Zeki Z. Kırmızı
Zeki Z. Kırmızı
Berti, Eduardo; Düşlenen Ülke (El pais imaginado Ibpedimante, 2012),
Çev. Roza Hakmen,
Metis Yayınları, Birinci Basım, Mart 2014, İstanbul, 170 s.
Gizem(li/ci) bir roman mı? Doğrusu hem evet hem hayır… Şaşırtıcı olan Eduardo Berti’nin Arjantin’li (Buenos Aires), genç sayılabilecek bir yazar olması (53 yaşında). 2012’de İspanyolca yazılmış en iyi romana verilen ‘Premio Las Américas de Novela’ ödülünü almış Düşlenen Ülke. Paris’te yaşayan Berti, aynı zamanda N. Hawthorne, H. James, C. Dickens, J. Sternberg, E. Bowen çevirmeni.
Yine Roza Hakmen ve yine olağanüstü bir çeviri gömüsü. Neden gömü? Bu ülkede kim Roza Hakmen’i çevirilerinden ötürü hak ettiğince onurlandırıyor?
Kitap bağlamında usuma takılan önemli soru, Arjantinli bir yazarın Çin tini içinden Çinli bir öyküyü neden, nasıl yükselttiği. Aptal bir açıklama Arjantin (Latin diyebiliriz) yazınının yerel (coğrafyasal) anlatı olanaklarını her anlamda tüketmiş olduğu, başka (egzotik) ekinlerden biçim, içerik devşirdiği olurdu. Berti ya da herhangi bir yazar için artık böyle bir şeyi söyleyemeyiz ama küresel (global) köyde hepimiz aynı kaptan yiyip aynı kaba sıçıyoruz, desek çok yanlış olmaz. İnsanı şaşırtan, içine sızılmaz, gerçekten özgün ve yerel bir ekinin (Çin) neredeyse antropolojik düzeylerde seçilmiş olması. Çünkü iki, başka olmak bir yana neredeyse karşıt (nereye dek ayrı bir soru) ekinden söz ediyoruz. Arjantin (Latin) ekini zamanı, çağın tinini koşuşmaca, sıçramalarla atlaya zıplaya zorlayan devingen, genç bir ekinken, Çin bundan 30-40 yıl öncesine dek zamanı, binlerce yıllık özekininin tüm tarihsel ağırlığını taşıyarak yakalamaya çalışan, zaman ırmağının akışına geriden, ağır ve sabırla katışan bir büyük, derin ekindi ve yine biliyoruz ki dünyaya açılan ikinci Dünya devi Çin hızla (çağ hızıyla) Latin Amerikalılaşıyor, hatta Dünyanın güncel hızını ivmeliyor da. Ama Berti yoksul tarımsal Çin’e bakıyor, öyküsünü böyle bir Çin’e yerleştiriyor. Edindiğim izlenim, Berti’nin Çin ekiniyle özel, içeriden bir ilişkisi olduğu. Başlarken Doğuculuk (oryantalizm) kuşkusu beni duralatmış olsa da ilerledikçe Berti’nin yazı tutumunda bildiğimiz anlamda Doğuculuk olmadığını gördüm. Yine de sömürgecilik (kolonyalizm) dönemine özgü kavrama, algı ve uslamlama yönünde köklü yerdeğişiklikleri (ikâme) yapma tutkusunun çağcıl bir uyarlamasından söz edebiliriz belki. Ama Zen’den söz edebilir miyiz bilmiyorum. Çünkü kıpısızlık düşüncesi denebilecek (kendi içinde çelişik) Zen açılımları Düşlenen Ülke’de var, diyemeyiz. Tersine, yok. Zaten Çin coğrafyasında (kırsalında) geziniyoruz. Ölü(m) diri(m) ile Batı ekininde olduğunce ayrıştırılmadığı gibi iki dünya arasında geçişler, bağlar korunuyor. Ölüm yaşamın tümleci olarak sürüyor, saltık bir kopuş olmasını yadsıyan bir halk ekini söz konusu. Ölen gitmiyor, başka biçimde geliyor. Ölüyle evleniliyor (gelenek içinde). Ölü (nine) ayrışmamış, koza dönüşümleri içerisinde küçük anlatıcı kızla buluşuyor, konuşuyor, bu ya da oradaki yaşamdan, sorunlardan söz edip torununa öğütler veriyor.
Eduardo Berti’nin tıpkı has Batılı Rilke gibi Batı usunun (akıl) sınıflandırma eğilimine karşı koyan, direnen bir yanı olduğu açık. Ölüyü tabuta (mezara) koy kurtul. Çocuğunu evlendir kurtul. Sayrıyı hastaneye, çocuğu okula, kuşu kafese, herkesi kendi yerine göm ve kafan yatışsın, herkes doğru yerde duruyor diye. (Kuş gökte süzülürken yanlış yerde olduğunu düşünmemize az kaldı, kalmadı bile.) Ölü ölüdür, kuş kafeste, armut manavdadır, başka şey değil. Oysa Duchamp gibi Berti de, Gelin, ölüyü diriye, diriyi ölüye katalım, yaşamı en az ikiye katlayalım, diyenlerden. Böylesi bir tutumun türümüzün değişik dışavurum biçimleri içinde değişik sonuçları olacaktır, olmuştur ama göz yumulabilir, belli bir düzeye dek kabul edilebilir olan tutumun sanatsal dışavurum (anlatım) olacağını geçerken belirteyim (Proust). Konuyu anlatının, dışavurum uygulamalarının (teknik) olanaklarını genişletmek başlığı altında yorumlama yanlısıyım. Yapılanı gizemlileştirmeye (mistifikasyon) bağlamadan önce iki kez düşünürüm. Yazarımızın derdi ne o, ne bu. O daha yalın ve etkili, insanı yüreğinden yakalayacak, kalıcı izler bırakacak bir öykünün peşinde ve binlerce yıllık öykü(leme) geleneğini (narration) türümüzün başlangıçlar, ilkörnekler (arketip), asal biçimbirimler bağlamı, paradigması içinde yineliyor. İlkörneklerden biri de ikizle(n)me izleği. Bunun insanın derin bilincinde (ya da bilinçaltında) henüz yanıtı verilememiş bulanık, karanlık, ürkütücü sapı olan çıkışlardan biri olduğunu düşünmeliyiz, tabii Kafka’yı da harmanlayarak. Aynı şeye ayna izleği de diyebiliriz (Yine usum Bachelard’a kayıyor.) Konu, kök-imge tartışmasıdır ve imge bir çözüm değil, ikilenme, ayrışma, bozunum, açılım olduğuna göre arkadan gelenlerin topuna birden türeyimsel, ikincil çeşitlemeler diyebiliriz. Başlangıçsa bir varsayım ya da seçim olabilir en çok. Bir imgeyi kök imge yapansa türel dönüşüm şafağındaki ilk adım, ilk ses, olmuş olandan bir an için başka olanın yeni, hatta şimdi oluşmaya başlayan belleğe (y/k)azılması ve bir saniye sonra gerçekleşen anımsamadır.
Berti düşülkesini tasarımlarken ölü ve diri evrenleri birbirine katıp harmanlamanın ötesinde bir şey yapıyor. Yerelin doğrudan saflığına dayalı bir görüngübilimi uyguluyor. Koşulları ayraca alarak, bildik sözü, davranıyı bilinmedikleştiriyor. (Duyulmadıklaştırma, olmadıklaştırma, vb.) Bir yanıyla saydamlaşan koşulsuz varoluş öte yanıyla soyutlanıyor, dışarılanıyor. Gelenek ve onun toplumsal karşılıkları, temsilleri tüm gerekçeli ağırlıklarını yitiriyor, bir kadın bir erkeğe değil, bir kadın bir kadına sevdalanıyor (bağlanıyor). Bunun sevicilikle, cinsellikle ilişkisi yok ya da çok uzak. Berti’nin derdi de bu değil. O koşulsuzlukla, koşulun ayraç içine alınması ve bundan doğabilecek sonuçla ilgili. Ne olur? Yerçekimsiz kalmış insan ne yapar? (Bkz. Chagall, 1887-1985). Ayraçlama işlemi tıpkılanmaya, ikizlenmeye, aynada kendine bakmaya dek sürdürülebilir mi? Çünkü anlatıcı genç kız, Xiaomei’yi, kör kuşçunun kendisiyle aynı yaştaki kızını gördükten sonra ya görmemiş gibi yapacak ya da iki genç kız öyküsünden tek genç kız öyküsü çıkaracaktır. “Onda bir kusur bulmanın okyanusta bir iğneyi bulmaktan daha zor olduğu sonucuna varıyordum.” (41)Bu eksen ya da odak kayması yaşamını köklü biçimde yerinden oynatacak, önce iki (aynı zamanda Xiaomei), sonra üç (Xiaomei’nin benzettiği oyuncu Lingyu) kişi olacak. Kocasıyla (Fanghzi) hangisini paylaştığını kim bilebilir?
Tüm bunlar da ikincil. Eduardo Berti billurlaşma (kristalleşme, cristalization) anıyla ilgili. Koşulsuz varlığın gerçekleşme olanağıyla (imkân), sesin sessizlik, bedenin bedensizlik, sevmenin birlik (saltık özdeşlik) olduğu o anla. Yani olanaksızla (düşülke, ütopya) ilgili. En aza inmiş, tüm artığından kurtulmuş, herkes(l)e ve her şey(l)e karışmış, bölünerek çoğalmış, beni sonsuz benlemiş öykü(süzlük) ile… Ama öyküyü bitirmek, bir genç kızdan iki genç kız yapmak, onları aynada birbirine yansılamak için Marias’ın dediği gibi anlatmak değil tersini yapmak gerekiyor. Aslında düşlenen ülke düşleyenin acı çektiği yerle ve onun geometrisiyle bağlantılı. O ülkeden söz ediyorsak eğer, Eduardo Berti’nin Düşlenen Ülke adında kitabı şu an önümüzde açık durduğu içindir.
Saydamlaştırma, billurlaştırma girişimi dünyaya çarpacaktır eninde sonunda (meteor) ve giderek durulaşan anlatıcı dili sınıra gelince incelip kopacaktır. Eduardo Berti dili sınırına taşıyor, deniyor bir kez daha.
Neden Çin sorusuna ise Alberto Manguel tanıtım yazısında kendince bir açıklama getiriyor. (Bkz. Cumhuriyet Kitap Eki, 11 Nisan 2014; Sevdalı Kızın Öyküsü).
***
Eduardo Berti; Yabancı Bir Baba (Un padre extranjero, 2016),
Çev. Roza Hakmen,
Metis yayınları, Birinci basım, Eylül 2018, İstanbul, 268 s.
1964 doğumlu Arjantin’li yazar Eduardo Berti’nin yine eşsiz Roza Hakmen çevirisiyle (Hakmen, Berti’nin Türkiye şansı.) ikinci romanı Yabancı Bir Baba’yı okudum. Yazarın tarihlemesinden romanı 2012-14 arasında yazdığı anlaşılıyor. Türkçedeki ilk romanı Düşlenen Ülke ise özgün dilde 2012’de basıldı. Demek Yabancı Bir Baba, Düşlenen Ülke’yi izleyen roman diyebiliriz.
Önceki romanı sıcağı sıcağına okur okumaz hakkında şimdi okuduğumda önemini kavradığım bir yazı yazdığımı, sezgilerimin de katkısıyla yazınsal siyasetinin kimi ipuçlarını yakalayabildiğimi görüyorum. Bu kısa yazımın arkasına ek olarak koyacağım. Yine aynı romanla ilgili yurttaşı Alberto Manguel’in gerçekten ilginç yazısının Roza Hakmen çevirisiyle Cumhuriyet Kitap Eki’nde (11 Nisan 2014) yayımlandığını, Berti ve romanıyla ilgili dilimizde dikkate değer başka da bir şey okumadığımı belirteyim. Kuşkusuz bu türden yazılar yayımlanmıştır ve kusur benimdir.
Berti’nin yazını (edebiyat), aynı zamanda bir (kurgusal) oyun alanı olarak gördüğünü, oyun sözcüğünün hakkını tam olarak verme koşuluyla belirtmek isterim. Yazma oyununun ardında çok titiz, özenli bir çaba harcadığı açık ve arkadaki büyük bağlamı gizleme konusunda ustalığına parmak ısırmamak olanaksız. Bu onun kapalı (hermetik) bir yazının (kurgu) peşinde olduğunu göstermiyor, çünkü son derece açık, kendini gösteren, sunan, seçik duyulan bir dili var. Ama (büyük) bağlam konusunda sessiz bir başkaldırısı da var. Bundan çıkan sonuç belli. Yaşam, (böyle) anlatılandır. Daha doğrusu (bir de böyle) anlatma girişimidir. Bu önerme bağlamı yıkmakla kalmayan, dahası parçalayan bir önerme. Okur bu bağlamı silme işleminin (operasyon) ayrımına varıp da okurluk konumunu yeniden konuşlandırmadıkça okuduğu Berti kitabıyla ilgili güçlüğü sürecek demektir. Bu dediklerim bizi oyundan giz(em)e, giz(em)den aşkınsallığa (sınır taşımı), oradan da elbette artma, çoğalma, varlık üstü-varlık ve varlık altı geçişken (osmotik) çoklaşmalara (ikizlenmeden başlayarak sonsuzlaşma), yani bölünmelere, vb. taşıyacaktır. Öyle de oluyor. İkiz(lenme) kavramı Eduardo Berti’nin yazınsal siyasetinin (poetika) çekirdeğini oluşturuyor bana kalırsa.
Konu şudur: İnsan kendi içinden kendini (yaratığını1) çıkarır-sa en geniş anlatı da kendi içinden kendini (yaratığını, benzeşini, tıpkısını, klonunu) çıkarır. Yapıt bölünür ve içindeki yapıtı çıkarır. Yapıt sürdükçe ikilenir, iki yapıta, iki anlatıya, iki öyküye, iki kişiye, iki oğula ve iki babaya varır. Neden sorusu neredeyse yersizdir. Çünkü yukarıda söyledim, sınırı bozma (ihlal); bir izlence (program), elimizde son kalan ve son kez uygulandıktan sonra vazgeçilmesi kaçınılmaz olan bir işletim biçimidir, aygıttır ve yakıcıdır. Öyleyse bir roman ötekinin tıpkılanımı, ikizlenimi olduğu gibi kendi içinde de tıpkılanarak, en azından iki sayma tabanlı biçimlenerek gerçekleşir. Bu güzelduyusal (?) yaklaşım biçiminin ardçağcı (postmodern) bakış açısına borcu nedir sorusuna girmek istemiyorum. Tabii ki ilişki var ama bu yazarın seçili bir bağlanması (angaje) olarak tanımlanamaz. Üstelik, anlayışın kurgu üzerinden dilde yankılanması boşlukları geleneğin oldukça dışında yapılandırarak bir tür ‘şiirsel’ alanlar oluşmasına da yol açıyor. ‘Şiirsel’ sözcüğünü oldukça dar anlamıyla yorumluyorum.
Alberto Manguel yazısında Berti’yi James’e, Kafka’ya, Rulfo’ya bağlarken haklıdır ama sanırım daha ötesi var. Ussal açıklık dediğimiz yargı yetimizle ilgili tersinden bir bulanıklık, dilin açıklığıyla (duruluğu) ters oranlı bir bağlamsal bulanıklık, sınır erimesi ve algımızın en son kurgulama edimine emanet edilmesi, vb. Eduardo Berti’yi daha geniş düzlemlerde tartışmamızı kaçınılmaz kılıyor ama şunu söylememiz yine hakça olur. Berti yeni yüzyılın dillerinden biridir ve bu dille buluşmak yine en azından keyiftir.
Kısaca iki gerçek izlenimi verilen öykü koşutlu ilerletilir Yabancı Bir Baba romanı boyunca. Bir yandan yazar Eduardo Berti’nin kendi aile kökenleri, babası ile akan gizem dolu öykü, öte yandan yine Berti’nin üzerinde çalıştığı ve Polonya kökenli İngiliz yazar Joseph’i (Conrad) anlattığı öykü. Yürüttüğü araştırmalar, iz sürmeler ve iki koşutlu öykünün yer yer benzeşip kesişmesi, ayrışması, sayısız bağlaç üzerinden yarı kapalı göndermeler, her iki metnin kurgu olduğuna ilişkin dolayımlamalar, baba-oğulun bölünerek başka baba-oğul öykülerinde yankılanması, öyle ki tüm sınırların yittiği ve oğul için tüm ötekilerin babalaşması ya da vice versa. Tüm babalar öteki, yabancı babalardır tıpkı tüm oğulların öteki, yabancı oğullar oluşu gibi. Doğru yok. En büyük tanık kurgudur ve kurgu da yalnızca ve yalnızca ‘düşlenmiştir’. Yeniden belirtmem gerekirse böyle bir yazı-kurgu anlayışının dil ustalıkları ve oyunları gerektirmesini sanırım kimse yadırgamaz. (Örn. Kurgu içinde kurgu olan, babanın romanı defterlerin adının Göçük yerine yanlışlıkla Göçek olarak yazılmış olması, oğulun (Berti) bir türlü babanın Göçek’ini sonuna değin okuyamaması, vb.)
[1]Ridley Scott; Alien 1 (Yaratık), 1979.