Düşünceler

Zeki Z. Kırmızı / 2024

Cevat Çapan’ın 91 yaşında yayımladığı son şiir kitabı Geceleyin Bir Tren1, dil (Türkçe) içre yuvalandığı şiir çizgisinin olağan süreği ve örneği. Dolayısıyla olağanlıkta yakalanmış olağanüstü dinginlikte bir dil; derin sezişlerin, düşüncelerin, yoklamaların, anma, iletme biçimlerinin dışavurumu olarak kendiliğinden yüzeye çıkıyor. Çapan, anlatısını, bir bakıma ağıdını ötesindeki Çapan’dan değil, artık berisindeki, içindeki Çapan’dan sürdürüyor. Zamanın doğası üzerine düşünmekten kaynaklanan ağıt, düşünmekle ve anlamakla ilgili olduğu için kedere de bulanmıyor, keder bir saltık yitme, daha çok da yitirme duygusundan öte geçmiyor çünkü. Bunun böyle olması öyle iyi ki dil dilde, şiir şiirde boğulmaktan kurtuluyor.

Şiir geleneğinin evrensel sıkıdüzeni (disiplin) içselleştirilmiş, şiirin özgün, kişisel içerikleri yapılanma sorunları karşısında tasasız olduğundan Cevat Çapan şiirinde yapı da yapıdan kurtulmuş izlenimi veriyor. Oysa tersine, içerikleri darmaduman olmaktan kurtaran bir derin yapı hemen tüm şiirlerin altlığını çoktan biçimlemiştir bile. Artık sezgisel yazma ve okumanın eşiğinden atlandığı bu yerde okur yazarını yazar da özel okurunu aramaz bile, doğrudan bulur.

Elbette tüm bu yapılanma yordamının her şiirde ayrı ayrı ve bilinçle yankılanan bir tansımayla (mucize) ilişkisi var denemez. Bilinç amaçlananla her şiir için birebir ilişkili de değildir. Yalnızca böyle yazılır ve böyle okunursa bir sözveriden (vaat), seziden, buluşma ve örtüşmeden söz edilebilir ancak. Bu an, haritaların, geometrilerin, ölçümlerin, çözümlemelerin (analiz), karşılaştırmaların ve dahası yargıların anı değildir. Tümü geride kalmıştır ve söz tam böyle, söylenebileceği gibi çıkmıştır ağızdan, şiir yazılmadan öte söylenmiştir. Ama bu ağız, bu ağzı taşıyan gövde, kişi Cevat Çapan’a kuşkusuz sığmaz, onun da arkasında sayısız insanın yatay, dikey emeği, çabası yatıyor. Emek kendini kavramış, kendini taşır, yaşatır olmuştur. Soluk alıp vermek bile yeterlidir bunun için.


*

Üç bölümde kümelenir kitabın şiirleri. Birinci bölümün ilk şiiri kitaba adını veren şiir: Geceleyin Bir Tren. Çağrışımı güçlü başlık, uyku tutmayan gecelerde bozkırda soluk soluğa ilerleyen trenle yapılan yolculuğu anımsattı bile. Kimlerden uzaklaşılıyor, kimlere yaklaşılıyordu? Ve yıldızlar… “Yıldızların diliyle konuşuyor/ sonunda sığındığımız/ sınırsız karanlıklar.” (9) Neyin kalıcı neyin geçici olduğunu bilmiş miydik acaba yaşarken? O dostlarla paylaşılan geceden geriye kalan kimdi? Ölüler mi, ölümden geriye düşenler mi? Şair, yaşamına girmiş insanları anıyor, dokunuyor onlara, yazılacak bu şiir de olmasa ölüler yaşayanlarla belki de hiç, bir araya gelemeyecekler. Sıkça adını duymadığımız bir ozan “nasılsa sesini duyuruyor hayatla ölüm arasında/ bir yolcu olduğumuzu usulca fısıldayarak kulağımıza.// Gidebildin mi ki gidebileceğin kadar,/ ulaşabildin mi hiç o yakınlığa?” (Karanlık Gökte İnce Bir Ay, 14) Bu soruya kim yanıt verebilir, kim söyleyebilir gidebileceği yeri, ulaşılabilecek yakınlığı? Bir sözün en yalın biçimi işte, daha yalını olmazca: “Üç arkadaş bir kır kahvesinde oturuyoruz.” (Üç Arkadaş, 16) Olay bu. Yani Olay değil. Bir araya gelinmiş, oturulmuş, kim bilir hangi rastlantıyla, neden ye da nedensizlikle. İşlenmiş, örülmüş bir yaşam; nedensiz, evet ama doluluğu içre. Zaman doğar böylelikle, bir amaca bağlanamadan. Çok sonraları Olayı bir Öyküye bağlama çabaları, anlamlandırma girişimleri aynı zamanda tutunma, orada öyle olmayı gerekçelendirme tasasıyla ilgili. Ama bu tasanın da bir ağırlığı yok. Olayın kendi gibi. Sonra ‘Düşsel Buluşmalar’. “kurşuna dizildim Lorca’yla,/ gölgelerle karardım.” (19) Gümrükçü Rousseau’ya ‘hasta’, Yüksekkaldırım’daki sahaf Suavi’ye düşürülen yol. Konudan konuya geçilir. İzlanda Balıkçıları (Pierre Loti) falan… Sonra defter kapanır, anı gömülür yapraklar arasına ve düşünülür bir an: Tüm bunlar sahiden yaşandı mı? Defterin içinde mi tüm o yaşananlar, kapalıyken de defter? Açtığında anıların umduğun gibi yine orada, bildiğin yerde bildiğin biçimiyle olacaklar mı? “Nerede bıldır yağan kar şimdi?” (François Villon, Evvel Zaman Kadınları Balladı, Çev. Sabri Esat Siyavuşgil).

Belki bir yolculuğa, son yolculuğa (‘o belde’) hazırlanmanın, çıkmanın zamanıdır. O belde (Andrey Tarkovski, Stalker, 1979): “‘Üzerinde mavi bir akşamın dinlendiği/ el değmemiş hayallerle dolu bir bölge.’” (Nedir Aradığı Ruhlarımızın Yolculuklara Çıkıp, 24) Gittiğin yerde yeniden soruyorsun kendine ‘doğduğun toprakların özlemiyle’: kimim ben, aradığım ne, diye. Artık bildiğin bir suda, yurdunun kıyısında, son limana varmak üzeresin. Hiç duyulmadık şarkılarla başlıyor gece: “bu son mu, başlangıç mı, diye sorma,/ seslerin sahibini arıyoruzdur aramızda.” (Kimleri Görüyorsun Gözlerini Yumunca, 26) Yazmadığın romanların kahramanlarıyla konuşuyorsun. ‘Kışlar soğuktur orada’ diyor Hüsamettin Albay, Erzincan Askeri Hastanesi’ne atanmış doktora. Trenler geçiyor durmadan, kompartımanlarında belki de tanımadığımız roman kahramanlarıyla. (Bkz. Faruk Duman, Sus Barbatus, 2018-2021). Yıkık duvarın yanında iki zamanın bir araya geliyor, şu an hangi sensin, elinde bir gül bekleyen mi, yoksa ‘kulak tırmalayan uğultulu sessizlikte ve uğursuz durgunluk içerisinde’ bir şeyleri anımsadığını düşünen mi? Hangisi, ötekini anımsar? Önemli olan, belki de kimin kimi anımsadığı değil, anı olası kılan o ‘büyülü göl’dür. İnsan, ‘büyülü göl’le ilişkilidir. Yaşam aynasında duvarlara yazılar yazıldı, ormana sığınıldı, kötülükler de tarihe gömüldü. Urla-İskelede dayısının evinin ardına düşmüş Yorgo Seferis ‘dünyanın yolcusu’ olmanın bilinciyle şöyle mırıldandı; ‘Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp’. Kuşku yok, o da aslında ‘yaşamın köklerini’ arıyordu, ona bir yerinden tutunabilmek için. Şiir söyleme derdi olmayan bir çobanıl, yerel şiir çıkıyor birden önümüze: Öküzün çektiği arabayla bağa gidiyor üç beş arkadaş. Tümü bu, böyle geçiyor yaşam tutanağına. Şiir özündeymiş, burada gösterilmemiş ama varmış gibi geliyor okura. Şiir, tam buradadır; görünmediği yerde, her şeyin kendi oluşu, eyleyişi içerisinde… Şiir dünyayı (varlık) kımıldatan insan, ama herhangi biri… Yine de bir yeri doldurarak oluşu bütünlüyor. Kendinde olup kalarak… Burası hiçliğin olası eşiği kuşkusuz. Kuşku ise az önce öğrenildi. Bilmenin, öğrenmenin sınırı yoktu çünkü. “insanın başına gelenlerin de bir gelgiti vardı,/ sular yükseldiğinde yola çıkmayı bilmekteydi bütün ustalık.” (Hiçliğin Eşiğinde, 35) Yoksa kuşlar uçup gittiğinde, birden karanlık basar, yapayalnız kalır, dalda gökte bir şey göremez olursun, yıldızlardan başka. Hiçbir ateş seni ısıtamaz. Yine de yaşam ötede kıpırdar, yine de uyum sağlamaya çalışan yorgun nabzın atışını sürdürür şu öğle sıcağında. (37) Sessizliğe kulak kabartırsın. Kendi yerinde olmak acı veriyor değil mi? Başkasının yerinde mi olmalı? Uğurlanan yolcular da artıyor giderek. Her Şey darmadağın ve Bir Arada. Geçmişle gelecek karıştı. Sessizlik ta içine işliyor, “ve soluk, arı bir sarkaç gibi sallanarak/ dalından düşen yaprak suları ürpertiyor gölge” (39) Bir türlü unutamadığın o eski şarkılar kulağında yankılanıyor.

Bir anda belirişin, görünüme çıkışın (epifani) ataksız sesi ya da sessizliğiyle ‘anılır’, ‘anımsanır’ bir şey, bir kişi, devini, söz: “Sonra susuyoruz gözlerimiz denizde.” (Onunla Yaşıyor Gibi, 42) Gülten Akın’a sungudur bu şiir. Bakılır, dağlara, gece vardiyasına hazırlananlara… Unutulan her şey birden anımsanır. (Unuttum Unutkanlığımı; Eski Şarkı) Ama görünüm (manzara) karın doyurur mu? “(K)imsenin gözü yoktu handa hamamda./ Harç karıp sıva yaptıktan sonra paydosta/ halay çekerdik omuz omuza: baş bar, hançer bar, tamzara, nare.” (O Belde, 44) Şiirin sınırları üzerine düşünülen geçmiş zamanda, “Hepimiz Başo’nun öğrencileriydik o kış,/ Kuzeye giden o dar yolda buluşmuştuk/ kar yağarken.” (Kış Manzaraları, 50) Kiminin torbasında çakıl taşları, başlarında hasır şapkalar…vardı ve bir yurt aranıyordu, bir yer, hatta ses, tutunmak, filizlenmek için. Evin penceresinden treni kollayan çocuğa, Bir beklediğin mi var, diyor dönüp annesi. Oysa çocuk, beklediklerinin gelmeyeceklerini biliyor. İmgeler uzak dururlar insana, kapını çalmazlar: “Gecenin geç saatlerinde inleyerek/ seni anlatmaya çalışıyor o köpek,/ bataklığın derinlerinde bir çulluk,/ ormanda yalnız kuşlar/ senin kimsesizliğinle buluşuyorlar/ nereye uçacaklarını bilemediklerinden.” (Mutlu Aileler Birbirlerine Benzerler, 52) İnsan gelmeyenleri beklemeye de alışır mı? Gözetleyiciye (gardiyan) göre, öyle. Belki en iyisi anılarını yazmaktır. ‘Bizim emekli albay’ sonunda anılarını yazmaya karar verdi. Ama yaratma gücünü yitirdiği dedikodusunu yayıp sırra kadem bastığı söyleniyor. (57) İmgelerimiz işte böyle terk ediyor bizi. Son boyadığın kızılağaç da sulara kapılmış gidiyor. “her yer neden birdenbire karardı,/ tam o güzel aydınlıkta/ gözlerimiz kamaşmışken?” (Alacakaranlığın Koynunda, 60) O Yıllar (62) gençliğin altın çağıydı ne olursa olsun. Tutturulmuş parçalardan (kolaj) oluşturulmuş bir ortam, dönem, sözler, insanlar… “Nereye geç kalacağımı bilmeden hızla geçiyorum/ Tokatlıyan’ın, Çiçek Pasajı’nın önünden/ Elhamra’da ‘Ninotchka’ afişindeki Greta Garbo’ya/ bir çiçek fırlatıyorum kimseye görünmeden./ Şişhane’ye yağmur yağıyor Unkapanı’na inerken.” (63)


*

Geçmiş yaşamalarımız boyunca her şey bir şeydi. Ya öyle görünmüş ve benimsenmişti ya da arada ne olduysa artık dünya değişik, başka bir dünya... Acaba? Yoksa biz daha düne değin dünyaya sonu olmayan bir gelecekten bakarken şimdi yaklaşan sonun gözünden mi bakıyoruz? Bizim mi (geometrik) yerimiz, konumumuz değişti? Doğal sayılar kümesinin artısından, büyük bir özgüven, yitmez ve yitirmezlik sağlamlığından, dünyaca olmak, dünya durdukça olmak aldırışsızlığından (pervasızlık) sonra birden kendimizi sayılar kümesinin eksisinde bulduk. Keskin köşeyi nerede döndük, nerede inişe ve yitme, yitirme duygusuna saplanıp kaldık, pek de anlamış değiliz. Peki, kimdi sıfırın (0) sağında ya da solundaki kişi(ler)? Şu artan ve azalan yine de kendine kondurmayan kişi… Ben miydim ve hangi bendim? Şarkı, ses öte yana, yakaya dönük olduğuna göre öte yakadaki bene ulaşır mı, ulaştı mı hiç şarkı ya da sesim? Eninde sonunda, iki yaka arasındaki derin ve tanımsız uçurum tüm seslenişlerimi ve beni içine çekip yutacak mı? Bu nasıl bir öykü? Nasıl sürecek? Sürecek mi?

Tamam, insan biter ama şarkı sürecek, deriz. Bunu bir biçimde öğrendik diyelim. Ne değişti? Belki olmanın ve yitmenin onuru konusunda kendimizi eğittik ve sesimizin kimi, nasıl, nerede bulacağı konusunu o kimlere, nasıllara, neredelere bırakacak denli olgun, onurlu kişileriz. Sonra, sesimiz kendimize dönmeyecek, şarkımızı kendimiz (de) duymayacaksak arkada kalacak şeyden şöyle ya da böyle kim söz edebilir? Bunun bir anlamı (!) olabilir mi? Ses yitmez, dolanır havada, kimi kulakları bulur, girintilerinde yuvalanabilir, diye düş kurabiliriz olsa olsa. O da ancak şimdi burada, ben bene, biz bizeyken…

Cevat Çapan şiirlerini okuyup bu düşüncelerle baş başa kalmamak olanaksız. Oysa onun şiirleri bir öğreti değil, bildirim değil, daha çok duyum, sezim, kendiliğinden, doğal tepkilenim… Ama türümüzce geliştirilmiş, inceltilmiş, çoğu kez de yıkma, yok etme silahına dönüştürülmüş tepki verme biçimlerinden değil şairimizin tepki verme biçimi. Büyük ama pek büyük, kof özneliklerden arıtık, yalıtık, kılçıksız, saydam, tıpkı bir hayvan ya da bitki gibi orada öyle olmanın sessiz diliyle konuşuyor şiiri. Böylece şiirden şiire kapılar açılıyor ve bir kedi kediliği içre süzülüyor açık bulduğu tüm kapılardan. Güneşini ya da gölgesini bulacak ve orada yine başlangıçtaki ke(n)di olacak.

Varlık demlendi bile, damıtılmış oldu. Bir yerden ‘hep, her zaman böylelik’ duygusu gelip örtüyor yaşamalarımızın üstünü. Yapıp etmeler, tüm yaygara çoktan elini eteğini çekti, akşam alacası akşam alacalığını üstlendi, karpuz karpuz, çit çit, bir bardak demli çay bir bardak demli çay oluşunu…

Bellekte iz bırakan şeyler bunlardır işte. Bir filmi sessiz, görüntüsüyle izlemek gibi ya da tersi. Ses var ama görüntü yok. Artık eksik olan her ne ise ya da duygu baskınlarına, taşkınlarına yol açan? Anımsadığım bir yerde olmamak mı? Orada olduğuma inanamamak mı? Kanıtsız kalmak mı? Oradakinin ben olduğumu, olayın, konunun, seslerin ve onca eylemelerin bir parçası, yapıcısı olduğumu kendime bile kanıtlayamamak ne demektir? Köprüyü nasıl kurmalı, açmalı ve zamanları anları buluşturmalı? Gitmeyi, uzaklaşmayı nasıl sindirmeli ve gelmeyi, yakınlaşmayı, iç içe geçmeyi, sokulmayı?.. Sevmek, dokunmak hangi başlığın, hangi zamanın ve uzamın altına girer de oradan yeniden filizlenmesi umutsuzca umulur?

Anısız bir kedi var mıdır ve onu kıskanmalı mıyız? Ölümünü bilmemek onu ölümsüz kılmıyor ki. Ama umurunda değil işte ne ölüm ne de ölümsüzlük. Ne de imge, şiir…

Cansever’in masası gibi, Cevat Çapan’ın şiiri beni alıyor içine, kediyi ve öteki her şeyi de… Anılar birbirinin içine giriyor. Kim görmüştü o düşü, kimin anımsadığıydı, kimdi yaşayan ya da…yaşadığını sanan?

Haziran 2024


[1] Çapan, Cevat; Geceleyin Bir Tren (Şiir, 2023), Sözcükler yayınevi, Birinci basım, Ocak 2024, İstanbul, 63 s.