Madam Sourdis ve Diğer Öyküler

Zeki Z. Kırmızı / 2023

Émile Zola

Émile Zola; Madam Sourdis ve Diğer Öyküler (Öykü Seçki, 2023),

Çev. Metin Yetkin,

Fihrist yayınları, İkinci basım, Nisan 2023, İstanbul, 145 s.


Émile Zola’nın tüm yapıtını son üç-beş yılda okumuş, hakkında bir kitap yazmayı tasarlamış, onun da üçte birini yazmıştım. Dosya beni bekliyor. Bu arada Türkçede yeni yayımlanan, bilmediğim Zola yayımlanırsa alıp okuyorum. Madam Sourdis ve Diğer Öyküler de Zola öykülerinden bir seçki. Fihrist Yayınları özenli denebilecek bir baskı ve iyi bir çeviriyle ikinci basımını yapmış seçkinin. Daha önce okumadığım Zola öyküleri olması açısından ilginçti kitap ama daha ilginç olanı üzerinde duracağım aşağıda.


Önce kitapta yer alan öyküleri sıralayayım:


  • Bir Aşk Evliliği (1866)
  • Koca Michu (1870)
  • Madam Sourdis (1880)
  • Jacques Damour (1880)
  • Bay Chabre’ın Kabukluları (1883)
  • Olivier Bécaille’ın Ölümü (1883)

  • Öykülerden erken tarihli ilk ikisi çok kısa. Diğerleri uzunca sayılabilecek öyküler. Zola’nın izleğini, eksiksiz anlatabileceği öykü uzunluğunda denebilir. Öyküleri en boy açısından orantılıdır Zola’nın.

    Hemen belirteyim, Bir Aşk Evliliği bir özet taslak niteliğinden olup bir yıl sonra, yani 1867’de Zola’nın ilk çarpıcı ve yankılanan, tartışılan, tezli romanına dönüşmüştür: Therese Raquin. Bu ilk sayılabilecek romanını Zola daha sonra 20 ciltlik Rougan Macquart dizisinin dışında tutmuştur ve dizi 4 yıl sonra La Fortune des Rougan’la (1871) başlar. Türkçeye Rouganların Yükselişi, Rouganların Serveti adlarıyla çevrilmiştir. Yanılmıyorsam biri dışında (Rougan Macquart 6. Son Exellence Eugene Rougan- Ekselans Eugene Rougan, 1876) tüm Rougan Macquart ciltleri çevrildi.


    *

    Madam Sourdis ve Jacques Damour’u Émile Zola çizgisine yaraşır iki öykü olarak ayırmak isterim. 1883 tarihli öyküler Zola biçeminin, dil ve kurgusal yapı açısından gereğini sağlasalar da konularına yaklaşım biçimleri, yazarın yazınsal siyaseti açısından tartışılabilir. Oysa daha geç tarihli öyküler bunlar. Sözünü ettiğim öyküler ise artık Fransa’nın 19.yüzyıl tarihsel-toplumsal kesitini alan dizinin olanca sorumluluğu ve birikimini arkalamış görünüyor. Zola’yı en geniş anlamında bir geçiş dönemi özdekçisi (materyalist) ve gerçekçisi (realist) olarak görmek gerekir. Tüm geçiş sanatçıları gibi eskinin ve yeninin olumlu-olumsuz bireşimini simgeliyor. O devasa romanların bile zayıflık anları, gerçekçiliklerinden bıkmış, ödüncü sarkmaları söz konusu. Zola anlaşılan o ki roman türünü önceledi. Öyküleri, ikincil ve romana dönük duran savsız, geçici verimler gibi. Yukarıdaki altı öyküyü (zaman sırasına ben koydum) Zola yazınının üç ayrık özelliğiyle (dönemi demiyorum) niteleyebiliriz. İlk ikisi doğa (natura) üzerine düşünen genç Zola’nın fizyoloji, soyaçekim, vb. çalışmalardan etkilendiği ve insan davranışlarını soyaçekimsel güdülere dayamaya çalıştığı dönemiyle ilgili, çok da önemi olmayan öyküler. Zaten Koca Michu sanki yarım kalmış, yeterince geliştirilmemiş, ilk Le Figaro’da Aralık 1866’da yayımlanan Bir Aşk Evliliği ise kısa bir süre sonra romanlaşacak (Therese Raquin) bir taslak özet. Sevgilisiyle iş birliği yaparak kocasını öldüren kadın ve sevgilinin öldürüm sonrası çıldırmalarının öyküsü. Zola öyküdeki bilimsel notlarını, birçok açıdan tartışmaya açık olsa da oldukça sağlam yapılı bir romana dönüştürür. Ama benzer bir öyküyü ABD’li yazar Theodor Dreiser’in elinden okumanın unutulmaz tadı da bugün belleğimde. (An American Tragedy, 1925). Hatta ekleyelim: The Postman Always Rings Twice, James M. Cain, 1934 ve bu romandan uyarlanmış iki film: Tay Garnett, 1946 ve Bob Rafealson, 1981)

    Madam Sourdis bence küçük bir mücevher öykü. Tinselliği oldukça nesnel, somut dünya varlıkları üzerinden çözümleyen ve sergileyen Zola, aslında ünlü dizisinde koca bir romana dönüştürdüğü (Rougan Macquart 14. L’Ouevre, 1886) sanatçıların, özellikle ressamların dünyalarına son derece insancıl ve derinlemesine bir dalış yapıyor. Ama ilginç olan, taşrada ressamla (Ferdinand Sourdis) tanışıp evlenen hevesli (amatör) ressam kadının (Adéle, daha sonra Madam Sourdis) birden ünlenen kocası Ferdinand’ı giderek yedeklemesi ve ressamın çöküşüyle oluşan boşluğu doldurması. Öyle bir zaman gelir ki sefil bir yaşam süren ve karısını da boşlayan Ferdinand’ın yapıp sergiye yetiştirmesi gereken resimler artık bağrına taş basan Madam Sourdis’in fırçasından çıkmaktadır. Öykü aynı gerçekçilik ölçütleriyle erkeğin bohem alışkanlıklarına kadının boyun eğmesi, yine de sevilmeyi umması ama gerçekçi olmaktan her şeye karşın vazgeçmemesi, yani kocasının başka kadınları istediği gibi onu istemeyeceğini bile bile onun adına ünü ve resmini ayakta tutmaya çalışmasıdır. Sonunda karı koca çıkardıkları iş (resim) açısından birbirlerinin yerine geçmişlerdir. Öykünün bir noktası daha önemli. Kadın kusursuz bir taklitçi-yaratıcı olsa da usta eleştirmenin (Rennequin) gözü resmin arkasında yatan belli belirsiz eksiği yakalar ama sıradan bakışlar için değişen bir şey yoktur. Zola kadın vurgusu yaparak, kadın yaratıcı kavramını kurgu gerecine dönüştürerek, yaratma sürecini neredeyse kuramsal düzeyde tartışarak ama bu arada öykünün insan ve ilişkiler odaklı sıkı omurgasını asla kaydırmayarak bir öykü başyapıtı çıkarabilmiştir. Öykünün tarihsel-toplumsal çerçeveleri de toplumbilimsel okumaları olanaklı kılıyor genelde tüm Zola yapıtlarında olduğu gibi.

    Dövme demir işçisi Jacques Damour oğlu Eugené, kızı Louise ve eşi Felicie ile yaşayan, genellikle ayık dolaşmayan, karısına da kaba saba davranan bir devrimci. İki yakası bir araya gelmeyen, serseriliğe yatkın doğası Felicie sayesinde dengeleniyordu. Bu Zola öyküsünün tarihsel ve bireysel doğruluğu gerçekten dokunaklı. Zola’nın başardığı bir şey bu. Güzelleme yapmaz ama tersini de. Olgudur olay ama onun açılı, kapsayıcı yaklaşımı bilimsel gözlemcinin nesnel, kayıtçı, saymacı yaklaşımının çok ötesindedir (sanıldığının tersine). Devrim (Komün, 1871) hınçlı, öfkeli Jacques’ı tüfek elinde ayaklanmanın ortasına sürükleyecek, ayaklanma şiddetle ezilecek, sokaklarda oluk oluk kan akacak, paçayı kurtarabilenler kapağı başka yerlere atacak, kimileri de sürgüne yollanacak. Oğlu Eugené de ayaklanmada ölenlerden… Jacques sağ kalır ama on yıl boyunca Yeni Kaledonya sürgününden sersefil, aç, bitkin döner. Bir de dostu, şeytanı demek daha doğru, Berru vardır arkadaş, yakın dost bildiği. Jacques’ı da kışkırtmış, ama kendi elleri hep temiz kalmış Berru. Sokaklarda sürten, eve dönmeye cesaret edemeyen Jacques’la karşılaşır. Şeytanca görevi (ki Felicie’ye de asılmıştır kocanın yokluğunda) yeniden başlar. Yokluğunda karısı evlenmiş, varsıl bir kasaptan iki çocuğu olmuş, kızı ise başlarından atılmıştır. Berru’nun iyice kışkırttığı Jacques kafayı iyice tütsüleyip elinde ekmek bıçağı kasap dükkanı kapısına dayanır. Olağan seyrinde bu öyküye belli bir akış, çizgi umulur. Eh, Zola’nın da kaçırmayacağı türden bir üçüncü sayfa haberi. Hiç de öyle olmaz. Jacques öyle böyle bir yandan da içinde iyi bir damar taşımaktadır. Felicie gibi. Hak ettiği rahat, mutlu yaşamı altüst olabilir ama Jacques’e hak verir. Üstelik kasap koca da anlayışla davranır. Bu durumda şeytan (Berru) açıkta kalır, yani etkisiz. Gözyaşları içinde herkes kendi yoluna yürür. İnanılmazdır bu ve iyidir, doğrudur, hatta güzel. Bu eğreti insanlar güzellik yaratabilir yeri geldiğinde. Yine de bitmez öykü. Bu kez yine Berru sayesinde bir otelde fahişelik yapan kızı Louise’i bulur Jacques. Sevinç içinde babasına sarılan Louise de istifini bozmaz, kimse baba sevgisiyle, sevecen duygularla paraya kendini centilmenlere satan fahişelik arasında çelişki bulamaz. Tümü de içten ve doğaldır. Babasına sahip çıkan Louise kırda babasını bir kulübeye yerleştirir. Onurlu serseri devrimci baba, fahişe kız, anne, hatta Berru bile yaşamın ezici gücüne karşı barışı, iyiliği yüceltirler. Bu öykü gerçekten önemlidir ve Zola’nın yazarlığının asıl yaratıcı özünü imler. Tarihin (zaman) savurduğu ve olmaları gereken yerden kopan, yeni yerlerinde tutunmaya çalışan genelde yoksul insanların tüm ağır koşullara karşın onurlarını savunabilecekleri ve birbirlerini bu uğurda destekleyebileceklerini gösterir. Buradan bir Zola imgesi çıkar. Acımasız olayların baskısı altında insanlıktan çıkanların direnen yanlarını bulup kavramak Zola okurunun ek görevine dönüşür. Bu öykü Zola’nın yüreğine giden yolu gösterir ki o yürek, yaşamının son yıllarında başkaları için, kimsede olmadığınca çarpabilmiştir. İnsanlık onurunu, evet, ayakta tutabilmiştir. Neden söz ettiğimi anlayan anlamıştır. Yüzbaşı Dreyfus davası ve J’Accuse!

    Kalan iki öykü (Bay Chabre’ın Kabukluları, Olivier Bécaille’ın Ölümü) üzerinde çok durmayacak, iki öyküyü daha tüm yapıtını yeni okuduğum Guy de Maupassant ve girişte belirttiğim çevrede yorumlayacağım. Büyük olasılıkla kendisinden on yaş küçük Maupassant üzerinde oldukça büyük bir yazınsal etki yaptı Zola. Her ikisini de etkileyen dönem koşulları yer yer anlatı çizgilerini yakınlaştırmış olmalı. Bu iki öyküyü, bu yazınsal titizlik, sağlamlıkla olmasa, daha kısa, az sözcükle yazsa bile Maupassant da böyle yazabilirdi ve yazdı da zaten. Her iki öykünün Maupassant’da epeyce karşılığı var. Hatta iki yazarı biçemiyle (üslup) tanımayan biri bu öykülerin yazarı konusunda kafa karışıklığı yaşayabilir. Büyük olasılıkla zaman çakışması olmalı. Zola günün havasına, okur beklentilerine daha çok da öykülerinde hafiflik, eğlencelik adına ödünler vermedi değil ama bu tür öykülerinde bile çiçeklerin içine yerleştirildiği saksı oldukça sağlam ve güzel bir porselendendir. Oysa Maupassant’ın az öyküsünde böylesi bir sağlamlık içeriğin, güncel ve eğlenceli anlatıların önüne geçmiştir. Rastlantısal kesişme noktalarında iki öykü anlayışı birbirlerini yansılayan örnekler doğurdu belli ki. Ama bunun nedeni yazarların yazın anlayışlarındaki (poetika) esneklik değil (Zola çok esnek sayılmaz ama plastik bir dil ustası olmadığı anlamına gelmez bu), biraz da toplumsal beklenti, yankılanma. Dönem eğlendiren, gülmece öğelerini öne çıkaran, aldatma-aldatılma sarmalında epeyce hafiflemiş ekinsel ilişki biçimlerini küçük bir para karşılığı kolayca satın alabildikleri gazetelerde dedikodu merakı, hatta tutkusuyla kitleselleşmiş ve ticarileşmiş bir ağın ortasında kaçırmamak için çabalayan orta sınıf insanlarla biçimlenen bir dönem çünkü. Bu konuyu, yeni yüzyıla giren ve basın yayın iletişim olanaklarının patladığı, kitleselleştiği ve yazmanın gelir kaynağı işe dönüştüğü bir dönemle ilişkilendirerek Maupassant çalışmamda epeyce irdeledim. Zola elbette yeni koşullara gözlerini kapatacak biri değildi. Halkçıl (popüler) kaygıları, okur kitlesine ulaşmanın yollarını o da Maupassant denli önemsemiş olmalı. Ama onun kadar ödün vermemiştir. Düşlemsel (fantastik) konuları, üçüncü sayfa olaylarını, cinsel izlekleri ve ilişkilenme biçimlerini, vb. çok da yazınsal ödün vermeden anlatmıştır. Aslında büyük roman tasarını Balzac benzeri bir tarihsel-toplumsal kesite oturtması ve toplumu tüm yaşantı içerikleriyle ayrı ayrı romanlaştırmasının gerisinde de bu yeni olanaklar, yazar-toplum-ileti ilişkileri yatıyor olsa gerek.

    Bay Chabre güzel karısıyla cinsel sorunlar yaşamaktadır. Doktorun önerisiyle deniz kabuklularıyla özel beslenme (diyet) için gittikleri kıyı kasabasında her bakımdan kusursuz, yakışıklı bir genç adamın (Hector) kılavuzluğundan hiç kuşku duymaz Bay Chabre. Karısı da genç adamın çekimine bir yere dek dayanır. Kabuklu avlamaya gittiklerinde aşağıda, kocanın gözlerinden ırak mağarada olan olur ve kısa bir süre sonra Estelle’in nur topu gibi bir çocuğu olur. Sonuçta Bay Chabre deniz kabuklularının inanılmaz etkisine artık gözü kapalı güvenmekte, horozlanıp durmaktadır.

    Olivier Becaille ise öldü sanılarak gömülür ev sahibi Madame Gabin ve gömü işlerinde yardımını esirgemeyen yakışıklı komşu Simoneau yardımlarıyla ve kendini uyanıp da tabutun içinde bulduğu ilk gömütlük gününde ne yapar eder gömütünden çıkmayı becerir. Ama asıl güçlük olağan yaşama nasıl döneceği… Bocalamalar içerisinde, çok sevdiği ama kendisini öyle aman aman sevmediğini bildiği karısı Marguerite’ye yanaşamaz bir türlü. Ama iş işten geçti bile. Dul kadın yasını çok uzatmadan komşu Simoneau’nun evlenme önerisini kabul eder, evlenirler, birbirlerine de pek yakışırlar. Çocukları olur, mutlu bir yaşamları. Olivier Becaille bunları izler ve görünmez: “Marguerite’i düşünmek içimi ısıtıyordu şimdi. Onu taşrada, küçük bir şehirde, çok mutlu, çok sevilen, herkesçe buyur edilen bir kadın olarak hayal ediyordum; etrafına renk katıyordu, üç oğlan, iki de kız çocuğu vardı. Haydi canım sen de! Bir ölü olarak düzgün bir adamdım ve kesinlikle dirilmek gibi zalim bir aptallığa düşmeyecektim.” (106) Sonunda ölüm bile onu unutmuş olmalı ki uzun yaşar, oradan oraya gezinip durur Olivier Becaille. Bu öyküde de Zola’daki gerçek iyicil duygunun altını önemle çizmek isterim. Yok etmenin koşulları var ama insanlar yok etmek yerine, yeniden kuruluşa güçleri oranında katkıda bulunuyorlar. Çok az örnekle karşımıza çıkar bu yazın siyaseti. Üstelik bir dizi yanlış anlama ya da yargıya yol açmadan…


    (2023)