Baykuş Virane Sever

Zeki Z. Kırmızı / 2014

Faruk Duman

Aslında okuma sırası bekleyen ve epeyce bekleyecek gibi görünen yeni bir kitabı (roman) daha var Duman'ın: Köpekler İçin Gece Müziği (2014). İki kitabı birlikte değerlendirmek işime gelirdi gelmesine…


Hakkında önceki, kısa bir notumda 'anlatımızı ilerlettiğini' belirtmişim. Bunu o zaman inanarak söylediğimi düşünüyorum. Zaman içinde yanılmadığımı da gördüm. Öykümüzde Faruk Duman, Cemil Kavukçu'nun yanında usta olarak yerini alıyor. 1974 doğumlu… Metinlerle, metinlerin içinde yaşayan, çalışan biri…

Bu öykülerin yıl içerisinde haklı olarak epeyce yankılandığını söylemeliyim. Değeri görülen, hakkı verilen Faruk Duman,  yazısını belli izleklere bağlayan takınaklı biri gibi dilini izleğine göre biçimleyerek kabarık bir dil yüzeyi (topoğrafya) yaratan, hatta düşsel bir dünya tasarı içinde kendini yeniden (oradaki, o zamandaki ben) konuşlandıran, uğultulu, kışkırtıcı, neredeyse fiziksel itkiler yaratan yazısıyla, dünyanın büyüsünü açığa çıkaran (Başka bir boyutta İrfan Yalçın yapıyor bunu.) bir yazarımız…

Arkasında 2000 Sait Faik Hikâye (Av Dönüşleri), 2004 Haldun Taner (Keder Atlısı), 2010 Yunus Nadi Roman (İncir Tarihi), 2010 Memet Fuat Deneme (Adasız Deniz) ödülleri olan yazarın 2010 sonrası yapıtlarıyla da aldığı ödüller var. Dünya Kitap vb. Demek her yazdığı olay aşağı yukarı… Birbirleriyle sıkı örgülü Baykuş Virane Sever öykülerinin başına Yunus'tan bir alıntı koymuş: El kuşu elden ele, gül kuşu gülden güle/Baykuş virane sever, şahinler pervaz ile. Yunus'a sıkça döndüğünü, geleneksel anlatımları üretimlerinde gözönünde tuttuğunu kendisi belirtiyor söyleşilerinde. Benim Duman'ın bildirimlerinden çıkardığım ilk sonuç, yazmayı işlenmiş, canlı bir dil kervanına katılmak olarak gördüğü. Hoşuma özellikle giden yanı ise, Türkçe'nin kendisinden önceki binbir biçimi içre yazısıyla (anlatısı demek daha doğru) yüzleşmiş, buluşmuş ve ayrışmış olduğu. Buluşmadan ayrılamazsın çünkü. Dilin yelpaze gibi açılarak ya da çemberlenerek dolarken boşalması, öte-beri arasında imalanması, ekinimizin hödükleştiğini, kütleştiğini sandığımız dip yaşantılarını yeniden kımıldatacak kerte ayaklandırması, buradaki herkesin bir yerine dokunması gerçekten özgün bir bireşime ve yordama işaret ediyor. Geçmişin basamaklandırılmış tüm anlatıları, dilsel erk özdeşleştirmeleri yerlerinden ediliyor, kağıtlar yeniden karıştırılıyor, büyük harfle başlatılan anlatılar küçük harfle başlayan çekinik, ürkek, susgun, yenilgin anlatılarla geçişiyor, anlatı öğeleri arasında bir eşitler ilişkisi, aslında curnatası çıkıyor ortalık yere. Bu yazı gerçekten bedenimizde değdiği yeri buz gibi etkiliyor. Soğuk, acı, uyuşma, yanma… Yani dediğim şu: Dilin(in) fiziksel bir etkisi var.

Bunun altında ne yatar diye düşünmeden edemiyor insan. Benim yanlışlanabilir yanıtım şu: İmge siyaseti ya da yeniden siyasallaştırılmış imge. İmgesiyle oturup tartışmamış, söyleşmemiş sanatçı olmaz zaten. Yani olmamalı. Ama yaygın örnek mış gibi. İmgesiyle güreşmemiş, güreşir gibi yapmış, kazıyınca altından uzlaşma (insanı çürüten, diyorum bakın) çıkan yapma sanatçı (!) tutumuna diyecek bir şeyim, ayıracak zamanım da yok, velev ki böylesi tutumu sergilemek istemiş olayım. İmgenin dolusuna sırtını dayamışlar hele uzak dursunlar. Boşuna gözünü dikmişlerle işim. Duman imgenin dolusunu boşlamıyor, boşunu karartmıyor, doluyu boşa, boşu doluya alıp imgelemini tazeliyor, yeniden anımsamamızı, dolayısıyla yeniden unutmamızı sağlıyor ve bir kezlik eylem(cik) yaratıyor. Tetikliyor okurunu. Genel her yargının varlıklar katında karşılığı olmalı elbette. Somutluk gerekiyor. (Zaman da…)

Eğer bir öykü hem kendisi olarak okunup hem de oradasızlığına söz (vaad) veriyorsa, burayı gösterip başka yere taşıyorsa ve tüm bunları yaparken bir yerdenlik ve bir zamandanlık konusunda güvence arayışlarımızı (tarihin çalkantıları) diri ve açık, -e yönelik tutuyorsa güzelduyusal (estetik) işlev, yani ütopya gerçekleşiyor demektir.

Dediğim olanakçıl imge daha en başta yerleşik/göçmen karşıtlığından el alıp anlatıcı kipinde yankılanıyor. Anlatıcı ben, anlatının beni ve yazarın beniyle metnin gövdesi boyunca gelgitli. Metin okur usunu benler arasında dolandırıp duruyor. Bana kalırsa dördüncü ben olarak kendi katılıyor kitapların sayfaları arasına. Çünkü bu benlerin geçişliliği ve karmaşası (kaos) anlatıyı ortaklaştırıyor (anonimleşme). Herhangi birini duraylaştıramamak, birinden ötekine ozmotik geçiş, kitap berisindeki benin de oyuna katılması benlerarası, hatta benler ötesi, bizcil bir hora havası estiriyor. İzlekten, özdeşleşmeden değil, daha derin, kökensel bağlantılardan, dilin sesleminden, biçimlenmesinden, gırtlaktan, bedenden, bedenin dünyayı yanıtlama, yankılama biçiminden geliyor: Buralılık. Buradanlık.

Duman'ın yaptığı seviliyor ama çözümlemesi kolayca yapılamıyor. Nedeni sırtındaki, uzam ve zamande gerilere, ötelere savrulan o koca dağ. Dağ suyunu, selini, ışığını, ateşini veriyor sanki. Birinin sesi, dağın, sanki tümümüzün sesi...  Aracı. Biz de orada, öyleydik. Unutmuştuk, geride kalmıştı, yaşamımızın biçimlenmesinde artık etkili, önemli değildi belki. Ama yazı aslında unutmadığımızı, aslı anımsatıyor. Önemliymiş, oymuşuz, oradanmışız, ben dağa borçluymuş, dağdan (kardan, fırtınadan, büyük yoksunluklardan, vb.) gelirmişiz meğer.

Asal, kurucu imgelere yine daha ilk sayfadan ikinci örneğim de hısımlık adlandırmaları. Neredeyse antropolojik bir kaygı ve ısrardan söz ediyorum. Böylece toplum yazının (metnin) bağrında yeniden açılıyor, hısımlık haritası masa üzerine seriliyor ve karanlıkta kalan enlem boylamlar, yeni keşif coğrafyaları, adetler (ritüel), beliriş, gerçekleşme biçimleri antropolojik anıştırmalarla yitirileni geri getirmeye bağlanıyor. Ancak imge dili antropolojiyi, kuru saptayımlar, betimlemeler, gözlemler olmaktan öteye taşıyabilir. (Bağlama bilim demediğimiz sürece sorunsuzdur girişim.) Ben, Cemal dayı, Teyzem, Burhan, eriyen gelin, amcam, vb. eski hısımlıktan yeni dünya sızdırma çabasının rastgele uğrakları.

Faruk Duman'da yorumlu imge dökümü (envanter) yapmayı çok isterdim. Onun hakkında yapıtlarını yeniden gözden geçirip uzun uzun anlamaya çalışmayı… Belki ileride (Bir ileri olacaksa.) Böyle özet bir toplu değerlendirmeyi M. Sadık Arslankara rastlantı bu ya Cumhuriyet Kitap Ekinde (22 Ocak 2015, s.1301) köşesinde yapmış. Faruk Duman'ın yazı serüvenini üç evreli yorumlamış, özellikle de 2012 sonrasına (Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur, 2012) altını çizerek işaret ediyor.

Birkaç tümce daha… Hısımlık okur hısımlığı olarak da imgeleniyor ayrıca. Çocuğun dünyasına Cemal dayı üzerinden akan İnci (Steinbeck, 1947). Zengin, uğultulu, özgün bir kovan (bal)-öykü olarak kımıldanıyor önümüzde (Kayıp İnci). Bu uğultunun bir başka kaynağı da öykü uzamlarının dinamiği… Yerleşik, süren, kanıksanmış uzamlar değil bunlar, demiryolu istasyonu, orman, kar tutmuş bayır, kurtların indiği yer gibi aralıkların, geçişliliğin, geçiciliğin yerleri, uzamları. İki uçlu uzamlar, kuşkusuz zamanı da iki uca iterek, gergin, duygun eylem ortalanıyor. Çocuğun algısı (bilinci), okurun algısıyla yer yer örtüşüp çokça ayrışarak, saparak sanırım Zizekvari bir paralaksa (oynaklık, yerinden edilmişlik) yol açıyor. Belki bir kitaba da duvarda asılı resme bakar gibi bakmalıyız. Her bakış ayrıdır.

Arkasız, önsüz, yansız, üstsüz, altsız dil burgaçlı, devingen bir arkadalık, öndelik, yandalık, üst ya da alttalık duygusu yaşatıyor. Anlatmanın dili bir anlatmama, yarımcalık, kesinti dili oluyor. Dilin arkası düşe dalıp, takılıyor. Yaşamın boşluğu yazının boşluğunda yankılanıyor. Bu kesilmelerin, kırılmaların, bu anların (yarım kalmışlığın) gerçekten karabasanlı, hüzünlü etkisi var. Hüzün dökülüp dağılanın, yitenin mi, yine de bilip sür(dür)menin mi içinde söylemek zor.

En iyisi kesmek.


Kaynaklar


  • Duman, Faruk; Baykuş Virane Sever (2013), Can Yayınları, Birinci basım, Şubat 2013, İstanbul, 108 s.