Zeki Z. Kırmızı / 14 Eylül 2010
Fotoğraf: Güher Erdemir
Tarih: Ağustos 2010 / Yer: Sivas
Zeki Z. Kırmızı / 14 Eylül 2010
Fotoğraf: Güher Erdemir
Tarih: Ağustos 2010 / Yer: Sivas
507 fotoğraf üzerinde çalıştım. İlk elemede fotoğraf sayısını 83’e, ikinci elemede 34’e, üçüncüsünde 18’e düşürdüm. Giderek zorlaşan bu eleme işleminde bana göre en iyi 10 köy ve doğa fotoğrafını ayırdım. Ama en iyiyi bulana değin sürdürmeliydim bu çalışmayı. Önce (beşinci eleme) 5 en iyi fotoğrafı seçtim. Onların içinden ilk üç fotoğrafı seçmek artık kolaydı. Ya birinciyi? Bunun de üstesinden geldiğimi, bu seçimi de yapabildiğimi söylemek isterim.
Benim yazarak ilk fotoğraf okuma çalışmam olacak bu.
Elbette ki tüm bunlar nedensiz, gerekçesiz bir oyundur. Kendimizi hazla bir oyuna bırakmak iyi ama, bu asla zorunlu olmamalı. Sayım suyum yok, deme hakkımız var ve bu önsel (a priori) bir hak, sanatsal edim söz konusu olduğunda hele.
Sanat yapıtı olmaya aday fotoğrafların; bir imzaları, tarihleri, kayıt bilgileri (nerede, hangi gün ve saatte, hangi kaygıyla, hangi çekimlerden vazgeçilerek ve hangi bedeller ödenerek, nasıl bir makineyle, vb.) olmalı. Belki çekilen fotoğraftan önemlidir, onun gerçekleşmesi için gösterilen özen, yapılan hazırlık, harcanan emek…
En iyi (birinci) fotoğrafa ilişkin seçimim çekeni üzmemeli. 507 fotoğrafın büyük bölümü fotoğrafçılık açısından ölçünü (standardı) tutturuyor, fotoğraf sanatı açısından da hem teknik hem estetik anlamda belli düzeyleri yakalayan, tutturan, neredeyse 30-40 fotoğraf var. Ama yüksek ölçütler kullanmamız kaçınılmaz. İyi olmak, ölçünleri tutturmak bir fotoğrafı fotoğraf yapmaya yetmez. Bunu artık biliyoruz. Çıtayı en yukarıda, büyük bir acımasızlıkla tutmak ve zaman zaman onu uyarıcı, acı verebilecek bir kırbaç gibi algılamak da, gerçekten kendimizi böyle ifade etmeye gelecekte de kararlıysak, daha doğru ve dürüst bir yol olsa gerek.
İnsanları ve yaptıkları işleri yorumlamak, yargılamak en son usuma gelecek şeydir. Bir şairden yaşamı boyu üç-beş tane şiir çıkıyorsa aslında ve bu kimsenin zorda kalmadıkça dile getirmediği bir gerçekse, bir fotoğrafçının da ancak birkaç fotoğrafı vardır ve ben şunu çok iyi biliyorum ki henüz yazılmamış, henüz daha çekilmemiştir bu şiir ya da fotoğraf.
En iyi fotoğraf derken, bir sanat yapıtından, evrensel ölçünleri tutturabileninden söz ediyorum. Buna hep daha zaman vardır bana kalırsa. En anlamlı içerik, en yüksek plastik ataklar, anlamı kaçırmış kusursuz kompozisyonlar, içeriği tümleyemeyen renk varsıllığı, kendi başına kalmış serseri ritim, vb. gibi estetik değerler bir fotoğrafı sanat yapıtı yapmaya yetmeyebilir. Bunun için sanırım yapıtın iç dengesini kurabilmiş olması kadar, çekenden bakana uzanan eğrinin ortak alanının da yeterince uyarıcı, ayartıcı, kışkırtıcı, oydaştırıcı ve çatıştırıcı olması gerek. Yani bizi kendimiz olarak tartışmaya getirmesi gerek. Bu sözler aşağıdaki en iyi fotoğraf olarak seçtiğim boş çerçeveyi az da olsa açıklayacaktır.
Şimdi üç fotoğrafı, bunca güzel fotoğraf içinde neden en iyi üç fotoğraf olarak seçtiğimi birkaç tümceyle açıklamaya çalışacağım. Ama bu üç fotoğrafın kendi aralarında bir sırası yok, yani birinci, ikinci, üçüncüsü. Onları eşdeğerde görüyorum. Sıralamam yanıltmasın.
*
İlk sıradaki fotoğrafa bakalım. Bu fotoğrafı öne çıkarmamın nedeni ne olabilir? Benim kişisel olarak bu fotoğrafta bulduklarım belirleyicidir kuşkusuz. Bir bakıma bunu açıklamış olacağım.
Fotoğraf kuşkusuz bir dramaturji çalışması. Teknikle bakış, ayıklanmış sayısız an içerisinden en doğru, en anlamlı anı yakalamak için buluşur. Bunun için sanatçı çok önceden seçimler yapar. Fotoğrafsa derdi; zamanı, ışığı ve gölgeleri kollar, ama bütün bu gereçle aktarmak istediği düşünceyi ve duyguyu, tıpkı fotoğraftaki tepenin bulutu üzerine çekmesi gibi biriktirir, yoğunlaştırır ve öyle bir an gelir ki, sanki Tanrı onu, fotoğrafçıyı; bu anı yakalamak ve insanoğluna, onun kurtuluşunun biricik kanıtı, olanağı (imkan) olarak sunması için özel olarak görevlendirmiş, sanki o bir misyonun yalvacı (peygamber) imiş gibi, şimdi ve burada, evet, tam da şimdi ve tam da burada tansığı (mucize) gerçekleştirebilir ve bunun gerçekleşmesi için özel bir biçimde görevliymiş gibi, çağrının dayanılmaz çekim gücü etkisinde tüm varlığıyla belirmeye, ortaya çıkmaya, bedenlenmeye, aşkınlığa zorlamaktadır. Bunun, dibi görünmeyen bir uçuruma itilmekten, hiçe yuvarlanmaktan, hiçte kendini kavramaktan başka şey olmadığını bilen bilir. Özgürlük duygularıyla kanatlanmış, hiç okyanusunu kulaçlamaktayız.
Bu fotoğraf, böyle bir anın, yanıltıcı dingin tekliği ve bütünlüğü içinde, iki çatışmalı, iki yanlı bir öykülemenin sezgilerini barındırdığı, içten içe kaygılı bir bekleyişin fotoğrafı olduğu için seçildi. Dağ diğerlerinden ayrıdır ve bulutla ilişkisi tutkulu ve şiddetlidir. Tedirgin uzanmışlığıyla üzerine gelen, abanan bulutun yükünü sabırla taşımaktadır. Bulut onu seçmiş, onu sarmış, sevmiştir. Bunun nedeni bu tepece (dağ) çağrılmış olmaktır. Bu çizginin beri yanında, bizim bulunduğum (baktığımız) bölgede birkaç tane ev, ağaç ve bir köpek uzanmış beklemektedir. Bu yanda (taraf) olağanüstü bir olay beklenmekte, bu olayın mutluluk getirip getirmeyeceği henüz bilinmemektedir. Sessizlik yayılmış, bir örtü gibi sarmıştır bu yakayı. Aşk mı, ölüm mü? Ya birazdan davullar çalınacak, düğün dernek, şenlik ateşleri yakılacak, köpek ayaklanacak hızla ve neşeyle havlayacak; evlerin pencerelerinden perdeler ve tüller uçuşacak, karanlık çerçevelerden insan görüntü ve sesleri fışkıracak ve dökülecekler toprağın üzerine ve elektrik tellerinden çıtırtılı, kıvılcımlı arklar, derelerden sular akmaya başlayacak ya da yas gelecek, kara gece daha kararacak, puhu kuşu o tek ağacın ince dalında uğursuz ötecek, ve sessizlik daha koyu, sürecek…
Fotoğraf bizi biraz sonrasıyla ilgili olarak derin derin düşündürtmekte ve kaygılandırmaktadır. Gelecek olan şenlik de olsa, yas da olsa bundan daha çok bizi etkileyen şey, bu tedirgin, ikircimli bekleyiştir ve fotoğraf bu bekleyişin fotoğrafı olduğu için seçilmiştir.
Birden o birazdan kopacak kıyamet duygusu, bir uzak kentli olarak önümüze gelir. Yaşam önümüzde onu çağırdığımız, ama çağırırken korktuğumuz, bizi içten içe ürperten bulut gibi toplanmakta, yoğunlaşmakta ve günışığını derinlerine çekip, biriktirip gittikçe kararmaktadır. Yaşam üzerimize biraz daha, biraz daha abanmaktadır. Ne yapacağım? Biraz sonra, sokağa çıktığımda, onunla karşılaştığımda (kimle?), okulu bitirdiğimde, emekli olduğumda, yazdığımda, yazmadığımda, bakarsam ya da bakmazsam, yarın, önümüzdeki ay, yıl, kalan ömrümde… Ömrüm şenliğim mi olacak, şimdiden yasa başlasam mı yoksa?
Bu fotoğraf hem öylesine uzak (tutmanın), hem de şenliğin de, yasın da sandığımızdan çok yanı başımızda oluşunun, hatta aslında bizim içimizde durduğunun bir belgesi, kanıtı.
Bütün öykülere bir anda açılabilir, bütün öykülere kapanabiliriz?
Fotoğrafın üst yarısını kaplayan düz mavi, öykünün (insanlık öyküsünün) yaşanabilmesi için az zaman kaldığının da kanıtı değil mi? Öykü bulutla (yaşam) ezilmekte, bastırılmaktadır. Belki içimizdeki çığlığı salıvermenin, yeni ateşler yakmanın, belki yeni bir gökyüzü tasarlamanın, öyküyü tersinden ya da yeni baştan yazmanın zamanı. Belki bulutla gelen tüm geleneği, tüm yasağı, tüm tabuyu, örtüyü kaldırmanın ve varoluşumuzu yeniden bir başka biçimde bedenlemenin, yüze vermenin zamanı(dır).
*
Aşağıdaki fotoğrafı seçtim, çünkü bu fotoğraf beni bir yalnızlık deneyimine, yola (çıkmaya) çağırıyor. Önüme bir yol, kulağıma bir esinti, bir ses getiriyor. Çerçevenin berisinden duyuyorum o gizil sesi ve onun kestiremediğim duygusunu, rengini. Beni çağırıyor ama neye çağırdığını anlayamıyorum. Sonunda evime, yuvama, sevdiğime kavuşacak mıyım? Bu fotoğrafın değeri buradan kaynaklanıyor işte? Doğa uzanmış, esnemiş, bin bir biçime bürünmüş ve bir çağrıya (ses) dönüşmüş ama, bu sesin vaadi, hayır, aslında vaatsizliği beni ürkütüyor. Ben biliyorum ki, o dayanılmaz ve büyüleyici çağrıya uyabilirim, o yola çıkabilir, o ağaca dokunabilirim ve bu bir hiçe, ölüme yolculuk olabilir. Bunu bildiğimi, üzgün bir biçimde, abartılı devinilerle (hareket) burada, fotoğrafın dışında, durduğum yerde höykürerek dile getirsem de nafile. Ses yine usul, yine belli belirsiz, bir yer altı ırmağı gibi çağrısını sürdürüyor. Benim fotoğrafın içine geçeceğimi, o yolda yürüyeceğimi biliyor. İşte, oradayım. O boş yolda. Bir gölgem yok, olmalıydı ama, dememin de anlamsızlığı ürkütüyor beni. Arkadan kendimi görüyorum, uzaklaşmamı, yolun hafif eğimi boyunca ağaca doğru yol alan sırtımı. Bu omuz, bu sırt kimin, benim mi? Ben nereye gidiyorum? Gitmesem olmaz mıydı? Onun (benim) yokluğa doğru büyük yolculuğu bana inanılmaz ama, bir o denli gerçek geliyor. Eğer o fotoğrafın içinde, yoldan aşağı, belirsizliğe doğru yürüyen bensem, diyorum burada, kendi kendime, ben kimim öyleyse?
Sesin kaynağı, seslerin ürediği vadi, aşağıda görülmüyor. Her şeyin, elimin altında, benim sandığım yaşamın (hayat) dışarıda, orada, fotoğrafın içinde, erişemeyeceğim denli uzak ve kayıp olduğunu anlıyorum. Ben burada ona bakan biri olarak olsam da olmasam da, doğa fısıldayacak tatlı, büyüleyici ve aslında ürkünç ezgisini. Bizi oraya çağıracak, toplayacak ve yaşamak adlı tesellinin avuntusuz bir yanılsama, bir boş söz (vaad), bir kendini aldatma, yanıltma olduğunu anlatacak, bıkıp usanmadan. Öyleyse neden? Neden bu eşikten, çerçeveden atlayalım, neden bu sonu karanlık öyküye dalalım, neden bu cesareti bir bulut gibi biriktirmek, koyultmak ve o son anda, bir atakla harcamamız gereksin? Nedir bu ateş, bu aşk özlemi? Bu sesle sürüklenip hiçleşmeyi bile göze aldıran ölümüne, ölümcül cesarete değer mi? Sevmek için neden ölmek, yok olmak gerekiyor? Sevmek bu sesin peşine takılmak, yola çıkmak ve ağaca dokunmaktan başka şey değilse nedir?
Gelelim üçüncü fotoğrafa. Yukarıda fotoğrafın taşıdıklarına değil taşımadıklarına baktım ve bu biçimden, kompozisyondan, yapıdan çok anlam, içerik üzerine durmama neden oldu. Bu anlamı da fotoğraflara, haksızlık yapma pahasına ben verdim, hatta zorladım onları.
Aşağıdaki fotoğraf da gökyüzünün fotoğrafıdır ağırlıklı olarak. Belki de ilk fotoğraftaki bulut dağını seçmiş, kendini biriktiriyor ve engin maviliği aşağıdan, alttan burgaçlamış... Bozkırı yükselten tepe daha şimdiden bulutun gölgesini, izini taşıyor. Ama bozkır dingin ve başına gelecek şeyin (her ne ise) onu şaşırtması olanaksız gibi. Kendi tatlı eğimlerini, küçük tepelenmelerini çoğaltıp ötelere taşıyor, bunun için bir çaba harcadığı, kendi içinde tartıştığı da söylenemez. Bozkır için her şey yolundadır denebilirdi, eğer şu bulutun kavisli akışı, fotoğrafa sağdan eylemli dalışı olmasaydı. Birazdan dölyatağındaki yumurtayı döllemek ve oluşan dölü, yoğun ve kapalı ısısıyla büyütmek için, çökecek tepenin üzerine. Eylemi, kotarmayı, abanmayı, seçmeyi, istemeyi bilen nesne o, fotoğrafta. Gerçekte, özne. Bu fotoğraf bu nedenle güzel… Yer bir boğa gibi uyuklarken, gök dişiliğinden, bir çevrimle, görkemli bir dölyatağı, bulut yaratmış, boğanın üzerine salmıştır. Erkek vermesini bilemese de öfkeli, tutkulu bulut öyküsünü kurmaya, anlatmaya başlayacaktır. Birazdan öykü kendi içinde derişecek, büyücü çığlıkları, kızgın dişil şarkılar bulutun iç çeperlerinde yankılana kırıla, arta çoğala sütün ve kanın o eşsiz akışı içinde çılgınca savrulacak. Bulut şimdiden gebeliğine gülümsüyor. Yaşamın kaynağında duran o önsüz ve sonsuz tutkudaki yüz gibi. Başlangıçta duran suyun gözü gibi.
Soyut bir kompozisyon bu. Fotoğrafı oluşturan gereçler düşüncede ayrıştırılıp yeniden bir araya getirildiğinde fotoğraftan geriye bir soyutlama, soyut bir düzenleme kalıyor. Usu zorlayan, geleneksel görüşü, tanımı kıran bir başka, bilemeyeceğimiz, kavrayamayacağımız dengenin göz kırpışlarını dikkatli bir bakış yakalayacaktır. Kışkırtıcı değildir bu işmar. Yine, bir zamana (biraz sonraya) gebeliktir tüm bu soyut anlatının özü. Zaman gelecek, birazdan olacak ama, ne olacak?
Böylece neden bu üç fotoğrafı seçtiğimi şimdi anlıyorum. Bunları seçtim, çünkü bu üç düzlem, beni zamanın ötesine ya da berisine iteliyor, fırlatıyor. Konumumu bir bekleyişe, birazdan gerçekleşecek şeyi bekleyişe dönüştürüyor, içimi umutla ve umutsuzlukla dolduruyor. Doğum olacak, kronos (zaman, fotoğraf, bir saptanmış an) dünle yarın arasındaki varlığımı askıya alacak, ben dünümle ve yarınımla tasalı, bu usa sığmaz doğurganlık için gerekçe ve anlam arayacağım ellerim böğrümde. Buradaki ben için, anlam dünle yarın (iki an) arasındalıktan kaynaklanıyorsa, bir konumdan, bir durumdan, bir yarıktan, aralıktan çıkıyorsa, düne düşmekle yarına düşmek arasında o korkunç dengede usumu (akıl) yitirmek üzereysem, bu ten, bu kafeste bir çığlıkla dolmak üzere olan kocaman bir boşluktan, hiçlikten başka neyim. Ve tesellisiz soruyorum şimdi ve yapayalnız ve sessizlik ve karanlıklar içinde: bu hiçliğe varlık nereden geliyor?
Senden mi? Senden geçen benden mi?
Yoksa… bana gelen, yaklaşan, gelen ve geçen, geçen ve giden, uzaklaşan bu fotoğraftan mı? Ben bu fotoğrafın istemediğim armağanı olan zamanla ne yapacağım şimdi.