Bir Günün İkinci Yarısı1 Romanının Düşündürdükleri

Zeki Z. Kırmızı / Ağustos 2024

Ergin Yıldızoğlu yaşamımın görünmez eşlikçisi desem yeri. Düşünür, yazar olarak hem canlı, güncel çalışmalarını okuyor hem de giderek seyrekleşen kurgusal yapıtlarını (şiir, anlatı) izlemeye çalışıyorum ve ondan gelen bir yapıtı bana verilmiş bir esenleme olarak algılıyor, sevinç duyuyorum.


Bu son yapıtı da bir muştu gibi geldi ve giderek çoraklaşan yazın evrenimizde çölde su (vaha) duygusu yarattı bende, okuyup bitirdikten sonra. Ergin Yıldızoğlu’nu tür, içerik, biçim seçimi konusunda rastlantıyla ya da güncel akımlara ayak uydurma (moda) gerekçeleriyle açıklayamayacağımıza göre, Dünya’nın ve Türkiye’nin bunalımlarının bunca derinleştiği bir dönemde kendisini bile aşan, işlevsel seçim yapma koşuluna vereceği en az ödünü vererek güzelduyusalcılıktan (estetizm) olabildiğince uzak durması, uygulama anlamında yapabileceğinden, taşıdığı gizilgüçten (potansiyel) azıyla yetinmesi yapıtına hiç de zarar vermediği gibi, aynı yapıtı kirlenmeye, düşüngüsel (ideolojik) yönetişim saldırılarına karşı bir direniş noktasına, hatta cephesine dönüştürüyor. Solun yalnız siyasal geçmişiyle değil, tinsel-sanatsal-düşünsel geçmişiyle de yaratıcı biçimde yüzleşmeyi dışsal/içsel bir sıkıdüzene (disiplin) dönüştüren Yıldızoğlu’ndan Türkiye yakın geçmiş solunun indirgemeci, düz, çizgisel anlatılarını savunmasını hiç kimse umamayacağı gibi geçmişe dönük salakça bir günah çıkarma, karalama ve sözde özeleştiri davranışını da ona ya(k/p)ıştıramaz. Dolayısıyla onun şiiri, anlatısı hatta bilimsel çalışmaları geçmişin emeğini, birikimini üstlendiği gibi öteleme kaygısıyla da yakından ilgilidir. Yazması, düşünmesi; aynı zamanda söylenmişe eklenecek yeni sözü, bakışı, yorumuyla, yani önceki açıklamanın kalanıyla ilgilidir. Gerçekten yaratıcıdır. Çeşitlenen ama çeşitlendikçe sığlaşan güncel yazınımız; (aslında on yıllardır, neredeyse yarım yüzyıldır gündemi belirleyen) göz boyama, dilsel büyüleme, tüketime koşullu güdümleme, satış-pazarlama ve çekicilik, vb. yöntemleri kullanan küresel pazar etkileşimleriyle epeyce içli dışlı sunumlara (performans) dönük olarak biçimlen(diril)iyor. Bir şeyler örtbas edildikçe sermayenin, ekinsel yatırımları zararı göze alarak (!) üstlenmesi şaşırtıcı olmaz. Piyasanın yapıt-nesneyi okura değil tüketiciye sunuş yöntemleri ‘körleşmeyi’ doruğa taşırken tam da dönüp ‘kralın çıplak’ olduğunu yalnızca krala ve avanesine değil, krallığın kurbanlarına da gösteren bir duruş, diklik, uyarıcılık önem ve değer kazanıyor. Bu bazen cesaret bazen de çocuk saflığıyla ilgilidir ama her ikisi de ilişkili ve doğurdukları sonuçlar açısından aynı şey olarak görülebilir.


Bakalım, Yıldızoğlu’nun bu son romanı hak ettiği tartışma ortamını yaratacak mı? Her kesimden kişide zülfiyare dokunabilecek yanları olsa da yapıtın bütün olarak taşıdığı duygu ve direniş gücü atlanırsa çok yazık olur ama daha kötüsü ‘sol içi bir hesaplaşma’ya indirgenip türe (roman) olan alçakgönüllü ama titiz, özenli, incelikli katkısının görülememesi olur. Bu roman ünlü adların piyasaya egemen olduğu ve pazarı doyurduğu (!) bir aşamada özgürlük seçeneği için bir örnek oluşturması açısından da önemlidir.


*

Tabii bu olumlu duygumu yayıncıdan esirgeyeceğim. Cumhuriyet Gazetesi gibi bir kurumun Cumhuriyet Kitapları Yayınevi’ni, sanki ivediliğe kurban edilmiş izlenimi veren kötü baskısı nedeniyle kınamak zorundayım. Bir son okuması yapılmamış, dolayısıyla sayısız baskı yanlışıyla yayımlanmış romanı en başta yayınevi hafife almış görünüyor. Oysa yazar iki kat titizliği gerektiren biri olarak düşünülmeli, bu nedenle bile doğru dürüst basılmalıydı roman. Dileyelim, yapılırsa ikinci baskıda birazcık daha özen gösterilir ve tüm yanlışlardan arınmış bir baskı çıkar ortaya. Gerçekten son yılların önemli birkaç romanından biri olarak düzgün bir biçimde gündemde tutulması, okunması ve okutulması gereken bir romanla karşı karşıyayız. Camus’den yapılan başalıntı da (epigraf) bu dediğimizin bir kanıtı sayılmalı.


*

Değişik açı ve yandan eleştirilerin odağı olabilecek romanın olası tüm eleştirilme biçimlerini ayraç içine almadan romanı öne çıkarmak epeyce zor. Çünkü işin başında söz konusu ayraç içine alma, böylece yöntemi arıtma girişimine yazarın karşı çıkması beklenir, eleştiriyi (kritik) yaşama biçiminin ilkesi yaptığı için. İlkesi, roman yazarı açısından aynı zamanda bir tez ya da önermedir çünkü. Dolayısıyla okuma yordamım ya da yöntemim baştan karaya oturabilir. Öte yandan roman adına sığ sularda yüzüp (!) derinlerde yüzüyormuş havalarına girmenin, bu türden yaklaşımlar ayraç içine alınmazsa yapıtın nasıl eleştirilebileceğine, dolayısıyla yazın ve düşünce dünyasına katkıda bulunulabileceğine ilişkin soru gündemde, ortadadır. Yöntemsel kirlilik yöntemsel bir arılık gerektirmiyor mu öncelikle? İçeriğe ve biçime değin sayısız olumsuz yaklaşım gözümün önünde canlanmasına canlanıyor ama herkesin bulunduğu konumun öz savunmasını yansıtacak eleştiri ya da yorumunu öngörmek yerine, ayraçlama yöntemine asılmak yine en iyisi. Ayraçlama şu anlama gelir: Ya içine alınan şey dünyadır, ötesi dünya dışı. Ya da tersi. Ayraç içine dünya-dışı alınmıştır ve dünya-dışının ötesi dünyadır. Varolagelen baskın gelenek, bulunulan yeri ayrıştırarak, yalıtarak dünyayı böyle başlatmak, tanımlamak eğilimini besledi, büyüttü ve sonuçta türümüzün genel çıkmazına da katkıda bulundu. Ama odağı (Ben’i) dağıtan, beni dünya dışına sürgüne yollayan, takıntılı (nevrotik), dünyayı olmadığım yer olarak tanımlayıp saltıklaştıran yaklaşım da ilki denli sorunlu. Eee, dünya nerede o zaman, diye öfkeyle sorulabilir. Benim görüşüm, dünyanın sürekli değişen, devingen biçimde sınırda olduğu ve her tanıma getirilişinde sınırın ötesine ya da berisine kaçıyor oluşu. Roman, öyleyse romandır ve değildir. Gelenektir, yazılmış önceki romandır (zaten) ve ilktir, öncesinin sapkını, yeniden doğuşu, dirilişi ve dönüşüdür, sonrasına ilişkin çağrı yüküdür ve içerik gelecekten gelir yapıta (en genelde), üstelik tam olarak değil.


Bu bağlamda Yıldızoğlu’nun romanında türün içerik ve biçim açısından genel yazın yapı birimlerine özgü yeni bir şey yoktur (bildik dünyadır) ve öğeler yetkinlikle bir araya getirilmiş, bütünlenmiştir ama dünyayı (sınırın ötesinden ve berisinden) yeniden kavramanın gizil bir olanağını da içermekte, dünyaya bulunduğumuz yer her neresiyle oradan yeni bir yüzey açmaktadır. (Sınır için yeni bir öneri). İyi de bir yazarı bu yaratı bilincine taşıyan sorumluluk, siyaset, kaygı, vb. nedenlerin ötesinde nasıl kışkırtıcı bir gerekçe olabilir diye sorulursa da söylenecek şeyin hem yalın hem de karmaşık biçimde, kaba yorumundan çok ayrı olarak eytişme (diyalektik) olduğunu belirtmekle yetinebiliriz.


*

Burada romanın matematiksel dengesini sonuna değin koruyan, içi dışa dönüştürerek uzam ve zamanda kay(dır)malarla okur algısını dördüncü boyuta zorlayan yapı çözümlerinin uygulaması üzerinde durmayacak, olay örgüsünü anlaşılır kılmaya ayrıca çalışmayacağım, okuyan zaten görecektir. Dirençli bir okurluk, sinemanın ve çağcıl anlatıların sağladığı beceri ve yetenekle üstesinden kolayca gelecek, karmaşık yapının arkasında, üstünde, altında, sağında solunda vb. akan olayı kendiliğinden açığa çıkaracaktır ve bununla fazladan bir yol katetmiş olacağı pek söylenemez. Romanın gerekçesi olayın akışının yüzeye çıkarılması değil, olayın, dahası bir tür olarak romanın açık-gizli kaynakları üzerine sorgulama yapmak ve sorgulatmaktır. Bunu yazarımızın bilinçle yaptığı çok açık olmasına karşın, ‘yanlış’ (!) beklentili okur küçük dalgada kim vurduya gidebilir, okuya okuya okuyamamış olur romanı. Her koşulda Ergin Yıldızoğlu okurunun tetik durması, yaşamın çokluk görüntüsü (kişi, varlık, olay, yer, duygu, düşünce, dil, vb.) arkasındaki büyük akışı atlamaması ve yapıtının hoşluk, haz, onay, vb. kısa devre amaçlara indirgememesi önemlidir. Kuramsal yaklaşımı ne denli önemsiyor olursa olsun dünyanın nesnelerinden ve onların somut gücünden kopmayı hiç yeğlemez Yıldızoğlu ve sanatın yakasını (fotoğraf da içinde) bırakmaması işte bu nedenledir, her ne kadar imgesi genel geçer bir imge olmanın ötesinde işlev üstleniyor olsa da. Bir tür kümeler kuramı söz konusudur. Tek öğeli, tekil küme aynı zamanda sonsuza açılan küme içre hep yeniden içeriklenir. Kümeniz eğer saltık küme değilse her koşulda ilişik kümedir ve her ilişik küme ötekinden içerik ve biçim alır aynı zamanda. Klasizm’in altın üçgen kuralı zamanı kaçırmış, kendi yer ve zamanına kilitlenmiş bir kümeleme yordamı olarak görülürse ardçağcı (postmodern) yaklaşımın art niyetli tutumunun tutsağı olmamak ve salaklaşmamak olanaksızdır. Demek ki buradaki, bu bağlamdaki olgu bir başka bağlamın yeni(den) olgusudur. Bir genel akışa çıkabiliriz bağlamı usumuz ve düş gücümüzle genişletebildiğimizce genişleterek ve orada büyükçe sayılabilecek (ama en büyük değil) bir akışa, birden çok olguyu kümelendirip ilişkilendiren ağsı varlık dalgalanmasına yaklaşabiliriz. Hiçbir yapıt olgusuna, sahnesine, kişisine indirgenemez ama genel bağlamı tüm öğelerini yeniden gösterir. Kimi gizemci yazar bu ikinci göndermeyi ırak tutar kendisinden ve yazısını gizemlileştirir (mistifikasyon), kimi de yapı-biçim seçimleriyle olgudan genel açıklamaya geçişleri olanaklı kılar, bir sıçrama biçimi de önerir. Okur da kendi bağlamıyla önerilen bağlamı bireşimler ya dışında kalır ya kesişir.


*

1970 sonrası Türkiye’de (daha çok yeraltı) sol siyasetlerin birkaç kuşak boyunca algıdan eyleme dönüşümlerini, doğurduğu sonuçlarla ve bireylerin kişisel yaşamlarındaki yansımalarıyla ele almayı ve buradan hem değişen dünya koşulları ve bunları bireylerin algılama biçimlerini tartışmayı hem de (öz)eleştirel bir irdeleyici-eleştirel bakış kotarmak isteyen Yıldızoğlu, aynı tarihsel dönemin canlı ve eylemli tanığı olarak kendisini de romanının kişisi yaparak, aslında çağcıllığın (modernizm) önkoşullarından biri olan özneyi nesneleme, yabancılaştırmayı yabancılaştırma benzeri yöntemleri kullanarak, geleneksel ikici (dualist) anlatıları bir kez daha kırmaktadır ve yazınımızda örneği öyle çok da yoktur. Gerçi uzunca süredir dünyada ve Türkiye’de özellikle anlatı özanlatıya yöneldi. Bir tür yazmayı yazma, yazmaktan başka tüm içerikleri sıfırlama gibi bir eğilim güçlendi, öne çıktı ve beklenenin tersine sonuç, özneyi daha özne kılmak yerine özneleşme sürecini kapanlayarak onu tümden silme işlemine dönüşmektedir. Sanatçıları bu konuda uyarmanın, yani eleştirinin zamanı çoktan geçti bile. Ben’den ve yazma edimimden daha iyi ya da yazmaya değer başka bir şey yok, kanısı seçilen değil de dayatılan bir yaklaşım biçimi olarak görülmedikçe kuyruğunu kovalayan kedi, kediyi kovalayan kuyruk anlatısından ayrılamayacak. Oysa yaratıcı eylem iki uca ıraklanım (mesafelenme) eylemidir, bir ucu teklik öteki ucu çokluk olan saltıklaşma tuzağı haritayı, dolayısıyla konumu, sınırı silebilecek tuzaktır ve kimileri gönüllü, kimileri bilmeden bu tuzağa yakalandı bile. Konum(lanım), sınır(lanım) ya da tanım(lanım) geçicidir ama geçici bir harita çizilmeden haritasız bir dünya düşlenip tasarlanamaz. Sonuçta günümüzde iyice yavanlaştı kendi anlatısının parçası, gereci olmak tutkusu. Bizde şiirde, öyküde, romanda, denemede haydi haydi salgın düzeyindedir. Bu sayrılığın nedeni tümlük duygusunu, bütünsel2 açıklama eğilimini yitirmek, tasarısız kalmak, dolayısıyla ‘insanlaşmadan’ kopmak, yapılabilir yapmaktan vazgeçmek olabilir mi? Bunları yazdım çünkü Yıldızoğlu’nun kendini neredeyse dolayımsız biçimde romanının içinde bir ‘kişi’ olarak koymasındaki bir başka gerekçeyi anlamak gerekiyor. Bu, yazının tüm yollarının sonunda Ben’e çıkması türünden bir tekçilik (solipsizm), tekbencilik (egoizm) ya da benodakcılık (egosantrizm), vb. değil. Bak, ben de tarihin yapıcıları arasındaydım, demek değil, çünkü zaten tarih de çok uzun bir süredir tarihsiz kalmış bir tarih. Ama yapılamayan için ah vah da hiç değil. Böylesi örnekler yok değil, 80’lerden günümüze (sol) yazınımızı açık ya da gizli biçimleyen bir başka, bana kalırsa utanç verici bir açmaz. Ergin Yıldızoğlu’nun yaptığı kendini romanına katarak elini taşın altına sokmak ve (uygulama anlamında) biraz coşumcu, epeyce uscul çizgiyi biçimsel bir kılavuza dönüştürmek. Toplumsalın hem içinde hem dışında olmanın doğaldan doğal, eğretiden eğreti tanımsız aralığından söz alıp olanın olması gerekeni karartmasına izin vermemek. Özünde kurmacanın en yalın, zayıf ve en karmaşık, güçlü yanı... Kurguda böylesi eytişim çalışır, çalışmalı da: Ben (de) gördüm, oradaydım, benim de öykümdür, onlardan biriydim, herhangi biri, sokakta, kahvede, toplantıda, konuşan, dinleyen, birilerinden biri… Yazar yazdığının dışında değil çünkü, aslında kendini yazmakla ilgili. ‘Kendini yazmak’ ne zaman sorun olurdu? Eğer, yazar görünür ya da görünmez kişileşmesi içre akışı biçimlendirir, bir bakış açısı dayatır, anlatının tüm içerik ve biçimi onun anlatıcılığı üzerinden yapılanır, düzenlenir ve bir yazar-anlatıcı odağına dönüşürse o zaman bu bir tutarlılık değil sorun olurdu. Geleneksel anlatı için tutarlılık sayılabilecek şey artık içinde yaşadığımız dönemde yaşamın olabildiğince kurulumu da içerecek biçimde eksiksiz aktarımı olanaksız kılan bir tutarsızlık olurdu. Bu nedenle tıpkı Hitchcock gibi, ama ondan biraz daha çok, anlatısının içinde gezinerek Yıldızoğlu, öteki kişiler ve düşüncelerle kendi duygu ve düşüncelerini de buluşturup çatıştırabildi ve anlatıcı uygulaması açısından deneysel denebilecek bir yola yöneldi. Tek odaklılığın dural (stabil), egemen odakçıllığını dağıtacak biçimde bir erk yıkıcılığına da soyunarak başka başka anlatıcıları başka zaman ve yerlerden aktarmaya yöneltti. Birden çok anlatıcı zamanın akışını çizgisel bir akış olmaktan çıkardığı gibi, zaman-uzam ilişkilenmesini de çoklu görüngelere (perspektif) açtı. Böylesi çok açılı görüngeleme seçimi, açık/örtük niyet, düşünce, eylem, vb. yansımalarını olanaklı kıldı. Bunun yararı yalnızca doğrulardan ya da yalnızca yanlışlardan söz edilemeyeceğiydi. Seçimlerimizin, yapıp ettiklerimizin görünen/gösterilen ve görünmeyen/gizlenen boyutları var ve seçtiğimiz şey anlık bir uzlaşım olsa da üst üste binen uzlaşımlar geri dönerek daha kalıcı tutum ve davranışları biçimler. Yani küçücük anların içinde yatan olumsallıklar, yaşamları, yaşamöykülerini, toplumları içlerinde taşırlar bir yandan. Aslında gerçek yaratıcı yapıt ve yaratıcı sanatçıların bildiği, sezinlediği şeydir söz konusu olumsallık. Yapıt böyle kurgulaşır ve yaşam sanatlaşır. Sonuçta Yıldızoğlu yazar, öğretim üyesi, öğrenci, devrimci genç, eski tüfek, güncel tarihin dışladığı devrimci, güncele kendilerince gerekçelerini de üreterek ayak uydurmuş olanlar, eski dayanaklarını yitirmiş birliktelikler, 1992 çöküntüsünün yol açtığı bireysel-içsel yıkım ve çalkantılar, gelecek yitimi, vb. tümü birlikte önümüze getirir koca bir yığın koyar. İlk bakışta bir çöplük gibi görünen şeyin içinde neleri gizlediğini görmek için daha yakından bakmak gerektiği açık. Ama bir yerden, bir açıdan, bir odaktan, bir gözden, ustan (akıl) değil. Çizgisel ya da düzlemsel anlatı artık uzunca bir süredir tuzağa dönüştü. Devingen kamera göz bazen rastlantıyla bile asla görülemeyecek ama görülmezse olmayacak şeyi yakalayabilir. Örneğin Gezi olayları…


*

Romanın başlangıcına konan 2012 tarihli Ergin Yıldızoğlu şiiri romanın ana izleğini yankılıyor ve roman için bir kaynağa dönüştüğü belli. “Bir iskemle, bir ip, bir kapının eşiğinde/ Bir süredir sabırla birini bekliyordu…” Öte yandan Camus alıntısı (epigraf), beklenen ipi sonsuzca öteleyerek romanın ikinci ana izleğini sunuyor ve romanın dalga doruğuyla çukuru arasında salınımına hazırlıyor okuru. Bireyin toplumla, tarihle eşleşen-eşleşmeyen çatışkılı (dramatik) ilişkisi nasıl okunabilir, okunmalı? Karmaşa (kaos) öteki bağlamın derin tarihseli olmasın? Birey, içinde gezindiği tarihi ne düzeyde kavrar, bilince çıkarabilir ve kişisel öyküsünü tarihe eklemleyebilir? Bunu yapamaması, yaşamak için olası tüm nedenleri yitirmek sayılmalı mı? Nasıl bir özdeşim, a(l)danış, sorumluluk, inançla karşı karşıyayız? Kurgudan aktöre (etik) çıkar mı? Tarihin birim dalga boyu nedir, insanın bireysel yaşamıyla eşleşme olanaklı mı ve bu çabadan aktörel sonuçlar çıkarmak, kendini bir şey sanmakla (tinbilimi) ilgili olmasın? Yazar-anlatıcı yaz dinlencesinde ‘ipi elinde’ akranı kişiden güçlü gönderimler, izlenimler alıyor ve ona Z.3 adını veriyor. Ama daha önce, romanın alışılmadık biçimde bir ‘Önsöz’le başladığını belirtelim. Bu biçim ve içerik atağı romanı türünün ötesine zorlayan, bilinçli ve özünde siyasal bir girişimdir, çünkü sanat tabii ki kim ne derse desin (geniş anlamda) aynı zamanda siyasettir. Yazar-anlatıcı on yıldır yazlıktan tanıdığı o arkadaşı uzaktan gözlemlemiştir. Hep elinde bir kitapla görmüştür onu. Önce bakkal, sonra küçük markete dönüşen bir dükkânın önünde oturur. İşte bu görüntüden yola çıkarak romanını kafasında nasıl canlandırdığını, her şey olup bittikten sonra bir bilgi olarak ‘Önsöz’leştirir Yıldızoğlu. Yani bu bir romandır ve değildir.


Roman Burası başlıklı bölümle açılır. Kendi içinde alt bölümlere ayrılır her bölüm ve devingen bir uygulama öz konusudur. Baştaki genel çerçeveleme, şimdi burasının, zamanın insanları alıp getirdiği yerin (yazlık, dinlence, vb.) genel bir bakışla betimini yapar. Durma dönen toplumsal bir yaşam etkinliği, kısa amaçları yakalayıp tüketmeye dönük geçici, rastlantısal zaman parçaları… Bu genel çerçevenin içinde varlıkları ayrıştırmakta, öne çıkarmakta şimdi sıra. Özgür çağrışımla Z olarak adlandırılan kişinin güncel yaşamı ve çıkmazı, bunaltısı yansıtılır. Köşeye sıkışmış, yapayalnız kalmış, kopmuş, yitik denebilecek bir yaşamın düş kırıklığıyla avuntusuz sürüklenmektedir ve okuma da yatıştırmaz Z’yi. “Buraya nasıl geldim? Bu yolun anlamı ne? Neden böyle oldu da başka türlü değil? Bu soruların cevaplarını düşünmem lazım. Bu sorulara cevap vermeden önce olmaz.” (36) Biz de buradan sezgisel bir kederle soralım: Ne olmaz?


Z. geçmişe dönecek ve Nilgün’ü anımsayacaktır üniversite yıllarından. Kitabın izleyen bölümünün adıdır Nilgün. Adın çağrışımı bir Türk okurunu nerelere savurmaz ki. Bunu Ergin Yıldızoğlu çok iyi bilmektedir. Ben anlatıcı geçmiş yaşamını anlatmaktadır. Ben anlatıcı Z’dir, zaman kipi kesin geçmiş zaman kipidir. Yıl 1977. Üniversite ve devrimci çalışmalar. Afişleme, seminer, gösteriler, vb. Nilgün Z’nin dikkatini, yeni, düşünsel devrimci görüşleriyle çeker. Saçma Tiyatrosu’nun işlevini anlatır öteki gençlere. İlişkileri kısa sürede özelleşir, öylesine ki evlenmeye karar verirler. Her şey yolundadır ama Nilgün’ün Maraş’a gidip ailesini bilgilendirmesi gerekiyor. Bunlar olur biterken Z’nin kesin geçmiş zaman kipli anlatısının arasına üçüncü kişi anlatımı girerek, Z’yi de içine alan, Z’nin anlatı zamanından özgür çağrışımlı bölümceler açıyor, yani anlatı kesilerek içinde ikinci bir ilişik anlatı açılıyor: “Tam o noktada, ‘Z’nin aklı, yıllar sonra okuduğu şiire gitti.” (59) Dikkat edilirse anlatılan uzak ve kesin geçmiş zaman, Z’nin anlatı zamanı, Z’nin daha yakın zamanlarıyla da kesilir: “‘İlk kez ne zaman okudum ben Çorak Ülke’yi?’” (59) Romanın, olayın, anlatının, yazmanın zamanları çaprazlanıp iç içe geçer. Sonra önceki anlatıya dönülür. Nilgün’e Z’nin devrimci çevresi nasıl bakmaktadır? Güvenlik, tartışmalar, gizlilik, yeraltı, ‘kaptan’, örgütsel görevler, atamalar, gizli örgüt buluşmasında dikkatimize yöneltilmiş bir kitap: The communist Movement: From Comintern to Cominform, 1973, vb. Bu kitabın orada gösterilmesi Yıldızoğlu’nun dolaylı amacıyla da ilgilidir. Solun 20. yüzyılı, 21. yüzyıla da taşarak roman boyunca hem gösterilmekte hem de içten içe, derinlemesine tartışılmaktadır. Adımlarının sesi duyulan, yaklaşan faşizme karşı ‘cephe’ neden yükseltilemedi? Nilgün Maraş’tan arıyor. Her şey yolunda ama öngördüğü gibi ‘yarın’ dönemeyecek, çünkü Maraş’ta hava gergin, bu durumda Maraş’ı terk etmesi olanaksız, dönüşünü erteliyor. Maraş kıyımı. Öldürülenler ve yitiklere karışanlar… Nilgün. Sıkıyönetim. Z, Nilgün’ün yaşamından böyle apansız çekilip alınmasından sonra ölümüne katacaktır kendisini devrimci savaşıma ve ölümler, tutuklanmalar, işkenceler, yargılanmalar…birbirlerini izleyecek.


Yazar-anlatıcı araya giriyor, anlatı zamanındaki Z’yi bir an dışarıdan gösteriyor iki bölümcede ve Z kaldığı yerden geçmiş zaman kipli ben anlatısını sürdürüyor: “Zamandaki yolculuğuna devam etti.” (97) Bu tümce üst anlatıcının tümcesi ve üst anlatının zamanında söyleniyor. ‘Gerici liberal entelijensiya gerici dinci entelijnsiya ile barış içinde’, üzerine ‘kapitalist gerçeklik’in çöktüğü bir ülke. “Bu resme uymayan tek bir unsur vardı: Kürt hareketi. Kendine tarihte yönü henüz belli olmayan bir yolu, kimi zaman ‘terörist’ biçimler de sergileyebilen eylemlere başvurmaktan da çekinmeden açmaya çalışıyordu. Sosyalist hareket, ne kadar kaldıysa o kadarıyla kısmen özendiği hatta kıskandığı bu süreci irdelemekten, eleştirmekten yana değildi. Bu suskunluğun bedeli daha sonra herkes için çok ağır olacaktı.” (99) Z yurtdışına, Almanya’ya çıkar, akrabasına sığınır ve karşısına Azra çıkar, ‘Nilgün’ün adeta negatif kopyası bir kızla’ tanışır. (103) Almanya doğumlu Azra, özgür tinli, bağımsız, Almanya ve Almanlardan hoşnutsuz, Türkiye’ye kapağı atma derdinde... Nazilerin suç ortağıdır Alman halkı, ona göre. Hemen sevişirler. 89 bahar eylemleri... Çöken Berlin Duvarı… Ülkede büyüyen sorunlar: “İkinci sorun da askeri rejimin de katkısıyla, liberallerin desteğiyle palazlanmaya başlayan Siyasal İslam hareketiydi. Bu hareket, yakın geçmişinde Maraş Katliamı gibi bir felaket yaşamış bir ülkede çok büyük bir tehlike işaretiydi. Ne ki 33 ilerici entelektüelin, sanatçının yakılarak öldürüldüğü Sivas, Madımak Katliamından sonra bile sol hareket, bir toplumsal hareket olarak Siyasal İslam’ı görmeye, sınıf karakterini çözümlemeye, kültürel etkisini gerektiği gibi tarihsel materyalist bir zeminde irdeleyemiyordu. Daha doğrusu kültürün, ideolojinin maddeselliğini kavrayamayan kaba bir materyalizm, bu irdeleme çabalarını sabote ediyordu. Siyasal İslam’ın Kemalizm ve laiklik düşmanlığının, orduyla, yargı bürokrasisiyle çatışan görüntüsü gözlerini kamaştırıyordu. Sosyalistler, Siyasal İslam’ın özünü anlamıyor, toplumsal mühendislik projesini göremiyor, görmeye de yanaşmıyorlardı./ Daha da vahimi, sosyalist hareket, liberal entelijensiyanın da baskısı altında, Siyasal İslam’ın içinde hegemonyasını inşa etmeye başladığı ortamı, ‘demokratikleşme’, ‘özgürlük’ adına destekliyordu. Böylece bu hareketi, daha başında göğüsleme fırsatını da göz göre göre kaçıyordu. Bu konuya daha sonra dönüp yeniden bakmam gerekiyor.” (Sic,113, Roman kahramanı Z’nin anlatı zamanından geçmişi yorumu.) Kendine de uzaktan bakan Z.’nin ben anlatımlı öyküsü sürmektedir. Örn. Ormanın havası bana…iyi gelmişti. Anımsamanın zamana ilişkin kapsama alanı ise geniştir: “Yıllar sonra, artık Türkiye’de yaşarken…” (117) Sol içi tartışmalar bütün yoğunluğuyla sürmektedir. Ne oldu? Nasıl anlamalı? Kuruçeşme toplantıları… ‘Acele birlik hastalığı’… Orman’da geyikle karşılaşma ve bakışma.


Romanın izleyen bölümünün başlığı Deniz. Deniz, Z.’nin Azra’yla evliliğinden doğan kızı. Bu kez dışarıdan anlatıcı, romanın en yakın zamanı içinde Deniz’e tanıklık ediyor. “Kar taneleri kararsız (…) Kız ürperdi.” (135) Romanın sonunda öğrendiğimize göre, umutsuz bir devrimci babayla (Z) düzene ayak uydurmuş, anlaşamadığı annesi (Azra) arasında bağımsız bir kişilik geliştirebilmiş, sol sularda yüzen, güncel tartışmalar ve eylemler konusunda içten ve dürüst, genç devrimci Kenan’la inişli çıkışlı bir ilişki yaşayan, Gezi eyleminde tanıştığı ve seviştiği bir kızı (Filiz) eylemin ortasında yitiren, babasının canına kıymasını onaylamayan ve sarsıntısını derinlemesine yaşayan, yaşadığı çifte bunalımla uyuşturucuya asılan ve eroin bağımlısına dönüşmek üzere olan bir genç kız ve tam şu anda derin bir uyuşturucu bunalımının (kriz) eşiğinde. Ankara Kızılay’da, buz gibi bir gecede anıtın dibinde büzülmüş kalmış, uyuşturucu satıcısını bekliyor. Ama biz okurlar tüm bunları romanın sonlarına doğru öğreneceğiz ve roman Z.’nin yazlıktaki anlatı zamanından çok yakın, güncel bir zamana sıçradı şu an (Geziden altı ay sonrası). Ama araya geri dönüşlerle önceki zamanlar yine girecek. Anlatıcılar da değişecek, anlatı açıları da… Usundan, daha bu sabah Kenan’la yaptığı sert tartışma geçiyor. Şu an bilinci karman çorman akıyor (bilinçakışı): “Babam on yıl boyunca, yetmişlerde… Devrim nerede, o yol nasıl? Şimdi baba nerede, aklı nerede, karanlık dehlizde, çıkmaz sokakta, ağlama duvarı önünde, ‘sırtımızda yüktür/ o artık nasıl öleceğini bilemeyen dostlarımız’, anlata anlata tüketti sonunda daha fazla anlatma arzusunu… İsyaaan… Ne kadar şanslısın ‘böyle bir baban var’, bana da anlatsa biri o günleri, hep yeniden mi başlayacağız, hafızasız… Hafıza, imama, hocaya, müezzine, ulemaya, artık başka bir ülke bu ya… On iki yaşındaydım bunlar geldiğinde, on iki yıl önce ne vardı ki… On iki yıl önce… Hâlâ gelmedi.” (143) Bundan şu çıkar ki anlatım uygulamalarıyla ilgili çoklu yapıyı denemektedir Yıldızoğlu. Romanın örgenleri kendi çalışma biçimleriyle anlatıma çıkıyor. Kişiler de öyle. Ve tam o sırada o adam, hani şu ‘Kadıköy, Nazım Hikmet, seminer, sanat, avantgard…’ sözcüklerini çağrıştıran yazar (Ergin Yıldızoğlu) geçiyor anıtın önünden. Kız (Deniz) bağırıyor: “Hocam!” (145) Filmi azcık başa sarıyoruz ve Deniz’i anıta sürükleyen zamanın, yazarı oradan geçmeye sürükleyen zamanla koşut akışını izliyoruz. Metro, sıcak, ter kokusu, kitap, kent yaşamından ‘tuhaf’ izlenimler, Pound: Eşşek herif, akan bilinç, “Allah kahretsin! Burası Yüksel Caddesi değil, Güven Park tarafı.” (159) İki öznel zaman birbirlerine rastlansal olarak yaklaşıyor, kesişmek üzereler: “Hocam!” (160) Kır sakallı adam güvensiz, dönüp gidecek, duruyor, dönüyor yine de ve ses yüksek perdeden bir daha: HOCAM! Kız anımsadı ve anımsattı, Hoca’yla Gezi’den önce ve Gezi’den sonra iki kez karşılaşmışlardı. “Zaten sizi gazetedeki yazılarınızdan ve şiirlerinizden de biliyorduk.” (162) Şimdi karşılıklı oturuyorlar muhallebicide, sıcak bir şeyler içerek rastlantının hakkını veriyorlar. Özellikle Deniz kıvrak anlağını (zekâ) seferber ederek uyuşturucu bağımlılığıyla yeniden yüzleşebilir çünkü olayların onu kaldırıp çarptığı duvarda oluşan resmi görme olanağı bu söyleşiden doğabilir. Yazar Deniz’in durumunu sezileriyle kavramaya ya(t)kındır: Ölsem ne olur ki? Söylediklerine kulaklarını diker Deniz. İstemeden can alıcı yere dayanmış olmalı sözleri. Karanlık duygu nereden gelir. Boşluktan, diyor beyaz sakallı adam, hoca. “Size bakıp siz anlamlandırmaya fırsat bulamadan birden kaybolan göz?” (175) Ve Deniz dayanamıyor, sorar: “Sahi hocam, siz nasıl dayanıyorsunuz otuz yıldır?” (176) Can alıcı nokta burasıdır. Dayanılabiliyor, çünkü dayanılmaz acı, yaşam yok. Geriye kalan dayanır, bir yolunu bulur. “İşin sırrı aldırmamakta.” (176) (Lawrence of Arabia, David Lean, 1962 filminden bir sahne). İki çözüm var. Evrensel çözüm, ‘boşluğu’ doldurması gereken ama ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi yükselterek, insanın kendini yeniden temsil edeceği bir başka şey bulmak. Kişisel çözüm ise, bulunacak şeyin ne olduğunun kişiye kalması: siyaset, sanat, bilim, aşk. Deniz’in usundan Gezi’de tanışıp akşam birlikte oldukları yitik sevgilisi Filiz’i geçti bir an. Evet, aşk… Bulmaya gelince hem kolay hem zordur. Çoğu kez bulma çabası, o şeyin yerine de geçebilir. Sorun, yeni bir öznellik sığası (kapasite) yaratmayla ilgili. Yeni bilişsel bir harita… Bu haritanın çizilmesine katılmak ya da dışarıda kalmak… Badiou çağrışımları… Deniz yine soruyor: “12 Eylül sonrası babamların kuşağı, AKP Türkiye’sinde benim kuşağım gibi mi örneğin?” (179) Sahte, yanıltıcı olana kapılmamak için, Olay’ın izini taşımak, yeni bir hakikat olarak kavramak ve ona bağlılık açıklamak, Gezi Olayı’nda olduğu gibi. Peki, ya sonra? Yazar, kızın bağımlılığı ve bunalımının ayrımında, son sözleri de bununla ilgili. Dayanmalı, atlatmalı bu durumu. “Ankara şimdi tamamen kar altındaydı. Daha sessiz, daha dingin, daha temiz gibiydi.” (189) Bundan sonra roman için atılacak çok az adım kaldı sanılabilir. Oysa gözün baktığı yerde boşluğun dolması, yıldızın parladığı ve söndüğü anların yakalanması gerekiyor.


İzleyen altbölüm, o günün (hocayla Deniz’in akşam karşılaşıp muhallebicide söyleştiği gün) sabahına döner. Kısa bir geri dönüş (flashback)... Deniz’in düşüncelerini yansılayan özgür çağrışımlı üçüncü kişi anlatımı. Yakın tanıklık yok, genel anlatı… Deniz Kenan’la geçirdiği gecenin sabahı kalktı ve Kenan’ı gerçekten sevdiğini düşündü. Kahvaltı hazır, ama uyuyan Kenan’ı bekleyebilir. Birbirlerine doyabilmiş değiller henüz. Carmina Burana4 eşlik ediyor. Kahvaltıya oturdular. Deniz gergin. Tartışma kaçınılmaz. Konu, gezi. Bir ara Z. de (Deniz’in kısa bir süre önce canına kıymış babası) hayaletiyle katılıyor masaya. Tartışma büyüdükçe kalkıyor, sırtını dönüp uzaklaşırken yok oluyor. Deniz sinirli; Siz Gezi’yi anlamadınız, doğru dürüst değerlendiremediniz ki…O, AKP’ye karşı en şiddetli ve birlikte yaratılmış direniş refleksiydi.” (201) AKP bunu gördü ama solun gördüğü şey kuşkulu. Deniz’in eleştirileri böyle, sert, gergin. Deniz neden böyle? Neden bunca sert. Önceki sayfalarda Deniz’in tinsel kırılımını bir ucundan yakalayabilen yakaladı ama ileride daha açık anlaşılacak: Filiz’i Gezi’de yitirmek, babanın özkıyımı ve uyuşturucu…

Bir iki yıl öncesine gidiyoruz. Kenan, Deniz’le nasıl tanıştı? Gezi’den altı ay önce… Seminer’de Deniz’in dikkati çeken ve Kenan’ın yanıtlamakta açıkça zorlandığı derinlikli sorular başlattı denebilir ilişkilerini. Üçüncü kişi öyküleyim dilinde geçmiş zaman kipi çok uzaktan değil epeyce yakından, bazen de içeriden aktarıyor olayı ve kişileri. Daha çok Kenan’ın bakış açısına yerleşiyor anlatıcı. 2013. 1 Mayıs. Deniz yaşamının ilk büyük darbenin etkisinde. Babası haber vermeden çekip gitmiş. Bunu neden yaptığını anlaması olanaksız Deniz’in. Kenan’a pek yüz vermiyor ama Kenan Deniz’in ne yaşadığını bilemezdi kuşkusuz. 31 Mayıs. Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine direniş... Birlikte gidemezler mi, direniş eylemine. Olur.


Dönüyoruz bugüne, Kenan’la tartışmalı geçen kahvaltıya. Yine üçüncü kişi anlatımı ile Deniz’in ben anlatımı iç içe. Deniz anımsıyor. Babası, annesi. Babası onunla konuşmak istiyor. Annesiyle tartışıyor babası hakkında. Ve bir süre sonra; Olay. “Baban iyi değil.” (232) Kırılan kapı. Ölü. Deniz’in toz bulması gerekiyor. Hiç kalmadı. “Bu akşam almalıydı. Yoksa…” (232). Havada kar taneleri uçuşuyor. Sert bir rüzgâr. “Taksilerin farları yanmaya başladı, sokak lambaları insanların sararmış suratlarını daha koyu bir sarıya boyuyor. Çocuklar okuldan döndü: Bilgisayar, İnternet, Facebook, Twitter, açık saçık resimler. Bu yeni kuşağı televizyon artık ilgilendirmiyor. Çatık kaşlı, asık suratlı, ilk fırsatta yumruğuna, tabancasına sarılan erkekler, sürekli ağlayan zavallı genç kızlar, saçma sapan konuşan orta yaşlı kadınlar… Bunlar için vakit daha erken… Bu dizilerin meraklısı anneler de şimdi mutfaklarında yemek telaşındalar… Kızarmış soğan, yağda çevrilen et, salçalı yemek kokuları apartman boşluklarında dolaşmaya başladı bile… ‘Çoğunluk işte’… Geceye hazırlanıyor, ruhen ve bedenen tatminsiz, ezilmiş kavrulmuş kadınlarıyla; duygu kabızı, her zaman sert, terslemeye hazır erkekleriyle; annelerini ve babalarını kocaman açılmış gözleriyle izlediği, mutsuzluğun 3D Printer’den biçimlenmeye başlayan çocuklarıyla…” (235-6) Önceki bölümün başlangıcına bağlanıyor anlatı, yaşamın örgülenimi kurguyu biçimliyor ve Altman’ın (Short Cuts, 1993), Inarritu’nun (Babil, 2006) eşsiz katkıları görünüyor.


Bir sonraki bölümün başlığı Filiz. Anımsanan, sözü edilen Filiz değil, kendi olarak Filiz romana katılıyor. Her roman kişisi, yaşamda bir sıçramayı imliyor. “Baharın son, yazın ilk günleri.” Gezi. Biber gazı. Cop. “Müzik ve dans da var, hem de rejimin yobazlarını illet edecek biçimde kızlı erkekli…özgür ve mutlu…” (239) Deniz baba olayıyla ilgili sarsımı (travma) iliklerine değin yaşamayı sürdürüyor. Kederli ama öfkeli de. Neden? Bir ses çalınıyor kulağına: “Hey, sen, bu güzel gecede neden bu kadar kederlisin?” (240) Söz atan Filiz. Tanışıyorlar ve sarılıyorlar. Aşk (Badiou). Sıra dışı Olay’ın içinde sıra dışı aşk. Filiz’in evinde geçirilen eşsiz gece. Yin Yang. Deniz babasından söz ediyor birine ilk kez. “Hem aşk hem siyasi hem de inanç krizi!” (260) Babasıyla başörtüsü kavgaları yapan bir Deniz o… Cumhuriyet gösterilerini coşkuyla savunan baba… Herkesten kopan bir yalnızlık yaşamı. (Z)ombi. Hadi kalk gidelim, diyor Filiz. TOMA’lar bizi bekliyor. Kazanmayı ve yitirmeyi düşünmeden, yalnızca gerektiği için, sırt sırta. Bir an içinde Deniz’den kopan, alınan (polis mi?) Filiz… Deniz Filiz’ini yitiriyor. Aramalar. Yok, yok. Filiz’in evi. Babasının hayaletiyle konuşuyor Deniz Filiz’in evinde. Bu durumda balkondan boşluğa mı bırakmalı kendisini? Bir mektup yazmaya başlıyor Filiz’in masasında. Mektup geri dönüyor, tıpkı babası ve Filiz’in hayaleti gibi mektubun hayaleti de geri dönüyor. Günlerce sürüyor yazımı. “Sevgili, saatler gece yarısını geçti. Artık yatağa gidip yine seni, tenini, kokunu, dokunuşlarını hayal edeceğim uyuyana kadar.” (290) O sıralarda Ergin Yıldızoğlu seminerine de katılır yaşamın kederli dalgalarıyla sürüklenen Deniz.


Sonraki bölümün adı: Hayaletler. Artık geçmişi güne yedirmeden, ölüyü yaşama katmadan bir anlatı kurmak olanaksız. Günümüz anlatısına geçmiştekinden başka bir boyut eklenebiliyor bu yöntemle. Tartışma, sunum derinleşebiliyor. Zaman, uzam engeli bir an için kalkıyor, bağlam (paradigma) aşılabiliyor böylesi bir yöntemsel atakla.


Artık Gezi eyleminin ardından Ankara’ya dönme zamanı. Yine yakın geçmişte, önceki bölümden sürmektedir zaman. “Önce babam, sonra Filiz… Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.” (301) Birkaç sayfa sonra bu kez Deniz’in ağzından, ben anlatısıyla Gezi eylemi sırasında Filiz’i yitiriş anlarını şimdiki zaman kipinde (geçmişte şimdiki zaman) aktarıyor. “(E)l ele yürüyoruz.”, “Ben üzüntülü bir sesle cevap veriyorum.” (303) Ama az sonra bu zaman kipinde anlatının bir düş olduğunu anlıyoruz. Deniz, Filiiiz diye bağırarak uyanıyor otobüste ve yanında Kenan var. Ona sokuluyor ve ikisini de yitirdiğini söylüyor. Biri Filiz diyor Kenan, tamam, ya öteki… Aslında Filiz-Deniz dolayında yaşananlara ilişkin sezgileri var. Ama kendine saklıyor. Ankara’da Deniz’deler. Kahvaltı masasına iki konuk daha katılıyor, iki hayalet. Baba ve Filiz’in hayaletleri… Engin Hoca’nın Sendika.Org’daki yazısından söz ediyorlar: “Kenan, ‘Sen, Engin Hoca gibi düşünüyorsun galiba,’ dedi. Engin Hoca da, ‘Bu bir olayı, adeta beklenmedik bir doğa olayı gibi hiç yoktan var oldu ve bitti. Tabii şimdi geriye bakınca, gerekçeleri açıkça görülüyor, olması kaçınılmazdı gibi geliyor ama o zaman hiç yoktan çıktı geldi ve hepimizi şaşırttı, dünyayı anlamlandırma modellerimizi sarsan, onlarda delik açan, yeni, yepyeni bir deneyim oldu. Oldubitti, katılanlarda iz bıraktı. Bu izleri konuşmak gerekir,’ diyor. Deniz, ‘Evet, sen de bayağı dikkatli okumuşsun. Sanırım onunla paralel düşünüyoruz. Ben de Badiou’dan çok yararlandım,’ dedi.” (316-7) Babası ve Filiz’in hayaleti arada görünüp yitiyorlar, Deniz’e bir şeyler söyledikleri de oluyor. Ondan sonraki günlerde de Deniz’in hayaletleri eksik olmadı. Hesaplaşması sürdü durdu, kendisi bunun ‘psikotik dissosiyasyon’ olduğunu bilmez değildi. İlginç olan hayaletlerin yaşayan biri gibi tepki vermeleri tanıklık ettikleri anlık durumlara. Bu, kurgunun kayma noktası, gizemli (kara) deliğidir ve yazarla okuru buluşturup aynı delikten geçmeye zorlayan uzlaşmadır. Yapıt oradan kopar ve bağlanır çünkü. Baba hep aynı yıprak pijamayla gelirken Filiz son derece alımlı giysileriyle gelir. İki dünya karşı karşıya gelircesine. Bölüm boyunca Deniz’in bilincinden bakarız (özgür çağrışım). Diazem onu yatıştıran tek şey…di. Ama satıcı (İhsan) eroin öneriyor, dumanını çek, alüminyum üzerinde ısıtıp… Filiz’in hayaleti karşı çıkıyor, onaylamıyor ve Deniz’i uyarıyor. Hayır, teslim olamazsın! ‘Madde’nin etkisiyle uyuyor. Kenan’ın onu aramasını istemiyor. Böyle iyi. “Yere çöktü ağlamaya başladı. Ama aklı hâlâ o dumandaydı…” (328)


Sisifos, romanın son bölümü. Kitabın başalıntısı da (epigraf) Camus’nun yazısındandı zaten. Z’den yola çıkıp anlatı çatmak isteyen yazar-anlatıcıda şimdi söz. Özkıyım üzerine Camus esinli şeyler söylüyor. Z.’nin son gününü hâlâ anlatmadığını ayrımsıyor. “O günü düşündükçe de ‘Z.’yi, seçeneğini ve edimini onaylamasam bile onu daha iyi anlamaya başladım.” (331) Romanın hem dışında hem içindeyiz ve yazar yapıtının kapı ve pencerelerini açarak bizi girişe ve çıkışa yöneltiyor. Siyasal İslamcı rejimi ve genel durumu değerlendiriyor. Ne pahasına olursa olsun, umutsuzluk yayamazdık. Artık ‘umut yoksa da savaşmak kaçınılmazdı’ (Sisifos). “Ben kendi hesabıma, sık sık bu verili koşullarda kazanmanın adeta olanaksızlığını anlatmış olmama karşın sonunda bu iyimserliğin basıncına teslim olarak ‘umut tacirlerine’ katıldığım için şimdi utanıyorum.” (Sisifos, 333) 2023 genel seçimlerinde yaratılan sahte umut dalgasına (Millet İttifakının kazanabileceği) bile bile katılmaktan utanç duyduğunu söylemeden edemiyor anlatıcı Ergin Yıldızoğlu. Solu ve tarihsel görevini yeniden tartışmaya alıyor: “Sosyalist hareket, ‘Z’nin kafasındaki tüm kaygılara ve sorulara karşın, bir birlik yaratma umudunun yeşerdiği bir momenti koruma adına, yoluna bu tarihsel sarsıntıyı tartışmadan devam etmeye karar verdi. ‘Z’, bu yıkıntının, teorik, psikolojik enkazı kaldırılmadan birliğin başarılamayacağını, toplantılarda, dergilerde anlatmaya çalıştı ama anlattıkça yalnızlaştı, ‘zamanın hasta ruhunun’ dışına düştü.” (334) Z.’yi özkıyıma sürükleyen iç hesaplaşmaları anlayarak, haklı da bularak bir tür sol içi özeleştiri düzeneği çalıştırıyor. “Şimdi ‘Z’ kendini, kitaplarına, artık kimseyle paylaşmadığı okumalarına vermişti. Yazları marketin önüne oturmuş, elinde bira, kitabını okurken zaman zaman Cumhuriyet gazetesinde yorumlarını okuduğu bir yazarın önünden geçerek karşıdaki siteye girdiğini gördüğü oluyor; ama bir hamle yapıp diyalog kurmaya çalışmak içinden gelmiyordu. Azra ise kendini market etrafında geliştirmeye çalıştığı türlü projelere vermişti. Hayat devam ediyordu, artık devam etmeyecek olduğu noktaya doğru.” (339) Tabii tüm bu hesaplaşmayı son yazma zamanından yapıyor. Her şeyin tarihleştiği ya da anlatılaştığı noktadan…


Dış ses Z.’yi o son gününde yakalıyor. Son günü anlatmayı yazar daha fazla erteleyemeyecek. Bu sayfa yazılacak ve olay anlatılacak (eninde sonunda). Hemen üçüncü bölümcede (paragraf) özanlatıya, bilinç akışına geçilir. Z.’nin dağınık bilincinden akan bir yaşam-ölüm tartışması. Yanlıştır belki ama bir onur eşiğidir de. Yaşamını ona terk edildiği biçimiyle sürdürmesini onur sorunu yapmak ve son eylemi gerçekleştirmek zorundadır, bunu kızı Deniz de içinde kimse anlamasa bile, ki en çok Deniz’dir umurunda olan kişi. Hayaletinin kızına dadanmasından (musallat) belli değil mi? Yaşamından anlar, kişiler bir bir akıyor. Nilgün… İşte, Azra. İkinci. Ama ikinciden ne anlamalı? Hepimiz aslında ikinci değil miyiz öte yandan. “-Sen beni hiç sevmedin? -Sevdim. -Aşkla, tutkuyla değil ama…” (345) Evet, Deniz babasının kızı ama o başka. “O hiç uzlaşmayacak ama hiç yalnız kalmayacak.” (345) “‘Tamam,’ dedi, zamanı geldi.’ Kalktı, terliklerini giymeden, lambayı yakmadan el yordamıyla masanın yanına gitti, bir eliyle iskemleyi, öbür eliyle mavi naylon ipi kavradı…/ Karşıdaki sitede kimsenin sahiplenmediği köpek bir kez havladı, bir horoz öttü. Sabahın olmasına daha üç saat vardı. Gezi olayının patlak vermesine ise üç ay…” (346) Z. üç ay daha yaşasaydı ne olurdu? Bu soruyla baş başayız şimdi. Yaşam seçenek bırakmıyor gerçekte.


Öykü, Deniz’in anıt önünde beklerken karşılaştığı Hoca’yla buluşma anına, geziden sonraki zamana küçük halkasını çizerek dönüyor yine (İnarritu düğümü). Toz (eroin) yok. Hocayla konuşması ona çok iyi geldi. Eve dönecek. Takside arkada Filiz oturuyor. Henüz her şey yitmiş değil. Bir gün ben de… Onaylıyor Filiz, evet geç kalınmış değil hiçbir şey için. Uyuşturucudan kurtulabilir mi? Niye beraberdik Gezi’de, diye soruyor Filiz. “-Ama biz kazanmayı düşünerek savaşmadık ki. Savaşmak gerektiği için savaştık. Hem her şeyi kaybetmedik ki. Karşılaşmamız ve aşkımız hâlâ bizimle. Gezi Olayı hâlâ tartışılıyor. Kenan ve arkadaşları ders çıkarıp devam etmeye çalışıyorlar. Sahi sen neden onlarla birlikte değilsin?” (350) Eğildi Deniz, Filiz’e (hayaletine) sarıldı, öptü.


Kenan’la konuşacaktı. Konuşmalı. Konuşuyor. Her şeyi anlatıyor. Hayaletleri de… “-Denizciğim, canım, hayatım, güzelim, ben bir süredir durumun farkındayım.” (360) Birbirlerine sarıldılar. Bitmeliydi değil mi? Ama hayır, bitmesi için ülkenin, dünyanın bitmesi gerek. Tarih 10 Ekim 2015, Yer Ankara Gar Meydanı. Deniz yerde yatıyor. Elinde bir acı, kanama… Ortalık savaş alanı. Kenan? Kenan nerede? “Kenan, ‘bomba,’ dedi, ‘ardı ardına iki bomba.’” (366) Ya şimdi, sorusuna Deniz’in yanıtı şöyle: “_Ben böyle düşünüyorum işte… Ben asla babam gibi olmayacağım./ Dışarıda soluk lacivert bir gece, çürümeye başlamış bir ay, kentte huzursuz bir sessizlik, uğursuz bir beklenti vardı.” (372) Burada romanın zamanı bitiyor (2015) Eğer anlatıcı-yazarın zamanını da eklersek daha sonralara sarkar ama romanın çemberi 2013’e dönerek düğümleniyor. İçeriğin zamanına bakarsak daha gerilere, zamanı Z. üzerinden tanımlamaya, yeniden kurgulamaya gerek duyarız. İki odak, babanın zamanı ile Deniz’in zamanı arasındaki büyük gerilim zamanları, uzamları koşutlu ya da olası evrenler gibi (kuantum) yan yana getirebiliyor ya da hiç kesiştirmiyor bile. Çünkü aynı zaman ve uzamların içerisinde bizlerin de anlatıları, öyküleri geçiyor ve roman iç sorgulamaya ister istemez dönüşüyor.


*

Yukarıda yakın okuma ya da çözümlememiz çıkarılabilecek sonuçları da açık ya da örtük biçimde içerdiği için yapıtın güncel önemini vurgulayan birkaç saptamayla bağlayacağım sonucu. Romanın en belirtik (tipik) yanı, yukarıda söylediğimiz üzre yeni bir uygulama olmasa da buradaki uygulamasıyla oldukça çarpıcı biçimde tarih ve kurgu bireşiminden (sentez) yola çıkan çatısı ve bu özelliğinden ötürü kurgu kişilerin gerçek kişilerle yan yana getirilmesi, dolayısıyla zamanın çeşitlendirilerek çok zamanlı (genelden kişisele) tarih içi ve dışı zaman kakışmasının, girişiminin (interferens) bir örneğini yaratması. Yazar roman kişisi olmakla kalmıyor, romanın izleklerinde yankılanıyor, yalnızca gözlemci değil yapıcı olarak romanın (zamanların) akışına katışıyor. Kurgu kişiler de gerçek kişilerle bağ kurarak göndermelerde bulunuyor, ilişkileniyor, dolayısıyla kurguyla, düşlemsellikle gerçeklik yakası buluşturulmuş oluyor. Bunu yazar ya da anlatıcı sesi geçmişte çok yaptı, yazdıkları ya da anlattıkları yapıta katıldılar ama anlatı içinde imgesel ve etkin bir kişi, bir varlık olarak pek görünmedi ya da gösterilmediler. Yıldızoğlu yaratıcı (devrimci) önermeden yola çıktığı ve denediği yazınsal türü ötelemeye, aşkınsal bir atağa yöneltmedikçe yazamayacağı için eski yazın uygulamaları da yeni içeriklerle ortaya çıkıyor. Bunu anlatım uygulamasıyla (teknik); kurgunun anlam ve yapısal nitelikleri açısından zorunlu indirgemeler, dolayısıyla duraylı (stabil), eşbiçimli (homojen), bağdaşık kalmak uğruna verilen ödünler anlamında tek başvuru (referans) noktasından gerçekleştirilen geleneksel kurgusal yordamlar çarkını kırarak başarıyor. Uygulamadaki özgünlüğün bir başka önemli örneği de kurgusal anlatı türü olarak romanı bilimsel bir çalışmayı sunar gibi sunması ve doğrudan kendi adına (yazar Ergin Yıldızoğlu adına) bir Önsöz yazması. Bu türe bir karışmadır (müdahale). Romanın aynı zamanda bir tez olduğu önermesinin somutlaşmasıdır ve yadırganır. Hiçbir kurgu yazarı, az örnekte sunuş yazsa bile önsöz yazmaz romanına. Romandaki önsöz bir gösterge, gönderim, yaklaşım sergilenmesidir ve tartışmaya, açık davettir.


Bu ve benzeri özellikleriyle yapıt sözcüğün gerçek anlamında ‘çoklu’ bir ıra (karakter) kazanmış oluyor, bir açıya, noktaya, odağa, uygulayıma, yapı ve biçim özelliğine bağlı açılım olmak yerine çok odaklı, çok zeminli, seçenekli bir girişkenlik, binişkenlik, örtüşme, çelişki ve aşkınlıklar, döngüler ve yine de tüm dönüşleri kümeleyen genel akışlarla karmaşa (kaos) içinde düzen, evren (kozmos) ve eşanlı olarak düzen, evren (kozmos) içinde karmaşa (kaos) eytişmesiyle (diyalektik) yol alıyor. Durum kurgu bilincinin ötesinde, yaratıcı izlencenin (program) dayandığı elbette geçici kuramsal altyapılardan ötürü hem bilinçle hem kendiliğinden öyle gelişiyor. Sonuç olarak yapıtı Bir ve Bir’in arkasındaki Bir’ler yönetmiyor. Ya a en arkadaki Tanrı (!)... Sözü edilen çağcıl romanın kaynağındaki düşünce ve 150 yıla yayılan bir tarihsel uygulamadır. Önemli mi, hayır, çünkü Bir’i yıkmanın (yaratıcı yıkım) da sonuçları var ve artık çağcıllığın yeni boyutu yıkımın sonuçlarının taşınabileceği yerde filizlenecek. Romandaki roman kişisi Ergin Yıldızoğlu’nun simgesel işlevi bu. Kendine bırakıldığında Bir’in çözülmesi artık siyasetin (özne) girişimi olmanın çok ötesine geçerek çözme girişiminin kendi bile kurulu siyasetin araçsallaştırabildiği bir nesneye, tüketilebilir bir araca dönüştürüldü ve hoşnutsuz kitleler bilinçsizce ardçağcı (postmodern) yönetişimin kucağında buldular kendilerini. Yeni teknolojinin buradaki yeri ikili ırasından ötürü abartılıyor olsa da Bir’in yıkımı Bir arayışının olanaksızlığına bırakıverdi yerini kolayca. Oysa türümüzün bir özelliği varsa, geleceği tasarlayabilmek, olanaksız Bir’i düşleyebilmek, en azından bu düşe (Bir) bağlanarak şimdi burada’ki doludizgin yıkımı durdurmak yetisidir. Toplumsal doğaları gereği devrimci gizilgücü yine de taşıyan insanın, siyaset yapmanın düşlemi boşlamakla özdeşleştirildiği, Bir’i kendiyle başlatıp bitirerek sıfırlayan yetinmezlik noktasını, genç insanı tutup dışarıya fırlatabilen yıkıcı süreci kırması gerekiyor ve tepeden tırnağa donatılı (!) kitleler ne yazık ki dizgeyle eşleşme düzeyinde bu olanağı giderek yitiriyorlar. Birinin, yapıtın, şiirin bunu anımsatması, yanılsamayı delmesi, ölümü seçmek için yine de geçerli, yeterli bir neden bulunmadığını söylemesi ve Sisifos’u örneğe dönüştürmesi gerekiyor(du). Ergin Yıldızoğlu yazar, anlatıcı konumundan konuşmayla yetinemezdi, romanın içine sıçradı ve oradaki düşler, beklentiler, umutlar ve umutsuzluklar arasında dolandı, herkes ne kadar yaralandıysa o kadar yaralanmayı, ölmeyi, umutsuzluğu ve umudu üstlenerek ve kendi her kimse o noktadan olaya katışıp düşüncelerini dile getirdi, o insanlardan biri gibi. Çünkü öyle. Elbette Filiz’in dediği gibi kurtuluş umarak, bir şey umarak hiç değil.


O zaman romanda dünyanın bugününde olan her şey, her tartışma, belirti, çelişki yer alacak, her şeye dokunulacak ama bu her şeyleşme ya da her şeyden bir şey olma pahasına olmayacak. Çünkü Z. yine bir örnektir, Ergin Yıldızoğlu yine de bir çerçeve, bir görüştür. Bunlar günceli çeşitlilikte bir varsıllık, çoklaşma, artma, verim olarak görecek insanlar değil. Güncele teslim olmak yazmaz onların kitabında. Ama günceli ve ayrıntısını kaçırmak, LGBT+, Queer, İslamcı siyaset, Gezi, sol altdil (jargon), örgütlenmeler, Türkiye’de seçimler, vb. üzerinden atlamak da hiç kuşku yok lekesiz kalmak anlamına gelmez. Ellerimiz aynı zamanda günle kirlidir ve kirlenmesin diye ‘yapmamayı yeğlemek’ (Melville) söz konusu bile olamaz.


Ayrıntı derken geçiştiremeyeceğimiz bir şey daha var: Solun solcusu dediğimizin aynı zamanda bir kişi olduğu gerçeği. Bu kişinin seçimleri ve rastlantılarla yürüyen yaşamının uyumlu ve aykırı yaşantısı, çatışkıları, trajedileri çok mu hafif, sıradan şeyler? Bu insanı nasıl göstereceğiz, geçmişten günümüze değişik türde suçlamaları göze alarak hem de… Ergin Yıldızoğlu bu romanıyla bunu da cesaretle göze alıyor. Z., Deniz, Azra, hatta yazarın kendisi, vb. iyi ya da kötü seçimler yapıyorlar, bunu görüp yüzleşiyor ya da yüzleş(e)miyorlar ama ne yaparlarsa yapsınlar ya da yapamasınlar yaşamları tüm bunlardan ötürü biçimleniyor, kederle, sevinçle, tutkuyla derin acılar, yoksunluklar, yalnızlıklar arasında kıvranıyorlar. Canına kıyan babasını bağışlamıyor Deniz, dahası suçluyor, örneğin. Hakkı var mıydı babasının, Deniz’siz bir ölüme? Öyle ki bu yaşamlar imgelemi de seferber ederek ölüler (hayalet) üzerinden de sorgulanıyorlar. Hayalet bizim çağırdığımız biri. O gelmeden kendimizi algılamamız bazen olanaksızdır. Anlatı tarihine kazınmış bir izlektir bu ve bu izleğin de (hayaletin dönüşü) hortlaması şaşırtıcı değildir kuşkusuz.


Romanla birlikte çok anlamlı bir yerleşik önyargı da kırılıyor ve iyi de yapılıyor. Solun insanları, gençleri de erkekler ve kadınlardı. Cinsel yaşamları vardı, tutkuları, özlemleri… Onlar da seviştiler, düş kırıklığı yaşadılar, mutsuz oldular, vb. Yalnızca siyasal kimlikleriyle tanımlanarak yapılan haksızlık böylece düzeltilmiş de oluyor. 68 devrimcisi Z.’nin yaşamı aynı zamanda sevme gücünün de kanıtı. Bu insanları harcamayan, buna özen gösteren Ergin Yıldızoğlu’na bu nedenle de teşekkür borçluyuz.


[1] Yıldızoğlu, Ergin; Bir Günün İkinci Yarısı (2024, Roman), Cumhuriyet Kitapları Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2024, İstanbul, 372 s.

[2] Bütün, a priori değil a pesteriori, daha doğrusu bu ikisinin anlıksal (zihinsel) yerdeğişimi (ikâme), birbirlerinin düzdeğişmecesidir (metonimi). Zzk.

[3] Yunanca ‘ölümsüz’ anlamına gelen Z, Vasilis Vasilikos’un romanının (1966) adıdır. Zzk.

[4] Carl Orff; Carmina Burana (1935-6).