Zeki Z. Kırmızı

Açıklama: Bu yazı, Ek bölüm dışında Doğu Batı Dergisi’nin Türk Şiiri Özel Sayısı içinde (2024)yayımlanmıştır.

 

Kendi-içinde evrensellik tekil bağlamın dışında ya da ötesinde değildir: o
bağlamın içine işlenmiştir. O bağlamı içeriden bozar ve sarsar,
böylece de tekilin kimliği tekil ve evrensel yönlere bölünür.”
(Slavoj Zizek, Şiddet, Çev. Ahmet Ergenç, Encore y., 2018, İstanbul, s. 141)

 

Tüm yaşamı kesinlikle şiirsiz düşünülemeyecek Cevat Çapan (d.1933) çağcıl ve güncel şiirimizin ayrıksı kişilerinden biri. Şiirlerini 50’li yaşlarından sonra kitaplaştırması onu Türk şiiri içinde zaman eksenli bir çizgi üzerinde tanımlamayı zora koşuyor. Türk şiirinin etki-tepki, neden-sonuç, bağlamsal ilişki düzeneklerine bağlı zamandizinsel akışını tersine çeviriyor hem şiirin ana izlekleri hem yapı çözümleri hem de tarihlemeler açısından.

Şairce verim ve belirim geç gerçekleşmiş olsa da tüm bir yaşam aynı zamanda, biliyoruz, şiirle iç içe. Yaşamının önemlice bir bölümü dünyadan şiir seslerinin derlenmesiyle ilgilidir ki yazınımızda birkaç büyük örnekten biridir. Bunun altını çizmemin nedeni, olayın iki ayrı kültürü, dili, şiiri buluşturmanın (dolayısıyla ayrıştırmanın), eşleştirmenin ötesinde anlam taşıması…

Cevat Çapan’ın şiire erken dönemlerinden başlayarak yaptığı yatırım, sonunda seçtiği yordam; dinlemek, alçakgönüllülükle dünyadan şiir sesi toplamaktı. Ama onun deneyiminin sonraki aşamaları da en az ilk karar aşaması denli önemlidir. Dünyanın şiir sesleri, şiir biçimleri, şiir nesneleri nasıl toplanır? Yeryüzü sesleri, biçimbirimleri, şiir davranıları ve oluşan imge evreni belli bir sıra ve sıkıdüzen, yöntem, ayıklama, süzme, damıtım işlemi olmadan yalnızca altında yamyassı olunacak bir dağ yaratırdı. Yöntemin önbilgisi ise uygulamayla, eylemle başlanmış ilk yerden ve aşkınsal yinelemeden, yani yeniden emekten süzülecekti. Önsel değildi kuşkusuz. Bir yerden sonra sınırlı kaynaklarımızla sınırsız erişim alanına ilişkin deneyim öteki sesleri, anlatımları kavrayacak bir sezgiye ulaşırdı ve artık bir avuç dünya sesiyle dünyanın sınırsız sesi kulaklarımızda yankılanırdı. Öyleyse asıl önemli olan dünyanın şiirini yakalamak değil yakalanmış şiiri damıtmak, kendi ana dilinin sesiyle işlemek ve bir evrensel, ortak ses (düzeni) yaratmak ya da yaratılmasına katkıda bulunmaktı. Yıllar, on yıllar, çeviri çalışmaları, vb. birbirlerini tetikleyip itekleyip yuvarlayarak içkin bir şiir kaynağı, büyüyen kartopu benzeri şiir duyusu yarattı ve arkaya alınan bütün bu insanlık deneyimi, bir’deki çok’u, yalının dingin yürek atışlarındaki evrensel buluşmayı olanaklı kıldı. Coğrafya büyüyüp dünyalaştıkça şiirin savı yalınlaştı, dilin anlatım gücü bir dışavurum yordamına dönüştü. Artık ben’den bile söz edilmezdi, ben’in kendini imgeleyişinden, geçmişten, geçmişin anılaştırılmış anlarından derlenen ben imgelerinden söz edilebilirdi. Sorun şu ki şiirsel ben’in yayılması, bulaşması, güdümlenişi artık bir erk ve siyaset sorunudur. Herkesi ben’lemekten, herkeste ben’i kurma çılgınlığından uzak tutulabilecek doygun, geçiciliği kavramış, bu nedenle daha cesur ve kalıcı önermelerini, geleceği anımsamaya ulayabilen bir şiir biçimi, bireşimlenmiş bir yaşamın bireşimlenmiş şiiri ve dışavurumu olarak ortaya çıkar ve çıktı. Cevat Çapan’ın rind’liği, yaşamsal derleme ve eyleme çabasının geldiği bu bilgelik noktası şiirin yerel ve genel tarihlerinin de bir gözden geçirilişi, bir eleştirilişi anlamına geldi. Elbette böyle bir deneyimin Türk şiirinde başka (şair-) özneleri de var, bambaşka kişisel tarihlere dayanıyor olsalar da. Ama en belirtik ve gözden kaçabilecek örneklerden biridir Cevat Çapan şiiri. Gelinen yerden dönüşle, başlangıca yönelişle, geçmişe yapılan imge atamalarıyla yeşertilen, ‘Ne yaşadım? Ne anladım? Ne yaptım? Ben miydim?’, vb. sorgulaması gerçekten dokunaklı ama buna karşılık hiç de takınaklı, musallat, duygusal olmayan, herkes kadar değerli, herkes kadar biri olmanın eşitleyici bilinciyle içe akıtan ve akıtılan bir şiir çıkardı ortaya. Şiirin kimi özellikleriyle onu bireyci çağcıl şiir geleneğimizin bir yerine yerleştirmek kolay olurdu ya doğru olur muydu, tartışmak gerek. Öyle görünse de Çapan şiiri bireysel bir şiir midir? Evet, öyledir ve öyle olduğu için de öteki bireyleri kuşatır, aynılaştırmadan kapsamı içine alır.

Bu durumda Çapan şiiri ve şiir haritamızdaki tuhaf sayılabilecek sıra dışı konumu ya da yeri için aslında bir yaşam emeğiyle, derin kazı çalışmasıyla açılan, kazanılan bir evrensellik-yerellik buluşmasından, tümdengelimsel örtüşmeden söz etmemiz yerinde olur.

*

Baştan belirteyim ki Türk şiirine dönük çalışmalar genel olarak iki yönde evrildi ve bu anlamda güdük kaldı. Olgucu, çözümleyici akademik çalışmalar ile daha çok alaylı sayabileceğimiz, şiirin şiir (kendi) üzerine düşünmesi denebilecek, çoğunlukla değişmeceler değişmecesi başlığı altına girebilecek dar alan paslaşmaları, yani değişmeceler dilinin değişmeceler yorumuna uğratılması. Bir bakıma iki yöntem de kendi başlarına yetersiz olmakla birlikte gerekli ve yararlıdır. Şiiri şiirin okuması beklenir ve iyidir. Çünkü şiirden en sonunda yine şiir çıkar. Akademinin yaptığı ise okumadan çok anlamlandırma çalışmasıdır. Ama üçüncü yolun, bireşimin kapı ya da penceresini zorlamak gerektiği (bizce) açıktır. Üstelik iki yöntemin karmasından daha çoğunu sağlamalıdır.


Şiirin Ses Yolculuğu

Çağcıl şiirimizin Ahmet Haşim’den gelen bireysel şiir çizgisinin günümüzde en önemli temsilcilerinden biri olan Cevat Çapan’ın önce tüm şiiri boyunca Türkçeyi içselleştirip çarpıcı olmayan ama derinden derine etkili, içe işleyen şiir dilinin üzerinde durmak gerekiyor. Daha Ara Sıcak’ta1 Türkçenin dinginliği ile enginliği arasında ilk bakışta yadırganabilir ilişki bir önerme gibi gelir okurun önüne. Dinginlik; kasırgalı dünya şiir okyanusundan çıkmış şairin şimdi geldiği durgun sularda, artık yatışmış, büyük sözler etmeyen ve keskin savlarla bir kaşık suda fırtınalar koparmaya en ufak gereksinim duymayan varoluş biçimi önermesinin dışavurumudur. Büyük savları iri tümcelerle dile getirmek önceki yaşamın, savaş(çılığ)ın belki gereğiydi ve şimdi şair, yeni zamanlara demir atıp yumuşak, gürültüsüz dip taramaları yapacak, geçmişteki yaşamlarını anımsayıp yeniden kur(gulay)acak, dünyanın şiir dillerini kendi şiiri içinden süzüp damıtacak, tüm etkilerini bulunduğu yerden üstlenip aktararak, artık büyük-küçük demeden suyu suyla bağlayacak, niceliklerden bağımsız bir su kütlesi, okyanusa eklenmiş damladan ibaret bir şiir yazacak, hatta bir su-şiir yapacaktır. Yapmaktan söz ediyorum özellikle. Buna, yalnızca Elitis’e, Seferis’e, özellikle Ritsos’a değil, dünyanın tüm şiirine borçlu Çapan şiirinin, bilgeliğin balını kovanlaması, demiştim (2008). Deneyimin şiirimizde uğraklarını düşündüğümde Necatigil’i örneğin, Rıfat’ı, Aksal’ı, Batur’u, vb. anımsamıştım o sırada. Bir durumu saptayan, o ele avuca sığmaz an’a ve akış çılgınlığına dur diyen, bunu incitmeden yapmaya çalışan bir deyiş, Türkçe(d/y)e açılan bir dil akağı, şiiri rahatlatan bir şiir bir kez daha yüzeye çıkmakta, görünmektedir Çapan şiiriyle. Üstelik bu şiir çizgisi hemen hiç değişmez kişisel şiir tarihi boyunca. Arıcılık kendi içinde son demidir şiirin sanki. Ve bu dinmiş, kışkırtmanın yelkenlerini bilinçle indirmiş dil, uğultusuz derin uğultu, okurunu doğanın büyülü yüceliği ve kavranılamazlığına taşır. Doğa onun Türkçesine bürünüp, Çapanlaşır. Şiir çizdiği tüm menderesler boyunca uzağa, çevrene, yerleşikliğe, yazgıcıl barışa yapar göndermesini. Yokülke adasında yabanıl nar ağacının zaman dışı sessizliğini, gülümseyişini sabırla, incelikle taşır. Aç, tutkuyla kıvranan, yanan şiirlerin çok uzağında, yine de derinden derine tutkulu, özlemli, yitirmenin kendini yitirme duyusunu da içselleştirdiği, yasla tam bir bozguna uğramamış, son sesin, son kalıtın, son izin geçip giderken kalıcılaşan şiirce deyişinin buruk izdüşümü... Rindliğin Doğudan Batıdan evrensel anlamına bizi taşıması beklenirdi.

Zaten 2013’te Su Sesi2 gecikmedi. Aynı ses aralığı, aynı dinginlik, sessizlik ortasında yakalanan uzak ve durup düşünüldüğünde sarsıcı ses, bilgece anlayışlılık sürmektedir. Olağan koşullarda yitirilen şey (yaşam) dayanılamayacak kerte büyük, derin ve aslında kavrayışın dışındadır ve şair deliliğini dille zincire vurmuş, az öncesinde içinde kopuşlar yaşarken yine de elinde çekiç, çivi ile bulduğu resmi, an’ı duvarına asmaktadır. Vapur giden sevgili varlık, ayrılığın sallanan eli, avlu yorgun atın boynunda dostlukla gezinen avuç içidir. Kucaklayan, saran, kavrayan, dünya yerlisi bir ses (su) akıp durmaktadır. İnsanı bir düğüme bağlamayan, ağa taşıyan derin, yatıştırıcı, eşitlikçi bir deyişin çayırları üzerinde geziniriz. Cevat Çapan’ın tüm geçmişinden damıttığı anıları sanki tümümüzün de anısıdır.

Eğer bir şiir türü sayacaksak, Haiku’ya davrandığımız gibi davranmaya zorlar bizi onun şiiri. Yine de kullandığı tını, ses düzeni üzerinde durmak öncelikle gerekiyor. Barok’a özgü incelikler ve bilen bilir, yumuşak sertlik, karayergisel duruluk, vb., duygunun arınma işleminden geçtiğini, sevgiyle ama bir o denli saygınlık, içtenlik, özen ve gülmeceyle işlendiğini gösteriyor apaçık. Çapan’ın çifte su verilmiş, dünya şiiriyle bilenmiş anlatımı hiçbir dille de bulaşıp kirlenmeden Türkçeye bir kez daha yetkinlik, yeterlilik olanağını sağlıyor. Çünkü birbirine dönüştürülen iki dilin matematiğinin bilgisi egemenlik aracı olarak değil, kardeşliğin, barışın, eşitliğin aracı olarak bireşimleniyor onun şiir eyleminde. Gürültüsüz patırtısız, alt ve ikincil seslerle, dünya karşısında direngen ama ayrıca, Yaşadığım için mutluyum, dünyanın acısını çektim ama…mutluyum, dercesine sevecen bir durma biçimini deniyor. Zaman zaman şiirin kafes ya da perde aralıklarından ışıldayan renkler, sesler, ezgiler kuşkusuz has okura yaşanmış(lığ)ın görünmez yeraltı sularını da anımsatıyor. Arkada kalmış, bırakılmış hemen her şeyden gelen bir sessizlik, bir varlık duygusu söz konusu. Haiku çağrışımı, biçimsel tüm ayrımlara karşın boşuna değildir. Yani anlıyoruz ki çapraz bir kurgu var. Varlık olaydan esinli ya da tersine, olay varlıktan esinlidir. Anı, öykü, olay bu dille, anlatımla varlıklaşıyor, dolayısıyla varlıkbilimine sıçrıyoruz, varlık ise bir yıldırı kaynağı değil gülümseyen bir olanak gibi insana, türe, aşkınlığa, oluşa yol veriyor.

Su Sesi’ndeki yaşam kuşkusuz Kaldığımız Yerden sürecektir. Bellek zamanın (geçmişin) bozluğu içinden renkli taşlarını toplayacak, Belleğin Dehlizlerinden gelen ışık, an’ı aydınlatacaktır. Yaşamın dönüm noktaları, seyirleri, sapmaları uzaktan, daha kavrayıcı, kapsayıcı bir çevren içinde ele alınmakta, düşlenmişle gerçekleşmiş arasındaki açıklığa satır aralanmaktadır: “Bir kadın kendi kendine konuşuyor mutfakta/ balığın pullarını ayıklıyor bir yandan,/ bir de bir çocuk, atlasındaki dağlara bakan.” (15)

Bir olayı ona odaklanıp aktaran değil, olayların karşılaştırıldığı, eş(it)lendiği ve buna uygun ölçeklendirildiği, her şeyin kendi ölçüleri içine yerleşti(rildi)ği demokratik, elektriksiz, çarmıha gerilmemiş vahada Cevat Çapan’ın şiirine bir coğrafya düşleyebiliyoruz. Küçük tezimiz budur. Söylene kökenlenen ama öte yandan onu eşanlı olarak silen, (insan) aşkınlığ(ın)a dönük ama insan ölçekli, öteden esinli ama şimdi burada’ya yürekten bağlı (İda, Körfez, Yalıoba, vb.), büyüklerden bir küçüklük ve küçüklerden bir büyüklük, bilgiden bilgelik, rindlik demiştim, evet rindlik…Çapan şiiri, özetle.

Son Duraktan Bir Önce3, Su Sesi’nden dört yıl sonra geldi. Ondan üç yıl sonra da Bir Başka Coğrafyadan4. İleri dönemlerinde şiir duyarlığı daha keskin, duru, biçimli ve olgundur şairimizin. Beylik deyişle, damıtılmış bilgeliğin; her türden pırıltılı, albenili sunum kaygılarından tümüyle özgürleşmiş, güncel-kişisel beklentilerini bir kenara koymuş, insanları ve yapıp etmelerini çoktan bağışlamış, engin, yalın, konuşurcasına yazılmış aynı çizgide şiirlerini okumayı sürdürüyoruz. Aslında bu şiirceler, şiirce anlatılar, an’lık yaşam deneyimlerinin onulmaz tadı ve burukluğuyla bir anlamda ayrılık deyişleri olarak da...düşünülebilir. Yalın ve özlü, irileşmeden, şişmeden, gerekli yerde tam gerektiğince, sonuna dek özgün ve anlamlı yaşanmış, balı tadılmış bir yaşamın süzeği, konuşur gibi (resitatif) ezgilenerek yazılmış şiirler az sonra düzyazı şiire varacak gizilgücü de taşıyor gibidir. Anlaşılan o ki arkada duran özne yazdığı metinle aynı varoluş katından, eşdeğerli bir konumdan sesleniyor. Birbirlerinin yerine geçirilseler sorun yaratmayacak bir eşitlik, eşdeğerlilik ilişkisi var iki oluş katmanı arasında.

Şiir diye geçen bu metinler şiirin zorunsuz tumturağının, iç geriliminin, kendini daha şiir olarak sunuşunun ve büyültmesinin derdinde hiç görünmezler. Hatta denebilir ki şiir, şiir olarak ilerledikçe şiirliğini biraz daha siler gibidir. Ses içsese, içses mırıltıya, mırıltı anıya, anı sessiz uğultuya dönüşmektedir. Elbette bunun koşulu derin ezgisellikten yine de kopmayan sözün duyarlı, dingin, yazılmıyormuş gibi yazılan doğallığı olmalı. Ama bu dil tutumu ve şiirleme yaklaşımını doğaçlama ile karıştırmamak gerek. Doğallık bir izlencenin türevi, sürecin ürünü, bilinçli bir yürüyüşün vardığı yerdir. Yapı kurma girişimidir ama yapısını gittikçe görünmez kılar. Saydamlaştırır. Kurucu öğeler en aza yönlendirilir. Doğaçlama ise tüm öğelerin kendini gösterime, sunuma bağladığı bir canlı, anlık sunumdur. En çok yapılışını silerek yapılanan şey, ne olursa olsun, gücül şiirdir, desek çok yanlış olmaz.

Böylece dingin, yatışmış bilgi bulunduğu yerden zamana uzanır ve yanına çeker, beriler dünyayı, başını okşar. Bir ten ürpertisi, ilkyaz düşü, uzak ada, Ballıdağ zamanın içinden kopup gelir, sürtünür şaire. Ya da şair başını dünyaya (taşa) yaslar ve varlıkla bitmez ortaklığına yatırır düşüncelerini. Son duraktan bir öncenin felsefesi, bilimi, sanatı, vb. yapılır ama geriye kalan şeyin tesellisi yoktur yine. Bütün bunlar şiir olduğunca sayıklamalardır bir yandan. Dil gündeliğini sonuna dek üstlenmiştir. Artık kendiyle de konuşmaya, söyleşmeye başlar. Konuşmak anıları kâğıda çizmek, tutturmak gibidir. Yahya Kemal’in sesi duyulur Çapan’ın sesi altından, duyarız. Geçerken bir dosta (Turgut Uyar) sanki selam verilir.


Diller Çarpanı

Şimdi başa dönüp yeniden soralım: ‘Cevat Çapan şiiri’nden söz edilebilir mi, bunca güncel şiirsel atak, söylem arasında?

Çapan gibi dillerin, dünyaların şiir denizlerinde kasıntısız ve iyelenmeksizin yüzen, o denizin tuzlu, acı, tatlı suyunu içmiş bir deyişler, sesler ve sessizlikler ustası bırakır başkalarına hiç kuşkusuz şiir üzerine konuşmayı da yazmayı da. Elbette onun bir evrensel şiir eylemcisi olduğunu bilerek yazıyorum bunu. Şiir üzerine nesi varsa esirgememiştir, sözünü de. Paylaşmıştır. Şiir yazmak bir hak bile değil, doğaldır onda. Özcesi Cevat Çapan kaygısız bir kaygılıdır. Bunun anlamı; dil emekçisi olduğudur. Diller ve onların anlatma yetenekleri, dışavurma biçimleri, başka başka dillerin birbirleriyle eşleşmeleri, uyumsuzlukları, beğenmezlikleri ama yine de çözüm üretme güç ve etkileri sınanmış, Cevat Çapan bir diller çarpanı olmuştur. O bir dili ötekine vurarak diller arası bir alan açmış, sanırım herhangi bir dile özgülenemeyecek ara çözümler, somutlaştırmalar, anlatımlar bulmuş, eline aldığı dili daha varlamış, öteki dilden varsıllamıştır.

Tüm bu eşsiz birikim doğal olarak onun şiirinin enginliğini, incelikli kavrayış gücünü de oluşturur. Savsız, kendini gösteren değil silen, göstermeyen ama varolmaktan, dışsallaşmaktan hoşnut, hatta doygun, mutlu şiir kendine bir yer açma, şiirin tarihine geçme çabası, girişiminden yoksunsa yarışma yeteneği taşımadığından değil dilleri yarıştırmanın saçmalığından ötürü öyledir. Diller el ele verir, kardeşlenir onun şiir serüveninde. Türkçenin ardından öteki dillerin duyguları, uzam/zaman bağıntıları, coğrafyaları, tarihleri ve yolculukları sezilir şiir altında, duyarlı okurca. O yarıştırmıyor ama dilleri yatıştırmak istiyor, yatıştırıyor. Huysuz atı yatıştırır, içinin olanca güzelliğini, gizilgücünün yeteneğini ortaya çıkarır gibi dili (Türkçeyi) kendi güzelliğine, varsıllığına inandırıyor. Tüm direniş, eşitlik çağrı ve biçimleri gözetilerek verilmiş bir yargıdır bu. Dil dizginlenemeden duyguların, düşüncelerin tartımı, aktarımı gerçekleşemez. Eldeki aygıtın aynı zamanda bir suç aygıtı olmadığını kestiremez kimse. Oysa Çapan düşüncesi ve şiiri aydınlanmanın, insanlaşmanın, direnmenin ve geleceğin eşitlikçi dünyasının da şiiridir. Onu çeviri savruntusu içinde yeni türden insancalığa taşıyan da bu değil mi?

Sonuç bizi bir tür eşik hüznüne taşıyor. Ama çok somut, fiziksel bir hüzün baskını değildir yaşanılan. Şiirin bütünü hüznün imgesi olmaktan uzak kalır özellikle. Ve böylece hüznün sahte, eğreti yoğunluk ve dayatmalarından bağımsız, kitabın ve şiirin geneline yayılan bir türselliğe çıkılır. Daha barok, incelikli, duyarlı, güneyli bir Latin (Akdeniz) yazgıcılığı … Ama özellikle 20. yüzyıl ve onun öyküsüyle iç içe. Barok’ u 20. yüzyılda yorumlama girişimi denebilir. Dolayısıyla anlatımcılık, gündelik yaşam izlenim ve aktarımları, gündeliğe katışmış duruşun, bakışın olmakla olmamak arasında ipildeyen, kesinliğini yitiren görüntüleri, zaman zaman düşünmeye alınmış bedenin ayrıştırılmış gerekçe ve işlevi, bütün bunları birden kavrayan bilincin yitirme duygusu, bunun yiğitçe, cesaretle üstlenimi, vb. ile taşındığımız Akdeniz, Latin, Angelopoulos, Tabucchi, vb.’ den söz etmemiz hiç de yanlış olmaz geldiğimiz bu yerde.


Böylelik ve Savunmanın Son Biçimi: Geride Kalan

2022’de şimdilik son kitap, O Geniş Boşlukta5 yayımlandı. Artık uğuldayan sessizliğin, üzerimize yürüyen, saldıran dünya gürültüsü karşısında bir sığınak, şiirin sessizlik dokuyan ve daha da sürecek gibi görünen araştırmasının bir savunma biçimi olup olmadığı üzerine düşünmemiz gerekebilir. Hatta bu savunmanın, algılarımızı aşıp zorlayan, dehşet saçan yıkıcı tüm güçlere karşı bir iklim, bir çevrelortam (ekosistem), bir barınak yaratmak, dili, daha ötesinde söylemi, sözü yukarı kaldırmak, yükseltmekle de ilgisi olmalı. Yani başıbozuk bir geri çekilme değil bu (şiir), tersine kendini önsüz sonsuzmuşçasına dayatan dışarlıklı, güncel zorbalığın aslında geçiciliğine, zamanın pürüzsüz denizinde yarattığı kırışıklığa ilişkin Stoaca bir öngörü aynı zamanda.

İzlenimsel imgelerden örülü bir şiirden söz ediyoruz. Yani izlenimlerin izlenimlerinin izi, genel izdüşümünden... Dolayısıyla şairden, şiirinden konuştuğumuzda, kaçınılmazca kendimizden, duygularımızdan konuşmuş oluyoruz. Çünkü dünyaya meraklı, apaçık algılarımızı zorlayıp hepimizi ürküttüğünü ya da korkuttuğunu sanan, elbette bu geçici, günübirlik yıldırı girişimi değil, olamaz. Ömrümüzün tanıklık düzeyinden, bunun yetmezliğinden, asla yetmeyeceğinden ötürü, tüm o yitik insanlar, geçmişin ve bugünün tüm o yitir(il)mişleri adına üstlendiğimiz bir duyguyu taşıyor ve aslında bunun verdiği kederle yüreklerimiz parçalanıyor.

Hangi anımız, hangi imgemiz, bir yerde bir zaman ağzımızdan çıkan ve kulaklarımızda hâlâ yankılanan hangi sözümüz, davranışımız, yaptığımız hangi seçim ve yönelişimiz yansıtır bizi? Kendilerimizden hangisiyiz? Tüm imgelerimizi bir araya toplayıp sınıflandırıp oradan kalıcı, genel geçer bir orada böylelik, böyle olmak, var kalmak imgesi çıkarmak neden bu denli güç? Klasik Hint felsefesinin olgunluk bireşimlerinden biriydi ‘böylelik’ düşüncesi. Dünya (varlık) böyleydi, nasılsa öyle. Kavrayışımız açıklamaya, anlamaya yetmeyecekti, çünkü insan böyleliğe içkindi. Elbette trajik bir yazgıcılığa varmamak olanaksızdır yakamızı bu düşüncelere bir kez kaptırdıktan sonra. Geriye olsa olsa şiir kalır, kalıyor. Hangi şiir mi? Cevat Çapan’ın örgülediği, sunağında bizlere adayıp sunduğu; algı kapanması ya da savunmasını yine de direnişin bir boyutuna ulayan, yine ağlatılarımızdan inanılmazca sevinç mayalayan, adların arkasından dolanan, duyguları harmanlamanın dille, dil üzerinden en yaratıcı biçimi, dünyayı olabileceğine, olmayan ama olabilecek dünyaya bağlayan şiir...kalıyor.

İnsan kendi içine oturup, kendi içinde birikip, kendinde diline kavuştuktan sonra yalanı, dil tutmazlığını sürdürebilir mi? Dilini boyunduruk altına almış, bağını çapalamaya gelmiştir sıra o insan için. İçeride biriken dil kendi müziğine ikinci, daha derin bir müzik katar (uğuldayan sessizlik). İçeride kişileşir, duvarlarında yankılanır, iç ses dizileri yaratır, derin bir ses uyumu, armoni… Dışarıdaki dünyanın uyak düzenleri arkasındaki başıbozukluğu, uygun adım uyak dayatmasını yadsır. Şiirin dili kişisel bir dile dönüşür, kendini yankılar. Bu kendi, şairin kendinden yaptığı ile dilinden yaptığının kesişim kümesidir. Artık nasıl söylenecekse öyle yazılır. Şair dilde, dil şiirde, şiir sözde dalgalanır. Müzik artık şiirin dili altında, kişi temsiline, kendini ezgileyerek dışa vurma biçimine dönüşür. Onun, şiir türünün genel kuralları, yasaları, uyaklama düzenleriyle ilişkisi bu noktadan sonra dolayımlı, ikincildir. Tüm o yollardan çoktan geçilmiş, gelinen yerde şiir müziğe karşı müzik, sese karşı ses olmuştur. İç bahçe armonisi, uyumu şiir biçimbilgisinin daha derin kavrayışlarını zorunlu kılmaktadır. Bu şiirin kendini gösterme, göze sokma, şiir olduğunu kanıtlama derdi hiç yok ve daha önce de olmadı. Durum, şiirin şiirlik kanıtı sayılsa yeridir.

Öte yandan müzik gibi zamanı da şairin birikimi kişiselleştirmektedir. Onun zaman kavramı ya da deneyimi bilimin, toplumun, sanatsal kurgu tekniklerinin genel tanımları üzerinden değil, zamandizinlerini boşa çıkaran, anıları, an’ları zamansız kılan bir toplama ve dağıtma deneyimi üzerinden biçimleniyor. Bellek derlediği anılardan yarattığı imgelerle yeni ve böyle bir yaşam yaratıyor ama bir başka an(ıy)a dek. Bir an(ı) diğerini yok etmiyor. Bir an(ıy)ı öteki yazılmış ya da henüz yazılmamış ama belirme sıralarını sabırla bekleyen diğer an(ı)lara göre özel kılan, odağa oturtan bir buyruk ya da yargı söz konusu değil. O an şairindi, ama şairin değildi de. Epifani sözcüğü dilimin ucuna geliyor. Artık son kalan kişi anımsamaktadır, herkesin yerine ve adına…geride kalan son kişi olduğundan. Yaşamını toplaya toplaya yazacak, yaza yaza yaşamışlığını kavrayacak, kâğıda geçirecek... Şiir artık yalnızca onun yaşadığı şey, yalnızca ona ait bir şey değildir ve olmayacak. Ama kendisinden başka şey de olmayacak, onun ikinci bedeni olmaktan öte.

Çapan’ın şiirlerinde zamanı kavrama biçimi elbette tarih anlayışını da etkili bir biçimde dönüştürüyor. Tarihsel olay zamana yayılıyor, genelleşiyor, Kartaca hep yanıyor ve Troya yağmalanıyor. Şiirlerindeki söylen, büyük uğultu varoluşsal bir uğultu değil gerçekte, kaygısı ve zamanı kavrayışı bizleri böyle bir yargıya taşıyor olsa da. Tarihsel, insanın yapıp etmeleriyle ilgili daha toplumsal, ilişkisel bir yazgısallık, hepimizin birey olma tutku ve atılımlarımızın üzerini kapatan, örten bir genel uğultu gibi, sürüklendiğimiz su gibi içimizi dayanılmaz bir kederle dolduruyor. Başka bir öykümüz, yaşamımız olabilir miydi? Tarihin, toplumun dışında, kıyıda, çardak altında, güneşe yaka bağır açmışlığımızın kişisel anlatısında bu genel tarihi doğrulayan ne var? Kişinin tarihi ile toplumsal kişinin tarihi ayrı anlatılabilir mi? Ayrı anlatılırsa, hüzün açıyla doğru orantılı olarak büyür mü? Yalnızca hüzün mü söz konusu olan? Ya tasa, ikilem, doğru yer(de olma) kaygıları?.. Bizi bu derin bunalımdan elbette yakalanmış o an ve o anın şiirce aydınlığı kurtaracak, kurtarmasa da yatıştıracak, avutacaktır. Çapan’ın zaman sorgulaması damağımızda acı bir tadı esirgemeyecek ve durup soracağız kendimize: Düş bedenden ayrılabilir mi? Düş gören ben miyim? Kimin düşüydü o imge? O tutku, coğrafya, ülke? O insanı, o sözü ben mi bildim, duydum? İmgemin içinde nasıl yer aldım, kendimi nasıl imgeledim, gördüm? Şairin yanıtı, belli belirsiz de olsa, açık sayılır: Evet, düşü gören sensin. O düşü sen gördün.

Tamam, zamandan geçtik, zamanı dönüştürürken kendimiz zamanla birlikte sınırlarımızı da esnettik, yer yer de sildik. Zaman hem bizim zamanımızdı hem değil, başka bir zamandı. Söze iniverdik, kıyıya. Bir kıyı nedir? Söz, dünyayı yerindeler, onaylar, ötekini ve kendini bu gökyüzü, bu deniz, ormanın içinde düğümler ve çözer. Söz tüm olası zamanların sözü gibi gelir bulur bizi ve yanıtımız da onca eskidir, bildik ve doğrulayıcı. İlk kez söylenmişçesine yeni. Dağ gibi, dağa tırmanan at gibi, kaya gibi, yol, değirmen gibi… Şiir, anlatmanın bir ve belki son yolu değilse nedir ve insan insanı bulduğunda anlatmaktan başka ne yapar? Herkesin anlatacağı bir şeyi var ve o şey olmadan kendini tutturamıyor dünyaya. İyi de anlatanı kim duyar, dinler? Şair. Şairdir ustaların ustası anlatıcı ve dinleyici. Öyle anlatır ve dinler ki anlatma ve dinleme bile silinir, söz çökeldikçe çökelir, geriye böylelik kalır. Sözün ören yerlerinde dikilir kulak. Oraya sinmiş, uzakların bir yankısı, bir öykünü, yaşanmışlığın belli belirsiz taslağı gibi, sis gibi yakalanmayı umarak bekler yüzlerce, binlerce yıl. Şiirdir. Şiir, okunmayı uman ve bekleyen çukurda birikmiş sis gibidir ve içinde tüm anlatılmış öyküleri barındırır.

İnsanlar doğar ve ölürler ama sözleri kalır, sürer gider. Şiir, dize, yaşamları ağızdan ağıza halkalar. Metinlerdir metinleri kovalayan, şiirlerdir şiirlerin ardı sıra seğirten. Bir şiir ötekinin ödüncü, vereceği-alacağıdır. Şiirdir şiire ebe, şairden önce. Böyle demeye getiriyor Cevat Çapan, şiiri önceliyor tüm alçakgönüllülüğü içre, kendince. Ve bir şey öneriyor, çok önemli bir şey: Yahya Kemal de sizsiniz, Hisar da Shakespeare de.

Gözlük buğulanacak. İçimizi, bir daha dönmeyecek gidenlerin bıraktığı boşluk dağlayıp yakacak. Buruşuk mendilimizi çıkarıp sileceğiz buğulanmış gözlüğümüzü. Bu yaz da bitecek. Nasıl olur, demeye fırsatımız olmayacak belki. Yakınlarımızı düşünürken uzaklara bakacağız sessizce. Sessizce. Ören yerleri, oradaki kalıntılar ve o kalıntıların arkasında saklı yaşamlar geçecek bilincimizden. Bir giz. Hiyeroglif. Okunamamış bir metin. Arkeo-şiir. Dünyanın ömrümüzü aşmasında anlaşılmaz bir şey, bir giz var. Dünya bir ömre sığmıyor ve belki bunun için delirmeliyiz, delirebiliriz.


     Birden metinler arasında dolaşırken dilim dolaşıyor 
     ve Finnegan gibi uyanıyorum anlaşılmaz sözcükler arasında.
     Hayat bir rüyaymış, diyorum mırıldanarak,
     Ve bir sahneymiş bütün dünya. (62)

Sesler, sözler arasında Finnegan gibi uyanmak… Uyanıyor muyuz sahiden yoksa uyandığımızı mı düşlüyoruz? İyi de biz kimiz, kimlerden oluruz, gerekçemiz ne? Öykümüz, anlatılarımız mı? Yeter mi olmak, burada olmak, haklı olmak için?

Sanırım.

Hiç değilse, avutuyor.


EK 1.


Geceleyin Bir Tren Üzerine Düşünceler

Cevat Çapan’ın 91 yaşında yayımladığı son şiir kitabı Geceleyin Bir Tren6, dil (Türkçe) içre yuvalandığı şiir çizgisinin olağan süreği ve örneği. Dolayısıyla olağanlıkta yakalanmış olağanüstü dinginlikte bir dil; derin sezişlerin, düşüncelerin, yoklamaların, anma, iletme biçimlerinin dışavurumu olarak kendiliğinden yüzeye çıkıyor. Çapan, anlatısını, bir bakıma ağıdını ötesindeki Çapan’dan değil, artık berisindeki, içindeki Çapan’dan sürdürüyor. Zamanın doğası üzerine düşünmekten kaynaklanan ağıt, düşünmekle ve anlamakla ilgili olduğu için kedere de bulanmıyor, keder bir saltık yitme, daha çok da yitirme duygusundan öte geçmiyor çünkü. Bunun böyle olması öyle iyi ki dil dilde, şiir şiirde boğulmaktan kurtuluyor.

Şiir geleneğinin evrensel sıkıdüzeni (disiplin) içselleştirilmiş, şiirin özgün, kişisel içerikleri yapılanma sorunları karşısında tasasız olduğundan Cevat Çapan şiirinde yapı da yapıdan kurtulmuş izlenimi veriyor. Oysa tersine, içerikleri darmaduman olmaktan kurtaran bir derin yapı hemen tüm şiirlerin altlığını çoktan biçimlemiştir bile. Artık sezgisel yazma ve okumanın eşiğinden atlandığı bu yerde okur yazarını yazar da özel okurunu aramaz bile, doğrudan bulur.

Elbette tüm bu yapılanma yordamının her şiirde ayrı ayrı ve bilinçle yankılanan bir tansımayla (mucize) ilişkisi var denemez. Bilinç amaçlananla her şiir için birebir ilişkili de değildir. Yalnızca böyle yazılır ve böyle okunursa bir sözveriden (vaat), seziden, buluşma ve örtüşmeden söz edilebilir ancak. Bu an, haritaların, geometrilerin, ölçümlerin, çözümlemelerin (analiz), karşılaştırmaların ve dahası yargıların anı değildir. Tümü geride kalmıştır ve söz tam böyle, söylenebileceği gibi çıkmıştır ağızdan, şiir yazılmadan öte söylenmiştir. Ama bu ağız, bu ağzı taşıyan gövde, kişi Cevat Çapan’a kuşkusuz sığmaz, onun da arkasında sayısız insanın yatay, dikey emeği, çabası yatıyor. Emek kendini kavramış, kendini taşır, yaşatır olmuştur. Soluk alıp vermek bile yeterlidir bunun için.

*

Üç bölümde kümelenir kitabın şiirleri. Birinci bölümün ilk şiiri kitaba adını veren şiir: Geceleyin Bir Tren. Çağrışımı güçlü başlık, uyku tutmayan gecelerde bozkırda soluk soluğa ilerleyen trenle yapılan yolculuğu anımsattı bile. Kimlerden uzaklaşılıyor, kimlere yaklaşılıyordu? Ve yıldızlar… “Yıldızların diliyle konuşuyor/ sonunda sığındığımız/ sınırsız karanlıklar.” (9) Neyin kalıcı neyin geçici olduğunu bilmiş miydik acaba yaşarken? O dostlarla paylaşılan geceden geriye kalan kimdi? Ölüler mi, ölümden geriye düşenler mi? Şair, yaşamına girmiş insanları anıyor, dokunuyor onlara, yazılacak bu şiir de olmasa ölüler yaşayanlarla belki de hiç, bir araya gelemeyecekler. Sıkça adını duymadığımız bir ozan “nasılsa sesini duyuruyor hayatla ölüm arasında/ bir yolcu olduğumuzu usulca fısıldayarak kulağımıza.// Gidebildin mi ki gidebileceğin kadar,/ ulaşabildin mi hiç o yakınlığa?” (Karanlık Gökte İnce Bir Ay, 14) Bu soruya kim yanıt verebilir, kim söyleyebilir gidebileceği yeri, ulaşılabilecek yakınlığı? Bir sözün en yalın biçimi işte, daha yalını olmazca: “Üç arkadaş bir kır kahvesinde oturuyoruz.” (Üç Arkadaş, 16) Olay bu. Yani Olay değil. Bir araya gelinmiş, oturulmuş, kim bilir hangi rastlantıyla, neden ye da nedensizlikle. İşlenmiş, örülmüş bir yaşam; nedensiz, evet ama doluluğu içre. Zaman doğar böylelikle, bir amaca bağlanamadan. Çok sonraları Olayı bir Öyküye bağlama çabaları, anlamlandırma girişimleri aynı zamanda tutunma, orada öyle olmayı gerekçelendirme tasasıyla ilgili. Ama bu tasanın da bir ağırlığı yok. Olayın kendi gibi. Sonra ‘Düşsel Buluşmalar’. “kurşuna dizildim Lorca’yla,/ gölgelerle karardım.” (19) Gümrükçü Rousseau’ya ‘hasta’, Yüksekkaldırım’daki sahaf Suavi’ye düşürülen yol. Konudan konuya geçilir. İzlanda Balıkçıları (Pierre Loti) falan… Sonra defter kapanır, anı gömülür yapraklar arasına ve düşünülür bir an: Tüm bunlar sahiden yaşandı mı? Defterin içinde mi tüm o yaşananlar, kapalıyken de defter? Açtığında anıların umduğun gibi yine orada, bildiğin yerde bildiğin biçimiyle olacaklar mı? “Nerede bıldır yağan kar şimdi?” (François Villon, Evvel Zaman Kadınları Balladı, Çev. Sabri Esat Siyavuşgil).

Belki bir yolculuğa, son yolculuğa (‘o belde’) hazırlanmanın, çıkmanın zamanıdır. O belde (Andrey Tarkovski, Stalker, 1979): “‘Üzerinde mavi bir akşamın dinlendiği/ el değmemiş hayallerle dolu bir bölge.’” (Nedir Aradığı Ruhlarımızın Yolculuklara Çıkıp, 24) Gittiğin yerde yeniden soruyorsun kendine ‘doğduğun toprakların özlemiyle’: kimim ben, aradığım ne, diye. Artık bildiğin bir suda, yurdunun kıyısında, son limana varmak üzeresin. Hiç duyulmadık şarkılarla başlıyor gece: “bu son mu, başlangıç mı, diye sorma,/ seslerin sahibini arıyoruzdur aramızda.” (Kimleri Görüyorsun Gözlerini Yumunca, 26) Yazmadığın romanların kahramanlarıyla konuşuyorsun. ‘Kışlar soğuktur orada’ diyor Hüsamettin Albay, Erzincan Askeri Hastanesi’ne atanmış doktora. Trenler geçiyor durmadan, kompartımanlarında belki de tanımadığımız roman kahramanlarıyla. (Bkz. Faruk Duman, Sus Barbatus, 2018-2021). Yıkık duvarın yanında iki zamanın bir araya geliyor, şu an hangi sensin, elinde bir gül bekleyen mi, yoksa ‘kulak tırmalayan uğultulu sessizlikte ve uğursuz durgunluk içerisinde’ bir şeyleri anımsadığını düşünen mi? Hangisi, ötekini anımsar? Önemli olan, belki de kimin kimi anımsadığı değil, anı olası kılan o ‘büyülü göl’dür. İnsan, ‘büyülü göl’le ilişkilidir. Yaşam aynasında duvarlara yazılar yazıldı, ormana sığınıldı, kötülükler de tarihe gömüldü. Urla-İskelede dayısının evinin ardına düşmüş Yorgo Seferis ‘dünyanın yolcusu’ olmanın bilinciyle şöyle mırıldandı; ‘Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp’. Kuşku yok, o da aslında ‘yaşamın köklerini’ arıyordu, ona bir yerinden tutunabilmek için. Şiir söyleme derdi olmayan bir çobanıl, yerel şiir çıkıyor birden önümüze: Öküzün çektiği arabayla bağa gidiyor üç beş arkadaş. Tümü bu, böyle geçiyor yaşam tutanağına. Şiir özündeymiş, burada gösterilmemiş ama varmış gibi geliyor okura. Şiir, tam buradadır; görünmediği yerde, her şeyin kendi oluşu, eyleyişi içerisinde… Şiir dünyayı (varlık) kımıldatan insan, ama herhangi biri… Yine de bir yeri doldurarak oluşu bütünlüyor. Kendinde olup kalarak… Burası hiçliğin olası eşiği kuşkusuz. Kuşku ise az önce öğrenildi. Bilmenin, öğrenmenin sınırı yoktu çünkü. “insanın başına gelenlerin de bir gelgiti vardı,/ sular yükseldiğinde yola çıkmayı bilmekteydi bütün ustalık.” (Hiçliğin Eşiğinde, 35) Yoksa kuşlar uçup gittiğinde, birden karanlık basar, yapayalnız kalır, dalda gökte bir şey göremez olursun, yıldızlardan başka. Hiçbir ateş seni ısıtamaz. Yine de yaşam ötede kıpırdar, yine de uyum sağlamaya çalışan yorgun nabzın atışını sürdürür şu öğle sıcağında. (37) Sessizliğe kulak kabartırsın. Kendi yerinde olmak acı veriyor değil mi? Başkasının yerinde mi olmalı? Uğurlanan yolcular da artıyor giderek. Her Şey darmadağın ve Bir Arada. Geçmişle gelecek karıştı. Sessizlik ta içine işliyor, “ve soluk, arı bir sarkaç gibi sallanarak/ dalından düşen yaprak suları ürpertiyor gölge” (39) Bir türlü unutamadığın o eski şarkılar kulağında yankılanıyor.

Bir anda belirişin, görünüme çıkışın (epifani) ataksız sesi ya da sessizliğiyle ‘anılır’, ‘anımsanır’ bir şey, bir kişi, devini, söz: “Sonra susuyoruz gözlerimiz denizde.” (Onunla Yaşıyor Gibi, 42) Gülten Akın’a sungudur bu şiir. Bakılır, dağlara, gece vardiyasına hazırlananlara… Unutulan her şey birden anımsanır. (Unuttum Unutkanlığımı; Eski Şarkı) Ama görünüm (manzara) karın doyurur mu? “(K)imsenin gözü yoktu handa hamamda./ Harç karıp sıva yaptıktan sonra paydosta/ halay çekerdik omuz omuza: baş bar, hançer bar, tamzara, nare.” (O Belde, 44) Şiirin sınırları üzerine düşünülen geçmiş zamanda, “Hepimiz Başo’nun öğrencileriydik o kış,/ Kuzeye giden o dar yolda buluşmuştuk/ kar yağarken.” (Kış Manzaraları, 50) Kiminin torbasında çakıl taşları, başlarında hasır şapkalar…vardı ve bir yurt aranıyordu, bir yer, hatta ses, tutunmak, filizlenmek için. Evin penceresinden treni kollayan çocuğa, Bir beklediğin mi var, diyor dönüp annesi. Oysa çocuk, beklediklerinin gelmeyeceklerini biliyor. İmgeler uzak dururlar insana, kapını çalmazlar: “Gecenin geç saatlerinde inleyerek/ seni anlatmaya çalışıyor o köpek,/ bataklığın derinlerinde bir çulluk,/ ormanda yalnız kuşlar/ senin kimsesizliğinle buluşuyorlar/ nereye uçacaklarını bilemediklerinden.” (Mutlu Aileler Birbirlerine Benzerler, 52) İnsan gelmeyenleri beklemeye de alışır mı? Gözetleyiciye (gardiyan) göre, öyle. Belki en iyisi anılarını yazmaktır. ‘Bizim emekli albay’ sonunda anılarını yazmaya karar verdi. Ama yaratma gücünü yitirdiği dedikodusunu yayıp sırra kadem bastığı söyleniyor. (57) İmgelerimiz işte böyle terk ediyor bizi. Son boyadığın kızılağaç da sulara kapılmış gidiyor. “her yer neden birdenbire karardı,/ tam o güzel aydınlıkta/ gözlerimiz kamaşmışken?” (Alacakaranlığın Koynunda, 60) O Yıllar (62) gençliğin altın çağıydı ne olursa olsun. Tutturulmuş parçalardan (kolaj) oluşturulmuş bir ortam, dönem, sözler, insanlar… “Nereye geç kalacağımı bilmeden hızla geçiyorum/ Tokatlıyan’ın, Çiçek Pasajı’nın önünden/ Elhamra’da ‘Ninotchka’ afişindeki Greta Garbo’ya/ bir çiçek fırlatıyorum kimseye görünmeden./ Şişhane’ye yağmur yağıyor Unkapanı’na inerken.” (63)

*

Geçmiş yaşamalarımız boyunca her şey bir şeydi. Ya öyle görünmüş ve benimsenmişti ya da arada ne olduysa artık dünya değişik, başka bir dünya... Acaba? Yoksa biz daha düne değin dünyaya sonu olmayan bir gelecekten bakarken şimdi yaklaşan sonun gözünden mi bakıyoruz? Bizim mi (geometrik) yerimiz, konumumuz değişti? Doğal sayılar kümesinin artısından, büyük bir özgüven, yitmez ve yitirmezlik sağlamlığından, dünyaca olmak, dünya durdukça olmak aldırışsızlığından (pervasızlık) sonra birden kendimizi sayılar kümesinin eksisinde bulduk. Keskin köşeyi nerede döndük, nerede inişe ve yitme, yitirme duygusuna saplanıp kaldık, pek de anlamış değiliz. Peki, kimdi sıfırın (0) sağında ya da solundaki kişi(ler)? Şu artan ve azalan yine de kendine kondurmayan kişi… Ben miydim ve hangi bendim? Şarkı, ses öte yana, yakaya dönük olduğuna göre öte yakadaki bene ulaşır mı, ulaştı mı hiç şarkı ya da sesim? Eninde sonunda, iki yaka arasındaki derin ve tanımsız uçurum tüm seslenişlerimi ve beni içine çekip yutacak mı? Bu nasıl bir öykü? Nasıl sürecek? Sürecek mi?

Tamam, insan biter ama şarkı sürecek, deriz. Bunu bir biçimde öğrendik diyelim. Ne değişti? Belki olmanın ve yitmenin onuru konusunda kendimizi eğittik ve sesimizin kimi, nasıl, nerede bulacağı konusunu o kimlere, nasıllara, neredelere bırakacak denli olgun, onurlu kişileriz. Sonra, sesimiz kendimize dönmeyecek, şarkımızı kendimiz (de) duymayacaksak arkada kalacak şeyden şöyle ya da böyle kim söz edebilir? Bunun bir anlamı (!) olabilir mi? Ses yitmez, dolanır havada, kimi kulakları bulur, girintilerinde yuvalanabilir, diye düş kurabiliriz olsa olsa. O da ancak şimdi burada, ben bene, biz bizeyken…

Cevat Çapan şiirlerini okuyup bu düşüncelerle baş başa kalmamak olanaksız. Oysa onun şiirleri bir öğreti değil, bildirim değil, daha çok duyum, sezim, kendiliğinden, doğal tepkilenim… Ama türümüzce geliştirilmiş, inceltilmiş, çoğu kez de yıkma, yok etme silahına dönüştürülmüş tepki verme biçimlerinden değil şairimizin tepki verme biçimi. Büyük ama pek büyük, kof özneliklerden arıtık, yalıtık, kılçıksız, saydam, tıpkı bir hayvan ya da bitki gibi orada öyle olmanın sessiz diliyle konuşuyor şiiri. Böylece şiirden şiire kapılar açılıyor ve bir kedi kediliği içre süzülüyor açık bulduğu tüm kapılardan. Güneşini ya da gölgesini bulacak ve orada yine başlangıçtaki ke(n)di olacak.

Varlık demlendi bile, damıtılmış oldu. Bir yerden ‘hep, her zaman böylelik’ duygusu gelip örtüyor yaşamalarımızın üstünü. Yapıp etmeler, tüm yaygara çoktan elini eteğini çekti, akşam alacası akşam alacalığını üstlendi, karpuz karpuz, çit çit, bir bardak demli çay bir bardak demli çay oluşunu…

Bellekte iz bırakan şeyler bunlardır işte. Bir filmi sessiz, görüntüsüyle izlemek gibi ya da tersi. Ses var ama görüntü yok. Artık eksik olan her ne ise ya da duygu baskınlarına, taşkınlarına yol açan? Anımsadığım bir yerde olmamak mı? Orada olduğuma inanamamak mı? Kanıtsız kalmak mı? Oradakinin ben olduğumu, olayın, konunun, seslerin ve onca eylemelerin bir parçası, yapıcısı olduğumu kendime bile kanıtlayamamak ne demektir? Köprüyü nasıl kurmalı, açmalı ve zamanları anları buluşturmalı? Gitmeyi, uzaklaşmayı nasıl sindirmeli ve gelmeyi, yakınlaşmayı, iç içe geçmeyi, sokulmayı?.. Sevmek, dokunmak hangi başlığın, hangi zamanın ve uzamın altına girer de oradan yeniden filizlenmesi umutsuzca umulur?

Anısız bir kedi var mıdır ve onu kıskanmalı mıyız? Ölümünü bilmemek onu ölümsüz kılmıyor ki. Ama umurunda değil işte ne ölüm ne de ölümsüzlük. Ne de imge, şiir…

Cansever’in masası gibi, Cevat Çapan’ın şiiri beni alıyor içine, kediyi ve öteki her şeyi de… Anılar birbirinin içine giriyor. Kim görmüştü o düşü, kimin anımsadığıydı, kimdi yaşayan ya da…yaşadığını sanan?

Haziran 2024


[1] Çapan, Cevat;Ara Sıcak(2009), Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2009, İstanbul, 67 s.

[2] Çapan, Cevat;Su Sesi(2013), Yapı Kredi Yayınları, Birinci basım, Eylül 2013, İstanbul, 75 s.

[3] Çapan, Cevat;Son Duraktan Bir Önce(2017), Yapı Kredi yayınları, Birinci Basım, Ağustos 2017, İstanbul, 62 s.

[4] Çapan, Cevat;Bir Başka Coğrafyadan(2020), Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2020, İstanbul, 57s.

[5] Cevat Çapan;O Geniş Boşlukta(2022), Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2022, 62 s.

[6] Çapan, Cevat;Geceleyin Bir Tren(Şiir, 2023), Sözcükler yayınevi, Birinci basım, Ocak 2024, İstanbul, 63 s.