Tirza1

Zeki Z. Kırmızı

Arnonn Grünberg (d.1971) Hollandalı bir yazar ve Türkçeye de epeyce çevrilmiş kitapları var.Tirza dilimizde 2008’den günümüze üçüncü baskıyı yapmış, arka kapağa bakılırsa Ayfer Tunç’tan, Necmiye Alpay’a, Murathan Mungan’a birçok ünlü yazarımızdan aşırı övgüler toplamış, benimse hiç ayrımsamadığım (fark etmek) bir roman. Sanırım, çarpıcı olacağını az çok kestirdiğim film uyarlaması, romanın dünya ölçeğinde öne çıkmasında etkili olmuştur. Roman üç bölümlü:I.Kira, II.Kurban, III.Çöl.

Doğrusu Kuzey Avrupalı (Hollanda) bir toplumda kadın-erkek ve aile ilişkileri bizim algılarımızı epeyce zorlayacak ve aşacak denli, bambaşka. Karısının cinsel tutkularını karşılamaktan çok uzak, başka erkekler uğruna terk edilen; bedensel ve anlıksal (zihinsel) kavrayışı oldukça kıt, durağan ve bir yayınevinde yayın yönetmenliği (editörlük) hiç mi hiç önemsenmeyen ve sonunda maaşı verilerek işten uzaklaştırılan Hofmeester’in elinde önce iki kızı, büyük kız babasına kinle kopup gittikten sonra da yalnızca küçük kızı, Tirza kalır. Afrika’da bedenini yabancı erkeklere satan, Hofmeester’e ise yalnızca arkadaşlık edebilen kız çocuğu Kaisa’ya kendinden söz eder:“‘İşimi de elimden aldılar,’ dedi, ‘bir anlamda çocuklarımı da, ailemi de. Ama ben onu havayı kabul eder gibi kabul ettim. Yağmur, kar, rüzgâr, bunları da değiştiremeyiz Kaisa. Yaralanamaz olmak bir erdemdir, insanlar bunu unutmuş görünüyor. Hiçbir inancı olmayan kişi yaralanamaz. Olaylara yukardan bakabilir. Her şeyi olduğu gibi kabul ettiği için tereddüt etmez. Yaralanan kişi tereddüde düşer. Sen de yaralanamazsın Kaisa. Sahip olduğun bir şey olmadığı için senden alabilecekleri hiçbir şey yok. Sana ne derlerse desinler fark etmez çünkü sen bir hiçsin. Hayatına son verseler bile seni yaralayamazlar. Aslında sen ölmüş durumdasın.” (385) Tüm yaşamını prensesi Tirza ile dolduran, bunu aşırı abartıp takınaklaştıran, neredeyse kızıyla soluk alıp veren ve çıplak, acımasız, alaycı, çoğu kez de saygısız, kaba saba gerçekliği kendi tinsel beklentilerine uydurma oyunu oynayan Hofmeester, yıllar sonra aradığını bulamamış ya da kadınsı çekiciliğini korusa da yaşlanmanın kaygılarıyla güvenlik adasına, yani terk ettiği evine sığınmak üzere geri dönen karısıyla ne yapacağını bilemez: “Şimdi niye geldiğini anladım. Dayanamadın. Benim mutlu olmama tahammülün yok. Burada Tirza ile bir hayat kurmuş olmamıza, sensiz idare edebildiğime tahammül edemedin. Sen mutluluğa hiçbir zaman katlanamadın (…) Trajedi olmadan hayat senin için bir hiç. Hiç. Ve…” Kendi düşsel (hayali) ve beceriksizce tasarlanıp kotarılmış, yavaşlatılmış küçük evreninde Tirza için bir yolculuk ‘eğlenti’si (parti) hazırlığına tüm varlığını adamışken (Yemek yemenin tinbilimsel işlevi, hazcılık üzerinde durmak gerekir burada.), Tirza’nın çılgın eğlentiye Arap kökenli bir gençle gelişi ve Afrika (Botswana) yolculuğunu onunla yapacağını söylemesi, saplantılı İslam korkusu yaşayan (İslamofobik) Hofmeester’in delikanlıyı ısrarla 11 Eylül teröristi olarak (Muhammed Atta) adlandırması, [“‘Muhammet Atta,’ dedi, ‘uçağı kaçıranlardan biriydi, onların lideriydi. Tirza’nın arkadaşı da onun kardeşi, ya da üvey kardeşi veya kuzeni. Ya da amcası, eniştesi. Her halükârda Muhammet Atta’nın cinsinden. Aynı et, aynı bakışlar ve aynı çene. Tabii. Tabii ki aynı düşünceler. Aynı nefret. Bize karşı duyduğu nefret. Bizim varlığımıza, kim olduğumuza ve neden böyle olduğumuza karşı duyulan nefret.” (205); “‘Biliyor musun?’ dedi Hofmeester, bir yandan önlüğünü çıkarıyordu, ‘senden, benden, komşularımızdan neden nefret ettiklerini biliyor musun? Çünkü biz mutluluğa inanıyoruz. Tanrı’ya değil ama mutluluğa inanıyoruz. Çünkü biz kimlikleri olan bireyleriz, sürü hayvanı değiliz.” (206)] Tirza’nın sınıf arkadaşı olan küçük bir kızla bahçedeki kulübede cinsel ilişki kurması ve böyle bir durumda kızına yakalanması vb. bardağı taşıran damlalar… Aslında Hofmeester’in düşünsel bir kaygısı onu diğer insanlara göre derinleştiriyor gibi görünüyor ama içinde yaşadığı toplumun ablukasıyla serseme döndüğü, birikimini eleştirel bir kavrayışa dönüştürme olanağından tümden yoksun kaldığı, doğru düşünüp yanlış yapmaya ve sonuçlar çıkarmaya yatkınlaşıp gerçek bir düzen budalasına dönüştüğü açık... İlkel(leşmiş) bir insandır aslında. “Karısı çamaşır makinesini, havlu peteğini işaret ederek, ‘Sen buna hayat mı diyorsun?’ diye sordu.” (60)

Onu delirten şey ufacık kızının ulu orta cinsel ilişkisi değil gerçekte, çünkü daha önce her iki kızında bu tür canlı tanıklıklar yaptı ve küçücük kızlarının sevişmelerini doğal gördü, denebilir. Yeter ki ilişki kurdukları erkekler akranları, beyaz, Avrupalı olsunlar. Onu tiksintiye boğan ve bağışlayamadığı şey dünyada en çok sevdiği varlık olan (ya da kendini buna inandıran Hofmeester’in) kızı Tirza’yı kendisine göre İslam teröristi olan bir Arap’ın düzüyor olması. Kendi gelişkin uygarlığını düzen İslam-Arap imgesi… Uygarlık (WASP) örtüsü altındaki ırkçı tüm içgüdüleri hortluyor, kendinin ve çevresinin her türlü pisliği bağışlatmaya yeten ve bu yönde araçlar geliştiren uygarlık yalanları ve yanılsamaları işte bu noktada gelip duvara tosluyor.Ötekinin burada (Hollanda, Avrupa, vb.) işi olmaz, olmamalı. (Ama öğreniyoruz ki Gana’lı siyah bir kadın olan hizmetçisini her fırsatta ve olmadık biçimlerde becermektedir, ayrıca Afrika’da onu anlamayan ve anlayan, en yakın dostu da 13 yaşındaki siyah kız çocuğu, Kaisa’dır. Bu da işin karayergisel boyutu, yazarın önemli bir katkısı…) Kendi dünyalarında her haltı yiyebilir sıradan, herhangi bir ortalama Hollandalı (Avrupalı) ama bir yabancı, öteki, Afrikalı, Arap, vb. onun ülkesinde, evinde, mutfağında kızını beceremez, Hofmeester’in yaşamını etkileyemez. “‘Her şeydim ve hiçbir şeydim, tam anlamıyla bir hayvandım. Her zaman olmak istediğim ve aslında olduğum gibi bir hayvan. Zevkle aşağılama iç içedir. Kurtuluş, hastalığımızdan kurtulmamızdır; hastalığımızın iyileşmesi, insancıllığımızdan kurtulmamıza bağlıdır. Ve onunla alakalı olan her şeyden, yeniden hep yeni baştan. Anlıyor musun? Bu kurtuluştur. Kurtuluş aşağılamaktan geçer.” (386) Cinselliği de bir odaklanamamak, bulanık çift görü (paralaks) sapkınlığıyla kavraması, artık kızı Tirza’nın gözündeki yerini oldukça tartışmalı kılıyor. Tirza da içinde olmak üzere uyanık dünyanın (sözde) uyanık insanları Hofmeester’in durumunu çok iyi gözlemliyor ve bir noktaya dek yönetiyorlar ama tersi olmuyor. Tirza babasının karşısına birçok rolde çıkıyor, yer yer de baştan çıkarıcı fettan kız olarak, ki henüz 14 yaşlarında (idi yanılmıyorsam). Öte yandan Hofmeester için Tirza her şeyin uç örneği; başarının, kadınlığın, sevgilinin, kendi çocuğu oluşunun, sanatın, vb., yani dünyaya ilişkin Hofmeester olarak tensel ve tinsel tüm beklentilerinin tutku (arzu) nesnesi, varoluş gerekçesidir. Aslında uç sınırlarda bu baba kız oynaşması, eğer Tirza babayı sınır bölgesinden uzaklaştırıp da babanın gözü önünde ve mutfak masasının üzerinde Arap kökenli gençle sevişmeseydi roman onca sıkıcı bağlamı içerisinde içkiler, cinsel göndermeleriyle etkisiz akıp gidecekti. Ama Hofmeester bilinçaltı Freud, Hitchcock, vb. sayısız kaynaklardan kışkırtılmışçasına içindekitanatosu (ölme-öldürme) devindirerek romanın eksenini kaydırıyor. Bu kayma öte yandan Grünberg’in bilinçli kurgusunun sonucu, hakkını vermek gerekirse. Son üçte birinde (Üçüncü bölüm) artık bir yolculuk üzerinden gerilimi ustalıkla tırmandıran, katlanılır, hatta sürükleyici bir romana dönüşüyor kitap. Çünkü Hofmeester’in kendini kandırmaya, aldatmaya dönük tinselliği (psikoloji), sevişmeleri sırasında öldürüp parçaladığı kızı Tirza ve ağzına tıktığı Kuran yapraklarıyla kızının sevgilisi oğlanı kır evinin bahçesine gömmesine karşın Afrika’ya giden çocuklardan haber çıkmamasını kafaya takıyor ve sonunda kızını aramak için Afrika’ya gidiyor. Tirza’yı bulamayacağını, onu ve oğlanı bahçesine gömmüş olduğunu bilse de inançla, tutkuyla yaşamını adadığı kızı Tirza’yı arıyor. Bence romanın en güzel bölümü de (III.bölüm: Çöl), yaşlı beyaz Avrupalı erkeğe sokakta musallat olan 13 yaşında çocuk-kiralık kadın siyah kızı (Tirza’nın ötekisi) ne denli uğraşsa başından atamaması ve ikisi arasında, çevredekilerce kuşkuyla karşılansa da günlerce süren yine tuhaf, tanımsız bir iletişimin (öteki adıyla; saltık iletişimsizlik) anlatısı olan bölüm. “‘Kaisa,’ dedi, ‘benimle gelemezsin. Ben çöle gidiyorum. Gidecek başka yerim yok. Ortadan yok olacağım, kaybolacağım. Benimle gelemezsin. Kaybolmak gerçekten yalnız gerçekleştirilir. Ortadan kaybolurken yanında kimsenin olmaması lazım, hele hele çocuklar kesinlikle olmaz Kaisa, olmaz.” (377) Kız ona yapışıyor ve tek söylediği:Do you want company sir? Buna karşılık Hofmeester, kız hiçbir şey anlamasa da kendini, öyküsünü, Tirza’yı nasıl öldürdüğünü uzun uzun anlatıyor ve birbirlerini hiç anlamayan bu uyumsuz, çelişik çift belki tam bu nedenle anlaşıyorlar.“‘Kaisa, kim olduğumu görmüyor musun?’ diye fısıldadı, ‘görmüyor musun? Anlamıyor musun? Ben Tirza’yı, orta sınıf beyazları hasta edenim. Ben yemek hastalığıyım.” (378)

Duygulu, dokunaklı, yükselen bir bölüm ve örneğin, sinemada uzaktan Luc Besson filmini anımsatıyor okura (Leon, 1994). Tabii daha birçok kaynakta sevgiyle, aşırı sevgiyle işlenmiş öldürüm (cinayet) öyküleriyle karşılaştık ve insanlığın evrensel takınaklarından biridir: çok sevilenin ihaneti ya da sevenin böyle algılaması…

Bir gerilim anlatısı olarak dikkate değer bulduğum romanın ustaca kotarıldığı, yönetildiği açık. Çağdaş Avrupa’da ortalama insanın derin bunalımını, açmazını odağına alması çok önemli. İnsan insana hakiki ilişkilerin yerini tümüyle düşlemsel (fantastik), kurmaca ve bencil düş gücüne bağlı sahte yaşamların aldığı görülüyor. İnsan bu dünyada, bu Avrupa’da yapayalnızdır, sözcüğün en gerçek anlamında.

Bu arada Gül Özlen’in özgün dilden başarılı çevirisini kutlamak gerek.


[1]Grunberg, Arnon; Tirza (Tirza, 2007, Roman), Çev. Gül Özlen, Alef Yayınları, Üçüncü basım, Ocak 2018, İstanbul, 431 s.