Zeki Z. Kırmızı / 2023

David Grossmann

David Grossmann; Ülkenin Sonuna (אישה בורחת >מבשורה, Isha Borachat Me’besurah, 2008),

İng. Çev. Dilek Şendil,

Siren yayınları, Birinci basım, 2019, İstanbul, 709 s.


İsrail’li yazar David Grossmann’dan ilk okuduğum kitap Ülkenin Sonuna. Başka birkaç kitabının daha Türkçe’ye çevrildiğini biliyorum. 15 Mart 2022’de okumasını bitirdiğim bu kitapla ilgili ancak (22 Ekim 2022) yazabiliyorum ve kısa tutmaya çalışacağım. İsrail’den belki de dilimize ilk 1966 Nobel Yazın Ödüllü Agnon çevrildi ve daha çevrildiği yıllarda, lise öğrencisiyken aldığım kitaplarını o gün bugün okuyabilmiş değilim. Neredeyse yarım yüzyıl…

Sonra başka yazarlar… Ama içlerinde en önemlisi, etkilenerek okuduğum ve hakkında yazdığım Amos Oz var. Adı sağlı sollu birçok tartışmaya (polemik) bulaştırılsa da ben yine de doğru yerde durduğunu ve önemli, büyük bir 20.yüzyıl dünya yazarı olduğu düşüncemi koruyorum. Romanları, öykülerini kılavuz alıyorum öncelikle çünkü.

Aynı şey David Grossmann için de geçerli. Bir İsrail yurttaşı, aydını, barış eylemcisi hakkında koşulsuz bir coğrafyadan ve yüksek perdeden yargılar üreterek dar açılı beklentilerle söz etmek bana göre en azından ayıp. Bu ve benzeri yazarları dışarıdan çizdiğimiz halkanın içinde bulunmak ve yaşamakla suçlamak kolaycılık. Bize sorulabilir: RTE rejiminde yaşamayı nasıl sindirebildiğimiz ve yine de aydın, sanatçı vb. geçinebilmemiz nasıl yorumlanmalı? Bir yerde ve zamanda olmak en az yeterlilik koşulu asla sağlamaz. Bağlamsız düşünce, düşünce değildir. Tabii Grossmann için güncel tartışma konuları var mı bilemiyorum. Açıkçası pek de umursamıyorum.

Ülkenin Sonunda birkaç açıdan iyi bir roman. 20-21.yüzyıl İsrail cephesinden insanlık durumuna, savaşa, kadına (anneliğine de cinselliğine de) doğru, dürüst, yanında durulası ve alkışlanası bir bakış, iki kat değerlidir. Ayrıca düzen içi ve dışı zorbalığa da doğrudan ya da dolaylı biçimde direnilmektedir.

2006 savaşı sırasında (10 Ağustos 2006) barış için açıklama yapmasından iki gün sonra 401. zırhlı tugayda kurmay çavuş olan 20 yaşındaki oğlu Uri’nin, ateşkesten kısa bir süre önce Lübnan’da bir tanksavar füzeyle tank içinde öldürüldüğü haberini aldı ve bu nedenle barış siyasetini terk etmeyeceğini açıklamakla kalmadı. Acısını yüreğine gömerek anıtsal romanı Ülkenin Sonunda’yı yazdı. Bir kadının, annenin gözünden… Zaten romanın sunuşu da şöyle: Michal için/ Yonatan ve Ruti için/ Uri (1985-2006) için.


*

Romanın açılışı 1967, bir hastane odasında birbirini görmeyen iki genç, bir kadın (Ora: salgından) bir erkek (İlan: savaştan) arasında odadan odaya seslenişledir ve oldukça ilginç, değişik bir roman girişidir bu. Neredeyse gerçek bir sayrılarevinden acılar içinde kıvranan insanların sesleri kaydedilmiş gibidir. Aslında romanın gelecekteki üç kişisinin (üçüncüsü Avram) yaşamlarının ilk buluşma, kesişme anları… Bu üçlü arasındaki ilişki, İsrail ülkesinde yaşanabilecek her şeye dokunarak ve birbirlerine dokunarak aşk-nefret ilişkisi olarak adlandırılsa yeri. Üçü de durumu böyle kabul ederler. Açıktan ve gizli duyguların baskısı, dalgaları arasında. Ama ikisiyle de sevişen biriyle evlenen, her ikisinden birer oğlu olan kadındır asıl kadınlığının anlatısını doruklaştıran ama yanı sıra anneliğin tüm tarih boyunca yaşanmış bembeyaz ve kökten yadsınan çelişkisini, çatışkısını üstlenen ve insanlığının sıfır noktasına zorlanan. Grossmann kadınını sıfır noktasına, hiçliğe yine de teslim etmemekte haklıdır. Unutmayı, yaşamamış olmayı, bilmemeyi, kapısına gelecek ordu habercisinin ‘ölüm bildirisi’yle yüzleşmemeyi seçer, seçmek zorundadır. Bir anne oğlunun ölümünü kabul edemez, asla etmeyecektir. Bunun için evini terk eder. Haberci kapısına gelmesin, oğlunun ölümü için ordu adına üzüntülerini saygılı bir dille kapıda bildirmesin diye. Evini, geçmişini, tüm öykülerini arkada bırakabileceğini umarak kuzeye, ülkenin sınırlarına doğru bir yürüyüşe çıkar. Yanına yıkıntıya dönüşmüş Avram’ı da alarak… Öyküsünden kaçmak, kendini yansızca yeniden doğurmaktan bıkmayan doğaya sığınmak, hiç olmamış gibi olmak, anne karnında belirsiz bir tohum, başlangıcın sonsuz umudu, olasılıklarına dönmek için. Roman boyunca onun geçmişi, çatışmaları, kadınlığı, anneliği, iki çocuğunun anıları, iki arkadaşıyla hemen her şeyi kapsayan ilişkileri, onların babalıkları, çocuklarla yakın/uzak ilişkileri, Araplar, Filistinliler, siyasetler içinde ezilişi, bilincindeki kırılmalar, kopuşlar peşini bırakmaz. Bu bir sınav değildir. Yolculuk onu sıcak savaşın, ateşin namlusunun ucundaki oğluna kavuşturmayacak, hesaplaşmalar, tüm bir geçmişi peşini bırakmayacaktır. Haber yine gelecek, geldi. Ölüm başkalarını değil, onu dönüp dolaşıp bulacak, buldu. Bir anne için çocuğunun ölümü, yok olması dayanılmazdı. Dayanabildi (mi?) Buna dayanılabilir mi? Peki, ölümün arkasındaki gerçeklik, ölümü araca dönüştüren dünya ve onun siyasetleri ile kadının varlığından yitirdiği parça nasıl ilişkilenecek, insan nasıl bu gerilimden yine de doğru çıkabilecek. Nefret etmeden, oğlu (Ofer) daha dün ölmüşken ölüme direnerek, sıra dışı ölümü hep yadsıyarak. Doğrusu öykünün ana çizgisi bu ama ya kadınla erkeğin karanlıklara ve ışığa boğularak, sarmalanarak ilerleyişine ne demeli? Yaşam nasıl bir şey ve ilişkinin, en karmaşık ilişkilerin bile uçlarındaki kişiler onları buluşturan ilişkiyi aynı biçimlerde mi yaşantılar? Aynı şeyi mi anladılar? Ama okur olarak, Grossmann’ın da hakkını ödediği biçimiyle, odaktaki kadının anladığı ama en çok da onun ıskaladığı, boşa üştüğü yaşam ucuyla, ilişkinin kadının payına düşen yanıyla ilgimiz öne çıkar ve hiç kopmaz. Bunu da Grossmann’ın gizli epiğine (savaş, ölüm ve kayıp çocuk izleği bunu kaçınılmaz kılar), birden çok biçemi aynı yapıya, bilinçüstü ve altı tüm anlatı uygulamalarını da kullanarak çağcıl yazınsal yeteneğine borçlu kalırız. David Grossmann’ın bu roman üzerinde çok düşündüğünü, sahici, dünya acısı ya da ağrısını kurguya bağışlamadığını, feda etmediğini hemen her satırda, bölümde, bilinç akışında duyumsarız. Öylesine ki düşünce kendi ağısıyla bulanırken düşünceyi taşıyan beden doğasının gereğini yine de sürdürür ve yazarın, Amos Oz’dan da beklenebilecek bir yaklaşımla insanın çelişkili ve tartışma üstü doğasına ilişkin gerçekçi yaklaşımı eksilmez. Dünya budur, böyledir ve utanç da, aşk da, korku da ve yemeler, içmeler, kirlenmeler, arzular acılarımızla, yüceliklerimizle iç içe, kucak kucağadır ve bizi neyin aslında insan yaptığı konusunda önyargılı olmamamız gerektiği açıktır. Çünkü elde bir vardır. Elde kendimiziz. Geriye kalan, istemesek bile yaşayakalan ben. Geriye kaldığım için anlatabilirim en iyi olan şeyi ve en kötü olan şeyi. Böleni ve bölüneni… Her şey kalanın öyküsü, geriye doğru okunuşudur ve insan hiçbir zaman saf bir varlık olmadı. Bu nedenle payına düşen dayanılmaz acı oldu ama dayanılmaz sevinç de…

Anımsatalım, yolculuk Filistin yarasının da (Örneğin, Ora’ya şoförlük yapan Filistinli Sami) içinden geçen ve İsrailli orta sınıfın sorunla çelişik baş etme yolunun acı, ölümcül sahnelerini sergileyen bir roman olarak ayrıca okunmalıdır. Bir İsrail yurttaşı anne, İsrail’de yaşayan Filistinli Araplarla yaşamını nasıl düzenler. Savaştan izinle dönen oğul için ailece yenen yemeğin bir yerinde patlayacak bomba düşüncesiyle nasıl baş edilir ve mutluluk, kavuşma sevinci nasıl hep karanlık, gölgeli, geçicidir. Öyle sahneler var bu romanda ve terör bizi de en masum yerde yakalar. Kendi ülkemizde bunu hemen her gün yaşamıyor muyuz?

Ayrıca bir anne için yetişkin, genç oğul ne demektir? Onun bebekliği, ergenliği ve öteki her şey, ne demektir. Bunu anlamak kolay mıdır? Hayır, hiç değil. Ya babayla oğul nasıl kesişir ve ayrışır ve arkasında nasıl bir kurdele kalır? Bir de daha acısı var: Sami, Ora’nın oğlunu sıcak savaşa, Ofer Filistinlileri öldürsün diye birliğine teslim etmeye götürür Ora’nın ricası üzerine, arabasıyla. Sami bu dayanılmaz yolculuk boyunca ne yaşamış olabilir ve Ora (anne) yanındaki oğlu Ofer ve direksiyondaki Filistinli Sami arasında kaç kez ölüp dirildi acaba? Kadın kime yaranabilir? Kimi arkalayabilir? Kadın doğruyu nasıl savunabilir? İşte Ora’nın Ülkenin Sonuna yolculuğunun yanıtsız kalan sorusu… Dünyanın yükünü belki de yaşamını yitirmeyi göze alan genç adam değil, onun arkasında kalan kadın taşımaktadır. Onun ölme hakkı da yoktur, görevi de… Yaşamdan yana olmak zorundadır. Bu aynı zamanda dayanmanın sınırı, sonu olabilir mi?

Kitap şöyle bitiyor: “Ora’nın altında kaya buz gibi; dağ kocaman, büyük, katı ve sonsuz. Yerkabuğu ne kadar ince, diye düşünüyor.” (708)


*

Dilek Şendil’i de çevirisinden ötürü kutlamak olsun son sözümüz.


(2023)