Babamın Kalbini Kim Çaldı?

Zeki Z. Kırmızı / 2024

Öykü yazarlığının başlangıcında sayılabilecek Engin Kükrer (d.1980) önemli bir yol ayrımında sanki.

Öykümüz 80’lere gelinceye değin iki ana gövdede yan yana serpilip gelişirken, siyasal-toplumsal bunalımın derinleştiği 80 sonrasında diğer türler (şiir, roman, oyun, deneme, vb.) çıkmaza girerek içinden henüz çıkılamayan bir bunalıma sürüklenip büyük bir ses yitimine uğradılar, buna karşılık Türk öyküsü parlak bir açılım (bir tür küçük çaplı ‘boom’, patlama denebilir) yaşadı, günümüzde de etkisini sürdüren arayış ve ataklarla, özellikle içerikte sığlaşmayı önemli ölçüde giderecek anlatım ve dil uygulamaları (teknik) geliştirdi. Ama hakkını yine ve ayrıca verelim, geçmişte ıskalanmış kişiden kişiye ya da kişi içi hakikatin dokunaklı sahnesini, dil becerileri ve başarıyla görünür kıldı, dahası anlatı sanatlarında deneysel çalışmaların çevrenini (ufuk) sonuna değin zorladı ve öykünün türsel yelpazesinin kanat uçlarında, geçmiş öykümüzün tüm aşırılıklarını, sivriliklerini törpülediği, tornadan geçirdiği gibi, giderek bir gelenek oluşturan, abaklaşan (klişe, şablon) öyküleme sanatı cenderelerini de yırttı attı.

Bunları şunun için söyledim. 50’lerin sözde demokrasiye geçiş süreci toplumun kendini anlatma araçlarında da yankılanarak, aynı yüzeysellikte bir ikiliğe yol açtı. Cumhuriyetin ülküsel tümlük kaygısının kendini anlatma yönünde, niteliği, düzeyi gözetme, yukarıda tutma çabası (ne denli başarılı olduğu ayrı konu), kasaba pazarında hayvan pazarlığından öte geçmeyen ve ikili kaba siyaset dilimizi yansılayan sanatsal anlatılarımızı da ikiledi. Bir yandan geleneksel, onurluca düzey tutturma çizgisi ödünsüz ve git git ikincilleşerek varlığını güçbela sürdürürken, basın yayında patlama, dergiler, gazetelerde açılan sayfalar, radyo dili demokrasinin (!) halkçıl (popülist) önermelerini karşılayacak yönde bir kitlesel üretime yol verdi. Halkın diliyle halka ulaşmanın yolu yordamı fıkra, kısa öykü, bilemedin şiirdi. Ama geçmişin ağır öykü salvolarını kaldıracak bir halk iklimi artık söz konusu değildi ve halka göre konuşmak, onu etkilemek demokrasinin (!) olmazsa olmaz koşuluydu. Halkın ağzına uydurulmuş bir sanat (!), işin tuhaf ya da gülünç yanı, aslında halk sanatının büyük ve kusursuz geleneğiyle ilişkisizdi ama yozlaşma, başka ekinlerden (kültür) çırpıştırılmış sözcelem, deyiş biçimlerinin katkısıyla ne İsa ne Musa türünden bir çöküntü (dekadans), hatta niteliksizlik yarattı. Sollu sağlı gelir sağlayıcı (profesyonel) yayıncılık anlayışı iyi ve kötü sonuçlarıyla etkisini hızla arttırdı ve Marko Paşalar, Akbabalar, Bütün Dünyalar, Hayatlar, vb. artık piyasada ağırlıkla yer tuttu. Onlarda yayımladığı gülmece (mizah) öyküsünden ya da Yeşilçam’a senaryolardan ilk kez para kazanır oldu yazar. Çark kuruldu ve dönmeye başladı. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, arkadan Muzaffer İzgü, vb. bir yandan sanatsal üretimlerini sürdürdüler, öte yandan geçimleri için çalakalem yazdılar. Bu sonradan çok tartışılan bir konuyu gündeme getirdi: Aziz Nesin yazar mıydı? Aziz Nesin’in öyküsü (özellikle gülmece dergilerinde yayımlananlar) öykü türünün ölçütlerine uyuyor muydu? Bu halkı güldürmeyi amaçlayan bu yeni tür öykü tepeden bir bakışla kınandı, dışlandı, yazın evreninin dışına atıldı. Oysa daha sonra bolca ve yozca örneğini çok göreceğimiz söz konusu yeni öykü anlayışının da bir en az (asgari) ödün verme düzeyi vardı, başta işlevseldi, doğrudan ya da dolaylı biçimde okuru güldürerek eleştiriye hazırlıyorlardı her şeye karşın. 80’lerden sonra bu sorumluluk da kalmadı, artık iş salt güldürme amacıyla sınırlandı. Sözünü ettiğim geçiş yıllarındaki bu alt-öykü türü de tarihe karıştı, onurlu sanatçının, elini neye atsa düzeyini yükselttiği gerçeği yerini tam piyasa kurdu, ilkesiz (oportünist), yüzsüz çürüme diline bıraktı ama çok sürmedi. Hemen tepki aldı, seçkinci bir çizgi avam dilinden elini eteğini çekti, öyküsünü ayrıcalıklı kılmayı halkla bağını kopararak sağladı. Diğer türler piyasayı beslemeyi, ödün vermeyi sürdürdü ama öykü kısa bir tür olarak yerlerde sürünen türsel öyküleme dilini yerden kaldırdı, hatta yükseltme çabası içine girdi. Neden diğer türlerin yapamadığı atağı öykü türü yapabildi? Yayıncılık maliyetleri, iletişim olanakları giderek büyüdükçe, en kısa sürede en çarpıcı anlatılar için en uygun tür olan öykü türü öne çıktı. Üstelik yeni durumda yarışma koşulları çarpıcı deneyimleri türe özgü olarak kaçınılmazca öne çıkardı. Öykünün kısa zamanı ve yeri, deneysel girişimler için verimli bir alan oluşturdu ama öne çıkmak, kendini göstermek de o denli zorlaştı. Bu da özellikle anlatım yeteneklerine yüklenmeyi getirdi. Yaratıcı uygulamalar, geçmişin türle ilgili tüm sınavlarının birikimlerini değerlendirerek, ötelediler. Öykünün ortamı (şimdilik) ülkemizde bu atılımı sağlayabildi.


*

Engin Kükrer sanırım önünde böyle yaratıcı bir öykü evreni buldu ve ilk kitabı Babamın Kalbini Kim Çaldı? ile öykü geçmişimizle hesaplaşmasını yapıyor. Bunu yapıyor çünkü öykü türüyle yaşamı arasındaki doğru bağlantıyı bulmak için denenmiş değişik öykü anlatımlarını yoklayarak yatkın olduğu dili oluşturmaya çalışıyor. Güncel can yakıcı sorunlar (kadın-erkek sorunu, eşitlik, evlilik gibi...), bilimkurgu, yabancılaşma, tarihsel öykü, vb. denemeleriyle ayrı ayrı sınamalar yapıyor. Tümünün arkasında ise, kendi yazar kimliğiyle sağlamca dünya duruşu meselesini ayraç içine alırsak (Hangimiz dünyanın keşmekeşi karşısında herhangi bir sağlam duruşla ilgiliyiz ki?); eşitlikçi, duyarlı, gülmeceye (humor), hatta karayergiye (ironi) yatkın bir anlağı (zekâ) imlediği rahatlıkla söylenebilir. Doğrusu sanatsal dışavurumlar söz konusu olduğunda anlağın bu biçimde yorumu benim için önemli bir çıkış noktası... Çünkü canlı, devingen bir dünya ilgisinin kanıtıdır gerçekte. Bu da dünyayı kaçırmamak, tüm ayrıntılarını yakalamak gibisinden aşırı dikkatli ve duyarlı bir algı donanımını zorunlu kılıyor. Engin Kükrer algı duyarlığını, algı yeteneklerini ikiye, dörde (geometrik) katlayarak dışa vuruyor. Bu güçlü ve klasik gözlem(e) gücü öykünün akışında (yalnızca olay akışı, kurgu ya da dil değil, tümü birden) sağlam, güvenilir bir iç tutarlılık sağlıyor öykülerine. Sonuçta anlattığı şeyin saltık egemeni ve bu konuda sanılabileceğinin tersine aşırı özenli ve titiz... Dünyayla ilişkilenme biçimi, öyküde yapılandırma sorununun üstesinden başarıyla gelişi, öykü içindeki her türde gerece (malzeme) egemenliğiyle Türk öyküsünün ortalamasını rahatlıkla tutturuyor ama yetmeyeceği açık, çünkü öyküde varabileceği yerler de bir o denli açık.

Bunun için yapılacak şey, şimdi-burada düşünsel tutarlılıktan ödün vermemek ve tümcül bakış açısını asla öykünün dışında tutmamak (Bunu söylerken Ümit Kaftancıoğlu öykü yarışmasında ikincilik ödülü aldığı öyküden söz ediyorum.); kendi öykü dilini oluşturma yolunda arayışlarını sürdürmek ama örneğin geçmişin gündemden kalkmış gülmece öykü anlayışından bir an önce kurtulmak; kapalı uzam ve insan ilişkilerinde ayrıntıların incelikle hakkını veren algı derinliğine bakılırsa yakın çekim öyküleyim üzerinde yoğunlaşmak; kişiler arasındaki (kadın-erkek, annebaba-çocuk, iş ilişkileri, küçük topluluklarda insan ilişkileri, insan-hayvan-dünya ilişkileri, siyasal evrenimizin günlük yaşamda çelişik-gülünç-acı yansımalarındaki duyarlıklar, insanlarımızın tıkanmışlıkları içre dışa vuran trajikomik görünümleri, vb.) somut, yakıcı durumları saptamak; eleştirel gülmece duygusunu sürdürmek ve canlı tutmak; insanlardan bir insan olmanın alçakgönüllü tutumunu sürekli kılmaktır kanımca. Bu kuşkusuz Engin Kükrer denli başka öykü yazarlarımız için de önerilebilecek şeylerdir ve unutulmamalı bağlamsal (konjonktürel) önerilerdir. Öykü için daha büyük uzakgörüler (stratejiler) hemen arkasından gelecektir zaten. Artık kısa öykü bu ülke insanıyla birlikte insanlık durumunun da (Çehov, vb.) öyküsü olacaktır. Kaçınılmazdır.


*

Kitapta benim altını çizmek istediğim öyküleri imlemekle yetinecek, ayrıca bir çözümleme yapmayacağım. Tümü de ilginç ve belli başarı düzeyini tutturmuş öyküler içinde, benim en çok ilgi duyduklarım, Boş Koltuk, Beton Kafesteki Güvercin, Dünyanın Sonu. Yine belirteyim, diğer öyküler de başarı çizgisini türün ölçünü (standart) açısından kesinlikle tutturmuş, güzel öyküler ama yeni bir öykü yazarımızı selamlamamız için ortalamayı tutturmanın yetmeyeceğini herkes gibi en başta yazar bilir. Ben Engin Kükrer’in Engin Kükrer öyküsünü yaratacak gizilgücü (potansiyel) olduğunu görüyor, sezinliyorum. Çabası kuşkusuz umduğu sonuca ulaşacaktır.