Üzerine
Zeki Z. Kırmızı
Üzerine
Zeki Z. Kırmızı
Edgü, Ferit; Leş (Toplu Öyküleri: Kaçkınlar, 1959; Bozgun, 1962; Devam, 2001; Av, 1967; Bir Gemide, 1978; Çığlık, 1982;
Doğu Öyküleri, 1995; İşte Deniz, Maria,2000; Do Sesi, 2002 (2010, Öykü)),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2010, İstanbul, 620 s.
*
Edgü, Ferit; Nijinski Öyküleri (2007, Öykü),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2007, İstanbul, 95 s.
*
Edgü 60’lı yıllardan beri peşimi bırakmaz. Oysa yazması 50’lerin başı… Onun hakkında, oradan buradan devşirme genel geçer ve olumsuz yargılarla yetinemeyeceğimi ve sürüncemede bırakamayacağımı artık anlayınca durumu, bir ucundan (öykülerinden) başladım kitaplarını kemirmeye, şu Amerikalı Firmin gibi. Kötü mü oldu? Tersine, çok iyi geldi.
Okumayla bunca kirlenmiş, çamura bulanmış, bunca katılıp kalmış, taşlaşmışken olduğum yerde, Edgü okumak gerçek bir saydam, yarı saydam dilsel arınma, durulma, soluk alma çalışması gibi geldi bana. Derin derin soluk alıp verdim. Türkçe’nin dip bucak tazılığının ardı sıra seyirttim, yardımıyla. Boyun eğmemenin ve içindeki soyluyu çöküşe, yıkıma rağmen ayakta, dik tutmanın ne demek olduğunu anladım az buçuk.
Edgü de dünya yazarlarından. Bizim ekinimiz içine sığmadı ya, başka bir ekinle (kültür) barışık yaşayabilir miydi, soluyabilir miydi, bilmiyorum. Hiç kimsede trajedi onunkisi denli kişisel olmasa gerek. Yazısı ele veriyor bunu hemence.
Sorun şurada ki bu savsızlık, bu yetinme, doygunluk duygusu ile Epikür(yenlik) bir araya gelmiyor? Bir sorundan söz edeceksek, Edgü yapabileceğinin hep en altında seyrediyor. Yoksa…
‘Yapmamayı mı yeğliyor?’ (Bartleby Karmaşası).
Şimdi bu benimkisi ayıptan çoğu kuşkusuz… Çünkü bunca yazmış, etmiş, çizmiş, gezmiş, tanımış, konuşmuş biri; üzerinde yazmaya çalıştığım insan. Çınarsa çınar işte… Hiç üzerine alınmayacağını da bilerek söylüyorum bunu.
Onun hakkında yazılacak bir şey yok. Yazdığı kendisi hakkında zaten ve orada, yazısının içinde duruyor kendisi, her kimse...
Benim okurluğum onun yazarlığıyla örtüşmesine örtüşmüyor. Okumak tersini kanıtlamadı üstelik ama gözü kapalı örtüştüğüm sayısız yazardan daha öğretici, uyarıcıydı metinleri. Ama yazısından önce kendisinin varlık olarak serilmediği, yani öne çıkmadığı örnek çok mu çok uyarıcıydı. Çünkü Edgü yazı(n)sal bir duruş, öncelikle. Eğer bir yazın izlencesi yönetseydim döner döner Edgü’den başlar, onunla bitirirdim. Çünkü hiçbir örnek kendini onunkisi denli açığa vermez, tüm niteliklerini sergilemez. Belki her şeyi denemedi ama yazmadıkları bile bana kalırsa yeterince öğreticidir. Üstelik onun öğretmek gibi bir derdi hiç olmadı, olmaz(dı) da.
Şimdi, yükselen şu toz bulutu, nükleer kül var ya, hani şu Cazcı Kardeşler’de müzisyenlerin peşine düşen tüm polis ordusu ve tüm kentten yükselen havlama sesleri, işte bunca patırtı arasında güme giden ve paha biçilmez değerde bir yalınlık, alçakgönüllülük, bilgelik, olgunluk, savsızlık sulağı (vaha) gibi duruyor onun yazısı. Bir dil gölü. Birçok nedenle (ve bence haklı nedenlerle) tür kavramlarını bozguna uğratmış, çünkü onun için güzelduyu (estetik), bir birime, monada (Leibniz) indirgenmiş, bir davranı (jest) olarak görülmüş. Hangi biçime bürüneceği, nasıl bir kürk giyeceği Ferit Edgü için önemli olmamış. Tam bu noktada kendi varlık tezime güçlü bir yandaş bulmuş oluyorum ben de. Edgü bunu somutlamış. Alanları ayırmamış, bir tür ‘vahdet-i vücud’ ilkesine dayanmış… Anlatısını belli bir yere, belli bir ana, belli bir kişiliğe (karakter) ya da söyleşime (diyalog) asla bağlamıyor bu nedenle. Burada geçen her yerde geçer, buranın dili her yerin dili. Böyle düşünüp yaşıyor. Yazısının yaşı, dizi(n)sel bir yeri, zamanı da yok. İlkle son yan yana durur, duragelir. Metinler oyun kâğıdı gibi karılabilir. Yeniden, bir yerinden kesilebilir deste…
Yazarımız, yerellikte geçici, yanıltıcı bir (aslında birden çok) şeyler bulduğundan olsa gerek, yansılamaktan, aktarmaktan, yapılmışın hakkını teslim etmekten hiç gocunmamış, geri de durmamış. Kendi işinden çok, başkalarınınkinden söz etmiş, mutlu olmuş.
Tüm bu nedenlerle ondan esirgediğim ama başkalarına fazlasıyla gereksiz yere dağıttığım her şeyi şimdi toplayıp ona veriyorum. Bu bir anlamda özeleştiridir.
Öyleyse… Özeleştirimi yaptım. Buna karşın, yine de dipten süren boçluluk duyguma ne demeli. Romanlarını da özenle okuyacağım önümüzdeki günlerde. Daha…
Bu dahanın arkasını tutuyorum, saklıyorum, Ferit Edgü için konuşmak değil susmak gerektiğini anlıyorum. Onun verebileceği şey bir tür okuma çalışması, temrini, yöntemi. Okumayı öğreten biri… Ne olursa…
Yazınbilimci olsam başka düşünür, onun yazınımıza katkısını eşelerdim. Bunun bir öğreti (ders) olarak yüze çıkması iyi olurdu. Yoksa bu aptal rüzgârların tüm yeryüzünü yıdırma amaçlı önüne katıp sürüklediği tozun, dumanın, gösterilerin altında kalıp tek tek yok olacağız, ezilecek fosilleşeceğiz. Belki fgosilleşemeyeceğiz bile…
Bunalım. Kafka. Olgunluk. Dinginlik. Sessizlik. İletişimsizlik.
Ve Türkçe.
Özet derseniz, buncası yeter. Ama bütün özetler yanıltır, yanlıştır. Hele Ferit Edgü söz konusu ise… Çünkü onun birkaç yüz sayfalık yapıtı zaten bir tür özün özü, mütemmim cüz. Daha azı yok. Olmaz. Safi billur.
*
Peki.
Kapıyorum kitabı(nı).
(2011)
*
Edgü, Ferit; Kimse (1976, Roman),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2006, İstanbul, 127 s.
*
Edgü, Ferit; O. Hakkari’de Bir Mevsim (1977, Roman),
Ada Yayınları, İkinci Basım, Ekim 1980, İstanbul, 207 s.
*
Edgü, Ferit; Yaralı Zaman. Bir Doğu Yolculuğundan Notlar (2007, Anı),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2011, İstanbul, 83 s.
*
Edgü, Ferit; Yazmak Eylemi (1980, Deneme)
Sel Yayınları, Beşinci Basım, Temmuz 2011, İstanbul, 137 s.
*
Edgü, Ferit; Tüm Ders Notları (1978, 1991, 2000, Deneme),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2005, İstanbul, 202 s.
*
Kahraman, Mahmure; Ferit Edgü’nün Hakkari’si (2011, İnceleme),
Sel Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 109 s.
*
Edgü’nün ayrı ayrı yapıtı yok, tek bir yazısı (konusu) var, dönüp dönüp bunu yazıyor. Bu nedenle Edgü hakkında öyküleri dışında toplu bir değerlendirme yapacağım ama söylediğim her şey öykülerini de kapsayacak ister istemez. Zaten onun hakkında söyleyebileceğim çok şey de yok. Yazınca öyle yazıyor ki sağlam, boşluksuz, billursu (kristalize) bir nesne çıkıyor ortaya. İçine girilmez, som bir yapı. Üstelik de mineralbiliminde (kristalografi) kübik sistem denebilecek eşbiçimli, eşuzanımlı duraylı bir yapı. Kütle etkisi yapan (ama lütfen yanlış anlaşılmasın, bir ezici savı, heybeti hiç yok, ama ürkek, sinmiş, korkak da değil) bu yazıya sorulabilecek soru kuşkusuz olsa olsa bu etkinin kaynağı olur. Ben de şimdi bunu soruyorum.
Edgü’nün açıklamadığı bir enazcılığı ya da enküçükçülüğü (minimalizm) var. O sanırım herkesin aradığı teli bulup o telden istediği sesi çıkarabilmiş. Bir tansık denebilir buna ama acısız olmadığı kesin. Üstelik biraz daha düşününce insanın, sanki o tel rastlantıyla gelip onu bulmuş, o da bu bamtelinin değerini ayrımsamış, diyesi geliyor.
Enazcılık derken (gizlidir) savladığım böyle bir şey. Yani tek bir şey. Pirkanis Köyü (Hakkâri). Bütün bir yaşamı içeriden aydınlatan ve dillendiren (öykülendiren), yazara gelen (bir) coğrafya. Bir yerden (bu yer dağ, kar, köy, kurt, vb.dir) söz ediyorum. Zamanın arkasına inen yazar görüsünden, yere inen, yerleşen (ama yerlileşmeyen) bir varlıkbiliminden (ontoloji).
Denizin dalgaları, büyük suyun çalkantısı gemiciyi dağın tepesine fırlatmıştır. Edgü anladığımızca denizcilik yapmış… Issızlığı, çölü yere denizde bağlamış. Bağlamış ama duraylılaştıramadığını (sabitlemek) düşünmek yanlış olmaz. Çünkü o denizden çıkmazdı böyle olsaydı. Oysa deniz onu tükürdüğünde karanın, kara yerin tepesinde buluyor kendini. Trajik ve anlaşılmaz bir yazgıca sürüklenmiş söylen (mit) kişisi gibi. Anlam değil anlamsızlıkça (balinaca) kusulan, tükürülen Edgü (Yunus) fırlatıldığı yerin yankılanan ak, ıssız boşluğunda iki sesli kanon, vb. yordamlarla anlam çatmayı (son bir kez mi?) deniyor (Kimse,1976).
Edgü kaçıncı (otuz muydu?) şimdi unuttum, 2011 yılı TÜYAP Kitap Fuarı onur konuğuydu. Hakkında bol bol konuşuldu, kendisi konuştu (çok konuşmamıştır), ödüller alındı verildi. Bu güngörmüş, Batı’yı dibine değin, en seçkin yanından (entelektüel açıdan) bilmiş, göstermese de feleğin çemberlerinden geçmiş, ama asla ve asla bayatlamamış yazarımız, bir alçakgönüllülük anıtı olarak orada duruyor. Kendini anlatılmaya değer hiç bulmamış, anlatıyı bir varolma yolu, biçimi olarak denemiş, bu nedenle anlatma uygulamalarını (teknik) önemsemiş, içeriğin asal kökleri hakkında erken sezgiler taşımış biri. Kendi bedeniyle yazdığı öykünün daha önemli olduğunu hep düşündürtmüş ve yazısı da bu anlama gelmiştir. Bedeniyle yazanlardan…dır.
Çünkü yazı da ikincildir (sonunda). Geçici olanın içinde kalıcının geçişine ilişkin keskin bir duyusu var. Belli bu. Ölü; gölde, denizde, oradadır. Bir kol, bir ceset kayığa çarpar. Öyküyü, öykülenmişi beden inanılmaz bir kayıtsızlıkla çoğu kez, aşar. Mersault arkada bir yerlerdedir. O denli önemli değiliz, hiç de olmadık ve oyunbazlığımız aslında düzenbazlıktan başka şey değildir çoğu kez, her zaman olmasa da.
Edgü’nün bilgeliği böyle bir şey. Bir beden düşüncesine, daha doğrusu örtüşmeyen bir beden-düşünce ikilisine, ikilemine dayalı. Bu aykırı düşme içerisinde bedenle düş(ünce) konuşmaya başlıyor ister istemez. Konuşma, uçurumlaşma, yarığın derinleşmesi, düşmedir.
Yazı yazıp da yazıyı çarmıha geren, hiç(s/l)eyen Ferit Edgü, elbette ki bir kaçkın. Devrimci, dönüştürücü olmadığı için de gündeliğin saldırısından yıldığında kendini yükselen dalganın doruklarına bırakıyor ve sürükleniyor. Dalga onu nerede bırakıyorsa orada yeni bir dili, damıtık, arı bir dili (yaşama dili) deniyor. Ve deniyor. Her ne kadar denediği şeyin yabanıl bir özü olsa, doğallığa öykünüyor olsa da. Bu damıtılmış, imbiklenmiş kaçış ve yalnızlık (iç sorgu) bir tür çileciliktir (pietizm). Oralarda tansık beklenir ve gelmez. Ermiş (Aziz) Antonius’u şeytan ayartmaya gelmiştir ama Edgü’ye kendisi gelir; geçmişi, usu, inançsızlığı, umutsuzluğu... Söyleşi başlar (Kimse). Aradan zaman geçtikten sonra dilin üzerinden bir kez daha geçilir, çünkü orada, Pirkanis’de her zaman dilleşmeye yatkın hâlâ kalmış bir şeyler var, dilsizlik, sağırlık türünden. Bir tortu. Yazar bu dilsize yeniden başlar (O. Hakkâri’de Bir Mevsim, 1977). Sonra o sessizlik yazarı yine çağıracaktır ve çağırır: Yaralı Zaman, 2007). Ama aslında yazdığı her şey o kuyunun dibine ilişkindir. Notları, denemeleri, resim yazıları… Her şey. Kuşkusuz kuyunun insanı rahatlatacak bir dibi yoktur. En sağır, en kütük yeri amaçlar Edgü. Yani sözcük-nesneyi. Taş, odun- sözcüğü, ya da. Sözcükleri tararken katı nesnelere dokunma deneyimi yaşarız. İçeriğini hiçlemiş nesne-sözcüklerle geriye kalan şeyin ne olduğunu kestirmek bu noktada zor olmaz: uygulayımdır (teknik, zanaat) geriye kalan. Kant’ın temel saymaca ulamları (numenal kategori). Öznenin ya da öznelliğin biricik çıkış noktası, bir tür görüngübilimdir (fenomenoloji): En yalın ve en anlaşılamayacak olana bilenmiş yöntem...
Tam bu noktadan belki de Kant’da olduğu gibi Edgü’de de uygulayımsal usun aktöresi (pratik aklın etiği) girer yaşamımıza. Edgü’yü en töreci (ahlakçı) yazarlarımızdan biri sayıyorum bu nedenle. Ve biliyorum, yadırgatacaktır böyle bir yargı. Onun görüngübilimi aktöre (etik) temelli, kurguludur. Gevezeliği, sözü, yalanı ayıklamakla (epokhe) başlar işe. Bunun için de başka uzama ve başka zamana kaçar (sıçrama, trans). Onun kapısından (yazısından) içeriye yalan giremez. Duruşunun en belirgin, en toplumsal biçimi (format) budur gerçekte. Öte yandan işte bu nedenle yalnız ve bireycidir. Dili, Türkçeyi kendi benliği, varoluşuyla deneyimler. Toplumsal tasımların (proje), hangisi olursa olsun, tümüne yalanın bulaşmak zorunda olacağını varsayar (çıkarımdır bu). Uzak durur. İçine döner. İçiyle, kendi yeriyle ilgilidir tasası. Aslında kendi yersizliğiyle... Güvenebileceği bir tek dilidir (Türkçe) ve o da kirlidir, kirletilmiştir toplumsallıkla. Onun bireyciliğinin bu anlamda yapısal bir yanı (tutum, duruşla ilgili olarak) var.
*
Başyapıtından bence söz edemeyiz, her ne kadar O. Hakkari’de Bir Mevsim neredeyse bir tapınç nesnesine (kült) dönüşmüş olsa da. Onun yapıtı (tümü, ne yazmışsa) dilsel durulaşmanın ta kendidir. Yargıcıl (aforizmatik) dil kaçınılmazdır sonunda. Zar atmak gibi sözcük (tümce) atılır sahneye, ortaya. Diğer oyuncu için de değil, utku (zafer) için hiç değil, getirisi ne olursa olsun... Edgü’nün bunlarla işi yok. Atılan zarla birlikte yerlem değişebilir, öykü oynayabilir, zaman kopup yeniden bağlanabilir. Tansık dediğim (gizlidir) böyle bir şey.
Anlaşılacağı üzere kederli ama daha çok umutsuz bir şey var bu yazıda ama iyi bir şey yok. Ferit Edgü, daha iyi bir seçim yapılabileceğine inanmıyor, onun bir Tanrısı yok. Ama bu yüzden tine kuşkuyla bakarken (ki tin-sellik söz ebeliğidir çoğu kez) bedeni iyelenir (sahip), ne yapacağını bilmediği bedeni. Hatta bedenle bir sorunu varmış gibi davranmaz. Beden onu doğaya da yakınlaştırır. Toplumsallaşmış bedeni pek anlamaz gibidir, elinden geldiğince dışarıda tutar onu. Yozlaşmaya yatkınlığını eleştirir (sözle, ekinle kirlenme).
Böyle bakınca gerçeğe tanıklık demek, (Doğu’nun gerçeğine) haksızlık olur yapıtı için. Korkusuz, çekincesiz, bulunçlu (vicdan) da olsa derdi tanıklık değildir. Derdi kendine bir yer bulmaktır. Bulamayacağını bile bile bu yeri aramaktır. En uç, unutulmuş, kimsesiz, yurtsuz, ıssız yerdir burası ama yazılmaya başlandığı anda göç de başlamıştır çoktan.
*
Edgü hakkında kısa yazılır. Gerektiğince. Onun yazısını okumak, saygı duymaktır. Denemeleri doğruya, açık sözlü, sert, yalansız çağrılardır ama bütün yazdıkları öyledir aslında. Umutsuz da olsa usa saygısız değildir. Çünkü kendini bu seçimi yapacak yerde görememiştir belki de. Kendine karşın bir yerde durmuşluğu da (varsa eğer) buradandır.
*
Hakkında yazılmış, 2011 kitap fuarına yetiştirilmiş, O. Hakkari’de Bir Mevsim romanını irdeleyen Mahmure Kahraman’ın Ferit Edgü’nün Hakkâri’si (Sel, 2011) adlı kitabını da okudum. Beni doyurmadı. Benim beklediğim şey bu değildi, yoksa iyi bir çözümleme sayılabilir. Ama ben bu tür yazarlara ve yazılarına, yapıta-karşı-yapıt gibi yaklaşılmasından yanayım. Hele yazar Ferit Edgü gibi biri ise...
Edgü’yle birçok konuda buluşamadığımı biliyorum. Ama yapıtı benim bakış açımı aşıyor. Bu yapıta, bu emeğe, bu dürüstlüğe saygı duymaktan başkası elimden gelmez. Türk yazını içinde özel, özgün bir yeri olduğunu altını çizerek vurgulamam, üstlenmem gerek.
(2011)
[1] 2011 yılında yazılmış, 2024 yılında gözden geçirilmiştir. Zzk (2024)