Ayfer Tunç Ve Yalana Bir De Böyle Bakmak: Yeşil Peri Gecesi

Zeki Z. Kırmızı / 2010

Ayfer Tunç

Okuyalı neredeyse bir ay olmasına karşın elim varmadı ve yazmak gelmedi içimden, bunca sevdiğim yazarın bu son romanı üzerine. Öyle isteksiz ve kırgındım ki bu benim zamanımı kullanma biçimimi de, sıradan yaşamımı da altüst etti diyebilirim. Oysa ortada bir günah, bağışlanmayacak bir suç, cinayet yoktu. Yazar bir insandı ve her yazdığı aynı (şey) olmayacaktı.

Eften püften gerekçelerle kendimi hep oyaladım durdum, erteledim yazmayı. Sanki yazmam kaçınılmazmış, yazınca da ille salakça uzun uzun döktürmem gerekirmiş, üstelik yazacağım, şu yeryüzünde herhangi biri için önemli olabilirmiş gibi. Bir yakınma değil bu, gerçek… Tüm bunları bilmez de değildim.

Hem şunu da yazmadan geçmeyeyim bari, Ayfer Tunç sanki benim için yazıyor, beni gözetiyor, dikkate alıyor. (Neymişim ben!) Yazarı baskılayan böyle yaklaşımların sakıncaları saymakla bitmez. Yazar (yaratıcı, sanatçı) önce özgürdür, sonra başka şey… Dolayısıyla bu bir haksızlık olurdu yazara.

Bir türlü başlayamadım. Arka arkaya kitaplar birikti. Üzerine bir tümce olsun yazmadan okuduğum kitaplar benim bir parçam olamıyor nicedir ve kuşkusuz bu da bir başka özkoşullanma biçimi. Ne yapsam yanlış olduğum, yaptığım açık. Her şey kendini bana beğendirmek zorunda olmadığı gibi her şeyi de ben beğenmek zorunda değilim. Ama bunları kuşatan, saran üstteki (meta) öykü… Ona verilecek bir hesabımız yok mu? Kararımı verdim, elimden geldiğince kısa bir yorum yazıp geçeceğim. Yapıt bir çözümleme, yaklaşım gerektirecek soruyu oluşturmuş değil. Tersine bir sorudan (belki geçicidir) kaçma girişimi gibi duruyor. Örneği de yazınımızda bolca bulunuyor bu tutumun. O zaman çok da dert etmeyeyim, boyumu aşan işlere de girişmeyip izlenim aktarmakla yetineyim. Üstelik bendeki asıl ama gizli eğilim olumsuzu okumaya yönelik değil mi? Bunu da anımsatayım geçerken kendime.


*

Yersiz olsa da, yazımın nasıl gelişeceğini kestiremediğimden burada ilk izlenimlerimi, yaklaşımımın ipuçlarını ve belli belirsiz tezlerimi bir özetlemek istiyorum:


  • Ayfer Tunç sanki kitch'i de bir denemek istemiş. Yeşilçam'ın dili nece? Ya DuschamPın? Orhan Pamuk da aynı şeyi bir iki yıl önce yapmamış mıydı: Masumiyet Müzesi (2008).
  • Bu son romanı onu (Ayfer Tunç) bazı bakımlardan yazık ki A. Ağaoğlu, İ.Aral arayışlarına bağlamış. L. Erbil, Füruzan vb. den sonra bu çizgi bir haksızlık gibi durmuyor mu (en hafifinden)? Kişisel bir soruydu bu.
  • Üzerinde durmayı çok istediğim ama büyük olasılıkla zaman bulamayacağım bir konu var: anlatılarımızdaki (roman) coğrafya. Anlatılarımızın kurgusal, imgesel sayısallaşma düzeyi onları sahici uzam (coğrafya, mekân) ve zamandan aynı oranda uzaklaştırıyor. Bu uzamsız, zamansız anlatıların içinde fantastik bir dünyada dolaşır gibiyiz (Gizli fantastiklik). Çoğunda yaşamın debelendiği, yuvalandığı çukurlara bir bakın. Oradan, bu çukurlardan yaşam belirmez, gelmez. Yanılma yanıltmayla sürer ve gider nasıl süregelmişse…
  • Adorno Minima Moralia'da (1951) 'negatif olarak kadın'dan söz etmiş… Bu olumsuzlayıcılığı sonuna değin taşıyıp, sonunda taşırarak kendi olma saplantısı bir tür patoloji mi? Kadın devinisi içerisinde bu aşırılık biçemi, (üst sınıflar feminizminde) gösterisi denli etkili miydi? Bu özgürlüğün doruk anı, cinsel haz mı? Başkasının (erkeğin) dediği olmak, yargısını giyip çalımla taşımak , böylece öcünü almış kadını rahatlatır mı? Fazla geçici bir zevk olmaz mı bu, özgürlük bir yana? Böylesi, bir öçalım sayılabilir mi? Öçalım ne peki? Kendimizi kandırıyor olmayalım yine?
  • Gazetecinin iliştirilmişi (embedded mıydı?) olur da yazarınki neden olmasın? Yazar derken iliştirilmiş eleştiriyi kastettim. Bu bizi rahatlatabilir, eleştiri yapıldığını varsayarız.
  • Mühendislik yaklaşımının belki tek iyi yanı çözümleyici ve somutlayıcı bakış açısıdır. Sorun kurmaca bir bütün(lük) olan köprüde, yapıda değil, onun bir parçasında, cıvata, somun, profil, putrel, panel, vb. dedir. Yalın sorunların daha yalın ve olanaklı çözümleri vardır kuramsal olarak. Sürece aşamalarıyla bir kez daha bakabilir, bütünü sarsan ama küçücük bir ayrıntıda gizli sorunu yakalayabiliriz. Buna neden pireye kızıp yorgan yakmamak, demeyelim. Yani yalan bütünü oluşturan her parçada yansıyor. Onu sökmek, yüze çıkarmak için Kapak Kızı gibi sivri, uç (ekstrem) bir örnek gerekmiyordu. Tersine ve Ayfer Tunç'un bizi alıştırdığı biçimiyle, gündelik yaşamın küçücük, sıradan bir ayrıntısı üzerinden aktarılacak, gösterilecek yalan (örneğin, Kafka'da olduğu gibi) daha etkili, anlamlı, doğru olurdu.
  • Usta yazar, dairesel döngüsünü, gerçekten ustalaşmış Türkçesiyle kusursuz yapılandırmış handiyse. Ama hemen hemen, evrensel ölçekte, tüm anlatıların kaçınılmaz anlatıcı sorunu, bu romanın da, okurun görmezlikten gelerek altedebildiği kara deliğini oluşturuyor yer yer. Bu bir kusur da sayılmaz. Yapısal bir sorundur. Anlatıda, anlatıcı bir tür dizge delicidir, ne denli gizlenmiş olsa, hangi alt ya da üst sese katışık olsa da. Bu delik de her romanın (anlatının gerçekte) Aşil topuğudur. Ben anlatılarında, benin fiziksel olarak yeralmadığı aktarımlar için de teknik anlamda çözümler geliştirilmiştir geliştirilmesine. Ama tüm bunlar, okurun kendini yazara güvenle bırakmak istediği noktayı açıklamaya yetmez yine de. Okur da aldatılmak ister, bile isteye hem de. Ayfer Tunç bir iki yerde kandırı(k)cı çözüm konusunda tembellik etmiş kanımca. Kahramanının (anlatıcı) tini tanık olmadığı dünyalara da aynı dozda bulaşıyor. Bundan şu çıkar, kahramanımız yalnızca dünyayı peşine takıp sürüklemiyor, bazen yazarımızı da yedeğine alıyor.
  • Kültürün bağlamsal dili ve bunun tarihlenmiş bir anlatıdaki yeri, düzeyi, imgesi konusu başlı başına bir konu kuşkusuz. Bunun için yazın toplumbilimi gerek, deyip kaytaracağım şimdilik.
  • Ve diyorum ki, okyanus taşmadı, o (Tunç) yazınca taşar sanıyordum. Sevinmeli miyim?
picture

Yazarımızın, tiksintinin öngününde (arefe), geceyi diplemek denebilecek şeyin eşiğinde, bu metne sarıldığını düşündürecek şeyler çok. Öte yandan küçük harfli, sessiz direncinin yer yer kopup kırıldığını da… Gürültü çıkarmak, ben de (varım) buradayım demek, kendini anımsatmak ister gibidir. Bir şımarıklık, küskünlük çırpınışı diye yargılamadan önce iyi düşünmemiz gerektiği kanısındayım. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Tarihi (2009) gereğince yankılanmamış; roman sahtelik, yalan dolu toplumsal gerçeğimize dokunamadan geçip gitmiştir. Yalan (toplumsal yalan) kendiyle yüzleşmemekte sinsi, içten pazarlıklı, aşağılık tutumunu pervasızca sürdürmekte, sanat (!) denilen bu (bir) şey, canla başla, haz ve çıkar tutkusuyla taşeronluğunu sürdürmektedir yalanın, yine. Çarpıcı, vurucu, delici, raydan çıkaran bir suikast, bir kışkırtma dilidir belki de gereken şey. Yedi uyurlar başka türlü uyanamayacakmış gibi görünüyorlar. Ne yapmalı?

Umutsuz aydın ne yapar? Çılgınlığı, deliliği, topyekünü, bir ve son kezlik vuruşta ya hep ya hiçi dener, deneyebilir. Bir kundaklama girişimi, gecenin sonunu yoklayan, ne yapsa yeri delilik, bir öncü (avangard) dili, girişimi, bir başkaldırı (isyan), ölümüne bir romans, gelip konuverir ak kağıtın üzerine. Bu Kapak Kızı Şebnem?in değil, yazarın öcalım tasarıdır (proje) sanki (ve bana kalırsa).

Hiçbir yazar kuşkusuz böyle bir yoruma katılmaz, katılamaz. Tersine. Toplumsal gerekçesi ve geçerliliğiyle çelişmek istemez. Ama ben bir Ayfer Tunç okuru olarak hayıflanabilirim, böyle bir hakkım olduğunu düşünebilirim. Onu bunca anlamaya yatkınlığıma, yine de Yeşil Peri Gecesi'nde, daha önce umut verici kavrayışının ipuçlarını, beni çok zorlasa da, sezinlememe karşın, hakkımı kullanmak, bir bakıma görevimi yerine getirmek isterim.

Ayfer Tunç'un romanımıza kattığı toplumsal ağ, ilişkiler yapısı; bu yeni romanda öne çıkan özneler, odakçıl olayörgüsü ve gelenek kalıplarıyla ne denli zedelenmiş olsa da altta, dipte yazarın has okurlarınca algılanabilmektedir, birazıcık daha okur özeniyle. Benim için önemli ve kötü olan Tunç'un bu katkısının gerisinde kalması olurdu, daha beteri, vazgeçmesi. Gerisinde kalmış ya da vazgeçmemiştir. Ama bunun bedeli yazara ve biz okurlarına pahalıya patlayacaktır. (Olsun!)

Yapılan şey eşikte eğlenmek, ikircimli bekleyiş ve çark ediştir. Kalıcı mı, geçici mi göreceğiz. Bu bir dinlenme, soluk alıp verme çalışmasıdır (egzersiz) bana kalırsa. Burada ironiden, çok sesli dokusal anlatıdan son anda vazgeçilmiş, geleneğin çokca aşınmış biçimlerine bir gereç yığını olarak başvurulmuştur. Son yıllarda batıda ve yakın dönemlerde bizde de etkili olmuş bir akım, modadır bu. Geçmişin en aşınmış, yozlaşmış, içi boşaltılmış anlatı kalıpları yeni bir şeymiş gibi sunulmakta, anımsayanlar (nostalji) etkilendiklerini, bir şey yaşadıklarını sanabilmektedirler. Bu yanılmanın nedeni, bu aptal kalıbın (şablon) üzerine bir uç (ekstrem) dil kullanımının yerleştiriliyor oluşudur. Bir alt dil (jargon), kapalı uzam ve zamanlarda, topluluk (cemaat) dili, her türlü evrenselliği, hümanizmayı Bir(in) despotizmi olarak görenlerin kısa devreli, arklı (şerare) ve kullananı zekâ küpü gösteren (bu denli mi ayağa düşecekti?) uydurma, geçici, yitik kuşak özentili dili, eski kalıp üzerine oturtulmuş bu biçimi ilk elde çekici göstermekte, hatta okuyan kanımca çarpılmaktadır bile. Bunun için üzülmemek elde değil… Süperman ve süpergirl'ler sarmıştır ortalığı, her yerde onların kırıp geçiren uç, jet marifetleri… Yeterince mide bulandırıcı değil mi, Sayın Tunç? Sizin duyarlığınız nasıl düşer Paolo Giordano, Fabio Volo vb. tuzağına? Bu arabesk Love Story (Segal, 1977) kalıbı fazla ucuz değil mi?

Yazı(nı)mızı kör topal izleyen biri olarak, Ayfer Tunç yeni ve öncü yazın dilimizin örneklerini oluşturuyor diye düşünürken ve bunun için erkence sevinmişken, bir de ne görüyoruz: Arabesk daha derinleş(tiril)iyor.

Sorunun kökü usun ve aydınlanmanın kavranışıyla ilgilidir. Usdan vazgeçmek, ona eleştirel yaklaşabilmek için usla (akıl) yeterince hemhal olmamız gerekmez miydi? Ustan vazgeçmenin yordamı usdan geçerdi. Önce bunu anlamalıydık. Birisi öğretecek değildi bunu, biz ter dökerek anlamalıydık. Böyle olmadığı için yapıp ettiğimiz de, vazgeçtiğimiz, terk ettiğimiz de rastlansaldır yazık ki. İyimiz de kötümüz de bizi yankılamaz (Ne tuhaf!) Bu yeterince berbat bir durum sayılmalı.

Ama ivecenlik (acele) insanı yanıltabilir. Herkesin pusuya yatıp birbirini gözettiği, ona göre konumunu belirlediği bu dünyada eleştiri olmaz ama, yazı da. Bunlar alışveriş konusu olamaz (bugün bana, yarın sana, konusu).


Romandaki etik


İncil'in Tanrısı, öç almaya kalkma, onu bana bırak, demişti ve Anna Karenina buradan doğmuştu. İncil, Ayfer Tunç'un bu romanı için de temel başvuru kaynağı. Şu ünlü mesel, ilk taşı içinizde en az günahkâr olan atsın, sözü, Yeşil Peri Gecesi'nin çıkış noktası. Tolstoy'un tersine bu günah masum ve bağışlanabilirdir, günahı işleyenin kullanmalık diline bakıp da yanılmayın.

Peki yanılmayıp, daha sıkı duralım o zaman.

Yalana ve günaha batmış olan toplum(umuz) taşı atmakta, en önce atmada pek de hevesli görünüyor. Linç etme, cinayet konusunda artık toplumsal uzlaşmamız gediksiz. Hep birlikte sorunumuz, Şebnem'leri (her gece ırzına geçip sabaha canına kıyacağımız) nereden, nasıl bulacağımız. Bizim Sodom ve Gomorra'mız gerçekten acımasız, dehşetli, ürkünç. Övünebiliriz, esirgemesiz övünenlerimiz, şişinenlerimiz de var ve dolu her yerde.

İyi de ölümüne coşumcu (romantik) kahraman bunu anlamanın, bilince taşımanın biricik ve yeni (!) yolu muydu? Kafa tutan, canlı bombalığı seçen, kendi yokolması pahasına dünyaya dersini verecek, onu kendisiyle yüzleştirecek olan Kapak Kızı, seçeneksizliği içinde bile en iyi aktarım biçimi miydi? Bu bize eski ve daha iyi örnekleri anımsatmıyor mu? Duyuncun (vicdan) büyük yazarlarını ve onların iç sızlatan öykülerini unuttuk mu? Zamanını ve uzamını yitirmiş romantik asi, kime ne der, diyebilir? Gülünç olmaz (ayrıca gülünç olan bile gülünçlüğüne ille de gereksinim duyuyorsa, böyle denemez), eğreti durmaz mı? Buradan nasıl bir etik umuluyor? Duru, lekesiz aşk mı? Ödül bu mu? Biraz ucuz değil mi böylesi? Tansık (mucize), hakikatle nasıl ilişkilendirilmeli? Hakikat için yine, yeniden başa mı dönüyoruz? Burada, etik açıdan derin bir çelişki, uçurum yok mu? Bir yalvaç(lık) öyküsü bu… Şebnem son ahir zaman peygamberi… Vaazı hiç inandırıcı değil ama… Bizi kendine hiçbir sözüyle bağlayamıyor, inandıramıyor. Tutarlı değil çünkü. Tutarsızlıktan da öykü çıkabilir kuşkusuz. Hem sarsıcı (!) bir öykü de olabilir bu. Ama işte, günün toplum(sal) duyuncu kımıldamayacak, göze aldığın şeyle sevgili yazar. Yanılıyorsun (bence).

Eylemi etikle buluşturan kök ilişki üzerine bu nedenle herkesi yeniden düşünmeye davet ediyorum. Mağduriyet üzerine bir etik kurma modasından vazgeçmeye çağırıyorum iyi niyetli insanlarımızı. Mağduriyet zaten tartışmalı bir kavramken, ondan yalnızca daha çok mağduriyet çıkar. Mağduriyetin arsızcasının da olabilirliğini böylece bir kez daha görmüş oluyoruz. Etiği hakikatle buluşturacak şeyin özünde olumlu bir neşenin, şakanın yattığını tam da gören bir yazarımız geldi sonunda (yani Ayfer Tunç), derken rüzgâr tersten esmeye başladı birden. İsyanla aşk (bu, birlikte düşünüldüğünde ucuz çeşitlemeleri üzerimize üzerimize gelen karışım), böylesi bir sözcükten, mağduriyetten türetilemezdi artık (hem de birlikte).


"Şekerli şekerli, ağdalı ağdalı, yapışık yapışık gülüşmüşlerdi. Sahte sevecenlikten ölüyorlardı. Teoman hazdan kudurmuştu. Sadece işini halletmiş, zenginliğe (değilmiş gibi), güce, bir çeşit iktidara yelken açmış olmanın hazzı değildi bu. Beni bitirmiş, abisini pezevenk yerine koymuş olmanın güçten de, paradan da büyük hazzıydı.

"Teoman giderken bir zamanlar birini çok sevdiğim bu iki kardeşten şimdi ölesiye tiksindiğimi düşünüyordum.

"Teoman tetikçi, Osman azmettirici ya da her ikisi de her ikisiydi. Ben kurbandım. Ben sadece kurbandım.

"Ama dürüst olmalıydım." (46)


Böyle olunca kahramanımız (Kapak Kızı Şebnem) hem kendisine, hem de başkalarına (hepimize) haksızlık etmektedir roman boyunca. Kendisinden bir şey anlamamıza, ondan bir isyan çıkarmamıza izin vermediği gibi, olduğumuzdan daha azına razı olmamızı öneriyor. Kafa tut, diyor. Dürüst ol. Ama hemen arkasından ekliyor. Bunun için yapacağın şey çok basit. Yalana göz yum. Yalan söyle. Aldat. Tenini (beden) ve tinini (ruh) beş paraya sat. Onla yatıp bunla kalk. Orospu olmanı istiyorsa erkekler toplumu, öcünü, onların istediğinden daha fazla orospu olarak al. Öcün bu denli korkunç olsun. En büyük erkeği altetmek için en büyük (!) erkeğin altına gir.

Yok, bunda bir yanlışlık var. Bir dönemin, bugün de ayrıcalıklı çevrelerde etkili olduklarını sandığım vamp, sufrajet (kadınlıkta aşırı kadın, kadınlık suçsa bu suçu üstlenmekte aşırılık, vb.) çizgidışı (marjinal) kadın devinilerini anımsatıyor. Ben etik doğrultmanın, aydın uyarısının böyle tersinden çalışanını görmedim. Ama bir şeyi gördüm bu ülkede. Gizli güç tapıncı… Adalet Ağaoğlu'na, İnci Aral'a vb. bir bakmak gerek. Kadının bu özneleşme sürecinde bir tuhaflık var. Buna bir tür makine kırıcılığı (ludizm) mı diyelim? Olmaz! Olmadığı için de roman inandırıcı gücünü tümden yitirir. Eleştiriyor ama, yine de yapıyor, sorusunun bu romanda bir yanıtı yok, hem de hiçbir yerinde. Şebnem'in bakış açısı içine giremiyoruz (gerekmiyor da) girmesine ama başka bir açıya da (belki karşı açı) yerleşemiyoruz, çünkü biz Ayfer Tunç'un siperinde, onun cephesinde, yanında olmak isteyenleriz. Roman boyunca delik deşik edilmekten başka hiç seçenek bırakılmıyor biz okurlara. Bu bir kariyer değerleme, bir öz hesaplaşma meselesi gibi geliyor gelinen noktada ister istemez okuyana.


Şebnem'in anlayışı anlayışsızlığıyla eşzamanlı seyrederken anlatı boyunca biz, biz derken neyi anlamalı, Şebnem denli cesur bir itirafçı (etik anlamda) olursak daha çok birey olma şansına kavuşur muyuz, diye sormalıyız belki de kendimize. Ama bu durum, şu oryantalizmle ilgili sanki. İtiraf eden daha birey olur (mu?) Üstelik bu daha bireyin ucu bize de dokunur mu? (Yaş da yanar mı?) Yine etik için bu çıkış yanlış, diyorum. Bir kez daha: Olmaz.


"Bizde itiraf yoktur."

"Bizde itiraf eden huzur bulmaz."

"Bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir."

"Biz itiraf edersek unutamayız."

"Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak."

"Biz mecbur kalırsak tövbe ederiz. Hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. (Allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)"

"Bizim tarihimiz unutarak gördüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp durmayın. Eski defterleri açmanın ne faydası var canım?"

"Biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçer."

"Bizim milli ikilimiz Suç ve Ceza değildir. "Bizim milli ikilimiz Suç ve Nisyandır." (206)


Yapılan yanlış korkunçtur ve bağışlanamaz. Asıl suçlu olan toplum olduğuna göre kişi (birey, Şebnem'ler) özgürdür, temiz ve masum (İşte bir tehlikeli sözcük daha). Dostoyevski'yi anıştırırcasına, baştan suçlu toplum varsa, (kişisel) suç yoktur. Evet, bir şeyler tepetaklak durmaktadır, üstelik baştan çıkarıcı güçte, inandırıcılıktadır böylesi bir tez. Etik, tam da buradan çıkmaz işte. Bunu Sartre ve Camus çözümlemişlerdi yeterince. Şebnem mağdur değil, o en son anında seçen, seçebilecek biriydi, üstelik 'Diyalektik Usun Eleştirisi' (Sartre, 1960) bağlamında da. Hele kıyılarda, uçlarda gezen Şebnem'e mağduriyet hiç yakışmıyordu, yakışmıyordu çünkü kendi mağduriyetini roman boyunca anlatıyor, üzerimize boca ediyordu. Bir fırsatı yakalayıp, bir okur olarak, bir dakika Şebnem, sen mağdursan biz neciyiz, demek için kıvranıp duruyorduk okurlar olarak (hiç değilse ben). Yapmaya çalışılan neydi? Kavramların karıştırılması ve bulanıklık, balık avcılarına bunca av ve yağma olanağı sağlamışken, kimin değirmenine, hangi gerekçeyle su taşıyorduk, daha da bulandırarak suyu. İnsanlık davası bu mu(ydu?) Bugün insanlıktan dem vurmak neredeyse suça dönüşmüşken, suçu oradaki topluma atıp Jeanne D'arc edasıyla cennete kavuşmak bir romanın kıvıracağı yalan mıydı? Amerikan sanatı otlakçıdan, marjinalden mağdur yaratmak için uğraşabilir, bırakalım uğraşsın. Bir kere toplum(sal) ortalamayla ('das Man?, Heidegger) hesaplaşacak olan, ondan geçinen otlakçı olamaz sanırım. Olursa sıra dışı, çarpıcı öyküler, karabasanlar gibi çöker üzerimize… Ne yazık ki, burada olduğu gibi... O zaman bu ortalamaya vermeyeceksiniz kendinizi. Yani o eğer büyük harfle yalansa, yatmayacaksınız yalanın altına. Ama insanlık durumu; birbirimizi bilir ve bu yalanın altına da gireriz, diyorsanız, evet bu gerçeğin doğru bir fotoğrafı olur, o zaman ucuz sonuçları, ödül ya da madalya gibi asmayın bir yerlerinize.


"Günah da her şey gibi unutulabilen bir şeydi. Ayrıca zaman vicdanın ağrı kesicisiydi. Zaman ağrıyı acaip hafifletiyordu. Sonra bir an geliyor, insan, sona eren bir migren krizinin ardından pırıl pırıl uyanır gibi, yükünden tümüyle kurtuluyordu. Vicdandan kurtulmak böyle bir şey olmalıydı ki…" (235)


Bağışlanmayacak dediğim şey buydu. Amerikan sanatının dünyaya pompaladığı ucuz kahraman, Ayfer Tunç'un eliyle bizim gündemimize sokulmaya çalışılırsa, bunun acı sonuçları olacağını hesaba katabilmeliydik. Dostoyevski'nin ecinnisini hortlatmak için bundan kötü zaman seçilemezdi. Üstelik bu dev yazarın zamanı (tarihi) nasıl ıskaladığını bilmez de değiliz. Belki ikinci sesini (Bakhtin) böyle yakalamıştır. Ama tarih ikinci kez yinelendiğinde güldürü olabilirdi ancak (Marx). Düşkırıklığı da böyle bir şey, ülkemizin ve dilinin Don Quijote'si, Şvayk'ı yok, olabilirdi, bunun için en yakın adaylardan biri (hâla da) Ayfer Tunç'tur. Aziz Nesin'in üzerinden atlamak zorunda kaldığı bu tipi o yakalayabilirdi.


"Phoenix günlerinden beri biliyordu pervasız özkıyım arzusunun beni olmadık kişilerin yataklarına sürüklediğini. Bile isteye dikiş tutturmadığımı hayatta. "Hayatın sonu zaten yıkım! Her gün bir parçamızı daha kaybediyoruz ruhumuzdan. Ne acelen var?? Uyarırdı beni, azarlardı, bazen küserdi. Yine de olmadık heriflere tutulurdum." (239)


Oysa ortada dağınık, çelişkili bir tip var. (Olamaz mı?) Yabancılaşmanın ucunda biri desek, olmuyor, boşa koysak dolmuyor. Tamam, yalnızız, yalancıyız, ağzımızdan çıkanı kulağımız duymaz, elifi mertek sanır, söylediğimizin tersini yaparız. O zaman bu aşka ve her şeye rağmen aşka nasıl inanalım. Bu Ali'yi, romandaki konuk sanatçıyı (yakın dönem sanatımızın şu beylik tipi) nasıl açıklayalım: 'Bu sabah traş oldun mu astsubay? Oldum efendim. Neylen astsubay? Beylik malınlan efendim', Aktaran W.Faulkner, Aşk ve Ölüm).


"Nefesim yüzüne değdi. Kağıt gibi kurudu yüzü, bembeyaz. Nasıl biliyor suçunu! Allahım nasıl da biliyor herkes suçunu! Ve nasıl da bilmezlikten gelebiliyor, sırıtarak, resmen sırıtarak!? (346)

"Ne var ki insan, hakkında iyi düşünceler beslediği dünyanın mahvolmuş olduğunu keşfetmeye görsün bir kere. İnsanın altın çağının geri gelmeyeceğini, zaten hiç olmadığını, ömür denen şeyin boş bir umudu beslemekten ibaret olduğunu anlamaya görsün. İnsan, insan denen varlığın en iyimser oranla yarısının şerefsiz mâhlukat, diğer yarısının da bu şerefsiz mahlûkatın oyuncağı olduğunu fark etmesin bir kere.

"İşte orada yeni bir ülke başlar. Bu ülke bir hayaldir aslında, bir umut, öncesiz ve sonrasız, anlık bir anlamdır sadece. Ama burası en onursuzca çöküşten doğar onurun ülkesidir. Burası Phoenix müdürüm.

"Burada kendini yakarsın, kendinle birlikte zalimleri de yakarsın ve küllerinden yeniden doğarsın. Doğmasan da ne gam! Var olan dünya öyle kirli ki. Öyle acımasız, öyle gaddar ve haşin ki! Yeniden doğsan da aynı dünyaya geleceksin, gelme. Yeniden doğma. Phoenix?in küllerinde kal." (428)


Yazarımız bizde batıda olduğu gibi bir itiraf kurumu oluşturmaya çalışıyor olabilir kendi uğraşısı ve sorumluluk duyguları içinde. Ama yeni bir şey değil bu. Suç ve itiraf izleği son elli-altmış yılımızın yazınımızdaki belli başlı izlek. Ama artık bilmeliyiz ki bu bizi daha mağdur duyumsamaktan ve daha aptallaşmaktan bir adım ileriye taşımayacak. Gerçek ortada. Yeşilçam sonrası sinemamız az çok bu. 80 sonrası yazınımız neredeyse tümüyle bu. Yapılan daha ustalıklı bir kurguyla hemen hemen bu. Bu içinde yaşadığımızın hakikatini ortaya çıkarmıyor, istediğinizin tersine (öyle sanıyorum) üzerini örtüyor. Bir önceki romanınızın vaadi bu (Yeşil Peri Gecesi) değildi. Uluçmüdür ya da medya çirkefi sizi hakikatimize birazıcık olsun yaklaştırabilsin isterdim. Oysa siz yerleşik, kurumlaşmış önyargılar havuzumuza bir damla daha ekliyorsunuz ve medyaların, egemen siyasetlerin ve onların erk aracı insan ve kurumlarının, ne yazık ki böylece, gücüne güç ekleyerek, onları sansasyonel kılarak, onların diliyle konuşarak… Böyle öç aldığınızı sansanız da… Yineliyorum, sorunun özü çünkü, kavramlarla ilgilidir. Sizin tüm romanınızın bütün olarak imgesel göndermesi, bizi bu çıkmaza sürüklüyor.

Ben Ayfer Tunç'u başından beri ahlakçı bir yazar olarak düşündüm. Tezler ileri süren, doğruların ve yanlışların sahibi bir yetke olarak değil, duyuncun (vicdan) diplerini kazıyan ve sorumlulukların taşınmasına ilişkin eleştirileri, yaklaşımlarıyla. Atlamamıza, körleşmemize izin vermiyor, yazısındaki eda bunu özellikle anımsatıyordu bize. Bu bana hep anlamlı, en anlamlı şey gibi gelmiştir. Ama Yeşil Peri Gecesi ile birlikte soruyorum şimdi herkese: Öçten bir etik duruş, kurumsallık çıkar mı? Öcü kendine bağlayan, insanların kendilerinin ya da başkalarının bedenlerinden öç almalarını yasaklayan Tanrı (Tolstoy), haklı mı? O, öcünden nasıl aklanıp kurtulacak? Kime devredecek? Öcün öcü nasıl alınacak? Şebnem (Ayfer Tunç) şimdi hepimize borçlu değil mi? Nasıl ödeyecek? Öbür yanağını çevirerek, cennetten medya haberleri geçerek mi?


Romandaki moda dil


Giderek yaygınlaş(tırıl)an, salgın gibi toplumsal sözcelemi düzeysizleştiren bir alt dil var, egemenlik peşinde koşuyor, pratik, pragmatik, çözüm odaklı olduğunu düşündürten, üzerinde doğru dürüst düşünülmeden nedense öyle olduğu benimsenen (bunun toplumsal, psişik kaynaklarına girmeyeceğim, beni de aşar ayrıca) bir türev bu. Araçlar üzerinden önümüze hazırlop geliyor, buna yatkın, sınıfsallığı en az taşıyan insan öbekleri, toplulukları kolaycılığa ve konformizme boylu boyunca batık anlıklarıyla (zihin), hemence benimsedikleri bu kısaltmalar, semboller, darbeli kapalı anlatı biçimiyle ötekine ilikleniyorlar. Yineleme, örnekleme (taklit) kavramı bu gücünü hangi dinamiklerden alıyor, bunu ayrıca tartışmalı ama, böyle bir olgu var. Bu kestirme, baştan savma, anı dolduran anlatı bir araştırmacı, bir sanatçı tarafından bir gereç olarak kullanılabilir, kullanılmalı. Buradaki ince ayrım, bu yaklaşımın amacını aşmaması, böyle bir olgunun gereç olmaktan çıkıp değere dönüşmemesinde... Ayfer Tunç gibi bir yazar içtenlikli öcünün bu denli tutkulu tutsağı olmasaydı, sözkonusu alt dili, bir olgu olmanın ötesinde bir şeye dönüştürmeden önce, iki kez düşünürdü. Üstelik ben iki değil belki on kez de düşündüğü kanısındayım. Böyle biri olduğundan kuşku duy(a)mam. O zaman soru ortada kalıyor. Şöyle mi demeliyiz. Ne olursak olalım, bağlamın içerisindeyiz. Bizden büyük (senden benden) Allah var!


Örnekler:


"Ağlamaktan yorgun düşmüştüm. Aklımdan hayatım boyunca işediğimden daha fazla ağladığım geçiyordu. Beremle kazağımın kolları yüzümü gözümü silmekten sırılsıklam olmuştu. Merhamete muhtaçtım." (54)

Gerçekte ben çeşitli kereler ağzına sıçılmış, zavallı bir kadından ibarettim. Yine de güzelliğimde benim de adını koyamadığım öyle bir şey vardı ki, herkes bende bişey.. bişey.. ya bişey işte! olduğuna inanıyordu." (117) "

"Kazadan önce de annemi düzüyor muydun??

"Birden bomba patladı amcamın yüzünde. Bildiğimi tahmin ettiğim halde. Beklemiyordu böyle doğrudan, böyle kıvırmadan, dolandırmadan sormamı o yılların özeti hain soruyu. Darmadağın oldu kaşları, gözleri, ağzı, burnu. Kulakları uçtu dört bir tarafa, alnı çatırdadı, beyni dağıldı. Dişlerinin ön cama vurduğunu gördüm, otuz ikisi de ayrı ayrı.. altçenesi, dişsiz, gıcır gıcır hız göstergesinin üstünde takırdıyor. (Ah güzel sanrı!) "

"Doğru konuş!?

"Kazadan önce de annemi düzüyor muydun??

"Nasıl yaptın? Hiç utanmadın mı??

"Düzüyor muydun??

"Orospu olmak mı istiyorsun? Ha? Cevap ver bana!?

"Düzüyor muydun? Düzmüyor muydun??"

...

"Kırmızı ışık gene. Hayret, aklı başında hâlâ. Kırmızı yeşil ayırt edebiliyor. Nasıl oldu biz de anlayamadık. Çok pişman olduk ikimiz de. Ama aşka karşı koyamadık işte. Aşk şudur, aşk budur. Bayat, bayat, bayat!

"Bizde itiraf yoktur. Bizde bahane, mazeret, gerekçe, sebep, kulp, kılıf, bir dokun bin ah işit vardır.

"Yaptım ama bi sor, niye yaptım?dır bizde itirafın karşılığı. Madem yakaladın suçumu, sor ki sebebini anlatayım, dolandırayım, böylece asıl mağdurun ben olduğumu gör! (Anladım, mağdur olmak sadece benim karakterim değilmiş, mağdur olmak genetik karakterimizmiş.)" (231)


Yukarıdaki alıntılar aslında parlak ve etkili anlatılar… Arkasındaki tipe doğrudan gönderme yapıyorlar. Yine de romanın öyle bölümleri var ki romanın kahramanı Şebnem başka bir dilin, anlatının insanı gibidir. İşte bu çelişki, bu türden bir dili olgusal gereç niteliğinden çıkarıp bir değer yargısına dönüştürüyor. Bu dilden çıkması gereken eleştiri çıkmıyor. Bir nihil dili bu, vuracak ve çekip gidecektir, belki neden vurduğunu da anımsamadan. Bizi yanıltabilecek olan şeyse, olgunun saptanması, belirlenmesinin eleştiriyle karıştırılabileceğidir. Günümüzde bu çok da olasıdır. Artık böyle yazmayı, anlatmayı marifet sayanlar çoğaldı. Dille değil dilaltı ya da dilüstüyle vuranlar… Eleştirinin eleştiri olması için, diğer seçenekler de yerinde kullanılmak koşuluyla, en geniş uzlaşmaya, alt ya da üst dile değil, dile başvurmak, kanımca doğru olacaktır. Yoksa duygularımız, gündelik sıradan çıkarlarımız ya da daha kötüsü tembelliğimiz (en genel anlamda konformizm) eleştirimizin, niyetimiz çok iyi olsa da, raydan çıkmasına, sapmasına yol açabilir. En çok korkacağımız şey eleştirememek değil mi? Bu olmamalı mı?

Sanırım bilgi toplumu ve onun sağladığı hız çağında dilin buna ayak uydurması kısaltma ve çarpıtmayla olanaklıymış gibi bir yanılgı söz konusu. Yazarın günümüz dünyasında en temel işlevlerinden birinin (işlevden öte görev) yavaşlığa davet olduğu düşüncesindeyim. Bu ideolojik bir tutumdur, evrenseldir ve yalnızca yazının değil tüm sanatların geçerli, güncel varlık gerekçesi olmalı. Hızı hızla anlatırken bile aslında yavaşlamayı önermeli sanat. Yoksa koşan, koştukça hızlanan dünya duvarına kavuşacak (kuşkum yok). İşte Ayfer Tunç'un bu romanına yaklaşırken beni sinirlendiren şeyin özünü tam bu oluşturuyor. Gizli kurgu(sal)-niyet. Hız eğilimi, düşkünlüğü. En usu başında insanın bile çoğu kez en hızlı şey (otomobil, yolculuk, alışveriş, vb.) özlemini dile getirmesinde acı bir şey yok mu? Bunun nedeni hızı biliyor olmamız değil, hızla bambaşka doğadaki, ıradaki (karakter) şeyleri birbirine karıştırıyor oluşumuz olmasın? Örneğin, uçuş, örneğin özgürlük, örneğin yücelik, konum, vb… Hızı dışarıda, oradan gelen bir şey olarak görmek, düşüncemizin kanadını kırmak değil mi? Nesneleşme tutkumuz, özezerci (mazohist) sorundan azadelik, saltık sorumsuzluk içre varlıksal koşulumuz mu bizi dışarının hızına düğümleyen şey? Bir sanatçı tüm bu ikilemle daha çok karşı karşıyadır; algılanmak, okunmak vb. için okurun diline mi başvurmalı (peki ama okur kim?), yoksa çok satar (bestseller, en çok insana ulaşır) olmaktan vazgeçip geleneksel raf dilini mi kullanmalı?

Postmodernizm, geleneğin evrensel dili konusunda başlattığı savaşta, yalnız değil. Birikmiş her şey erkle ilintilendirilince geriye, yazara, kullanmalık olarak bir dizi alt dil, sürgün ya da kıyı dilleri, gözüpek, çılgın atılım (atraksiyon) dilleri kalıyor. Zaten etki yaratmanın başka bir yolu da yoktur, düşünmeyi paketleyip rafa kaldıran hızlar çağında. Ye-seviş-konuş-geç dünyasında yazar kuşkusuz dil konusunda bocalayacaktır. Ama bu dilin üzerine oturduğu omurga, kurgudur asıl sorun. Gündelik eyleme biçimimiz… Hızı, ritmi ayarlayan budur çünkü, dil bu vuruşlara ayak uydurur. İşte bu zemin son derece kaygan, tehlikelidir.

Çember (döngüsel) kurgu, başarılı örneklerini sinemada veriyor (Örn.Inarritu). İçerikle değil yöntemle ilgilidir ama bilmeyenin elinde içeriğe dönüşüp patlayabilir (tüm yöntemler gibi). Kendi üzerine kapanan açılmanın teknik olarak yararı tartışılmaz kuşkusuz. Ama sakıncaları da yok değildir. Usta yazar bir denge uzmanıdır ve ipin üzerinde yürüdüğünün ayrımındadır (sanırım). Tehlike, hız ve ağırlıktadır. Çok yakın, elin erimi içinde gelen, görünen çözüm, ölüm denli, en uzak görüneni olabilir. Bunu kimse istemez. Böyle bir teknik ve bağlı ritüel (dizme, yineleme, dönüşlerin kakışımı, izdüşümler, vb.) işin kötüsü odakçıldır ve siz eğer postmodernseniz ve tartıştığınız tek şey Tek ise (takınak) ve Teki (Bir) gördüğünüz her şey size erki anımsatıyor, erk usunuza düştükçe de illaki özgürlüğe tehdit algılıyorsanız (ne diyeyim, ama en azından şunu: her zaman böyle değildir, hatta bazen tersidir) o zaman iyice mayınlı bir arazide yürüyorsunuz demektir. Çünkü seçiminiz (edim) sözünüze daha başından ters ve yenik düşmektedir. Dönüp dolaşıp Şebnem'e düğümlenen döngü, onun taşıyamayacağı kadar büyük bir yaşamı yükler sırtına. Şebnem'le birlikte roman da ezilir. Buradaki coşumculuğa, bu inanılmaz duruma da işaret edeyim geçiyorken. Karar vermelisiniz Sayın Tunç, o mu, bu mu? Belki de bir yanlış anlama var. Belki Ayfer Tunç katkısı diyebileceğimiz ağsı kurgu, Şebnem'i kurtarır, hakikati (şu büyük yalanımızı) mostra vermeye zorlayabilirdi. Bu durumda Kapak Kızımız, kendini, yanı sıra da dilini eksiltip durur. Kaçınılmazdır bu. Herkesin marifet olarak gördüğü şeye bağlanır, takılı kalır. Böylece nabız da yakalanmış olacaktır sözümona. İyi de bu neyin, kimin nabzı? Arkasında bir beden, beden denebilecek bir şey var mı? Bir kadavra mı yoksa avuçladığımız? Oysa ağ tekniğini geliştirebilir, ilk romanından kapıp getirişiyle de kanıtladığı gibi Şebnem'i toplumun başka gözeleriyle (hücre) ilişkilendirerek, yalanın aynı zamanda şu Ali'nin, şu aşk denip geçilen şeyin de yalanı olduğu, ayan beyan bir hakikat olarak getirilebilirdi önümüze. Bunun için dilin çok yeni, çok yaratıcı bir biçimde yorumu gerekirdi. Hem bu dil inadına yavaşlığın, bağlamsallığın, ağın evrensele açık dili olmalıydı, olabilirdi. Ve Ayfer Tunç tam da bunun yazarıdır. Selçuk Altun şöyle yazdı (Cumhuriyet Kitap Eki, 4 Kasım 2010):


2324- Kitap önerileri :


(Yeşil Peri Gecesi'nde bitik ailesinin kurbanı olan bir genç kadının; sığ toplum değerlerine tepkisi şiirsel bir şekilde yansıtılmış. Ayfer Tunç, romanın anti-kahramanlarını okurun belleğine kanırtıyor. Bu yapıtı, Thomas Bernhard Usta da benimserdi kanısındayım.)

Neresini düzelteyim? Anti- kahramanımızın sığ toplum değerlerine sığ toplum değerleriyle, onlara sığınıp sırtını dayayarak karşı koyduğunu mu anımsatayım Sayın Altun'a, anti-kahramanımızın nasıl da coşumculuk (romantizm) döneminin bireysel kahramanlarına benzediğini mi, yoksa Thomas Bernhard'a haksızlık edip etmediğini mi sorayım. Çok iyi bildiğimi sandığım Thomas Bernhard, bu romanın daha ilk sözcüklerinde elinden fırlatıp atmaz mıydı kitabı? Onun yazı dediği şeyle nasıl ilişkilendirilebilir Yeşil Peri Gecesi? Yakıştırımadığımdan değil, Thomas Bernhard olağanüstü olduğundan değil, ama hiç mi hiç ilgi, bağlantı yok. Yüzeyde bir şeyleri karıştırmış Selçuk Altun birbirine, sorun bu. Tunç'un romanını topluma kafa tutma, bireysel başkaldırı romanı sanmış… Yoksa öyle mi? Uzunca bir süredir meydan boş ve düz mantıkla özdeşleştirilen birkaç kavramı birbirine bulayıp tozu dumana salarak, cumhuriyete vurmak (ondan ne anlaşılıyorsa, Uluçmüdürüm mü acaba?), fena halde diklenmek, kafa tutmak, vb. demek oluyor. İnsanlar böyle yapınca kendilerini çok iyi duyumsuyor olmalılar.

Benzetmenin geçerli olabilmesi için belki de gereken şey Bernhard'ın özsel tiksintisi ve tutarlılığı olabilir, bir de büyük müzikal yapılara özgü sımsıkılık, disiplin… Tarihimiz içinde böyle insanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Daha çok fırın ekmek yememiz, belki de yememeyi de denememiz gerek. Bu dediklerimin yazarımız Tunç'la ilgisi yok anlaşılabileceği üzere.


Yitik (Kayıp) Kuşak Öyküsü mü?


Yitik kuşak öykülerimizi yazabilmek için önce kuşaklarımızın olması, bu kuşakların kendine bir bakışları olması gerek ama, bu da yetmez. Önceki ve sonraki kuşaklardan ayrımın, ne denli acılı olsa da, bilince çıkarılması gerek. Yeter mi? Hayır! Sahte acılarla değil, gerçek acı, gerçek bir düşkırıklığı da eklenmeli tüm bunlara. Düşkırıklığı diyorum ya, daha çoğu kastettiğim. Örneğin, iç/dış bir yurtsuzluk sarsımı, umutsuz bir özleme, geçersizlik, uyumsuzluk türünden şeyler…

"Hayatımız dökülüyordu. Dökülen hayatımız, karşımda duran aynanın çerçevesine benziyordu. Hayatımız alçıdan yapılmış, üstüne altın yaldız sürülmüştü. Altın döküldükçe aslımız meydana çıkıyordu. Osman?la geçirdiğim, sekizi evli dokuz yıldan sonra benden kalan, dökülen saç, gevşeyen ten, buruşan yüz, beden ve bütün bunları umutsuzca, çaresizce durdurmak için yekpare mermer tezgaha sıraladığım ingili bingili şişeler, janjanlı kavanozlar içinde yığınla losyon, tonik, krem ve serumdan ibaretti.


"(…) Oysa hayatımızın amacı buydu. Altın varak çerçeveli aynaya bakmak ve oradan yansıyan suretini beğenmekti." (89)


Sıkı sıkıya tutunduğu inançları, gelenekleri, kalıntı dayanışma ve anonimleşme biçimleriyle toplumumuz olmayı bilmediği gibi, henüz daha denemediği için olmamayı, yitmeyi de bilememektedir. Bilmesi gerekir mi ayrı konu. Ama yitirilen şey bulunabilir. Yitirmeyen bulamaz. Bizim sanatımız, yazımız onyıllar boyunca yitirmişiz gibi yapmış, gırtlağına değin bu nedenle, oryantalizm batağına saplanmıştır. Başkalarının yitirdiği şeyi aramış, arar gibi (numara) yapmış, bu da en sonunda bir şeyleri örtbas etmeye yaramış kaçınılmazca. Fırınlara, ekmeğe, atölyelere, sele giden taze ömürlere yaban (Yakup Kadri) kalan sanatçımız, kurgusal yitiklerinin kurgusal arama serüvenlerini döktürmüş, insanlar da, yahu ne yitirmişiz, diye alıp okumuş, gerçekte yitirmediğini bulmaları da beklenemeyeceğinden, bu girişimlerinden kafaları daha karışık çıkmışlardır. Bu zaman içinde, polisiye entrika kurgusunu, röntgenciliği iyiden kışkırtarak, merakı gıdıklayarak, yüksek (!) yazının nesnesine dönüştürmüştür. En büyük yazarlarımız, böyle de gönül indirmişlerdir. Dokundukları şey altın oluyor ya…

Bu kendimizi küçük görmek değil. Bu toplumun kendi sahici yaşamı var. Boktan da olsa sahici… Evet tam ve ölümüne bir cesaretle bu boktan şeyle yüzleşmemiz, kapışmamız gerekiyor. Sanatçı duyarlı bir öncü, avangard olduğundan dümene geçmesi beklenir (koşul değil). Ama diyorum ki, şu hakikat üzerine gelin bir daha düşünelim. Böyle olmayacak…

12 Eylül hakikat duygumuzu, bunun üzerine düşünme eğilimimizi sildi süpürdü. (Bunu yapan soyut cumhuriyet değil, onun içini zaman zaman, belki de çok zaman dolduran şey, unutmayalım). Bir de baktık, gerçeği yoklayan, hele de cevval kadın sanatçılarımız, yazarlarımız, artık hakikat benim hakikatım, gerisi vız gelir, havalarına girdiler. Düşleri kendi içlerine doğru gelişti, böyle oldukta dış dünyayı emdiler, kuruttular, kendilerine benzettiler. Orada olanı değil, kendi içlerinde taşıdıklarını orada görmeyi seçtiler. Ayak yerden kesildi, gerçek kökünü , ben kökünü ben-im olan ya da olması gereken şeyde bulmaya başladı. Oyun da o büyük sahnede böyle başladı. Kötülüğün kaynağı düşman somut biri, o. Vurup alaşağı edersin, sonra yoluna devam edersin. Adalet şimdi ve burada gerçekleşecek şeydir. Ee, tabii birileri anlamayacak, trene bakar gibi bakacak, ama aldırma. Sen onlara rağmen ve onlar içinsin. Bir tür utangaç romantizm gecikmedi, geldi, öyle bir geldi ki, bundan başka gerçek olmaz, olabilemezdi. Topluma harcanmış, adanmış her şeyin faturası çıkarılmaya ve birilerine ödenmek üzere kesilmeye başlandı. Gerçek okura da önemli bir bedel ödemek düştü. Bunca yavanlık, bunca yalan, şirretlik, şu ya da bu kutsal ad, kavramla yaldızlı ve afsunlu seriliverdi önümüze. Kaç kişi dayandı, geriye çevirdi bu faturayı? Kaç kişi hâlâ anlamayı, bütünü kavramayı deniyor, bunda ısrarlı. Bunlar bir yana, alçakgönüllülük tümden yitti gitti. Adam olmaz abi, yerini pis bir bireyciliğe ve fırsatçılığa, mide bulandırıcı bir konformizme bıraktı. Peki tamam da, bu kaba dilden bir yitik kuşak öyküsü çıkar mı? Ayfer Tunç, yazdıklarından az çok biliyoruz ki, duyarlığını ayağa düşürmemiş, sahici olanın peşinde bir yazarımız. Tüm bu süreci bizlerden daha derinlemesine kavradığını ve yazarak bununla baş ettiğini anlamak zor değil. Yalnızca anlamak değil, göstermek de istiyor. Sorun da bu noktada başlıyor zaten.


"Hayat şimdi, bu insafsız pastırma yazı güneşinin altında Ortaköy?e yürürken, merdaneli makinede yıkanmayı bekleyen nevresimlerle, isteyip çekilememiş, çekilse de gösterilememiş (zaten birer yalandan ibaret olan) fotoğraflarla, yazılamamış oyunlarla, tasarlanamamış dekor ve kostümlerle, tahsilat peşinde koşmakla, pazarlıklarla, otuzbir dergilerine daha önce bin kere tekrarlanmış konseptler hazırlamakla ve en önemlisi vehmedilen yeteneğin bir yanılgı olduğuna hükmedilmiş olmasıyla (çoktan hükmedilmiş aslında da, bir türlü kabullenilmemiş, daralan yollarla, ucu kapalı tünellerle, iki merdane arasında durmadan ezilmekle-ezilmekle-ezilmekle geçecek kadar boş.

"Hayat bugün, bir yanımızdan Boğaz?ın o serin suları akarken, kurumuş bir dere yatağı gibi ümitsiz. Bir zamanlar buradan gürül gürül sular akardı. Nereye gitti hayatın o güzel suyu?" (200)


68, hatta 78 kuşağı edebiyatı (lafazanlık anlamında) çok yapılıyor ülkemizde. Bunlardan yitik kuşak üretme çabası dorukta. Öylesine çekici bir konu ki yazarlarımız üzerine balıklama atlıyor bunun. Bu noktada deri yırtılıyor, etik kendisine bir kez daha başvurmaya zorluyor bizi. Kuşağın içinden, onda olmayan şeyi çıkarmadır çoşumculuk derken anlatmak istediğim. Hem aradığımız, hem de arama biçimimiz yanlış. Her şey sıradandı, her zaman da olacağı gibi. Özel koşullar özel öyküler yaratmış da şimdi anımsıyormuş gibi yapamayız. İyiler hep iyi, kötüler hep kötü, birileri de arada kurban, değildi. Sorumluluk da sorumsuzluk da vardı, aynı yerlerde kolkola gezindikleri olmuştur. Kimseye paye de vermeyelim, haksızlık da etmeyelim. Orada bir yokülke (ütopya) oluşturmayalım. Ne sakıncası var sorusunun yanıtı şu: Böyle yaparsak hakikat biraz daha uzak düşecek bize. Körleşme sürecek… Bu romana kızgınlığımın kaynağında bu var. Bakışımızı biçimliyor, koşulluyor, üstelik yakın tarih kökenli sanrılarımız bile değil kullanılan, başvurulan aygıt, uzak bir klişe (coşumculuk). Nesi kötü? Böyle getirilişi, kendisi değil. Şu yaşamımızın yavanlığı pekişiyor böyle basit, budalalara özgü ikilemelerle (aslında tekleme).


"Ne İsa?ya ne Musa?ya yaranabilmiş talihsiz bir kuşağın tarihindeki en hüzünlü şarkılardan biri sanki atmosferi doldurmuştu, dünyayı sarmıştı. Sadece Gün için değil, hepimiz için ağlıyordum. Tanıdığım ve tanımadığım herkes ve elbette en çok kendim için.

"İşte asıl katastrof bu baba: Yarınsızlık. Ne yazık! Vakit de yok kurtarmak için geleceği. Düşünsek bile şimdiden –düşünemiyoruz ya." (247)


Durum bu olunca inanılmaz kolaylıkla daldan dala atlanabiliyor, geçişler oluyor. Olacaktan olmayacak çıkıyor, yitik kuşağı geçerli ve gerekçeli kılacak evrensel bir insan-lık durumu sözkonusu olmadığından zorlamalar dar giysiyi patlatıyor, çarpıcı, şok edici, vurucu (hiçci) eylem ister istemez öne çıkıyor. Bu da zamanın kabul görmüş tini mi, desem. Bu onaylı, patentlidir, uygundur. Amerika'nın, hadi diyelim, yitik kuşağını anlayabiliriz (belki onamadan), ama örnekleri çoğaltmasak iyi olacak. Herkes kendini bir şey sanmaya, bir şeyden, yerden saymaya, bu ütopik yerden kendine don biçmeye, kendinden ufak çaplı kahraman ya da anti-kahramanlar çıkarmaya kalkıyor. Bu ikisi arasında bir ayrım var mı? Bu kitapları okumasını beklediğimiz, umduğumuz çoğunluk ne olacak bu arada? Yitik kuşak öykülerimiz (çoğu uydurma) kaç yazar? Bir şey yazmak için nereden başlamalı?

Bu ülkede yazanlar kim? Yazar, yazma ve yayın, okur toplumbilimi (yazın toplumbilimi) daha ne denli gecikecek? Yazarlarımızın sınıf kökenleri, eğitimleri, yaşları, gelirleri, gündelik yaşama biçimleri, kanıları, seçimleri nasıl? Yedek güvenceler, konformist seçenekler ne düzeyde? Okur neden okur? Kitapla ilişkisi nasıldır? Yazar hakkında ne düşünür? Ülkenin en önemli sorunu şudur derken, yazarı, okuru hep birlikte yalan mı söyleriz? Herkesin her şeyi bildiği doğru mu? Herkes her şeyi biliyorsa ve bilinen şey doğruysa, bu denli çok ve boş laf nasıl üretilebiliyor? Yazar aydın mı? Sorumlu mu? Nasıl ve neye karşı? Ya sokaktaki… Şu adam. Gerçekten herhangi bir şeye inanıyor mu? Gerçekten umurunda mı bütün bunlar? Örneğin, Kapak Kızı ya da Ayfer Tunç, yazdıkları? Onun umurunda olmak için ne yapmalı? Nasıl bağlayalım onu kendimize? Hem niye?!..


Eleştiri


Baştan söyleyeyim ki, en sevdiğim yazarlardan biri olan Ayfer Tunç'un eleştirisini özellikle önemsemekteyim. Ama eleştirinin stratejisi belki de daha önemli bir şey ve yaygın bir sıkıntı var bu konuda. Eleştirinin dayanağı yöntem(bilimi)dir. Öte yandan yazarımızın da rahatlıkla katılacağını sandığım bir handikapı var eleştirinin. Eleştirmen, tartışmaya katılan biridir, donanımlı da olsa. Öneride bulunur, aslında o da bir yazar gibi, üstelik biçemiyle de daha seçikleşerek, yazar. Yazının yanına bir yazı daha koyar. Yazı denli yazıysa, eşitler arasında bir eşittir. Demek, sorun iki yanlı. Belki dünyada da böyledir. Hem yazarımızda, hem eleştirmenimizde ciddi sorun var. Her ikisini de çıkmaza taşıyabilecek şey, indirgemeciliktir (bir tür vulgarizasyon). Bu sanatçı, yazar açısından ilkel bir teksesliliğe taşır yapıtı. Kahraman, acısı ve mutsuzluğu içerisinde, bu acısı ve mutsuzluğu üzerinden öylesine haklıdır ki, yapıt şimdiden tüm dünyaya yapılmış bir bildirim, duyurudur (manifesto). Bu Hollywood'un inandırma etkilerine (efekt) doğrudan taşır bizi. Anlatıcı çoğu kez bu gerçeklik duygusunu tartışmasız kılmak için öyle teknikler kullanır ki, anlatılan kahramanın (ya da onun anti'sinin) bırakın bedenine, gözüne ilişiverir, onun gibi algılamaya, bakmaya başlarız. Buna çoğu kez yazarın ustalık belirtisi denir. Oysa bu bir yanıltma aracıdır (efekt). Has yazarın bu türden bütün yanılma ve yanıltma tuzaklarıyla belki bir Lars Von Trier uyanıklığıyla hesaplaşması gerekir. Artık postmodernizme inat, şunu bilmek zorundayız: Haklı olan haksızdır. Saltık sözcüğü eksik kaldı tümcede. Saltık haklılıktır sözkonusu olan ve kaçınılmazca haksız olacak olan da budur. Yalnızca Şebnem değil, ona odaklanmış, ışığını ve gücünü yalnızca onun bakışından alan tüm roman böyle bir haklılıktan demiyorum (yazarın mesafesini görmediğim sanılmasın) ama, haklılık konumundan sesleniyor okura. Buyrun, bağlamı, göreliliği, açıyı yadsıyan bir örnek:


"Demek ki neymiş? Her şey bir kazayla başlamış. Kader!

"Ne yani, naturamızın hiç mi suçu yok çöküşümüzde?

"Bu hikâyede, babam hastanede ölümle pençeleşirken annemin bacaklarının arasında hareket eden etbeninin yeri neresi?" (264)


Şebnem'in gördüğü şey, gördüğünü sandığı şey olamaz mı, benim sorum bu. Yanılmış olamaz mıyız? Sayısız nedenle yanlış yargılıyor, eksik, çarpık, yetersiz algılıyor olamaz mıyız? Böylesine zayıf bir varsayım üzerine koca bir yapı kurmasaydık (inşa) bu sorun olmazdı. Çünkü tümümüzün sıradan yaşamı bu önyargılarla yürüyor zaten. Ama biz sanatçıyız ve büyük ölçüde varlık nedenimiz, olsa olsa bu önyargının üzerine gitmek olabilirdi, üzerine en ufak sarsıntıda yıkılacak yapıları oturtmadan önce. Şebnem hangi yaşın Şebnem'i? Zamanı kurgulamada yetkin yazarımız zamansız bir Şebnem'i, böylesine haklı kılabilmek için çok fazla özveride bulunmuş sayılmamalı mı? Şebnem, her insan gibi sıkı sıkıya kendi önyargısına yapışabilir, buna hakkı (!) var diyelim, ya üst anlatıcı, ya yazar, ya okur? Ama bu bir önyargı değil ki, diyorsanız, bütün algı kuramları tarihini, aslında tüm tarihi buraya getirip yığmamız gerekir. İnsanlık komedyası, biraz düşünürsek görürüz ki, gerçekte blir yanlışlıklar komedyasıdır. Balzac'ın da (usuma ilk gelen olduğundan) gösterdiği bu değil mi?

Başvuru noktası, atlama yeri (tramplen) bu denli kendi ise ve veri ise, dünyanın gerikalanı, olmuş bitmiş her şey yalnızca çıktıdır (output).

Aşağıda vereceğim örnekler, olgucu (görgül) bakış açısının nasıl eleştiriyi kilitlediğini göstermek içindir. Söylediklerimi hiç kimse keyfince yorumlamasın lütfen. Benim derdim eleştirinin nesnesiyle ilgili değil, yöntemiyle ilgilidir. Bu yöntem nesneyi geçersiz değil, geçerli kılıyor, hedefin arkasına atış yapıyor. Nesne ise orada daha güçlenmiş, arsızca sırıtıyor.


"Memleketimde yetmişlerden ikibinlere, hayata katlanmaya çalıştığım yıllar boyunca, çocukluğum, gençliğim, ömrüm boyunca sadece sağ ve sol yer ve kılık değiştirmiş, para el değiştirmiş, içerik aynı kalmış, içerik bir o yana bir bu yana kaymış diye düşündüm." (300)

"Bi keresinde ülkücüler sardırmış kıza istasyonun orada. Elinde Cumhuriyet var diye. Kocaman herifler, sopalarla öldüresiye dövüyorlarmış kızı. Asım Hoca yetişmiş. Arabasından levyeyi kaptığı gibi tek başına girişmiş ülkücülere. Kafa göz bırakmamış. Kızı kurtarmış. Ama bir hafta sonra arabasını bombalamışlar. Şaşırıyoruz. Nasıl ya? Asım Hoca solcu muydu? Şimdi niye askeriyeye övgüler düzüyor o zaman? Solla molla alakası yok adamın. Kızı dövmelerini kendine yedirememiş." (326)

"Elimi tutup beni içeri götürmezsin, anlı şanlı emniyet müdürüsün, anladık. Eh, ben de fahişe sıfatıyla bulunuyorum burada. Nezaket bekleyecek halim yok. Ama kalk, metresi en az yüz avro olan janjanlı kumaşlarla döşenmiş bu süitin boğaza nazır salonundan, jakuzili yatak odasına yürü rap rap. Sesimizi yer gök su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin. Bana yol verecek değilsin, haddimi bilirim ben, arkandan gelirim." (368)

"Soru eki mi bitişik olmalı. Ayrı yazarsam gözüne batar. Scotland Yard?da filan mesleki görgü bilgi arttırma kurslarına katılmış, kendisine lazım olan İngilizce?yi iyi kötü kıvırmıştır Uluçmüdürüm. Ama Türkçesi zayıftır. Hem köküne kadar milliyetçidir bunlar, hem kendi dillerini bilmezler." (378)


12 Eylülden çıkış döneminde (30 yıl geçti ve 12 Eylülden çıktık mı acaba, yoksa 12 Eylülü sevgili aydınlarımızın iyi ya da kötü niyetli katkılarıyla monadlaştırıp genlerimize mi yazdık?) özellikle kadın, kimi yazarlarımızda bu türden bir sapma belirgin bir biçimde yaşandı. Hani bir tepki biçimi vardır ya; bana hiçbir şey söylemeyin, dinlemek istemiyorum, artık kendim için yaşamak istiyorum, biçemiyle, ona benzer bir özgürlük (!) tutkusu. Sanki 12 Eylül Hanyayı Konyayı anlamamızı da sağlamış, kişisel özgürlüğümüzün nasıl da vazgeçilmez bir şey olduğunu göstermiştir bize. 12 Eylül'le hesaplaşma terazisinin bu kefesine onun ağırlığını ölçemeyecek ne varsa o konulmuş, ucuz (diyebileceğim, hatta pespaye neden olmasın) bir tin işçiliğine soyunulmuştur. Bu ölü gömleği daha atılmış değildir üzerimizden, tersine 12 Eylül söylediğim gibi artık içimizde taşınmaktadır ve sol gösterip sağ vuran anlık evrenimiz (zihin dünyamız karşılığı) yatışmayacak, yatışmaması gereken şeyi teselli edebilmiştir ikiyüzlüce. Bu duyunç (vicdan) yatıştırma işletimi (operasyon) en azından çift işlemlidir. Bir yandan haz ve doyum kaynağıdır, bir yandan asal, ama gizli işlev gerçekleşir: konformizm, uyarlama, eklemleme.

Ayfer Tunç'u da buralara bir yere mi oturtuyorum Yeşil Peri Gecesi'ni yazdı diye. Tersine, ona bunu (da) yazdığı için teşekkür ediyorum. Yüzeye, günışığına çıkarılması gereken daha çok şey var, bunlardan biri de gizleme, pislik örtme düzenekleri. Her şey bir vesiledir, böyle bilinmeli, anlamalı. Öte yandan Ayfer Tunç poetikası, bendeki etkilerini anlamaya çalıştığımda, çok iyi kavrıyorum ki, tam da budur. Kaç yazarımız var bu cesaretle büyük yalanımızın (buna isterseniz Lacan'ca Babanın Adı ya da büyük A deyin) üzerine gidebilen, kendini hem de hiç sakınmadan. Onun poetikası kalınlaşmış deriyi, kitini Kafkaesk bir ısrarla yüzme, soyma, kaldırma girişimidir (Yani ben bunu böyle anlıyor, anlamak istiyorum). Yazarın, çaldığı telin başka olduğunu da anlayabilir, buna yine de aldırmazdım. Bu denli (denlinin çift anlamlılığına dikkat) özgürüm. İşte bunun kanıtları da aşağıdadır:


"Benim istediğim bundan çok daha fazla bir şeydi.


"Benim istediğim kuru samanların altından şarıl şarıl akan suları göstermekti. Her şey yolundaymış, dünya bok kokmuyormuş gibi yapan milyonlarca insana, "bir kere bari sağına soluna bak, çürüyor dünya görmüyor musun?? demekti. "Madem kurban etmiştim kendimi, postum Türk varlığına armağan olsun istiyordum.." (441)

"Ne var ki, çelişkinin bile en şaşırtıcı olanı, en eşi benzeri bulunmayanı çatmıştı bana. Çürüyen bir dünyada çürümenin ispatı olan görüntülerim şimdi hayatımı kurtarıyordu. Beni yaşatıyordu." (452)

"Tecavüze uğradığımı, nasıl mahvedildiğimi satır satır anlattığım halde, benim trajedimle değil, geleneklerine bağlı bir ailenin reisi olan üst düzey emniyet yetkilisinin skandalıyla, onun ahlâkı, orjisi ve kokainiyle ilgileniyorlardı. Herkes için skandalın haber olan kısmı buyudu, benim yaşadıklarım değildi. Haberin dili suçları açık açık işaret ediyordu. Haberin hiçbir anında benim uğradığım vahşet suç olarak tınlamıyordu. Suç olan aile babası bir emniyetçinin kokain içmesi ve çakır gözlünün öldürülmesiydi. Uluçmüdür skandalın öznesiydi, ben nesnesiydim. Eski devrimci haber müdürü haklıydı. Bu olayda kokain neyse ben de oydum.

"Suç benim bunları kayda almam ve dünyaya çığlık atmamdı.

"Mağdur olmak suçtu." (461)


Dizgeyi (sistem) delen, Amerikan dizi ya da Hollywood serüvenlerinden fırlamış izlenimi veren Amerikansı kahramanlarını (Şebnem'in akrabası medyacı gibi) bir yana koyarsak medyayı böyle ele alması ve eleştirmesi ise romanın en büyük katkısıdır diyorum. Bu eleştiri güncel siyasetin ve dilin ağzında çokca aşınmış, yalama olmuş durumdaysa da, Katharina Blum'u (Heinrich Böll) ya da Ergenekon Duruşmalarını anımsamış olsak da, tüketime terk edilemeyecek bir konu, ilk kez denebilir, sorumlu bir yazarca Türkçe'de dile getirilmiştir. Ben kurumsal, görünmez dev altyapısıyla canavarlaşmış, çok eklemli bir yapıya kafa tutmadan söz ediyorum ve Tunç'un içinde Don Quijote olduğuna (yattığına) inanıyorum. Yoksa rastlansal göndermeler değil sözünü ettiğim… Romanla, hem iletişim medya, hem gizli güvenlik dizgelerinin foyası ortaya çıkarılmaktadır, buna doğru adım atılmış, yol alınmıştır. Ayfer Tunç ciddiye alınması gereken ender insanlarımızdan biridir, en azından ülkede ucuz politikacılardan değildir, bu bile yeter. Kaldı ki…


Günün Geceye Borcu ya da Kurunun Yanında Yanan…


Gün, arkadaşı Şebnem'de başkalarının göremediği neyi görmüştü? Romanda açıkca söylenmese de bu bir tür seçilmişlikti. Seçilmişlik iki şey demekti: ya kurban olarak seçilir, insanoğlunun bedelini ödemek size düşerdi ya da kurtarıcı olarak seçilir, yine insanoğlunun bedelini ödemek size düşerdi. Kaçınılmaz olan sonuçtu ve siz gerçekte, her iki seçenekte de kurbandınız. Ama kurban (adak da diyebiliriz burada), ancak insan olursa geçerliydi bu. Ancak insan insanı öderdi (Şeriat hangisi? Cana can mı, cana bedel mi?). Kurban (günahı silecek olan, içimizdeki kuzuyu diriltecek olan, hepimizin yerine ödeyecek olan) insan olursa, seçilmişlik, ölümü göze aldıracak kerte onurlandırıcı olabilirdi. Şehitlik (martyr) için seçilmiş kurban-insan olurduk. Ölümcül kurbanlığımız gözlerini dört açmış kolaçan ederdi dünyayı: kimdir izleyen katledilişimi. Hangi başkasının gözü yüceltecek beni. Ve seslenecek kefaret: 'Biraz sonra sizin için ölecek bu kurbana bir daha bakın. Dokunulmaz kılın onu şimdiden. Öldürülünceye değin de olsa hepinizden yukarıda oluşuna diz çökün, secde edin.' Kurban daha katledilmeden önce kendi kurbanlığını hayranlıkla izlerdi. Kurbanın yapacağı birçok şey vardır. Bunlardan biri de yeryüzündeki tüm kötülükleri, kimin olursa olsun kendine çağırmak, üzerinde toplamaktır. Ayin bir yandan da kargıştır (lânetleme). Suçu, günahı, kötülüğü içinden çekip çıkarmak ve kurbana sunmaktır. Kurban, kurban olduğu için baştan kabul edecektir bunu. İslamın yalvacı (peygamber) bu kurbanlık meselesinde Musa geleneğini devralmıştır akıllıca ama bu yüzden duyunçsuz (vicdan-sız) kalmıştır. İşin içine savaş karışmış, kurban adayı en sevilesi varlık olmaktan çıkmıştır, yani kurban kurban olmaktan çıkmıştır. Bir insan sonuçta kendini kendine kurban olarak da sürebilir, gerçek de her zaman budur (ikilik, bir artı bir). Kurban tek başına ölmez. Herkesi de kendisiyle taşır biraz ölüme. Herkes en ucuz, en kolay vazgeçtiğini gönderir kurban üzerinden öte yana. Kalan varlığıyla hafifler, arınır, yeni doğmuş bir çocuk denli masumlaşır. Toplumların ürettiği en kolay, buna karşılık en etkili çözümlerden biridir bu nedenle kurban ritüeli. Ödenen hemen hiçbir şeydir kazanılanın yanında. Kurbansa katledilişinden sonra yoktur zaten. Ama bir (an) öncesinde hiç kimseye bahşedilmemiş şey onundur, onun olacaktır. İşte bu nedenle onun gözü böyle bakar. Seçilmiş kurban Şebnem'in gözleri gibi. Bu sinsi, bu yalan konformizm bir okur olarak beni çıldırtmaya yetmeliydi aslında. Ölümün doruk hazzı bulduğu bu yerde tinbiliminin kuramlaştırma çabalarının yeterliliği, doyuruculuğu ayrıca tartışılabilir. Çok yalın, sıradan bir gündelik edim bir anda ritüelin odak öznesine dönüşür, anlama bürünür (Taşbaşoğlu örneğin, Yaşar Kemal'in). Nevroz sahnede kendini gerçekten hançerler. Onun (kurban) ölümü herkesin belleğinde sonsuza değin çakılı kalır(mış gibi). Hayır kalmaz, kurbanlar hemen unutulur, çünkü yeni günahları özler ve işler bu tertemiz, çırılçıplak geride kalakalmış kuzucuk tenleri. Adım başı bayrama toslamamız, hemen her kültürde bundan. Bütün bu laf salatası neden?

Yeşil Peri Gecesi'nden. İncil alıntısı da yeterince huylandırıcı, kaşındırıcı, hapşırtıcı değil miydi? Peki Ayfer Hanım, siz Tolstoy gibi sonuna değin gidebilecek misiniz? O gitti görünüyor, gerçekten gitti mi? Sofya'dan mı, Tanrı'dan mı kaçtı o son gününde? Bunu biliyor muyuz, yoksa bildiğimizi mi sanıyoruz? Nedir bu? Postmodernizm tam da bize kurtuluşçuluğu, kurtarıcıları, romantik salaklıkları giderayak unutturmuşken… Bütün bunlar neyin nesi? Yoksa doğasına uygun mu? Bakıyoruz, postmodern uygulamalar, kuramsal çerçeveleriyle çelişik. Hani büyük harfler, ünlüler, hani bir Tanrı olmayacaktı? Ama iri, büyük sözler dan dun çınlıyor her yerde, kabarık, göz alıcı renklerle çıkarılıyor kitap(lar) satılığa… Romantik, Tanrıya katlanamayan bir mistiktir. Onun inançsızlığı öztapıncıyla ilgili.

Şebnemsiz olmayacağını anlıyoruz, ayıyoruz. İşin kötüsü Şebnem de bunu anlıyor. Çitfe düğün bayram mı, çifte katliam mı gelecek arkasından? Bakacak, göreceğiz. Gömleği giyiyor. Ateşten gömleği. Halide Edip de o gömlekle, onu sırtına geçirmiş anılmak isterdi hep. Oysa giymedi, giyemedi. Ya Şebnem? Görünürde evet. Ama öyle gürültü, ses çıkardı ki, insanın (Cemal Süreya diliyle) kurban demeye dili varmıyor. Çatlayan, lehim tutmayan bir yer, bir şey var. İyi ki de var mı demeli, yoksa her şey daha kötü olabilirdi (belki de, kimbilir).


"Ama ben mağdurdum.

"Mağdurların bir şey yapması gerekmezdi. Gerekmediği için mağdurdular." (92)

"Madem ki sefil hayatımı sürdürmem mümkün değildi, madem ki olacakları önlemek elimde değildi, beynim dağılırken ben de başkalarının hayatlarını dağıtacaktım. Böylece sefilliğini ikiye katladığım hayatımı hiç değilse kendi gözümde değerli kılacaktım. Nihayet başarmıştım. Sefilliğimin üçe katlanmasına hayır diyebilmiştim. Mağdur olmaktan çıkmıştım. Eylemci olmuştum."

"O eşsiz mağdur edebiyatım bana bile sökmüyordu." (151)


Unutuyordum, Ayfer Tunç anımsattı işte. Kurban özgürdür (kurban olduğu için, biraz sonra uysalca ölüme gideceği, ölebileceği için). Onun için içindeki dehşeti salabilir dünyaya. Usu yırtabilir, son numarasını, korkunç ta olsa yapmasına izin verilirdi kurbanın. Kurbana elleşilmezdi. Aynı zamanda meczup, aykırı, deliydi de. Bütün suçları üstleneceğinden baştan suçsuz, bağışlanmıştı, kuttu, ta kendisiydi kutun. Yoksa kurban edilmesinin ne anlamı olurdu?

"Gün çıplak fotoğraflarımın arkasında başka bir şey, ünlenmek zengin olmak isteğiyle alakasız, tamamen başka bir şey olduğunu hissetmişti." (341)


Sonuç: Bu bir ayin, sunak töreni (anlatısı). Yalvaçlar, kurbanlar, melekler, günâhkarlar, iblis altalta, üstüste, iç içe (sözün hem gerçek, hem değişmeceli, eğretilemeli anlamında), kimi kez tek bir bedenin içinde, çoğu kez ayrı ayrı bedenlenerek fink atıyorlar, eyleşiyorlar koca roman boyunca. Neler olduğunu görüyor muyuz sahi? 12 Eylülden, siyasetin topluma geçirdiği deli gömleğinden öç mü alınıyor? Bu denli mi salağız yahu! Bunca uğraşmaya ne gerek! Yetmez ama evetçilerin yiğit desteğiyle öcümüzü 2010 referandumunda sevgili başbakanımız alıverdi ya işte bir çırpıda. Daha ne gerek?


İnanılmaz Romantizm


Coşumculuk (romantizm) belki de bu inanç (kurban) temelli kurgudan geliyor. Kurban özgürdür demiştik ya, sayrılıkta, sayıklamada, aşkta da. Usunuza gelebilecek her şeyde, kurban ölmeden önce, son arzu, dilek hakkına sahiptir. Dili de, kurbanın özgür(lük) dilidir. Toplumun ussal, yayık, engin, besleme dili geçmez kurbanlıkta. Onun dili aşırılığın dilidir, uçurum dilidir, gülünç olmayı özellikle göze alır. Küçümsenmekten, kınanmaktan, dalga geçilmekten, modasızlaşmaktan korkmaz. Toplum kurban adayından kurbanı çıkardıktan sonra onu bağışık tutar her şeyden. Kendine sövmesine, eleştirmesine kızmaz. Biraz sonra canını alacağını bilir. Hoş görür, bağışlar kutlu kurbanını. Ona göz yumar. Kurban bu yüzden razıdır zaten. İstediğini bir kez söyleyebilmek için. Son bir kez aşağılamak, onlara kendi yüzlerini göstermek için. Bunu başarıp başaramadığını gerçek kurban asla bilemeyecektir. Ama işimiz bizim, sahte kurbanla(rla). Sahte kurban, hem kurbandır (gibidir), hem insan (gibidir). Sözün özü o bir çoşkuludur, çoşumcudur, romantiktir.


"Öleceğim Ali! Bundan kurtuluş yok. Yine de ölmeden önce kanıma kuvvet, gözüme fer gerek. Seni daha çok sevebilmek için. Ölürken bile hep sevdiğim gibi seveceğim seni. Sen istesen de istemesen de. Hem benim seni sevmemden sana ne? Aşkın has olanı bir karşılığı olup olmadığıyla ilgilenmez. Has aşk, tutulduğu varlıkta bir değeri var mı yok mu umursamaz. Has aşk tanrı aşkına benzer. Sen tanrıyı çok seversin, ama o herkesi sever, hatta belki seni sevmez. Ama ben tanrıyı değil seni seviyorum Ali…" (277)


Kurbanı sunan ile kurban arasındaki, Hegelyan efendi/köle eytişimini izlemek ilginç olabilir. Gerçek efendi ya da gerçek köle hangisidir? Bana kalırsa yanıtsız bir sorudur bu. Ben de bu yanıtsız soruyu soruyorum burada. Gerçek kurban (mağdur) kim, kurbanı sunan mı, kurbanın kendi mi ya da tersinden: kurban sahibi kim? Bu matematiksel bir işlem belki de. Konumla, yerlemle, kümeyle ilgili. Ben kümeye geçici uzlaşma, oydaşma diyorum (yanlış anlaşılmasın). Kendi varlığını bir vuruşla, o son eylemle ortadan kaldıracak, bunu göze almış kişi (diyelim, terörist) herkesi bir anda kurban(ın)a çevirebilen, kurban-kişi mi? O anın efendisi, hak ve kurban sahibi gerçekte o, değil mi? Çünkü kurban sahibi olma, Tanrıyla anlık bir sözleşme yapma, onunla geçici bir yer değiştirmeden başka şey değil... Puşkin'in dizeleri geliyor usuma, Kleopatra'yla geçirilecek bir aşk gecesi için göze alınan şeyle (yaşam-ak) ilgili dizeleri…

Neyse. Ben yapıtın içerdiği coşkulanıma (ilkel denebilecek romantizme) dönmek istiyorum. Çünkü bunun etik bir boyutu var ve yukarıda belki de gereksiz yere uzattığım kurban ritüeliyle de ilişkili. Romantik kendini evrensel kurban olarak önerir ya, hani kahramanlık da tümüyle buradan gelir ya, siz bunu, bu ham ve çoktan aşılmış durumuyla alır bugüne getirirseniz, üstelik kanatlarını yitirmeden önceki melekler ülkesi, ütopyası olarak düşsel bir bağlama oturtursanız, yine ne yediriliyor bize diye, haklı olarak kuşkulanırsınız. Bu bir gösteri (show) dünyası ve gösteri dünyasını yine gösteriyle mi eleştiriyoruz yoksa? Oysa yazarımızın bu taraklarda, hem de hiç bezi yoktur, tersine ironiye hep hazır duran bir doymuşluk, külyutmazlık, akort bozacak çatlak seslere duyarlıkla bilinir (yani ben öyle bilirim, bilmek isterim).

Yine yazısının orasına burasına serpiştirilmiş fener ve yalnızlık izleği zaman zaman tersini de çağrıştırır ya, olsun. Bildiğimden şaşmam.

Bütün bu seçilen anlamlandırma ve adlandırma neyi destekler ve bir yandan da neyi ketler? Benim peşine düştüğüm soru tam da budur? Umudumun ve umutsuzluğumun kaynağı da çokca budur. Romantizm bütün insanlık durumlarına eşlik, taşıyıcılık yapabilir. Bizim seçtiğimiz yordamdır onun işlevini açığa çıkaracak olan. Bir sanatçıdan, kendi etik ve estetik duruşunu destekleyecek bir çoşumu ummak, beklemek hakkımız olmalı. Böyle olmuyor da, kusursuz ambalajı içerisinde şu acı, üstelik işlevsiz ilacı yutuyorsak, ölçeği doğrultamıyor, ilişkisiz şeyleri doğrudan ilişkilendiriyorsak, yani aşk, kutsal aşkla teraziyi dengeliyor ve dünyayı açıklığa kavuşturuyorsak, aşka da (ne ise?) biraz kıyıyoruz demektir. Şebnem'i hiçbir aşk da tartamaz, kaldıramazdı görünüşe göre. Yoksa tartabilir miydi? Yoksa Ayfer Tunç toplumuna yazar gözleriyle bakıp da benim göremediğimi mi görmüştür (Bundan hiç kuşku duymadım duymasına). Şu sakız gibi ağızlarda şişirile patlatıla çiğnenen ucuz aşk yaveleri artık ölçünlü tartım aracı gibi mi kullanılıyor ve yazarımız bu koca ve kof yanılsamaya mı vurgu yapıyor? Ama romanın bitimi (final) ve onun taşıdığı iyimserliği bir ironinin eşsiz belirimi olarak görmek ve algılayabilmek için benim kavrayış gücümün yetmediğini burada itiraf ediyorum. Ben demek, hep basite yontan bir eğilimi taşıyorum içimde. Böyle olabilir. Bunu söylemekten çekinmiyorum. Aşkın(ın) kucağında dertop, sütünü emmiş, doymuş Şebnem görüntüsünü (artık başına ne gelirse, ne gelecekse gelsin) nasıl yorumlamalıy(d)ım?


"Bana bunca güzel şeyi söylemiş, çünkü yavaş yavaş dünyadan topuklamayı düşündüğü sırada kapısını çalmışım ve bana sarılıp kafatasımı avuçlayınca hayatı anlamaya çalışmanın boşuna bir çaba olduğunu hissetmiş. Çok derinden. Anlaşılacak bir şey yokmuş. Hayat varmış işte. O kadar. Bu his ilk kez benliğini sarmış. Ansızın. Aydınlanma gibi bir şey." (289)


Bu kötü (niyetli) romantizmden gelecek şey çok parlak olmayacaktı, olamazdı. Pişmanlık ve örtük bir vaad, neden olmasın. O da gecikmez. İçinizden şöyle dersiniz: Ayfer Tunç bunu yapacak bir yazar değil. Eleştirisini (kafa tutuşu, simgesel şer odağına cepheden saldırışı), böyle (bir sonla) hafife almaz o.


"Babam bana bilinçli bir şekilde kafayı yemiş numarası yapıyordu. Böylece beni affet demek istiyordu: Benim hayata gücüm yetmedi kızım. Baban zavallının tekiydi. Hayatla baş edemedi. Annenle amcana bi geçin karşıma da, bana taktığınız boynuzlarla karnınızı deşeyim diyemedi. Eski güzel yüzünün, kopan kolunun yerine bir yeş koyamadı baban. Mağduriyetini madalya gibi taşıdı, sana devretti. Senin defalarca düştüğünü gördüğü halde tut elimi diyemedi. Babanı affet zavallı kızım demek istiyordu.

"Babam öleceğini biliyordu, kayışı koparmış numarası yapıyordu. Ömrümün son gecesinde sana her şeyin farkında olduğumu söyleyebilecek gücüm olsaydı, bu hale gelmezdik kızım demek istiyordu.

"Mağdurun özür dileme biçimi buydu." (408)


Diyalog da düşer. Melek yitirdiği kanatlarını bulmuş, takıyor gibidir ya, şimdi bu konuşmayla düşmüştür, sonuna değin yitirmiştir asıl. Buna yazı(nı)mızın da, özelde yazarımızın da hiç gereksinimi yoktu, olamazdı. Yani düşen yazı(ını)mızdır, bir kez daha:


"Gidemezsin ya da birlikte gideriz, o kadar.?

"Yüzümü avuçlarına aldı. Dolu dolu baktı. "

"Sen aslında müthiş bir anarşistsin, farkında mısın?

"Sonunu bilerek ve gözümü kırpmadan yaptığım şeyin eşi bulunmaz bir cesaret olduğunu söyledi.

Kameramın karşısına geçip ağlayarak söylediğim sözlerin bu zavallı çağa yakışan bir yıkım manifestosu olduğunu söyledi.

"Demiştim ki bu CD?yi izleyecek olanlara: Riyanın altın çağını yaşadığı bu dünya artık bir çirkef çukurudur. Siz hâlâ bu dünyaya inanıyor musunuz?

"Gözyaşlarımın, zalimlerin mahvettiği dünyaya yakılmış bir ağıt olduğunu söyledi." (430)


Eğer bu dünya bir çirkef çukuru ise, aşka rağmen, Ali'nin aşkına rağmen mi böyle? Ali bir kahramanca (!) sevilmeyi kavramış, hak etmiş mi? Ali romanda doğal olarak (yukarıda anlatmaya çalıştığım tutmazlıklar nedeniyle) dolgu olmanın ötesine neden geçemiyor? Diğer karakterler de Şebnem'in bakışında biçimlenen, kırılıp dökülüp tümlenen birer karikatürden başka şey değiller. Şebnem'in dünya tasarımı bu denli mi tartışmalar üstü? Bunu kim, nasıl bilebilir? Alaysı, ironik bir kuşku payı yazarımı bana getirmez, vermez miydi? Ayfer Tunç toplumun buna, bir duyguya; arı, duru, lekesiz kalmış bir şeye gereksinim duyduğunu mu düşündü birden, şimdi tam zamanı mı, dedi? Şebnem'i gibi, o da mı aydınlandı apansız? Bu bir perde mi, yoksa ara perde mi? Usun toplumu kavrayabilmesi ve aşabilmesi için seçilen bu yazın yöntemini, bu anlamlı örnekle acaba yeniden tartışabilir miyiz? Başkalarının çoktan ve hep yaptıkları şeyi, bir kez de yazarımız yapınca ona neden çok gördük, görüyoruz? O onu yanlış anlamış, biri öbürünün önünü açmış, özveri gırla, bütün boşvermişlik, ilgisiz görünmeler arkasında ne de büyük duyarlıklar saklı (mı?), aman aman. Yoksa her gün tanık olduğumuz, iyice ayağa düşürülmüş cinselliğe ve beylik klişelere arsızca indirgenmiş aşk (ne ise?) sözceleri (ifade) arkasında duran (yatan) masumiyeti, saflığı, örtük naifliği mi ıskalıyoruz şurada, durduk yerde? Beceriksizlik kendini kabalaşarak mı dışavuruyor? Kırılgan sözcüğünden, çok kullanıldığı için bu denli tiksinti duymamız haksızlık mı? Böylesi pespaye dil (toplum dili) gizlediği bir özleme mi, duyarlı bir arayışa mı karşılık düşüyor? Uluçmüdürler dünyasında sokaktaki dil ve duygu (hadi duyarlık diyelim) kendini böyle mi savunuyor? Tepkinin dili, tepki düzeyinde konuşlandıkça temiz kalabilir mi ve nereye değin? Tenimizi çıkarıp askıya asabilir, tinimizden ayırabilir miyiz? Çıkarıp askıya astığımız tinimiz olmasın yanlışlıkla (yanlışlıkla mı dedim?) Bu öykülerin, anlatıların ciğeri çoktan sökülmemiş miydi? Ayfer Tunç'un başından beri yaptığı bu değil miydi Allahaşkına?


*

Ben sevgili yazarıma bunu kuşkusuz daha başından bağışlarım. Onun bunun için değil, yazdığı, yazmak istediği için yazardı. Ne yazsa, baştan haklıydı. Hem ayrıca, bu yüzden, daha az kışkırtıcı değil ki…