Fakir Kene

Zeki Z. Kırmızı / 2016

Birhan Keskin

Keskin, Birhan; Fakir Kene (2016),

Metis Yayınları, İkinci Basım, Mart 2016, İstanbul, 77 s.


Birhan Keskin benim Türkçe yazan şairlerimden, en önemlilerinden biri. Benim şairim oluşunu kanıtlamam gerekmiyor ama web sitemin (www.okumaninsonunayolculuk.com) daha ilk Sunuş yazısında yıllar önce adının geçtiğini, belki de şiiri için o sunuşta ‘gövdeli’ nitemini ilk kullananın ben olduğumu, tüm şiir kitapları hakkında yıllık okumalarımı içeren dosyalarda yazdığımı ve yayınladığımı belirtmeden geçemem. Yarım yüzyılı deviren okurluğumda Birhan Keskin şiirinin, o şiirdeki şiir birikimimizin yeri, rolü hesaba kitaba gelmez, gelmeyecek de…


Yaşadığımız dünyaya tepkisini geliştirdiği şiir biçimiyle (format) tikelinden genele yayan ama arada herhangi bir kopuşa katlanamayacak olan Birhan Keskin, şiirinin genişleyen çemberini asla odaksız (kendisiz) bırakmıyor. Ama onda Kendi, en başından beri ıra (karakter), bir kişidir. Daha doğumundan kendinin İsa’sıdır, dolayısıyla hepimizin. Çile (daha doğrusu bedel, kefaret) çemberi de genişlemektedir bu nedenle. Söylediğim bu giriş tümcelerinden ‘görev’ (misyon) ya da yalvaç çıkarmak erken ve yanlış olur. Bu göndermeyi (ima) kendisi şöyle karşılardı bence: Kendimi bile kurtaramamışken… Hem kurtuluş nedir ve kim kimi kimden kurtarabilir?

Birhan Keskin şiirini tepkileşim içinde kavramayı yadsımakla başlamam gerek işe. (İş ne ise?) Nedenlerin ve sonuçların arasına sığacak, sıkıştırılacak biri ve şiirinden söz edemeyiz. Herhangi bir neden ya da sonuç, şiiri açıklamaya yaklaşsa da yetersiz kalır, her iyi şair ve şiiri için olacağı gibi. Eğer becerebilirsem bu yazıda da şairimizin şiirinin kökünde yatan ağrıyı duymaya, şiirine kişisel ve bir başka bakış açısı sunmaya, sorusunu kendimce çatmaya ve değerinin kaynaklandığı dil içi çatışmasına (dram) dokunmaya çalışacağım. Hakkında yazı(n) çevresinde, yakın uzak büyük bir ilgi olduğunu, çok yazılıp çizildiğini, kendisinin de son zamanlarda eskiye oranla daha cesaretle ortada göründüğünü belirtmem gerek. Birçoğunu görmediğim bu yazıların ve yaptığı söyleşilerin peşine düşmem gerekirdi belki ama düşmedim. Onun hakkında kendi geçmiş yorumlarıma da (önemli bulmama karşın) bakmaya gerek duymadım (nedense). Birhan Keskin düşüncesini anlığım içinde biriktiriyor, geliştiriyorum. Bu arada tek kitap okumalarımı yapıyor, kitaplara odaklanarak yazıyorum. Şimdi de böyle yapacağım. Söyleşilerinden birinde (Serap Çakır’la söyleşi, Cumhuriyet Kitap Eki, 07 Mart 2016) söylediklerine başvurabilirim. Sevmesem de, yararlı olduğunu deneyimlediğim yöntemle önce şiirlerin üzerinden bir kez daha geçecek, şiirleri yeniden okuyacağım.


*

Kitabın girişine bir Kargo şiir koymuş yazar ve paketi benim (!) için (okur) hazırladığını söylüyor ilk tümcesinde. “Lazım olursa açar okursun.” (9) İkinci tümceden (ilk dizede) başlayarak her dizesi birkaç tümceden oluşan ama tüm tümceleri tam ya da zengin uyaklı, ikinci tekil kişi yönelimli bir seslenişle yazılan ve yazardan okura dolayımları git git azaltan bir bildirim (manifest)-şiir. Daha ilk şiirde şiiri, yazanı ve okuyanıyla doğrudan bedenleşmeye, değişmeye, ilişki(lenme)ye çağıran bu şiirin niyeti açık ve saydamdır. Yazar okura gerektiğinde kullansın, gereksinimlerini gidersin diye kargoyla paket yolluyor: Çünkü iyi günler, kötü günler, kışın en karası, uzun mu uzun karanlıklar kapıda ve yün hırka, battaniye, bir çift söz kenarda yedekte olsun.

“Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun.” (9) Acıyı hep birlikte çekiyoruz, yazar, okur ve aslında biz. Kardeşiz. Gereğiz birbirimize. Şiir bunun için var(sa var). Keskin, dünyaya bildiriyor gerçekte, yani soruyor: Şiir niye var? Neden şiir? “Dünyanın acısını başkaları da duysun!”, diye. (9) Acı paylaşılsın, diye. Şimdi ve burada şiir acıları tümler, kardeşler ve direnmeyi (acı çekmemeyi) olsa olsa yükseltir ve şimdi burada bunu yapmıyorsa ‘işe yaramıyordur’. Ey Okur kulağım, işitiyor musun bu sesi, ne diyor bak! Şair Birhan Keskin şiir bunun için değilse başka bir şey için de olmasın, diyor, diyebiliyor. Tuğrul Keskin’in Kandahar’ından (2008) sonra çöl(ümüz)de ikinci seher yıldızıdır Fakir Kene (2016).

Kargo şiirine göre bu kitap acı ortada görünsün, kalpte gömülü durmasın, diye yazıldı. “Az unut”mak için. Okurun canı çok sıkılırsa konuşsun diye doğayı koymuştur kitabın içine yazarımız. Çok soğuklarda ısınsın diye, “küçük, mutlu güneşler”. Daha önemlisi inançlı bir inat da vardır içinde. Çünkü “o inat neyse sen osun”. Yokuş elbette olacaktır. Çünkü terlemek, yorulmak kaçınılmaz inatta, direnişte. Kolayından teselli olmaz. Kolay hiçbir şey olmaz, olmamalı. Elini sokacaksın taşın altına, yokuşa saracaksın (Sisyphus). Ve güneş hem uzak, hem bir kitap denli yakındır: “Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.” (9)

Öte yandan okurunu pışpışlayacak durum da yoktur, herkes bilsin bunu dercesine kışkırtıcı dili de kullanır şair Kargo içinde. “N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!” (10) Şiir siyasettir, gördüğümüz gibi. Direniş aktöresi ve cephesinin bileşenleri oluşturulmaktadır adım adım: doğa, dayanç, (öz)bilinç, sabır, sanat (müzik) ve silkintiotu. Sil-kin-ti-o-tu. Sil-kin-ti. Sil-kin. “Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun.” (10) Aynada kendine bak, güçlü, donanımlı kalmaya bak, silkinmene, ayağa kalkmana güç ve kardeşlik (öteki beden) gerek.

Birhan Keskin’in kendi şiir tarihi içinde bildiri (manifest) düzeyidir bu. Soğuk Kazı’da (2010) ipuçları vardı bildirisinin. Şairler sözü kaz gibi çeviremez (Ni chicha ni limona, Victor Jara, 1971), dünyayı üstlenmeden ve görmeden edemez, etmemeli. Doğrusu böyle beklenmedik bir kargo paketini açtıkça etkilenmemek ve dönüp kendine, kimim, neredeyim ben, dememek olanaksız. Ya bu şiirin (Fakir Kene) okurusun ya da şiirin karşısındasın.

Şimdi paketi açmaya başlayabiliriz. Önce Kardeş Payı. Macbeth (hidrofor) uykumuzu öldürdü ve 30-40 yıldır (1980’lerden beri) uykumuzun peşindeyiz. Kent (apartman) hidroforu uyku durak bırakmadı, insanı (!) yerinden oynattı. Bir iki derken belki çoğunluk alıştı sese ama birileri de takıldı, ses beynini oydu ve ele geçirdi varlığını. “Ama doktor bizim apartmandaki hidrofor var ya…” (13) Şiirin geçmiş tüm olanaklarını, psikotik sunumlarını da biçimsel doruğa taşıyan (yansılama, ses aktarımı, somut şiir, kaygı, gündelik yaşam söylem kipleri: takıntılılık, sokak, taşkınlık, vb.), içeriği kütlesiyle, gövdesiyle ve ağırlığıyla geometrik yüzey ve kesitlere bağlayan Hidrofor, Keskin’in ‘cinnet’ biçeminin yine başarılı örneklerinden. Artık şiirin öznesi çöküntülü, içine çökmüş (depressif) biri değil belki. Buranın öznesi varlığın (gündelik yaşam) ayrıntısına takılan, kilitlenen ve takıldığı şeyi aşmadıkça rahat huzur bulamayacak olan, ayrıntıyı yaşam koşuluna bağladıkça da takınağı artan çoğalan bir sapkın (psikopat). Ama artık bir kişi değil o, bu yeni şiirde ‘yerine’dir, hepimizin yerine, hepimizin suçortağı, ortak günahımızın keçisi, İsa’sız bir İsa, hepimizin takıldığının (Şeyin) göstergesi. Delilikten sevinç çıkarmanın ne yeri, ne sırası elbette… Delilikten sevinç çıkmaz ve bataklık sürdükçe delilik sürecek. Bizlerden biri, apartmanın orta halli oturanlarından (sâkin) takınaklı sapkınımız durduk yerde imler, düşler, hayaller gören biri mi? Hayır. Apartmanın hidroforu 7/24 çalışıyor: “Foorrrrrrrrrrrrrrrrhhg Tag” (15) Bu gerçek, yaşamı paramparça eden bir ses. Ama şiirin daha derin bir sorgulaması var. Ortalama çoğunluktan takınaklı sayrıları kitlesel olarak fabrika üretimi çoğaltan egemen dizge, karar verici, uygulayıcı, canı istedikçe oramızı buramızı delen, ırzımıza geçen, becerilmedik anımızı, yerimizi, tenimizi ve tinimizi bırakmayan arsız bir baskılayıcı. (Tacizci, despot ve erkektir, düzenin düzücüsüdür, ne beynimizi, usumuzu, ne kulağımızı, ne gözümüzü bıraktı ş’apılmadık ve niyeti daha da kötüdür üstelik.) Bu şiir yaşadığımız aşağılayıcı cinnete, son zamanlarda gördüğüm en güzel karşıkomadır (itiraz). Anlatıcı (yaralı) doktora, ‘memleketten 30 yıllık uyku alacağı’ olduğunu söyleyerek başlıyor Hidrofor şiirine. Demek 80’li yıllardan beri hidrofor uykuyu ve anlatıcıyı parçalıyor. Bu önemli bir imleme, tarihleme. Şiirin kökü, bedeni bir ucundan tarihin içine batık... Ötekiler nasıl uyuyor o zaman? “Ah, doktor ben ne bileyim!” Bu harlı zamanda dünyayı yazmaktan başka şey istemiyor ama hidrofor bırakmıyor ki. Anlatıcı (şair) kuşatılmış, her şey elbirliği içerisinde o yazamasın diye canla başla uğraşıyor. Türünden umutsuzdur, başka bir türe ( cama konan kamburî kuşlar), doğaya sığınmış, az da olsa teselli bulmaktadır. Kendi türü (insan) zaten şiirden anlamıyor, aslında hiçbir boktan anlamıyor: “Şiir dedim de aklıma geldi, yeri değilse bile söyleyeyim. Bu bizim millet şiirden bi bok anlamıyor doktor! Avni abi misal.” (14) Hem uyku olmayınca şiir hak getire. “Ne olduysa bana bu uykusuzluktan oldu zannımca.” (15) Tekdüze bir işkence gibi her sabahla çalışmaya başlayan hidrofor, tüm apartmanı, tüm kenti, ülkeyi, belki dünyayı (usu) zaptürapt altına almış olmalı. Dünya şiire göre değil ona (hidrofor) göre yaşıyor. “Her gün her şey tekrar ediyor.” (15) Ve şiir sevmeyen milletimiz el ele vermeyi de sevmediğinden sorun ve uykusuzluk hidrofor tık diyene dek sürecek. Siyasetin yüreğinden yükselen Birhan Keskin şiiri böylece iki şey söylemiş oluyor: Şiiri sevmeden ve el ele tutuşmadan olmaz. O zaman bizler de oturup düşünelim değerli şairimizin bıraktığı yerden: Şiir nasıl, neden sevilir ve el ele tut(uş)mak nedir?

Tespih aralıklı tek dizelerden ipe dizilmiş bir şiir ilk bakışta, görünüşte. (Somut şiir). Bu, bu imge, nereden hayıflanması içre, o az çok toplanmış, bir ipe dizilmiş ‘yurttan sesler korosu’: horoz, kedi, kuşlara silkelenen sofra bezi, kör sağır dilsiz Sami, ninenin kemiğinin sızısı, vardiya alan işçi, nemli duvar, ‘bu meleye meleye yazıyı bekleyen meram’, muhtarın susuzluğu ve aha bu da bardağı (Edip Cansever), Gönül’ün evi, ‘Bu o evler ki kahırdan büyümüş kalpleri’, bu, bu: “Ah bu benim kör şefkatim benim//Ah benim bir boşluğu yoklayan bu elim”. (17) 30 tespih tanesi, budur diyerek gösterilen sahneler dizisi, şefkatle payandalansalar da şefkat yetmez, ip kopar, saçılır taneler, ‘boşluğu yoklayan bu el’de. Taneleri bir arada şair bile tutamadıktan sonra… “Düşecek elimden nar, dökülüp dağılacak taneleri”. Şimdi, kaç yıl geçtikten sonra, dağıldı işte taneler. Ya daha daha şimdi (21 Temmuz 2016, tarih düşüyorum.)

Birhan Keskin, okurunu (beni) yanına çağırıyor Firdevs teyze’de, başıma geleni anlamakta zorlanıyorum: “Sen de başıma gelsene… Beraberce bakarsak belki anlamama yardımcı olursun...” (18), diyor girişinde kendisinin şiir saymadığı metninde. Şair; yaşlı, yapayalnız komşusu, bir ayağı çukurda Firdevs teyze için yazabilir olsa olsa, elinden gelenin en iyisi budur. Firdevs teyze, kitaba girip böyle varlıklaşmaya öyle hakkı olan biri ki Azmi Baba, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal nasıl Tanrı’ya kafa tutacak denli yakınsa, şair de Firdevs teyzesine çıkışmakta öyle yakındır: “Bıktım senin bu beni sevaba sokmak sevdandan./(…) Ama ben bu sokaktaki kuşlara kedilere köpeklere mama ve tabii sana niye yemekti sodaydı çikolataydı getiriyorum zannediyorsun. Adıma sevaplar yazılsın diye mi? Hayır.” (18) O zaten ‘agnostik’ biridir, bilemez öte yanda ne var, ne yok. “Anlamıyorsun biliyorum. Tamam. Ben sana yarın öğleden sonra tekrar uğrarım tamam mı.” (19) Yaşamdan bir sahneydi, üzerinde durulmayan, geçiştirilen, görülmeyen…

Zillet, somut şiirin bir başka ilginç örneği… Kare blok biçiminde bir sayfada “İstanbul sana tepeden baktım,” tümcesi sayfa başından sonuna yineleniyor. Satır sonlarında kesme yok. Yahya Kemal’in ünlü dizesi ‘Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul’ yankılanmış. Ama oradaki yüceltme yerini ‘zillet’e (aşağılanma, horgörülme, alçalma) bırakıyor. Soru şu: Şiirin kalıplanmış öznesi Ben, tepeden bakan kişi mi, yoksa bakılan kent İstanbul mu ‘zillet’ içindeki. Şiirin bütüncül görüsel okumasından benim anladığım bir pelesenk zilletinin söz konusu olduğu. Eski konumlar, mitolojik söylemler ve onların iki yönlü tüm varsayımlarının papağan ya da takılmış plak gibi yinelenip durmasında, bu durumun kendisinde bir ‘zillet’ söz konusu. Çünkü ne Ben, ne Ben’in tepede konuşlanışı, ne imparatorluklar başkenti bakılan İstanbul, ne de yukarıdan aşağıya (karayergi!) bakışın kendisi yerli yerinde, doğru ve geçerli. Bu mit içrelik önkabulünün kendisinde (artık) içleracısı bir sefillik, ‘zillet’ var. Dikdörtgen şiir aynanın çerçevesi içerisinde kendini durma üreten ve ekleyen bir zillet, başka da hiçbir şey. Bu büyük bir eleştiridir, geçmiş saplantısına, boşalmış içeriği yokmuş sayma avuntusuna, aslında tinsizleşmeye.

“Ne diyeyim allahım” dizesiyle açılan İskelede Bir Çırak, dünya, ülke, insanlardan yakınma bir tür, Tanrıya. Tanrıyı insana salma yakarısı. İyiden iyiye güncelimize (toki, beton, hızlı tren, köprü, vb.) gönderme yapan, böylece yıllar ve yıllardır özlem duyduğumuz ‘günle de konuşan’ şiirin saygın, anlamlı örneğini ortaya koyan Birhan Keskin’in yazı(n) çıkmazımıza çok gecikmiş bir seçeneği sunması yürekten alkışlanmalı. Şiirin ayracası yok, şiir her şeye bulaşır, si(n/y)er, yine de nasıl şiir kalır o zaman, iyi bir sorudur. Öyle söylendiğinde belki de düşünülmesi gereken konu, yine yeniden şiir neden şiirdir, sorusu. Ne olunca sözcüklerden şiir çıkar? Şiiri soylu tikel ya da evrensel izleklere, içeriklere bağlamak eski, çok da yabana atılamayacak bir görüş. (Örneğin, bkz. Ranciére.) Türkçe şiirin kendi diline, dilinin eda(lanma)sına çoktan yakınlaşmış Birhan Keskin, şiiri yaygın (?) biçimlerde şiir yapan şey üzerinde denemelerini sürdürüyor bence ve geldiği yerde daha yoğun bir gündelik (toplumsal) yaşam çıkartması içinde. Aslında şiir üzerine düşüncesini derinleştiriyor. Çünkü en başından kimi biçimsel öğelerden onların doğasına ters ya da karşıt etkiler yaratma (müzikte sıkça karşılaşılan bir durum bu, örneğin yaylı çalgıyı vurmalı çalgı etkisi yaratacak biçimde kullanma…) eğilimi Fakir Kene’de doruğa ulaşıyor. Sescil vurgu ve şiirde ses yüksekliğiyle yaratmak istediği fiziksel (mimari) etki somut şiiri, biçimin içerik olarak doğrudan algılanmasını amaçlayan bir şiiri önümüze getiriyor. Tek tük örnekler şiir geçmişimizde olsa da yanılmıyorsam ilk kez (Necatigil’i unutmuş değilim) böyle dizgeli, böyle tümcül ve deneysel bir şiir izlencesi uygulanmaktadır. Çünkü diyorum, çünkü anlambirimden (tümce) sözcüğe, sözcükten sese düşeli çok zaman geçti toplum olarak. Şimdi sesin şiddetine bağlı ve duyarlı olanaksız bir söyleşme (diyalog, aslında boş, geveze konuşma) cinneti yaşıyoruz. Bunu en iyi kavramış insanlardan biri Fakir Kene ve önceki kitapların yazarıdır. Yalnız somut ve denetimsiz ses dökümleri, sıçramaları mı, hayır daha çoğu. Dilin yozcul sapması da güncelin batağında şiirsel bir ime, hatta imgeye, hatta göstergeye dönüşüyor: “ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun” (25) Ve tam yerini buluyor. Artık arabesk, arabeskle aşılmıştır, buradan sonrası bu dünyalı bir şiirdir. Yani şiirdir. Ben de bu şiirdeki gibi düşünüyordum bir süredir. Şiiri araçlaştırmak, şiirle burmak, önümüze konanı ters çevirip… Her neyse. “Diyor ki, boynuzlu köprü yaptırdım gelip geçmeye/ haliçin ortasına bak nası’ seksi.” (26)

Aynı direnişçi, kafa tutan ses bir sonraki şiirde, Çimenlerin efendisi’nde sürüyor: “Beni dize bilmez sanma/Beni dize gelmez san!” Birhan Keskin şiirini ortaya sürmektedir. Dize gelmez olmadan dize bilir olunmaz, demesi eşsizdir. (Ben öyle anlıyorum.) Umarsızlıktan balığın yaralı ağzıyla konuştuğumuz doğrudur: “-Betonu icat edene yazıklar olsun!/ (Şehir denen şeyinizin şeysine fuck)” (27) Betona karşı çimenin bildirisini (manifesto) dilleyen yazar gölgesinde uyuduğu ağaçtan razıdır: “Ve zerre ipimizde değilsin başkan.” (27) ‘Medeniyet denen şeyin naylon poşeti’ne göndermeyi izleyen dizeye bir bakın: “Bunca katlı yol bunca kavşak/ Kavuşturmuyor bu şehirde insanı birbirine” (28) Benden küçük Birhan Keskin’in şiir yazan elinden yalnızca bu dizeler nedeniyle bile öpebilirdim: “birazdan, metro da geçsin biraz da burdan.” (28) Betonlaştırma cinnetinin dehşetini anlamak “Kala kala bana kaldı evet,/Bir gülün merkezini aramak” (28) Ve şiirin sorması gereken soru tüm haklılığıyla geliyor arkadan: Kimdir buralı? İnsan mı, ağaç mı? Gerçekte insan buralı olmayan tek türdür. Başkalarının da bura’sını yerle bir edecek denli aymaz şu insan. Herhalde ‘canını sokakta bulmuş’ olmalı.

Orhan Veli’nin ciğerci ve sokak kedisini anlattığı şiirini yansılayan ve bir başka can alıcı gündemi yekten, açıktan ortaya koyan, uzam ve zamana yayılan tüm eşitsizlik öykümüzü öfkeli direnişiyle somutlayan bir başka şiir: Kardeş payı. Beni okuru olarak kıvandıran bir şiir bu. Unutmak içik akla karayı seçtiğimiz emek ürünü kavramlarımızı (Derrida’nın hayaleti çağırması gibi) birer birer çağıran Birhan Keskin açılışı şu beyitle yapıyor şiirin tümüne yedirdiği gizli, ezgisel bir uyaklamayla: “Bana ekmeğin kabuğu/ Sana steak sana fusion sana dünya mutfağı” (30) Bizim (sokak kedileri) payımıza düşen; ekmeğin kabuğu, biber gazı, nayrobi dolmuşu, kara yazı, sivri şeyler, geniş keder, ter içinde ten’dir. Paylaşım örnekte görüldüğü üzre denk, eşit ve kardeşçedir (!) Bu kardeşliği (!) Birhan Keskin duyarlığının atlaması olanaksızdı. Böylece Türkçe uzun, çok uzun bir aradan sonra yergisiyle (hiciv), şair de yergicilikle (heccav) buluşuyor. Çünkü hınzırlık da gerekiyor, çünkü Garip de şiirimizin bedeni içinde diri duruyor, yalnızca buradan çağırmak gerekiyor onu.

Kara çıkalım Abdullah (Cömert?) için yazılmış bir şiir. Şiirde yapı dengesi anlambirimi parçalayan sesbirimleri ile sağlanmaya çalışılmış desem yanlış olur. Denge değil, şiirin ve yapının ve yaşamın uyumu, dengesi değil, duraysızlığı, dengesizliğinin uyumsuz, örtüşmeyen açıklığından sızan kanın, Dan Dan iki ateşin arasında kalan kar Abdullah’ın ölümünün vuruşlu sapması. Bu yapı bizi (okuru, aslında hepimizi) korumayacak, atışı bize yöneltecek: Dan! Dan! Duyuncun (vicdan) doğuştan olmadığını, içimizden çıkarmamız, yaratmamız gereken şey olduğunu görüyoruz işte. Kardan adam sözcesi müzikal tümcenin çeşitlemeleri gibi içerik ve biçim bozunumuna uğratılıyor ki çıplak sesle, vuruşla, sert çarpmayla yeniden bedenleşelim ve bu kez öldürüldüğümüzü anlayalım. “Bak bu kar Dan Dan A! Dam.” (32) İlk dizede usumuz bozguna uğradı, anlamak istediğimiz gibi anlayamadık ve katamadık onu uykumuzun derinliklerine. Dil şaşırttı, alışkanlığımızı deldi, patlayan tabanca gibi geldi, vurulduk, bunu duyumsadık. Birhan Keskin’in bu şiir-yapı siyaseti yeni değildir, en başından vuruşu (dizem, ritim) asal öğe konumuna yükseltmiş, dilimizin olanaklarını daha önce yapılamadığınca güzel yorumlamıştır bu tekniğiyle. Şiir aynı zamanda bir aygıta zorlanmaktadır, bunu şiiri tanınmaz duruma getirmeden yapmak titiz kavrayış, ince emek gerektiren bir şey. Bu ince emek süreci içinde şiirin kök duyusu (öfke) hasarlanabilirdi. Şiir yarasız çıkıyor, şiir (öfke) kalıyor ve biz şiiri siyasetin bin rengi içinden yine de şiir olarak okuyoruz.

Aslı Serin’e (şair?) sunulan Sağlıklı yas, “Yas ne Ross?” (33) dizesiyle açılıyor. Hemen ikinci dizede şair, bizden önce soruyor: “O ne?” (33) Üsteliyor da halk ağzıyla: “Yas, üstelik sağlıklısı ne bunun, ha benim kuzum!/ Biz ufak ufak ölmek diyoruz memlekette buna.” (33) Elisabeth Kübler-Ross (1926-2004, ABD) üzüntüyü irdelediği ve beş aşamasını tanımladığı Kübler-Ross örnekleminde, Yadsıma (denial), Öfke (anger), Pazarlık (bargaining), Çöküntü (depression), İçleme, Benimseme (acceptance) sıralı diziyor tepkilerimizi. Zizek bu kuramı, hangi makalesiydi anımsamıyorum, neredeyse olduğu gibi kullanmış, yorumlamıştı. Birhan Keskin ise bu beş köşeli başetme yolu içinde 'yas'ı koyacak bir başka köşe arayışı içinde görünüyor. Beşli belli ki yatmamış usuna. Biz sıra mıra bilmez, “Aynı günde ölür aynı günde yıkar aynı gün gömeriz.” (33) Zıvanasız buralı dünyamızda uygarlığın terimleri, ilişki biçimleri, usu sökmez. Bir bomba patlar çoluk çocuk yaşlı demeden herkesi anında eşitleyiverir. Beşi bir yerde yaşanır her şey. “Ölüyorlarız.” (34) Hiçbirimiz daha ben olmamışız, ödümüzün patlamasını da yen içinde tutarız. Zurnanın zırt dediği yerin bilimi, aşaması, tanıma gelir yanı olur mu? Bilim, duyunç ve daha kimbilir neler delinmiş araba lastiği gibi hava kaçırır. Cinnetin ille de bir yasası aranacaksa adı yasasızlık olurdu: “Geç bunları Ross, geç bunları.” (35)

Aslı Serin’le birlikte yazıp önce www.anitsayac.com sitesinde yayımlanan ve ‘erkek şiddetine dikkat çekmek amaçlı’ ortak şiir çalışmasının adı: http://www.anitsayac.com başlığını taşıyor. Dipnotta şöyle diyor ikili: “Biliyoruz ki kadın cinayetleri politiktir. Ama unutmasınlar ki meydanlar, sokaklar bizimdir.” (39) Şiir iki yazarının birbirlerine seslenmesi biçiminde kurgulanmış ve iki kadın sereserpe kadınlık erkeklik meselesini masaya yatırıyor. Söz sakınımsız, açık ve yekten... “Cinsine koduğum derdi benim dedem kendi cinsine.” (38) ‘Dönme’ değişmecesiyle çatılan iki dizenin karayergisel gücü dili de sıçratan bir güç: “Dönelim Van’da bir kadına, dönelim Mardin’de, dönelim İzmir’de/ Dönelim Birhan bak geç oluyor hava kararıyor evimize dönelim” (38) İçerik aktarımı, imgenin altının oyulması bize, tersinden söz eylem ikircimini yaşatıyor. Deriz ama korkumuzun kaynağı dediğimizden büyük(tür). Desek de demesek de bizi aşan, şiirsiz bir geniş alan (arazi) var. Ot bitmiyor orada ama bir yonca uç vermesin, tırpanı elinde sürü çullanıyor üstüne. Kimle konuşacaksın, kime anlatacaksın derdini. ‘Cinsine koduğum’a mı? “Şakağımıza silahı dayayanlar kimler, kimlerdi Birhan?” (38) İki uçlu, iki kaynaklı ‘zıvanalı geçme tekniği’ ile yazılmış şiire de dönüp bakan şiir “Acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor./ Bitişmiyor. Birinin acısı öbürüne geçmiyor.” (39) İki sesli kanon birbirini destekleyerek iki ayrı ses, beden, acı olduğunu da kanıtlıyor. Birden ikiye geçildiğinde tek’den çok’luğa geçilmiş olmaz, bazen de 2, iki tane 1’den oluşur (1+1=2) Çokluğa karşı direnişin tekniği desek de olur belki ‘zıvanalı geçme tekniği’ne. Savaş çağrısıyla biter şiir: “Yeter artık, yeter çıkalım zıvanadan.” (39)

Dogmayaydın, şiir içinde yineleneduran sözcük, aynı zamanda şiirin de başlığı. Bir yerde şöyle diyor Birhan Keskin: “Ben bu şiirin esinini bir Eskimo’dan aldım ama” (41) Esini derken kullanılan dili, dilin yansılamalı kurgusunu mu kastediyor, yoksa dogmayaydın sözcüğünün esinle bir ilişkisi var mı belirsiz. G imi eğer yumuşak g (ğ) yerine kasıtla kullanıldıysa ses çarpıtmasına im çarpıtması da ekliyor diyebiliriz. Böylece diğer şiirlerde olduğu gibi çağrışımlı bir çiftanlamlılık şiire birden çok akak (vadi) açıyor. Biz (yen içi biz mi?), seslenen ben, seslenilen (ben ya da öteki), vb. ile karşıt akımlar, dalgalarla kendimizi büyük kapsar kümenin (aynı teknede aynı yazgıya doludizgin kapılan biz) parçası olarak kendimizle konuşurken buluyoruz. Sırıtkan ikiyüzlü halimiz patlıyor dökülüyor ortalığa (sanki). Dogmayaydın, eğer doğmayaydın ise vurgu(su) önemli. Sözcüğün yönü, kimden kime yöneldiği, nasıl vurgulandığı (öfke, pişmanlık, vb.) karayergisel (ironik) bir yelpaze açıyor ve genleştiriyor şiiri. “Kahr oluyoruz, ne güzel.” (40) İlk tümce acısıyla, yaşadığıyla uzlaşmaktan öte, ondan keyif ve vurdumduymaz yazgı süzmüş (arabesk) bir karakterin sesini anıştırıyor. Şiir bu eksende sürüyor. Bir ses sızlanıyor, aynı ses bir süre sonra ortama ayak uydurarak (uydumcu bir vurguyla) içinde yaşadığımız dünyanın halini yer yer pişkinlikle, bazen de yitirmişin artık gönüllü teslimiyetçiliğiyle (eşanlı olarak doğru ve yanlış sayılabilecek konumdan) dile getiriyor, kafa karışıklığımız sesin tutarsızlığında yansıyor, ama egemen alaycı ses uzlaşmacı bir iyimserlik (görmezden gelme, oportünizm) perdesinde çınlamaktan da geri kalmıyor. Teslimiyetin içeriği tersinleyen üç basamağı ses perdesinde, suskularda değişimle (füg sanatı) bakın nasıl dile geliyor: “Ne güzel sandık sandık.. sandık sandık.. sandık sandık.” (40) Ülkemizin, toplumumuzun yalama olmuş tininin (Tinden mi söz ediyorum ben?) bundan güzel anlatımı olabilir mi? Dogmayaydın nakaratı sahte-karşıt (!) ses atağı olarak insanı yoran uzlaşma, uyma çabalarından belki daha iyisinin hiç doğmamak olduğunu, yine teslim olmuş, hatta düzen gübresinden nemalanmanın (keyfini çıkarmanın hatta) bir yolunu bulmuş arsız/sırıtkan kişinin sızlanması olarak 5 kez araya giriyor. Evet, bir yansılama şiiri Dogmayaydın. Yaşadığımız toplumda küçük kentsoylu adam söyleminin yansılaması… Her şey güzel. “Antin ve kuntin ve demokrasi ve vikvik ne güzel!” (40) “Bak bak kuşlar ne güzel”, derken avanaklığın araladığı cehenneti çağrıştırması da gerçekten bence de çok güzel Birhan Keskin’in. Onu Flaubert’in (ve de Tahsin Yücel’in) yaratısına, öfkeli duyarlık açısından çok yakın buldum. Dalga geçmek, dili Bahtin’vari iç olanaklarıyla saflıktan (hatta bönlük diyebiliriz) karayergiye (ironi) çözüp yeniden çatmak, dili kışkırtıp kışkırtmanın aracına dönüştürmek, dilin yatağına mermi sürmek. Mermi: Dogmayaydın.

Kitabın ikinci bölümü Küçük Şeyler başlığı altında sayı sıralı 6 şiir var. Bir duygu ayracı gibi. Duygunun tomurcuklandığı an: “I. Denizde bir şey var/ Deniz bembeyaz dañ!/ Köpürdelâ/ Köpürcük/ Köpürgân.” (45) ñ’a dikkat… Ses benzeşimlerine dayalı çağrışımlar: dantela-köpürdelâ gibi ya da -cük, -gân eklerinin sıcak, zengin örgüleri denizi bize bildiğimizden çok başka biçimde imgeliyor. Deniz gibi köpüren duygu çıkartmasından başka şey değil imge kuşkusuz. Arkadan gelen birkaç dizelik şiirler küçük duygular, heyecanları açıktan imalıyor. Taşta saklanan fosilleşmiş duygu hiç bozulmadan varlığını korur, ağır taşla korur kendini insan: “Nasıl benzedim taşa, ya da taş bana nasıl,/ bilemezsin.” (48) Taşın ve onun ağırlığının şairin önemli imgelerinden biri olduğunu anımsamak gerek. Taşın oturup kalışını, yerinde ağırlığını, taşlaşmayı, taş toplamayı ve taşımayı bilen biridir. Bir şey insanın içine taş gibi oturur ya da insan durakalır, taşlaşır. Sert, katışıksız, som… Duygusuz, içeriksiz olduğunu düşünmek işimize gelir, belki içerik de, duygu da taşla katılaşmış kalmıştır orada. “VI. Bir küfür gibi evde oturuyorum.” (50)

Always on the Move başlıklı ‘yazgı’ ana izlekli bölümde 5 şiir var. Bir tır’ın alın yazısı dediğine göre, genellikle, hep yolda gibi bir karşılığı olmalı. Ama sırayla gidelim: Bırak beni bölümün ilk şiiri. Şiir öznesinin yazgıya, yazgı üzerinden kendine seslendiği şiir... Yazgısal buyruk, özneden hep bir şeyleri bırakmasını istemiştir göbek kordonundan başlayarak. Memeyi bırak, köyü, saçını, solaklığını bırak. “Anlamadım neler bıraktım ilkgençlik yıllarında ralarda ralarda.” (53) Öyle çok şey bırakıldı ki “bırak bırak, bitmiyordu düzünden bu hayat.” (54)

Hıdırellez’de çocuk (kız) annesine sesleniyor: “Anne bak, ben kime yazılmış çok eski bir mektubum” (56) Şairin ağzından annesine seslenen kişinin sorunu bırakıldığı yerde uyuşup kalmak, ona gereken belki de silkintiotudur. İkinci kez adı geçen kurmaca ot, kitabın temel imgesini oluşturuyor. Silkmek, sarsmak, uyandırmak... Şiir sert dili, vurgusu, türün geleneksel uyumunu (armoni) bozguna uğratan atak girişimi ve niyetiyle aynı zamanda işlev(sel)dir (mermi, namluya sürülmüş öfke). “Tekrar düşünelim anne/ Bak bir kere daha soruyorum;/ Ben kime yazılmış çok eski bir mektubum/ Bu ben ne böyle?” (56) Ortak cins yazgısına dayalı Hıdırellez çağrısı, yeniden adlandırılmaya çağrıdır, keçinin inadına, mağaradaki resime. Yeniden başlayalım mı?

Always on the Move (Bir tır’ın alın yazısı) şiirinde, ‘dikine zakkum bir şey’ olduğunu söyleyen özne ‘vakitsiz gel’diğini, ‘gitmesi gerek’tiğini söylüyor. “Biricik idim ben de bir zaman, bak incitmişler bir harfimi” (58) Yola çıkmaktan, gitmekten başka seçeneği yoktur (tır gibi). Kalsa düğüm düğüm olacaktır. “Yine de bu hayat bana git git git diyor.” (59) Yollar daralmıştır, Evreşe sapağından inmesi gerekiyor, kalbi bir yerde kalma diye başının etini yiyor, gitmesi gerekiyor.

Parmağımda bir mavi yüzük, ‘şimdi dünya çok acı’ ile noktalıyor ilk bölümünü. Her şey “Eskide kalmış, okkadar Çin”dir. (61) Bize şefkatle bakan, mavi kirpikleri karlı o dünya şimdi karbon. “Bir gün her şey karbon sevgilim.” (62)

Yaz! Deli tetikte, ‘yaz’ kökünün çoklu çağrışımlarına dayalı deli düşünceye, ters açıya, kirazı taşıyan incecik sapa övgü ve çağrıdır bana göre. Tetikte deli, “yazda neyim ben” sorusunun yanıtıdır.

Cümle Kapısı kitabın başka bir bölümü. Burada yitirilmiş Zehra teyzem (Birhan Keskin’in annesinin teyzesiymiş gerçekte) için bir tür ağıt-şiir okuyoruz yarı şiirsel bir metin boyunca. Hayriye’ye (Zehra teyze’nin kızı) sunulan şiirde şair-özne anlatıyor. “Ergendik, sonra ilk gençtik…” (67) “Beyaz tenli güzel bir kadın. Yaşlandı hep güzel kaldı.” (67) “Benim için en büyük zor, işte bu on altıncı günün gecesinde oldu. Hayriş’le bir arkadaşımızda yemek yedik, dönüyorduk, taksideydik ve senden konuşurken bir cümle kurdu Hayriş. O cümleyle Hayriş’in bütün kalbi sarsıldı, gövdesi sarsıldı, Hayriş’in içine çivilenen acısı omuzumuza çakıldı, işte o an yer sarsıldı. İndik taksiden.” (76)


*

7 Mart 2016 tarihli Cumhuriyet Kitap eki’nde Serap Çakır’la söyleşisinden birkaç alıntıyı arka arkaya dizip sonra düşüncelerimi toparlayacağım:


“Her kitabın kendine özgü koşulları var. Fakir Kene için söyleyebileceğim ilk şey, bu kitap bir toplumsal doku çalışması olarak okunabilir. İçinden geçtiğimiz, çok da kolay olmayan bu altı yıl içinde biriken pek çok meseleye bakan şiirlerle örüldü. Bazı şiirlerin “kahramanları” var.”


“Kaldı ki zaten böyle bir kitabın geleceğinin ipucu da vardı aslında. Soğuk Kazı’nın ikinci bölümünde başlamıştı bu.”


“…yaza yaza konuşa konuşa bu travmalarla belki başa çıkabiliriz. Belki sağaltıcı bir etkisi olur, kim bilir. Bilemiyorum “Daha fazla nasıl açılır ki bu duygunun içi. Öfke işte.”


“Aynaya bak memleketim, fazla erkeksin fazla! Sefil bir erkeklik algın var üstelik.”


“Bu benim kişisel yolculuğumun çok özel duraklarından biri. ‘Zehra Teyzem’ bir metin veya hikâye aslında. Şiir diyebilir miyiz? Bence değil. Çok özel bir süreç ve çok özel bir hikâyesi var. Yazdım ama. Sesli okuyamıyorum. Üzerinden iki sene geçtikten sonra bir akşam bir arkadaşıma okuyayım dedim; yarısında boğazım düğümlendi. Yapamadım. Benim için çok kıymetli bir hayat dersidir ‘Zehra Teyzem.’


‘Firdevs Teyze’de ‘Zehra Teyzem’ de dediğim gibi hikâye aslında. Şiir olarak bakmamalı onlara. Poem/ prose tadı var ama aslında hikâye ve evet, bu kitaptakiler genel olarak gövdeli, fazla konuşmaya ihtiyacı olan şiirler. Masif parçalar, kitaplaştırırken biraz yaydık ki kolay okunsun, okurun gözü korkmasın. Araya nefes alanı sayılacak ‘küçük şeyler’ de koyduk. Bu kitap böyle oldu.””


“Ben, içeriğin biçimi zorladığını ve belirlediğini düşünürüm. Denemekten de korkmam. Nasıl yazılması gerekiyorsa şiir, öyle dayatır kendini. Bu kitapta gövdeli, masif şiirler çıktı. Bu hiç kuşku yok ki içeriğin ihtiyacıyla ilgili.”


*

Gövdeli, masif şiirlerin bu kitapta ortaya çıktığını söylemek şairin kendine haksızlığı olmalı. Şiirinde kütle etkisini ben her zaman algıladım ve öyleler. En kişisel şiirlerde bile biçimlenen, kendini biçimleyen, ortaya çıkaran bir gövdeden ve onun kütlesinden söz etmeliyiz. Fakir Kene kütle meselesini şimdilik doruğa taşıdı desek doğru olacak. Bunu da biçimi soyutlama (stilizasyon) etkeni, örtbas işlemi (ya da içeriksizlik, hafiflik, süs) olmaktan çıkarıp tinin varlıklaşması (tenleşme, yani uzamın zamana serimi), görünürlüğe gelişi (mostralanması), fiziksel, somut etki gücü oluşturmaları için sözcükleri daralaştırıp yerçekimine (gizlemek yerine göstermenin gereği olarak) bağlayarak yapıyor. Biraz karışık bir tümce oldu bu. 20. yüzyıl somut şiir uygulamalarının iki boyutu, ucu var bana kalırsa. Atom fiziğinin nötron ve elektronuyla eşleştirebiliriz iki ucu. Yük değeri olmayan, kütlesiz sanal im (gösterge değil, çünkü gösterge patlamış nesnedir, açık ve anlatan varlık) nötron bir yanda, atoma değerini yükleyen elektron öte yanda. Elektron değeri ve kararsızlığı atoma çekirdekle ilişkilenerek (metafor, gösterge) nitelik (içerik, element) yükler. Somut şiir salt biçimle salt varlık-nesne arasında gider gelir. Yazı siyasetiyle ilgilidir durum. Birinci seçenekte sankilik, bir an için (acaba?) deja vu izlenimi, algının kendinden kuşkulanmasına yol açacak bir geçicilik, hayalet görüsü (!) öne çıkar. İkinci somutlama seçeneğinde ise tenin ten üzerinde çarpma etkisi, doğrudan elektrik akımı, sesin içerik aktarımının ötesine geçen darbeli titreşimi duyumsanır. Siyaset, dizemin (sesler dizisinin) nasıl yığıldığı, yerleştirildiğiyle ilgilidir. Gösterge (gerçekte değişmece, metafor) tanıdık biçimlerinin dışında yeni bir etki gücü kazanır, hem göstergedir, hem değil. Gösteren olağan sonucuna, atılmış bir ok olarak önceden belirlenmiş menziline daha varmadan ya da doğrultu, yön değiştirerek kendine, oka, yaya, atana döner hatta ya da hiç düşünülememiş bir başka hedefe, bağlama. (Gösterenin gösterene düşmesi.) Birhan Keskin yerleşik algımızı sarsmadan şiirle buluşamayacağımızı, şiir gibi sıradışı bir varlığı bile kolayca sıradanlaştırabileceğimizi bilen, bu tehlikeyi görmüş çok az kişiden biridir. Elbette sorun şiiri de aşmıştır ve şiir yazan, şiirin başkasına bakmak zorundadır bugün. Zehra teyzem, Firdevs teyze, geçiş (ara) şiirleri (süit) böyle düşünülebilir. Şiir, gövdesi tiniyle uyuşmazlığından yola çıkıp yeni bir tene/tine kabarıp mayalanır. Biçimden kütle-şiir koparmak diye adlandırıyorum çabayı. Yontma, yontucu işi biraz. Böylesi bir işçiliği Balzac’ta tüm görkemiyle izlemiştim. O da ham kütle üzerinde çalışan bir yontucu gibi yazdı. Ama Jacques Rancier’ye göre (Suskun Söz, Ayşe Deniz Temiz, MonoKL, 2016) yeni tutarlılık anlayışının, dilin dağılması ve öne çıkarılmasının, dilden nesne etkisi yaratmanın, dışavurumculuğun ilk önemli örneğini Victor Hugo vermiştir bir katedrali anlattığı yapıtında (Notre-Dame de Paris, 1831).

Birhan Keskin şiiriyle yeniden edindiklerimiz arasında; günlük dilin, tüm salınımı, edalanması, Gezi anlağı (zekâ), uygulaması ve yaratıcılığıyla şiire yedirilmesini saymamız gerek. Sonuçta her şair için gündelik dil üstesinden gelinmesi gereken konulardan biri. Sınırı ise yazarın gündelik dil uygulamaları içerisindeki yeri, deneyimleri, değişik gündelik dil kullanımları arasında dolanım ve kullanım yetki(nlik)leri, gündelik dilin siyasal düzeyi (yasal, yeraltı, kıyı kullanımları ve özdönüşümlülük, vb.) çizer. Tüm bunlara eşlik edecek olan şey ise yazarın (şair) varlığını, yalnızca sesini değil bedenini de gündelik yaşamla nasıl kesiştirdiği, arakesitlerini nasıl istiflediğidir. Arakesitleri saptayıp yeniden dizdiğinde ortaya çıkan şey kütle etkili, gövdeli bir şiir olacaktır. Kalemle değil de sanki yazarının bedeniyle biçimlenmiş, bedeninden doğmuş bir şiir. (İsa kültü: Şarap, ekmek?) Okuru, anlattığım bu ilişkiden doğan somut (fiziksel) duygu, içtenlik meselesine taşır. En mesafeli okur bile doğal anlatımı (ifade) gözardı edemez olur, özellikle buna çabalasa da. Çünkü içtenlik, doğallık şiirin asal bileşenlerinden olamaz, ama ne asal bileşendir sorusunun yanıtı da boşluktadır. Belki şöyle: Yazar için de, okur için de kendini bir dil içinde bulmaktır mesele ve dilin kuşatmasını varlığında iliklerine değin duyumsamak… Yazgısal birlik, birlikte sürüklenmek duygusu…

Fakir Kene’de beni en çok etkileyen, sahici bulduğum şey üzerinde uzun uzadıya durmayacak, imleyip geçeceğim: Yaşamlarımızın, gün içerisinde yapıp etmelerimizin küçük siyasetlerinden çıkan genel yazgı ve yazgımızla ilişkilenme biçimimiz… Birhan Keskin ölümüne dövüşüyor, şiiri onun bedeni ve bu bedeni sokağa (kağıda, yazıya) hep sürmektedir, kendi umarsızlığının, zayıflığının bilincinde ama o sesi yine de çıkarmadan duramayan bir direnişçi gibi. Onu yenmek, sindirmek daha olanaksız, daha daha olanaksız görünüyor giderek. Bir bedeli yok onun (sözünün). Borcu da yok. Buralılığıyla tanış gibi gelen sesi, başka yerdenliğiyle keskin, acı alay dolu, yıkıcı. Bir bildiri (manifesto) dolayısıyla... Bir insanın kafa tutan, başkaldıran duyurusu… Bana boyun eğdiremeyeceksiniz. Yani eleştiri. Şiirin (genelde yazının) kurtuluşu (ne demekse) eleştiridedir. Anlıyoruz ki şairimiz için varlığını şiire ko’mak, sürmektir şiir (yazmak). Bunun aktöresine (etik) girmeyeceğim nice önemli bulsam da.