Kibritleri Çok Seven Küçük Kız

Zeki Z. Kırmızı / 2023

Gaétan Soucy

Gaéton Soucy; Kibritleri Çok Seven Küçük Kız (Le petite fille qui aimait les allumettes, 1998),

Çev. Aysel Bora,

Can yayınları, Birinci basım, Mayıs 2016, İstanbul, 152 s.


Gaétan Soucy,1958 Quebec doğumlu Kanadalı bir yazar. Türkçeye birkaç kitabı daha çevrilmiş ama ben ilk kez bu üçüncü romanıyla tanıdım onu. Yazarın kırk yaşında 1998’de yayımladığı Kibritleri Çok Seven Küçük Kız Kanada’da aldığı iki önemli ödülün yanı sıra eleştirmenlerden de büyük övgüler almış ve birçok dilde yayımlanmış. 2002’de dördüncü kitabı Müzikhol’u yayımlayan ve yine ulusal ve uluslararası ödül üzerine ödül alan yazar genç yaşta (2013) yürek bunalımından (kalp krizi) yaşamını yitirmiş…

Aysel Bora’nın özgün dilden (Fransızca) yaptığı ve romanın tinini de yakalamış, Türkçeye uyarlamış çok başarılı, yetkin çevirisinden okumanın tadını çıkardığım kitabın bana pek seslenmediğini, ‘anlamsız’ sözcüğünü çok özel anlamında kullanarak söylersem epeyce anlamsız geldiğini baştan belirteyim. Bu nedenle kısa mı kısa bir yazı olacak bu.

Gotiğin 20.yüzyıl serüveni, bir bakıma yüzyılın kıyametinin serpintileri, çıktıları, hatta atık anlatıları gibi görülebilirdi, eğer görünen anlatı katmanının altında insanın çağlar aşan nasırlaşmış duygusal katmanı yine de bir şeymiş gibi kendini alttan duyurup okuru kaşımayı ve rahatlatmayı sürdürmeseydi. Okur irkiltiler, ürpertiler, hatta dehşetler içerisinde, Böyle bir şey olabilir mi, sorusunun ağır, öldürücü darbeleri altında dağılmayı, un ufak olma deneyimini yaşarken çok uzak, duyulur duyulmaz bir ses bildik bir şarkının ezgisini taşıyor gibidir, belki okur yıkıntının tam ortasında bu sesi düşlüyor, çağırıyordur kim bilir. Bilimkurgudan korkuya, çok sert polisiyelere, amacını yitirmiş dünyanın saçma (absurd) güncel anlatılarına, pornografik çekim odaklarına, vb. göndermelerle dolu bu ‘toptan yitik kuşak’ anlatısının arkasında başını okşayacak babaya gizli özlemin ipuçlarıdır asıl beni irkilten… Ciddi bir kazıya giriştiğinde karşına o eski öykü, mit, Oedipus, vb. çıkınca azıcık sinirlenmemek ve belki haksızlık da etmemek olanaksız. Yani ben diyorum ki, sonuna dek, gerekçesiz, sığınaksız yürüt ne yürüteceksen, ama böyle görünüp alttan şöyle uzatma başını. Soucy bunu ne kadar yapıyor, denirse epeyce yapıyor bana kalırsa, çünkü günümüz yazarlarından biri olarak git git daha tarihsizleşen yeni kuşakların beklentilerinin ne olduğunu sezinlemiş görünüyor (birçok yazar gibi). Tarihsizlik ne bekler, umar, sorusudur aslında burada tartışılması gereken. Üstelik, yazar bağlamında değil, 20.yüzyıl düşlemsel, (yeni-)gotik, vb. arayışları bağlamında. Çünkü Soucy gibi insanı dehşete düşürebilecek bağlam dağılmasını alttan altta bir uydumcul (konformist) bağlama sinsice bağlayanlar bir yana (ki örneği ekinsel çıkmaz içinde görünen Batı yazınında çoktur) bu yeni türü hem olumlu hem olumsuz (düşüngüsel denebilecek) amaçlara bağlayanlar denli amacını, sile sile yürütülen dehşet sahneleri dizisi biçiminde tinbilimsel beklentileri doyuran somut yararlara indirgeyenler (sözün genel anlamında pornografik çözümler) de var. Kendini kendine yeter en küçük (mikro) evren sanrısı bu atomizasyonu besliyor. Oldukça bitek bir ortam söz konusu... Konu kuşkusuz önemli, ayrıca tartışılmalı.

19.yüzyıl gotiği elbette çok saf (masum) kalıyor. Türümüz dehşetin, kendi yaratabileceği dehşetin ne olduğunu 20.yüzyılla kavradı ve 21.yüzyılda yeniden hortlatıyor. Bunun yansımaları kaçınılmaz… Yeraltı (underground) anlatısı, onun şiddeti dile dönüştüren, daha doğrusu dili şiddet aracına dönüştüren örneklerini uzunca bir süredir tanıyoruz. Celine belki geçen yüzyılın öncülerindendir. Ama Kosinski, Vuço, benim tanıklığını yaptığım birkaç örnek. Dünya (Batı) sinemasının tepe tepe kullandığı ve insanların bilinçaltlarına yedirdiği ‘kıyamet bağımlılığı’ yüzey ile derinliğni arasını açtıkça açarak egemenliğini sürdürüyor: Kıyamet kopacak. (Trier, Tarr) Yapılabilecek bir şey de yok. Alt okuma ise elbette kimi metinler için geçerli olmak üzere: eski anlatılara dön. Havraya, kiliseye, camiye.

Küçük kız kibriti yakacak ve anlaşılır dünyanın anlaşılır akışı böyle kopacak. Sonra her şey olabilir. Dahası, dil bu kıyametin içinden tüm tuhaflığı ve gülünçlüğüyle bir yol bulabilir, yanmış dünyanın öyküsünü kendi üzerine kazıyabilir. İyi de kime? Yapay Zekâ dil mi? (HAL 9000- Kubrick: 2001: A Space Odyssey, 1968).

Soucy uzamı-zamanı dağıtan, dili baş aşağı yürütüp, yer yer bozup dünyayı daha tuhaf kılan, Frankenstein’ı, King Kong’u, Yapay Zeka’yı yine de yüreksiz (kalpsiz) bırakmayan, gömülü yüreği imleyebilmek için dehşete ve tuhaf dünyaya vurgusunu keskin, sert biçimde yapan biri gibi göründü bana. Diğer kitapları nasıl bilmem. (Kendi adıma eklemeden geçemem: İnsan dünyanın kusuru ya da insan dünyanın kusursuz kusuru.)

Yazarın çıkış noktası Wittgenstein’ın bir sözü. Başalıntı (epigraf) olarak koymuş romanın başına: “Bütün sorun, ağrıların daima bir kibrit kutusunun algılandığı biçimde algılanabilen bir şey olarak temsil edilmesinden kaynaklanıyor.” Oysa ağrı dile dönüştürüldüğünde kendi olmaktan çıkar. Soucy de kendi’ye, dümdüz kendi olarak dünya anlatısına yakınsama çabası içinde, uscul bağlantıları, ilişkileri kendince temizliyor. Yöntem felsefi bir yöntem olarak anlaşılabilir. Ama buradan ne çıkaralım? Tarihsel açıdan korkunç sonuçlar doğuran sözde ussallığımızı (!) başka biçimlerde tartışamaz, usumuzun taşıdığı gizil dehşeti yine açığa çıkaramaz mıyız? Acaba dehşetin usla bağı doğru (!) kuruluyor mu? Acaba tinçözümün tinçözümü (psikanalizin psikanalizi) yapılabilir mi? Yoksa usdışı küresel düzenin sigortası olma işlevini dünden bugüne güzelce sürdürüyor ve hep sürdürecek mi?


(2023)