Maud Martha1

Zeki Z. Kırmızı

1917 Kansas-Topeka doğumlu (Öl.2000) Gwendolyn Brooks öncelikle Pulitzer Ödüllü bir şair. İlk şiir kitabı 1945’te yayımlandı (A Streeat in Bronzeville). Ona Pulitzer getiren şiir kitabı Annie Allen ise 1949 tarihli. Maud Martha (1953) onun tek romanı. Siyah bir kadının gelişimini 1920-40 arasında, deneysel biçemiyle anlatıyor. Yalnızca ırkçılık değil, yanı sıra yoksulluk, savaş ve evliliklerde yaşanan düş kırıklıkları da romanın gereci. Onu özgün kılan ise tüm bunlardan ötürü mutsuzluğa ağıt yakmak yerine mutlu, küçük anların gücünü açığa çıkarmak. Çünkü arka kapakta romana gönderme yapılarak alıntılandığı üzre, ‘bir ömürden kusursuz bir trajedi’ çıkarmak o denli kolay değil, ama güldürü çıkarmak kolay ve yaygın.

En zor koşuldan sevinci çıkarabilmek bir direniş biçimidir, kendini aldatma, yanıltma yolu değil. Yaşama yolu yordamına ilişkin bir önerme sayılmalı. Geriye kalan tüm seçeneksizlikten doğma seçenekler herhangi bir nesnel, tinsel, vb. açıklamaya kuşkusuz bağlanabilir. Ama ancak tüm gerekçeleri yok saymanın gururu ve özgüveni yaşatır, yaşatacak ve geriye kalacaktır. Yazı(nın çizgisi) böyle yaşamın çizgisi olur. Kendi adıma Gwendolyn Brooks yaklaşımından çok etkilendiğimi söyleyebilirim, yazının arkasındaki insanın yaklaşımından… Yazıya yazarın görüntüsünün izi düşüyor zaten.

Şiirinin uçarı havası arkasındaki temel önermesiyle bu insan sorunsalını üstlendiğini düşünüyorum ya da varsayıyorum diyelim.

Maud Martha’ya roman demek ne denli doğru olur bilmem. Çünkü bir romandan tüm koşullanmışlığımızla beklediğimiz şey sıkı, geçirimsiz doku ise eğer ve neden-sonuç zinciriyle bağlı, sarkmayan, sallanmayan bir kurgusal akışkanlık ise Brooks’un yapmak istediği tam da bunun tersi. O evet, bir kişiye yoğunlaşacak, onun yaşamını anlatacak ama o yaşamın, herhangi bir yaşamın içine girecek kimi anları, sahneleri, anımsananları, düşlenenleri öne çıkaracak, parçalardan bir tinsellik (ruh hali) üretecek. Parçalar bir araya öyle ya da böyle getirildiğinde şenlik duygusuyla, yaşama istenci ve sevinciyle bir yaşam yürüyüşü, yine de geride bıraktıklarına takılmadan süren bir yaşam biçimi çıkacaktır ortaya.

Burada biraz soluklanıp Toni Morrison’a bakabiliriz. Aslında Morrison’un tüm yazınsal siyasetini üzerine oturttuğu ve kimi siyah büyük yazarları bile beyaz egemen dünyanın diline başvurmakla (ırkçılık karşıtı olmaları, eleştiriyor olmalarından bağımsız olarak) eleştirirken dayandığı, yazıdan çok sözlü Afro-Amerikan kaynaklara dönüş vurgusu burada canlı, kendinden mutlu olabilen, içkin bir yaşam-yazım deneyimiyle örneğini buluyor. Gwendolyn Brooks aşağı yukarı Maud Martha’sıyla siyah yaşamın beyazdan ötürü, beyaza göre bir yaşam olmaktan daha çoğu olduğunu, beyazı ve dünyasını ancak yeterince umursayarak, bazen de hiç umursamadan sürdüğünü kanıtlıyor. Bunun yazınsal biçemi olarak da parçalı (fragmantal) bir yapıya başvuruyor. İleri ve geri kayışlarla gündelik karmaşanın en yalın köklerini, görüntülerini yakalayıp gözden kaçmasına izin vermiyor, hatta bizim önemli, zorunlu, anlamlı dediğimiz açıklamalar ve yaşama anlayışlarımızın birçoğunu da bastırıyor, ayıklıyor, gerilere iteliyor. Morrison’un yapmaya çalıştığı gibi Afro-Amerikan dili aynı zamanda dünyayı algılamanın bir yolu, yani biçemin (üslup) ta kendisidir. Yaşam en karmaşık göründüğü yerde bile hiç de karmaşık değil, çok yalın tenler, tinler, söz(ce)ler, davranılar (jest) üzerinden seyrediyor. O zaman roman bir dizi bölümden, sahneden, anlatılan şeyden oluşan bir geçici toplama dönüşüyor. Maud Martha’dır odaktaki kişi. Yaşam bırakalım, şimdilik onun dolayında dönsün, o böyle algılasın, kendini özel biri olarak duyumsasın, çünkü herkesin buncasına hakkı var gerçekte ve sanat yapıtı herkese bunu söylemez mi özünde, görevidir.

Böylece kitabın 34 bölümü ve her bölümün başlığı vardır. 1) Maud Martha’nın tasviri… 6) Regal’de… 13) açık sarı… 21) notlar… 23) apartman sakinleri… 27) Paul Kulüp 011’de… 32) anne ziyarete gelir… 34) savaştan dönüş! Tüm bunlar bir yaşamı doldurur ya da bir yaşam zaten işte bunlardan olur. Acılar, sevinçler, kıskançlıklar, tutkular, özlemler, düşler, dilekler, özveriler, vb… tümü iç içe.

Girişte şöyle bir not var: Maud Martha 1917’de doğdu. Hâlâ hayatta. Başka bir ipucuna gerek var mı? Maud Martha Gwendolyn Brooks’un ikizi de değil, kendisi. Yazar yaşamla bir yüzleşme gereği duymuş. Sahneleri küçük kitapçıklar olarak dizileştirmiş… Arka arkaya, yan yana, geriye, sağa sola… Ve bu yaşama öyle bir bakış atılmış ki siyah-beyaz renkler çağı bitirilmiş, yaşam çıplak, saf, keskin renklerle boyanmış. Roman bir renk cümbüşü olarak okurun üzerine geliyor. Siyah beyazın şiiri vardı ve yitirildi ama bu rengin, rengarengin şiiri yoktur anlamına gelmez. Sevinç, yaşama sevinci hep yeniden bir başka rengin sunumu, denenmesinden başka nedir ve renkler sonsuzdur, dünya kadar sonsuz. Romanın girişi renkli evreni hakkında bir giriş sayılabilir bu yüzden: “Düğme şekerleri, kitapları, rengi olan müziği (koyu mavi ya da yumuşak bir gümüş rengi), arka verandanın merdivenlerinden bakınca rengi son derece değişken batı göğünü ve karahindibaları severdi.” (1) Renksizlik ya da renksizleştirme siyasetlerine direnmenin ve yaşamın tüm renklerini savunmanın alanındayız daha işin başında. Brooks, renk güzeldir, siyah güzeldir yalnızca bu nedenle bile, demiş oluyor bir yandan. Sokaklar, bulutlar, ağaçlar, bahçeler, dükkânlar her şey bir renk, dolayısıyla bir kokuyla kuşatıyor okuru. Böyle bir dünyanın ortacık yerinde Maud Martha’nın yüreğinin biricik dileği ‘sevilip değer görmek’ olmasın da ne olsun! (1) İşte bu Maud Martha daha küçük yaşından başlayarak nelerle çekişmek, savaşmak, yenişmek zorunda kalmaz ki… Kız kardeşi Helen’le başlar çatışma. Sevdiği oğlan Maud’u hiç umursamaz, kraliçe (!) Helen’e yangındır çünkü. Anne. Baba. Ev. Okul. Arkadaşlar. Koca. “Sert bir tavırla sesini kesmesinin söylenmesini önemsemedi küçük kız; annesi ortamın sessiz olmasını istiyordu, böylelikle Babacık’la birbirlerini sevebileceklerdi.” (7)

Şiir mi dediniz ya da dedim? Olabilir: “Arzu edilen hep bu olmuştu; güneybatı köşede bulunan saksıdaki paşa kılıcıyla, şu kullanışlı kapının solunda bulunan, Eppie Teyze’nin muhteşem Michigan eğreltiotunun inatçı sürgünleriyle bu verandadaki bu tatlı, alçak sesli sohbetin sonsuza dek sürmesi. Annesi, Maud Martha ve Helen, sallanan koltuklarında ağır ağır sallanarak çimenlere, çitlerdeki sağlam demire ve kavak ağacına vuran ikindi ışığına bakıyorlardı.” (19)

İkinci sevgili, Paul Philllips’le evliliğe doğru tırmanan Maud’a özveri ve incelik, Paul’e kaba sabalıkta ilerleme görevi yükleyen zaman. Maud, yaşamdan daha çoğunun umulabileceği duygusunu edinmişti bir kez ama ya öbürleri. Kimin umurundaydı? Paul’un mü? Paul dünyanın kaç bucak olduğunu bilen bir gerçekçi. Maud’un ise ayakları suya ermiyor bir türlü. Anlayamıyor yaşamı. Şair mi nedir? Böylece yaşamın gelinen bu yerinde evlilik öyküleri doldurur yaşam sayfalarını. Bildiğimiz öyküler. Başka nasıl olabilirdi ki? “Küçük bir yaşam parçacığı yaratmıştı Maud Martha. Muhteşem bir şeydi bu./ Boyu iki misline çıktığı sırada, ‘Vay be,’ diye geçirdi içinden, ‘vay be, ben iyi bir insanım! İyiyim ben.’/ Mutfak önlüklerini ütüledi. Sırtı dimdikti. Tanrısal bir şefkatle müşfik ve yumuşacıktı gözleri.” (47) Anlaşıldı, yaşam Maud’u alt edemeyecek, ne yapsa sırtını yere getiremeyecek. Paul (koca) beyazlara yalakalık yapmaya yatkındır gerçi. Maud’sa huzursuz. Artık annedir ve evlilik yüzünü güldürecek gibi görünmüyor: “Belki de bir insan, bütün hayatını yaslayabileceği o şeyi aramaya adıyordu ve ‘mutlulukları’ da ‘mutsuzlukları’ da büyük ölçüde, bu iş için yaptığı seçimlerin gereklilikleri ve kısıtlamaları tarafından yazılıyordu hanesine./ Zira bu bir işti. Birine yaslanmak başlı başına bir işti.” (68) Çünkü o ‘sağlam ve güvenilir’ bir şeyi olsun istemişti. Dışarıdan parıltılı görünen bir yaşam, “sıcak olmasına karşın bir kaya misali sert ve kırılması zor. Bir gelenek inşa etmek istemişti.” (69) Bir gelenek oluşturmak, kurmak, yükseltmek. Maud işte buna hazır doğmuş, yetiştirmişti kendini. Oysa dayatılan yaşam ona savunma alanı bile bırakmıyor, bırakın gelenek oluşturmayı…

Brooks, 23. parçada Maud’un taşındığı apartmanın öteki bölümlerinde oturanları da tanıtıyor. Romanın türsel anlamda ne denli uzağında olduğunun bir kanıtı bu. “Burada oturanlar arasında en çok en büyük dairede, birinci kattaki üç odalı dairede oturan Oberto’yu eğlenceli bulurdu Maud Martha.” (73) Sonra sırayla ötekileri tanırız Maud’un bakışından. Yaşamın rastlantıları bizi birileriyle buluşturur birileriyle de ayırır, biraz da bu değil midir? Bir yerde, bir yapıda böyle komşularla ömrünün bir bölümü ya da tümünü geçirmek. Ama başka yerlerde, yapılarda başka insanlar ve Maud Martha’lar da var. Maud yazın dünyasıyla ilişkilendi bile. Buluşmalar, tanışmalar, izlemeler, ilk denemeler… Ya Paul? “Maud Martha, Paul’ün kafasının üzerinde dönüp duran küçük hayal sislerini seyredip olup bitenleri düşündü. Ona çoğu insanın başına öyle ‘büyük olayların’ gelmediğini söylemeye korkuyordu. İnsanların çoğunun ölene dek günü kurtarmaya yönelik, sıradan bir hayat yaşadığını. Öldükten bir sene sonra onu senede bir defadan daha sık hatırlayacak insan sayısının hiç şüphesiz beşten az olacağını. Hatta belki de şu dünyada hiç kimsenin onu hatırlamadığı bir senenin gelebileceğini.” (100) Günün içinde devinen Maud şapkacıda beğendiği bir şapkayı almak ister ve ırkçılığın sıradan bir tepkisiyle yine yüzleşir, her zaman olduğu ve olacağı gibi. Öç almak mı? Hayır. Maud bunu yapmayacak. Yalnızca içinden şöyle geçirecek: “Neticede o da insandı. Temiz gecelikler giyerdi. Bebeğini severdi. Kışın, akşam olunca ateşin -ya da havagazı fırınının- başında kakao içerdi.” (108) Noel Babanın öteki beyaz çocuklara ilgi gösterip küçük Paulette’i sevmemesini kızına nasıl anlatacak peki? Yaşam bir ‘komedi’ değil mi yoksa? “Bu adamlar daha ileriye gitmiyorlardı -hayatlarında hiçbir yere varmamışlardı. Trajedi./ Bu kelimeyi uzun uzun düşündü Maud Martha. Genel olarak, hayatın trajediden ziyade bir komedi olduğuna inanıyordu. Neredeyse olan biten her şey içinde, öyle çok derinlere gömülü olmayan bir komedi öğesi barındırıyordu. İnsan hemen her durumda eninde sonunda gülünece bir şey bulabilirdi. Son tahlilde insanların delirmesine engel olan şey de buy işte. İşin aslı şuydu ki bir ömürden iyi bir Trajedi -insanın aptallığından kaynaklanmayan, gülünç olmayan, en berbatından kusursuz bir trajedi, eksiksiz bir trajedi çıkarabiliyorsanız, gayet iyi durumdasınız, diye düşündü, gayet iyi durumdasınız.” (110)

Barış imzalanmış, kardeşi Harry savaştan dönmüştü. Güzel bir gündü. “Sahiden, insan hayatla tam olarak ne yapardı? Böyle bir anda her şeye hazır olurdu insan, hiçbir şeyden korkmazdı. (…) Böyle bir anda insan, ölümü bile müthiş bir neşe içinde düşünmeyi başarabilir, ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu, yaşam güzelse ölümün de güzel olacağını hissedebilirdi.” (118) Kızının elinden tuttu, kapının önüne çıktı. Ben bu yaşamla şimdi ne yapacağım, sorusu titretti içini. Linç haberleri. Savaşın yaralıları. Ve yine de parlamasını sürdüren güneş. “Peki ya bu, minnettar olunması gereken bir şey değil miydi?/ ve bu arada, insanlar yaşarken ihtişamlı olacaklardı, muhteşem ve cesur olacaklardı, pır pır yürekleri güm güm atacak, atacaktı. Hatta ve hatta, cümle saçmalıklardan, savaşlardan, boşanmalardan, mahkeme kararıyla tahliyelerden, terk edilişlerden ve vergilerden sağ salim çıkacaklardı./ Ve bu arada Maud Martha’nın bir bebeği daha olacaktı.” (119)

Bir kitap da bu denli güzel biterdi. Başka söze gerek yok.


[1] Brooks, Gwendolyn; Maud Martha (Roman, Maud Martha, 1953),Çev. Didar Zeynep Batumlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2023, İstanbul, 119 s.