Zeki Z. Kırmızı / 2023

Augusto Monterroso

Augusto Monterroso; Kara Koyun ve Diğer Masallar (La ovej negra y otras fábulas, 1969),

Çev. Mehmet Sait Şener,

Vakıfbank Kültür yayınları, Birinci basım, Aralık 2020, İstanbul, 56 s.

*

Augusto Monterroso; Devridaim (Movimiento perpetuo, 1972),

Çev. Mehmet Sait Şener,

Vakıfbank Kültür yayınları, Birinci basım, Nisan 2020, İstanbul, 128 s.

*

Augusto Monterroso; Toplu Eserler ve diğer Hikâyeler (Obras completas-y otros cuentos, 1998),

Çev. Çiğdem Öztürk,

Vakıfbank Kültür yayınları, Birinci basım, Aralık 2020, İstanbul, 56 s.


Guatemala doğumlu ilginç gazeteci-yazar Augusto Monterroso Bonilla’yı (1921-2003) Türkçe’de 2020 yılı içinde yayımlanmadan önce, okuduğum başka bir kitap içinde yapılan göndermeyle duymuştum. Belleğimde kalma nedeni, dünyanın en kısa öyküsünü yazmış olmasıydı. Öğrendiğim üzre Honduras yurttaşlığını yeğlemiş, dolayısıyla Honduras yazarı sayılmalı. Sanırım yazı dili değişmiyor. 1944’te Ubico rejimince sürgün edildi. Sonra Meksika, Şili’de yaşadı. Latin Amerika ‘Boom’ kuşağının (Cortázar, Fuentes, Rulfo, Marquez, vb.) üyelerinden biri. Aldığı önemli ödüller arasında Miguel Ǎngel Asturias ödülünün bulunması benim için özellikle anlamlıydı. Okuduğum Türkçe’deki yapıtları; Kara Koyun ve Diğer Masallar, Devridaim ve Toplu Eserler ve diğer Hikâyeler.


Augusto Monterroso için iki sözcüğü, çoğu Latin Amerikalı sanatçı gibi bir araya getirmek zorunlu: baskı ve yergi (hiciv). Baskının türü yerginin türünü de çoğaltıp dönüştürüyor. Geniş bir yelpazede yayılan yerginin iki ucu arasında; yani keskin, acımasız, zorlayıcı öykü ile dolayımlı, uzatılmış, yerinel (alegorik) öykü arasında sürgü gidip geliyor. Ama iki ucun bir başında saltık sessizlik (ak sayfa) öteki ucunda okunmazlaşmış saltık metin (kara sayfa) yer aldığını unutmayalım. Bu geometrik tanımdan yola çıkarak geriye doğru insanın anlatı serüvenine göz attığımızda simgesel, ikonik, yerinel anlatılar, öğütçü-eleştirici hayvan öyküleri (fabl), olumlu-olumsuz yokülke (ütopya) tasarıları, bağımsız bir tür olarak deneme, yerginin sözlü-yazılı tüm biçimleri, genelde yasa dışı tüm şenlik ve gösteri dilleri, vb. bir gelenek oluşturduğunu görüyoruz. Buna ölçün (standart) dışı yazınsal (sanatsal) türleri de rahatlıkla ekleyebiliriz: düşlemsel, korku, polisiye, bilimkurgu, vb. Bu türlerin yeğlenmesi ya da öne çıkması genel örnekte rastlantısal olamaz, ancak yerel, tekil, bireysel örnek için rastlantı bir yere değin açıklayıcı olabilir. Latin Amerika’nın 20.yüzyıl dilsel ataklarında zamanın tinine gönderme yapmak hiç yanlış olmaz. Sanatçı kendini ele vermeyecek, kurbanlık koyun kılmayacak ama en etkili başkaldırı (devrim) dilini yaratmak zorundadır. Etkili derken aykırı, kışkırtıcı, çalıcı, zıplatıcı, vb. tüm nitelikleri toptan dile getirmiş oluyorum. Bildiğim Latin Amerikalı yazarları gözümün önünden geçirdiğimde her birinin kendince ayrışan, alabildiğine özgün bir biçemi yarattığını anlıyorum. Ki kökü 20.yüzyıl ortalarına, hatta ilk çeyreğine değin iner.


Monterroso’nun Ezop’a (MÖ 620-564, Yunanistan) ve La Fontaine’e (1621-1695, Fransa) özgü türel seçimi de aşan yazınsal (poetik) seçime yönelmesi hiç yadırgatıcı olmadığı gibi, her ikisinin artık yeterince adlandırılmış ve sınırlandırılmış yazınsal görevini (misyon) aşan bir çağcıl yorum getirmesini de yeni dünya koşullarında çok iyi anlayabiliyoruz. Bu iki Latin yazarında en özgün ürün olarak yansıdı. Biri Uruguaylı yazar Eduardo Galeano (1940-2015), öteki de Guatemala-Honduraslı yazarımız Augusto Monterroso. Bu iki yazara azıcık kendimizi zorlasak Cortázar’ı, Onetti’yi, vb. eklememek için belki de nedenimiz kalmaz. Ama Galeano gibi Monterroso da bir anlamda türsel yerdeğiştirme (ikâme), bir türün yerine ötekini geçirme, dolayısıyla yerleşik tür tanımını sarsma girişiminde bulundular. Biçim olarak ‘öğüt veren eleştirel, yergisel hayvan masalı’ (fabl) olarak önümüze gelen birkaç sözcük, tümce ya da satırlık, hadi bölümcelik (paragraf) kısa bir metin bir roman, öykü, deneme, vb. örneği olarak sunulabilir ve sunulmaktadır zaten. Jane Austen’ın 11-17 yaşları arasında yazdığı kalem alıştırmaları, anlakçıl (zekice) ergenlik oyunlarına (Juvenilla) bakın dediğimi anlayacaksınız. Bu oyun, roman taslaklarına özet deyip geçemezsiniz, çünkü içlerinde açığa vuran bir canlı balık ışıltısı taşırlar. Giriş bölümleri bizi geleneksel türün beklentilerine hazırlarken bir çırpıda (1-2 sayfada) romanın, oyunun sonunu (FINIS) buluruz daha kendimize gelemeden. Monterroso’nun ne yaptığını az çok anlarız böylece. Çelişkinin özünü, ilk tümcesini balık yakalar gibi yakalamak. Okuru ipucundan (ya da oltanın ucundan) yola çıkıp anlatıyı bütünlemeye çağırmak, öyküyü okura (imgelemine) yazdırmak. Böylece okur imgelemi kendi sınırlarını sonsuza zorlanmış duyumsar. Ya yazın dışı deyip burun kıvırır atar bir yana, tıpkı varoluşu (ontoloji) geçiciliğinde, anlık etkisi ya da belirişinde gerekçelenmiş fıkra, espri, stand up gösterisi, vb. karşısındaymış gibi konumlanarak ya da metnin açtığı uygunsuz kapıdan içeri dalar (Alice gibi).


Öte yandan büyük İngiliz yergi geleneğini, Oscar Wilde’ı içine özellikle katarak anımsatalım. Bir de öteki Kafka’yı…


*

1969 yılında yayımlanan Kara Koyun ve Diğer Masallar’daki anlatıların Meksika kenti-Chapultepec Hayvanat Bahçesi’ndeki deneyimlerine dayandığını belirtir Monterroso. Çıkış noktası K’Nyo Mobutu’nun sözü: Hayvanlar insanlara öyle benziyor ki ayırmak bazen olanaksız. Bu varsayım yazarımıza yeter de artar bile.


Aslan tüm görkemine karşın ormanın en korkak, tavşan ise aslanı haklamadan önce geri çekilecek denli akıllıdır. Gerisi bize kalır: nasıl okumayı isteriz?


Maymunun biri yergi yazarı (diyelim, Monterroso) olmak isterse ne olur? Yeri geldi, insan (?) doğasını en iyi tanıyan uzman oldu. Öykünün ortasındaki bu sapma ilginçtir. (Çeviri sorunu değilse tabii.) İlkin hırsız saksağanlara odaklandı ama toplumun seçkinleri arasında ne kadar da çok saksağan vardı. Tekinsiz bir durum… Korktu. Fırsatçılara yöneldi o zaman. Yılanı anlatacaktı ama birçok Yılan dostu ne der buna? Sonra emeklerini vızıldayarak sömürten arılar, önüne gelen horozun altına yatan tavuklar… “(A)ma kimi hedef alacağını bilemedi, çünkü aynı sofrayı paylaştığı arkadaşları ve bizzat o da bu listeye dahildi./ İşte o an hiciv yazarlığından vazgeçti; Mistisizm, Aşk gibi şeylerle haşır neşir olmaya başladı. Ancak el âlem nasıldır bilirsiniz: Herkes delirdiğini düşündü ve onu eskisi gibi keyifle ağırlamaktan vazgeçtiler.” (Hiciv Yazarı Olmak İsteyen Maymun, 13) Kafka’nın insanlaşan bir maymunun öyküsünü anlattığı Bir Akademi Raporu’nu (!) anımsamamak elde değil.


Sinek, Kartal olmayı düşlüyordu düşlemesine ama bu işin zorlukları da vardı.


İnanç, gerekli olmadıkça dağları yerinden etmezdi ya zamanla yayıldıkça insanlar dağların yerinden oynatılmasını pek eğlenceli buldular. Artık kişiler dağları koydukları yerde bulamaz oldu. Sıkıntı doğdu. Bu durumda en iyisi İnançları terk etmek. Artık dağlar yerlerinde duruyorlar. Arada bir yer kayması yoldan geçen otobüsü devirip can alsa yüreklerde titrek bir İnanç ışığı parlıyordu yine de.


Ulysses ve Penelope öyküsünü başka türlü okuyamaz mıyız? Belki de Penelope idi oynaşlarıyla keyifli zamanlar geçirmek için Ulysses’i yollara süren…


Kara Koyun kurşuna dizildi ve sonraki kuşak anıtını dikti. Artık bu bir gelenek oldu. Geleceğin yontu sanatı uğruna, türeyen her kara koyun kurşuna dizilir oldu.


Erk (iktidar) maymuna, kalem Arslan’ın eline geçerse ne olur? Azarlandıkça Arslan’dan pençe yemekten canına tak eden Maymun yalvar yakar kalemini Arslan’dan geri alır. “O gün bugündür kalem Maymunda, taç Aslandadır.” (İktidara Gelen Âlim, 19)


El Aynası kimse ona bakmadığında ne yaşar?


Baykuşa bakar mısınız? İnsanlığı kurtarmanın derdine düşmüş… Aslan gıdaklasa, yılan kükrese…iyi olmaz mı? Böyle tuhaf şeyler düşündü ya kimse onu ciddiye almadı. Herkes bildiği gibi ses çıkarmayı ve birbirlerini yemeyi yine sürdürdü. Baykuşsa ne kimseyi yedi ne de kimse onu yedi. Neden acaba?


Kaplumbağa ile yarışan ve hep yitiren Akhilleus, o gün yarışa Elealı Zenon’a söverek başlayınca işler değişti.


Ortamın rengini bürüne bürüne sonunda hangi renge büründüğünü bilemeyen bukalemunun öyküsü pek ama pek acı.


İnançlı, komşuları güler diye inancına saplanan bir gericiye dönüştü git git.


Aynı yere ikinci kez düşün yıldırımın düş kırıklığı…


Zürafayı 30 santimle ıskalayan gülleden sonra zürafa görelilik kuramını kanıtlarcasına şöyle geçirir içinden: iyi ki boyum 30 santim daha uzun değil.


Bilgelerin bilgesi Baykuş ülkesinin yedi bilgesinden biri olarak duyuruldu, ama önceki altı bilgeyi bilen kimse yoktu.


Kötülük tam İyilik’i yutmak üzereyken ince hesaplar yaptı. Akılsızca olurdu İyilik’i yutmak. Yerleşik kanıları pekiştirmenin ne anlamı var? “Böylece İyilik bir kez daha paçayı kurtardı.” (Kötülüğün Monoloğu, 31)


Evvel zaman içinde Gregor Samsa adında bir hamamböceği vardı; Gregor Samsa adında, Hamamböceği olduğunu düşleyen bir çalışana dair kitap yazan bir yazar olduğunu düşleyen Franz Kafka adında bir Hamamböceği olduğunu düşlerdi.” (Hayalperest Hamamböceği, 32)


Şu zavallı ‘yinelenen kurtarıcı’ların çilesi de bitmez. Yalvaç, Mesih olmak hiç kolay değildir. Çarmıha gerilip bir an önce kurtulmak en kolayı…


Kurbağa, sahici bir kurbağa olmak için az çaba göstermedi. Zıpladıkça bacakları güçlendi, kaslandı. İnsanlar da bu güçlenmiş, tadı yerinde bacakları pek sevdiler.


Pygmalion yontularına şiirlerini okuturdu. Ama öyle bir zaman gelirdi ki kendilerini bir şey sanmaya başlarlardı yontular. Pygmalion bir tekme vururdu kıçlarına, devrilip paramparça olmalarına yeterdi atılan tekme.


İyiliğin monoloğuna gelince: ‘Kötülük’ün arkasına saklandığımı herkes bilir’, diye başlar.


Kuyruğunu ısıran köpekle kuyruğunu ısıran yılanın kuyruklarını ısırma nedenleri duruma göre değişir, açıklayan filozofumuz seçmeci (eklektik) ise…


Öğretmene göre cırcırböceğinin şarkısının eşsizliği sesi bedenlerinden çıkarmasından ötürü. Kuşlar ise o kötü şarkılarını gırtlaktan söyler.


Samson’u ya da herhangi bir şeyi ille de yenmek istiyorsan yapacağın şey yalın: Filistlere katılmak.


Epiküros’un kır evinde kendini zevküsefaya kaptırmış Epiküryen domuz, diğer tüm hayvanları çileden çıkarmaz mı? Üstelik lirik, öretici (didaktik) şiirler de yazdı ve kitapları günümüze değin kaldı. Katır ve arkadaşları ise o gün bugün öç peşindeler.


Herkes bilir ki (…) biz Atlar Tanrı’yı hayal edebilsek onu Süvari olarak hayal ederdik.” (Tanrı’yı Hayal Eden At, 42)


İnsan olmak isteyen köpek sonunda başardı (Bkz. Kafka). İnsan oldu, tanıdık birini görünce kuyruk sallamasını, kilise çanlarını duyunca salya akıtmasını, ayı seyrederek ulumasını saymazsak…


Yazmayan yazar konusu Maymun için birincil önemde bir konu. Nereye uzatırsan oraya gider.


Eşekle Flüt rastlantıyla bir araya gelir de ses çıkarmayı başarırlarsa, yaşamları boyunca yaptıkları bu en güzel şeyden sonra çok utanırlar, öyle değil mi?


İnek, keçi, koyun Aslanla iş birliği yapıp Geyik avlarlar. İlk üçü et yemezler aslında. Buna karşın eşitlik, adalet duygusuyla Aslan payına karşı koymaları gerekir. Aslan zahmet edip bir açıklama yapmadı, önce onları yedi.


Gökyüzünde cennete gitmek iyi de kötü olan oradan gökyüzünün görünmemesi.


Davut hızını alamayıp önüne çıkan her canlıyı (kuşları, vb.) sapanıyla öldürmeye kalkınca anne baba telaşlandı. Anlattılar yaptığının kötü olduğunu ve Davut etkilendi, ağladı. Aradan yıllar geçti. İkinci Dünya Savaşında general olan Davut bir vuruşta otuz altı kişiyi öldürdüğü için madalya aldı. Ama ertesinde posta güvercininin kaçmasına neden olduğu için rütbesi indirilip kurşuna dizildi.


Antik Roma’nın anlı şanlı horozu tavuk bırakmadı ş’apmadık. Ama dayanamadı, sonunu gördü. Ölüm döşeğinde binlerce tavuğu başına topladı: ‘Alın bakın, bunu siz becerdiniz. Altın Yumurtalı horozu siz öldürdünüz.’


Etten tiksinip etyemez olan etçil bitkiler sonunda yalnızca birbirlerini yediler.


Sirenlerden biri mesleği sürdürdü, gemi adamlarının ve limanların sonsuz fahişesi olarak şarkısını söyledi durdu o gün bugün.


Karga deyip geçmeyin. Kusursuzluk örneği. Hayvanat bahçesinde bakıcılarının gözünü oymaktan vazgeçtiler, ‘besle kargayı oysun gözünü’ sözünü sakız etmiş ziyaretçilerin gözlerine yöneldiler.


Dede ve ninelerini hiç genç görmemiş çocuğun gözünde dede ve nine nasıl olu(şu)r? Issız yerlerde, dağda belde yaşlarına bakmadan doğa dışı, yasaya aykırı birleşerek tabii ki.


Pire uyku tutmayan gecelerde başka bir yazar olmayı düşünür. Yazarlar geçer gözünün önünden, ı-ıh. Ya Lui Méme? Evet, ta kendisi. En iyisi, yine Pire-yazar olmak.


Eleştirdiği kişiler hayvan masalcısına (fabl) gelip yakınır. İyi niyetle değil, nefretle yazmıyor mu? Fabl yazarı onlara hak verir ve yanıt onları daha bir gücendirir.


Tilki ilk kitabıyla parlar. İkinci kitap başyapıtıdır. Sonra sessizlik. Beklenti baskıya dönüşür. Tilkinin nesi var? Ee, iki kitap yazdım zaten. Tamam iyi de bu yüzden yine yayımlamalısınız. Tilkinin içinden geçen ise şu: bunlar kötü kitap yayımlamamı bekliyorlar, ama ben Tilki olduğum için bu oyuna gelmeyeceğim.


*

1972 yayım tarihli Kesintisiz Döngü (Çevirmen ya da yayınevi Devridaim, demiş) şu güzelim düşünceyle açılıyor. Yaşam; deneme, öykü, şiir değil çok şey denememize, uydurmamıza, düşlememize karşın. “Hayatın şiirinin hikâyesinin denemesi devridaimdir; evet, devridaim.” (7) Ne yazık ki doğrudan alıntıyı çevirmenin kırma Arapça-Türkçesiyle yapmam gerekti, ne denli üzülsem yeridir. Bu çevirmen de ana dilinden kopmuş gençlerden biri belli ki. Ekin sömürgeciliğinin (kültür emperyalizmi) belli ki bilinçsiz bir çıktısı… Yurt dışında öğrenim gören, dışarıda yaşayanların çıkmazı (denebilir). Hem kuşak yitiği hem ekinsel yitik hem de…her neyse. Öte yandan Monterroso’nun sözü kulağa hoş gelse de nice doğru, üzerinde düşünmek gerek. Ama en azından 70’li yıllara gelinceye değin (50 yaşları) yapıtı ve yaşamını belirlemiş bir düşünce olmalı. Her deneme-öykü (Oktay Akbal’ın 70 sonrası anlatılarının kulakları çınlasın!) bir özdeyiş, alıntı, vb. ile kapanır. Geçerken bu biçimsel kurala ya da seçime de im koyalım.


Ama keskin, kıyıcı bir anlaktan (zekâ) söz etmemiz yanlış olmaz. Kendini de hedefine koyacak kerte…bir yıkıcılık. İster katılın ister katılmayın, “Üç konu var: Aşk, ölüm ve sinekler.” (9) Sinekler öyküsü ve kitap bu tümceyle açılıyor. İlk taş tam nişan aldığı yerden vurdu bile, yoklayalım kendimizi, kanayan bir yerimiz var mı? Kuşkusuz (Niyeyse?) anlatıcımızı ilk ikisi değil, sinekler ilgilendiriyor. Erkeklerden iyidir sinekler, ama kadınlardan değil. Sinek deyip geçmeyin, tüm yazını baştan sona kuşatmış, ele geçirmiştir. Bugün senin burnuna konan sinek doğrudan Kleopatra’nın burnuna konan sineğin soyundan gelir. Sineği gözden kaçırma, dünyayı ıskalama.


Kitaba adını veren öykü (Devridaim), bir evlilik öyküsü. Tüm genç evliliklerde olduğu gibi burada eksik kalan dışarıda düşlenecek, hatta yaşanır gibi yapılacak ama sınır var ya, o sınırda illâki durulacak. Karı ve koca değişik neden ve biçimlerde bunu bilecek, göz yumacak (Dönüşte, arabanın ön bölümünde, yerli genç sürücü elini karısı Julia’nın uylukları arasında gezdirirken, Luis arkada uyurmuş gibi yapıyor: bakalım ne kadar ileri gidecekler.), gözleyecek ve sonra sınırın berisinden toplanan dikenli güllerle birbirlerine acımasızca saldıracak, hemen arkasından ise acımasızca sevişecekler. Acı hazla salya sümük birbirinin içine girdi bile. Eh, değmez mi bir kez daha denemeye, bağlılığın sınanmasına, ihanet ağacına ilk dal ayrımına değin tırmanmaya… Âdem ve Havva’dan beri böyle bu. Her gün buranın yerlisi biri yanaşacak ve şöyle diyecek kadına: ‘Bu dansı bana lütfeder misiniz?


Ülkenin yoksulluğu yazarın niteliğinin ölçütü değil. Sonra kimi adlar sıralıyor Monterroso: Dostoyevski, Vallejo, Laxness, Quiroga, Tomas, Neruda, Joyce, Bloy, Arlt, Martȋ.


Deneme-öykü metin aralarında sinek vızıltıları (alıntılar) sürüyor. Örnek: “İnsan felsefeyle neyi hedefler? Sineğe şişeden kaçmayı öğretmeyi.” (Wittgenstein, 25)


Adam boşanır, yalnız kalır, günü tadını çıkararak arkadaşlarıyla geçirip evine döner, törensel hazırlığını yapar, müzik, içki ve kitap: Nueva Espaňa Yayınları A.Ş., Meksika, 1944 basımı, bez ciltli, kalın Karamazof Kardeşler’i alır eline, koltuğuna yerleşir ve okumaya başlar. Mavi tabutta İlyuşa, cenaze töreni, Alyoşa, anne, “Kötü olmamız için ortada bir sebep yok,”, müzik biter, cenaze bölümü okuması da başını yastığa koyar adam, bir kez daha Mitya için, İlyuşa için, Alyoşa için, Kolya için hıçkırarak acı acı ağlar. Görüldüğü üzre yaşam böyle de dönüp durur.


Tanrı henüz dünyayı yaratmadı, düşünde görüyor. Bu nedenle kusursuz ama karman çormandır dünya.


Beyin göçü anlatısı dünyanın yarım yüzyılından sonra dikkatlice okunsa yeridir. Günümüzün büyük tartışmalarından biri. İyi de 1) Kimsenin beyinlerimizi götürdüğü yok, 2) Tarih gösteriyor ki bir beynin göç etmesine izin veren ülkede kalmasından çok yarar sağlar, 3) Sürgünlere gelince, Hispanik Amerika’nın diktatörlüklerinin bu topraklar adına yaptıkları en iyi şey, beyin sürgünü. Çözüm pek Swiftçe: “İhraç ettiğimiz her beyine karşılık iki beyin ithal edelim.” (Beyin Göçü, 36)


22 Ocak 1964’te Panama kentinde Hispanik bir avuç şair yazar bir araya geldiler. Dylan Thomas’ı tümü de çok seviyor. Gündem bir araba edinmek ve New York Dünya Fuarı açılışına yetişmek. Orta Amerika kuşağı boyunca iyi kötü ne engeller yollarını kesmeye kalkmadı ki. Nikaragua’da Cardenal coşku ve şamatayla, polis örgütü ise onları parmaklıklar arkasında ağırlayarak karşıladı örneğin. Oradan oraya (Kosta Rika, Honduras, El Salvador, vb.) itile kakıla Meksika’ya ulaştılar: Amerika kıtası şairler buluşması. Rastlantıya bakın. Sonuçta 21 Haziran’da sağ salim New York’talar. Doğru Greenwich Village, Hudson Street, 557 numara. The White Horse Tavern. Dylan Thomas’ın her gün kafayı çektiği, önce delirium tremens’e, oradan St. Vincent Hospital’e, oradan da gömütlüğe atandığı ya da postalandığı yer. Böylece topluluk saygılarını sunmuş oldu. Ha, önemli bir işleri daha vardı: dünya fuarına adım atmamak. Öyküyü okumak isteyen ABD, Saint Louis, Missouri’de yayımlanan Endymion yazın dergisinin Mayıs-Haziran dönemi 32. Sayısının 14. ve izleyen sayfalarına bakabilir. Ben bakmadım, siz bakarsanız beni de bilgilendirirsiniz.


Gülmece bir takkeyse çekingenlik de başka bir takke. İkisini aynı anda düşürmelerine izin verme(yeceksin).


Gelelim Jorge Louis Borges’in yarar ve zararlarına. Monterroso, Kafka’yı ararken bulur Borges’i. Dönüşüm’e yazdığı ünlü önsözü çıkar karşısına. Borges’in diliyle çarpılır: o zamanlar kısa, öz, özlü, açık İspanyolcası onda “birinin öldüğü, toprak olduğu düşüncesine alışmışken, bir anda onu sokakta, her zamankinden daha diri hâlde görmüş etkisi” (45) yaratır. İspanyolcanın tüm olanaklarını sergiler. Borges’in ana yazın uygulayımı, şaşmadır (hayret). Öyküsünün daha ilk sözcüğünden başlayarak her şey olabilir. Ama tüm yapıt göz önüne alındığında yapıtı sürükleyen tek şeyin, baştan ne amaçladıysa o olduğu anlaşılır. Monterroso’ya göre bir anlatı Dönüşüm’ün ilk tümcesiyle açılıyorsa yapılacak iki şey var: 1) Kitabı kaldırıp atmak, 2) Soluksuz sonuna dek okumak. Borges, ilk seçeneğin üzerine yumuşaklıkla gider. Ama çürütür. Peki, bu ince tartıda çıkan sonuç ne: Borges yararlı mı zararlı mı? Sonsuzluğu kavramak (yararlı). Sonsuzluğu dert edinmek (yararlı). Sonsuzluğa inanmak (zararlı). Yazmayı bırakmak (yararlı). (49)


VERİMLİLİK: Bugün kendimi iyi hissediyorum. Balzac’ım adeta; bu satırı sonlandırıyorum.” (51)


SARABIA’YA ONU İŞE ALMASINI, BURADA VEYA BAŞKA YERDE GÖREVLENDİRMESİNİ SÖYLEDİĞİMİ SÖYLE, BEN ONA SONRA AÇIKLARIM.” (53)


Şiirselliğe en uzak kişi kim mi? Şair tabii. (Keats’e göre). Bir yazarı okumak istemiyorsanız kişi olarak tanımayı deneyin: yeter (koşul).


Cortázar’ı yüce gözbağcı (sihirbaz) olarak anımsadığı, okuyanı zevkten sekiz köşe yapan ve yazında söz oyunlarını ele aldığı bir Monterroso başyazısı: ONȊS ES ASESINO. Tersten okuyun, aynı.


Şili Santiago, Paris Sokağında salaş bir otelin önünde sıkıntılı volta atan ve etrafı süzen, kuşku içinde bir adam görüyoruz. Kimi görüyoruz, kimi? O adamı, o adamları ve onların içinde birini, kendimizi. Kuşkular, kaygılar içerisinde, dönenip duran…


İnsan beş yüz kitaptan nasıl kurtulur? Okuma sevgisi satın alma alışkanlığınca lekelendiği gün hangi gündür? Biri gelip de ‘Ne çok kitabın var yahu!’ demeye görsün. Sen, bunu, Zehir gibi aklın olmalı, diye anlarsın. Kitaplar arttıkça us (akıl), ökeliğe (deha) tırmanır. Kitapları eksiltmenin, demek ki tam sırası. Neruda’nın evinde üç beş polisiye ve kendi kitaplarından başka kitap yoktu. Ha, sonra ne mi oldu? 500, 20’ye indi, sonra biraz daha… Sonrasını ise sormayın.


Hizmetçi kadınları severim, çünkü gerçek dışıdırlar.” (Hizmetçiler, 81)


Sözde ağırbaşlılığı gülünç düşürecek belki de yalnızca iki şey vardır: gerçek ağırbaşlılık ve ayrıksılık. (89)


“Paradiso’yu (Lezama) eline alıyorsun ve ayaklarında kurbağalarınkine benzeyen büyük paletler bulunan, sırtlarında oksijen tüpleri taşıyan, suyun bilmem kaç metre altında etrafı ağır çekimde ve şu ana kadar kimsenin görmediği renklerle seyreden yüzücüler gibi derin, harikulade bir okumaya dalıyorsun, sadece kendi dürtülerin bölüyor okumanı, örneğin gidip su dökmek, sırtını kaşımak, inip bir bardak su içmek, müzik açmak, tırnak kesmek, sigara yakmak, o akşamki kokteyl için gömlek aramak, telefon etmek, kahve istemek, pencereye çıkmak, saç taramak, ayakkabılarına bakmak, yani uzun lafın kısası iyi bir okuma sürecini ve hayatı keyifli hale getiren her şey.” (Cennet, 100)


Başkalarını taşımaktan yakınan kişi olasılıkla başkalarına yüktür ve o başkaları da tıpkı onun gibi yakınır durur. “Böyledir işte, herkesten gücü yettiği kadar ve herkese ihtiyacına göre.” (Müşterek Hayat, 104)


Boyum kısa ya, dalga geçiyorlar ve ben rahatlıyorum, çünkü onlara mutluluk nedeni sağlamak az şey sayılmaz. Çoğu kez ben de katılıyorum boyumun kısalığını sarakaya almaya. Ama bir gün Guatemala’daki bir şiir festivaline çağrı koşullarından biri; sayfanın arkasına boyunuzun kaç santimetre olduğunun yazılması ise bu durumda ne yaparsınız?


Monterroso’nun tanıdığı en büyük iki gülmece yazarı, Kafka ile Borges. Kafka, ne zaman Dava’da Bay K.’nın başına gelenleri okusa gülmekten yerlere yatarmış. Ama günümüz insanının tepkisi değişik. O gülmek ya da ağlamak için sinemayı yeğliyor.


Kısa kısa yazan yazar uzun uzun yazmayı özler, “hayalgücünü çalıştırmasına gerek kalmayan uzun metinler, olayların, şeylerin, hayvanların, insanların yollarının kesiştiği, birbirini aradığı, birbirinden kaçtığı, yaşadığı, birlikte yaşadığı, seviştiği veya noktalı virgüle, noktaya tâbi olmadan birbirlerinin kanını özgürce akıttığı metinler,” (Kısalık, 126) yazmayı.


Bu kitap, dizgi yanlışlarından söz etmeden bitemezdi. İlk baskıda: “DİZGİ HATALARI VE SON SÖZ: 45.sayfanın bir yerinde bir virgül eksik, çünkü dizgici bilinçli veya bilinçsizce o gün, o saat, makinede virgülü koymayı unuttu; bu hatanın dünyada yaratabileceği her türlü dengesizlikten o sorumludur.” (128)


*

Bu kez daha düzgün denebilecek bir Türkçeyle Çiğdem Öztürk çevirisinden yazarın 1998 tarihli sanırım son yapıtını okuyoruz: Toplu Eserler ve diğer Hikâyeler. 5 yıl sonra ölüyor Monterroso, 81 yaşında. Kitabın adı ürkütücü gelebilir, oysa hepi topu 102 sayfadır.


Amazon ormanlarında kafatası avcısı Percy Taylor’un öyküsüyle açılıyor kitap: Mister Taylor. Önüne zıplayan ilk yerlinin, Buy head? Money, Money, çığlığıyla kurutulmuş kafatası alım satımı işine giren Percy Taylor, önce durumları iyi ABD’lilere yönelir. “Kendi kafasına sahip olmayan ev evden sayılmıyordu.” (9) Sonra derlemcilerin (koleksiyoner) yarışı başladı. Kurutulmuş insan kafaları git git ayağa düştü. Yerli kabile de epeyce kalkınmıştı bu arada. Ama kısa sürede kafa kıtlığı baş gösterdi. Cesur önlemler gerekti. İnsan öldürmek ve kellelerini kesip kurutmak için, birilerinin gözünün üstünde kaşın var demesi yetti. Sayrılananlara, 24 saat içinde ölmeleri, yoksa…diye başlayan belgeler imzalatıldı. Yine de yan sanayilerle birlikte bunalım derinleşti. Ortada insan kalmadı. Yerel devlet görevlilerinin, gazetecilerin eşlerinin kelleleri birden dikkati çeker oldu. Ama Mister Taylor’un eşsiz anlağı yardıma yetişti: savaş. Komşu kabilelere savaş açmalı. Son bunalımdan böyle çıkıldı. Yine de zamanla durum kötüledi: “Eskiden her gün yapılan sevkiyatlar ayda bire düşmüştü, artık ne olsa gidiyordu, çocuk kafası, hanım kafası, vekil kafası.” (14) Sonunda her şey durdu, Mr. Rolston gelen paketin içinden Mr. Taylor’un kafacığının çıktığını görünce.


Otobüse bindiğinizde yüzünüzün görünüşünden derdinizi anladım: “Siz insan türüne has en normal hastalıklarından birinden mustaripsiniz: benzerleriyle iletişim kurma ihtiyacı.” (Her Üç Kişiden Biri, 17) Belki derdiniz aşk. Dostunuzun önerisi ne olursa olsun ona bir kulp takmaya ve karşı çıkmaya yatkınsınız. Saç sakal birbirine karışmış görünüyor. Sabah neşeyle kalksanız ne olacak. Bu sevinci paylaşacak bir arkadaşınız mı var? İşte tam bu noktada ben araya girer, abartısız bir ücret karşılığı tüm dertlerinizden kurtulmanıza yardım edebilirim. Hizmetinize on beş dakikalığına bir radyo yayın istasyonu sunacağım. Böylece on beş dakikada hem hiç kimseye hem herkese tüm dertlerinizi anlatabilir, gizlerinizi açıklayabilirsiniz. Tanıdıklarınız, eleştirseniz bile hoşnut kalacak, öykünüzü isterseniz yeniden kurgulayabilecek, yayın başarılı olursa destekçi (sponsor) bulmanız kolaylaşacaktır. Sizin Orta Amerikalı bir diktatörden, bir karnından konuşandan (vantrilog) neyiniz eksik ki?


Schubert’in bitmemiş diye bilinen senfonisi ya bitirilmiş ve son bölümü yitip gitmişse… Ya bir gün bu bölüm bir yerlerden çıkıp birilerinin eline geçmişse… Bu yitik parçayla ne yapılabilir Allah aşkına, onu tez elden yok etmekten başka.


First Lady, hâlâ ilk gençlik heveslerinin peşinde yerli yersiz şiir, şarkı, vb. diye tutturuyor. Eh, zararsız bir gecikmişlik denebilir ama bu tutkusunun toplumda sahte bir coşkuyla karşılanması ve ‘Ee, artık bitir de herkes işine gücüne baksın’ havası giderek ağırlaşan bir hava. Koca koca bürokratlar, genel müdürler, ne yapacaklarını şaşırmış, First Lady’ye yaranmakla paçayı kurtarmak arasında bocalayıp duruyorlar. Başkan okula yardım vb. için başvuran okul müdürüne önce çıkışıyor, Beni komünist yapmak mı istiyorsun nedir, sonra karısını (First Lady) salık veriyor, O sever böyle iyilik miyilik işlerini. Bir şiir okusun da gönlü olsun. Ama her zamanki gibi şiirin ortasını unutup her şeyi rezil ederse ya? Eulalia (First Lady) sahneye çıkmaya şu an hazır. Sonrası mı? “Kolları birkaç saniyeliğine havada asılı kaldı. Teri göğüslerinin arasından ve sırtından sicim gibi akıyordu.” (37) Toplanan para ise komik: 7,50 dolar. Ne yapmalı? En kısa sürede daha büyük bir sahnede, daha hazırlıklı şiir okuma törenleri yapılsa iyi olacak. Eulalia kesinlikle kararlı.


Frer Bartolomé Arrazola Guatemala cangılı içinde Maya kabilelerinden birinde tutsak. Aristoteles yardımına yetişecek mi? Beni öldürürseniz tepedeki güneşi karartırım. Yerliler gözlerini ona diktiler ve gözlerindeki inançsızlığı hemen gördüler. Beklediler, güneş tutuldu. Sonra Frer’in kanı sunak taşı üzerinde oluk oluk akıtıldı. Bir yandan da yerlilerden biri Maya Takvimine uygun olarak gelecekteki güneş tutulmalarını tarihleriyle açıklıyor bağıra çağıra…


P.’nin okul çıkışı evinin yolunda ayaklarını geri sürümesine yol açan ne? Ev karanlık, küf, annesinin ‘Dersini çalış’ dırdırı. Okul öyle mi? Sevinç, neşe, ne ararsan okulda. Her okul çıkışı okuldan eve yol daha uzadı, zaman da birlikte. Güneş tümüyle yok olmadıkça eve giremezdi. Baba, desen, yoktu uzun süredir. Anneye göre, para kazanmak için, uzaklarda. Oysa “Bunu söylememem gerektiğine eminim: babam kesinlikle alçağın tekiydi, hem de gerçek bir alçaktı.” (Diyojen’i Bile, 44) Kafayı çekip evde köpek de içinde herkesi canından bezdiren bir alçak. Aldatıldığına ant içmiş bir ruh hastası paranoyak. Oğlunun babası olduğuna inanmayan bir manyak. Eğer onun oğlu değilse niye dövüp duruyordu habire? Sonra köpeklere sardı. Sövdü, dövdü. Peki ne oldu? Yerlerde sürünen, aşağılanan köpek babasına tapındı neredeyse. İğrenç bir çanak yalayıcı. O yüzden köpeklerden yaşadığı sürece nefret etti P. İşte Diyojen’in (köpeği) sonunu bu nefret getirdi. O gün başına taş düşmüş gibiydi babasının. Bambaşka biriydi sanki. Diyojen de yerde kıvrılmış, büyük mutluluktan payını alıyor gibiydi. Babası Diyojen’i yanına çağırdı, köpek yaltaklanmaya başladı, sevilmekten hoşnuttu. Ama birden babası yanındaki kızgın ütüyü kaptı ve köpeğin kafasına bastırdı. Hayvan öldü, adam şapkasını kafasına geçirdi, çekti gitti. Bir daha da görünmedi. Aslında öykü böyle değil. Anlatan bir baba. Oğlu kafası büyük bir hasta (hidrosefali). Karısı bir süre önce öldü. “Köpeklerden bahsedecek olursak eminim, bunu kanıtlayabilirim ki, asla, Diyojen olayı hariç, başka hiçbir köpeği öldürmedim, onu öldürmek zorundaydım. Hiçbir köpek kuduzdan kurtulamaz. O neden bir istisna olsundu ki?” (56) Öykü nesneleştirme, çarpıtma, kaydırma, yerine geçme, vb. öyküsü olarak gerçekten sarsıcı.


DİNOZOR: Uyandığında dinozor hâlâ oradaydı.” (Dinozor, 57) Dünyanın hakkında uzun uzun yazılmış en kısa öyküsü olarak bilinir. Üzerinde bir düşünelim hele. Bana göre ‘hâlâ’ sözcüğü fazla. Özgünü nasıl bilmiyorum ama şöyle olmalı: “Uyandığında dinozor oradaydı.”


Leopoldo Ralón’un yazmaması için artık hiçbir neden kalmamıştı. “Onu harekete geçiren edebi sebeplerdi.” (58) Sekiz yaşından beri kendini iki yaş küçülten Leopold kâğıtlarını masanın üzerine bıraktı. Kılı kırk yarardı. Tek kusuru vardı: yazmayı sevmiyordu. Okuyor, notlar alıyor, hazırlık yapıyor ama iş yazmaya gelince… Ama yakın çevresinde bir söylene (efsane) çoktan dönüşmüştü. Herkes beklentiliydi. Her yerdeydi. Usundan, ilk yazar olma isteği duymasını anlatan bir öykü geçti. Tamam, bunu yazmalıydı. Ama doktorun anısı da hiç fena bir yazı konusu değildi. Düşünceler birbirini kovalıyor. Kafasında kitabının adı canlandı bile: GAGALAMA HİKÂYELERİ. Öyküleri yazmak için biraz daha çalışması gerekiyor. Marketlere gidilecek, gözlem yapılacak. Not aldı. Kütüphaneye giren genç kız birden dikkatini dağıttı. Tam da köpeklerle ilgili bölümü düşünüyordu. Yedi yıldır yazmaya çalıştığı bir öykü bu. Kentli köpek kendini birden köyde bulursa ne olurdu? Büyük bir tartışma, hem de esinleyici… İyi de sonu nasıl bitecek? Köpek ölsün mü, kalsın mı? Hatta çıkmazdan utkuyla mı çıksın? Oklu kipli tam karşısında, köpecik beri yanda, savaş neredeyse başlamak üzere. Her şey iyi güzel de…Leopolda yaşamında hiç oklu kirpi görmedi ki. Al sana yeni bir araştırma konusu. Bu arada mühendis geldi, doktorun yanına oturdu. Acaba mühendisin öyküsünü mü yazsaydı. İlmek ilmek örmeye başladı öyküyü… Beri yanda köpek oklu kirpinin hakkından bir türlü gelemedi gitti. Köpekler de o kadar akıllı değillermiş ayrıca. İş yine çıkmaza girdi. Dostları yine bıyık altından gülecek, haklı çıktıklarını düşünecekler yine. Leopold mu? O kim yazmak kim. Günlüğüne döndü. Şöyle yazmış: “12 Salı- Bugün erken kalktım, ama başıma hiçbir şey gelmedi.” (Leopoldo-Uğraşları,72) Köpek öyküsü böyle küçüldükçe küçüldü. Yine de iş geldi oklu kirpiye dayandı. Tamam ona yol görünüyordu: Kırsala gidecekti, ancak öyle biterdi bu güzelim öykü.


Kızım az sonra sahneye çıkacak, uzun ve uyumlu parmakları tuşların üzerinde kayacak, “salon müzikle dolacak, bense bir kez daha acı çekeceğim.” (Konser, 83)


Sunucu allayıp pulladı kadını ve kadın sahneye çıktı ve hiç de bir sanatçı sayılamayacağını söyledi. Konuştukça salonda düş kırıklığı artıyor, homurtular yükseliyor. Öncelikle çok çalışmalı, ama ben çalışmayı beceremem, ipin ucunu kaçırıveririm. Sunucunun hakkımda dediklerine kanmayın. Umarım bir gün iyi bir oyuncu olmayı başarırım. Ama şimdi kendimi kandırmamalıyım, ne de sizleri…


İnek. Dünyaya katkısının ayrımında olmayan ‘merhum, merhumcuk’ bir inek.


Unamuno hakkında bütün soruları yaşamı boyunca ıskalayan, yanıtsız bırakan Feijoo’nun sunuluşudur: “Üstat, size Feijoo’yu takdim etmek isterim. Unamuno uzmanıdır. Toplu Eserleri üzerine eleştirel bir basım hazırlıyor.” (Toplu Eserler, 102)


*

Ben Swift’in Latin hayaleti diyorum ve alkışlıyorum bu kırma (melez, hibrid) türler yazın ustasını.


(2023)