuşkusuz bu da gerçek bir
Son
olmayacak... Çünkü siz de içinde olmak
üzere gerçek üzerine bugüne değin kimse
konuşamadı, konuşamayacak da. Ama size göre konuşmak da artık
yersiz, saçma, boş.
En son şeyi görene
dek bakmak, bakışın içindeki bakışın içindeki bakışın
içindeki şeyi görene dek ısrarla bakmak ve duvarlardan
kaymak, zamanı sıyırmak, insanları uzamlara tıkıp kutulamak, göklerin
aptallıklarımızı kutsarmışcasına üzerimize kapanmasını beklemek,
karanlığı karanlığın kendi konusunda seçeneksiz bırakmak, kaba
saba bir ayağın ezdiği karınca sürüsü gibi, varken bir
anda yok olmak ve ikisini de, olmayı da olmamayı asla ve aslında
bilmemek, öyle bakmak, öyle bakmak ve öyle bakmak ki
hiçe kalmak, büyük Odysseus yolculuğunu bu kez bir
daha okunmamak üzere kapatmak, büyük felaketleri ya da
kıyametleri silmek, tarihi sonu gelmez bir uğultuya dönüştürmek,
böylece kalmak, kalakalmak karanlığın içinde, ölümü
bile kurtuluş olmaktan çıkarmak, çöken karanlığın,
inen sessizliğin içinde anlatmaktan ve anlatılmaktan çıkmak,
ne boşa ne doluya değil olmaza, olmamaya düşmek ve şimdi artık
hiçbir şey görememek, hiç görülemeyeceğine
göre görmenin, bakmanın isteğini, arzusunu yitirmek ve
sizin kameranızın arkasındaki bakışınıza katılmak yine de ve onurdan
çok cesaretle, hiçliğin cesaretiyle ve bir kez daha
bakmayı bitirmek için...bakmak.
İyi ki Béla Tarr, siz de ne yapsanız bakışı tüketemediniz, sıfırlayamadınız, bu
kendinizi, kendinizden her ne yaptınızsa onu sıfırlamak olurdu. Film yapmasanız da sinema hakkında
düşünmeyi, konuşmayı
sürdürdünüz. Kışkırtabildiniz mi? Hayır, çünkü istediğiniz,
sinirlerle oynamak, insanları kışkırtmak ve
başkaldırmalarını sağlamak değildi, daha ötesiydi. (Aslında daha berisi...) Camus'nün
(
Sisyphus
Söyleni
, özgün dilde 1942) kırıldığı yerden süren filmleriniz,
sonsuz günahın ve cezanın içindeki örtük, gizli son umudu da sildi
süpürdü, antik korodan ayrı, bir başka tanrıya, karanlık yazgıya özgü dış
anlatıcı sesle
kendi sonuna doğru
orada, öyle
sürüklenen bir dünyanın sonSöz'ünü (Vaaz) yankıladı. Bu sözü hiç kimse
taşıyamaz, ne
olursa olsun, bakıp bakıp da bir şeyi görmemeye hiç kimse katlanamazdı, şeyler ve kimseler
sıfırlanmadıkça.
Macar film yönetmeni; (Doğ.1955).2011’de artık film yapmayacağını söyledi.
Kárhozat (Lanet), 1987; Sátántangó,1994;
Werckmeister Harmóniák (Karanlık Armoniler), 2000; A Londoni
Férfi
(Londra'daki Adam), 2007; A Torinói Ló (Torino Atı), 2011.
Jacques Ranciére: Belá Tarr, Ertesi Zaman
(2011), çev. Elif Karakaya, Lemis y., 2016,İstanbul; András
Bálint Kovács:Béla Tarr Sineması: çember Kapanır (2013), çev.
Mehmet İbiş, Hayalperest y., 2015, İstanbul.