(1948)

Zeki Z. Kırmızı / 2014-2025

Ian Mcewan

McEwan, Ian; Sahilde (2007), Çev. İlknur Özdemir,

Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2008, İstanbul, 151 s.


Benim ilk McEwan okumam. Belki de McEwan için iyi bir başlangıç seçimi olmayabilir. Çünkü gördüğümden daha iyi, önemli bir yazar olduğu kanısı yerleşik bende (Bu Meriç’in okurluk izleniminden kaynaklanabilir).

1961’de İngiltere’de daha önce cinsel deneyimi bulunmayan iki gencin evlenmesi ve ilk gece tedirginliklerinin bu ustalıklı anlatısı (çeviri çok iyi) arkasındaki büyük yazı geleneğine bakılırsa bana çok da özgün, önemli görünmedi. Dile takla attıran o büyük çözümlemelerden sonra, içerikle anlatı dili arasında tinsel koşutluk kaygısı da güden McEwan’ın bu metni biraz katı, köşeli geldi bana. Acemiliği (utangaçlığı) anlatmak için yazarca özellikle amaçlanmış acemi, utangaç bir yazı dili (yani ustalık gösterisi) her şeyi bağışlamaya yetmez (hani ilk elden okuyabilseydik belki farklı düşünebilirdik). Bu küçük bir öykü (olabilirdi).

Benim anlatı boyunca özellikle dikkatimi çeken şey örtülü, derin mizah (çok derin). Aslında tüm anlatı gizli bir ‘yanlışlıklar komedyası’. İki kişinin ruhu ve bedeni bir dizi ayrımsanması güç yanlışlıklar üzerinden birbirini algılıyor, yakalamaya ya da uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu yanı hoştu, zevkliydi.

Galiba en büyük yanlışlık da erotik davranışlarda tensel girişimin dilde (ifadede) karşılığının tüm kültürlerde sıkıntılı, sorunlu olduğu… Heidegger olsaydı, kültürü ayraç içine alıp, ‘bedeni bedenlemeye’ bırak kendini, derdi (sanırım).

Bunun üzerinde düşünmeliyim.


*

McEwan, Ian; Beton Bahçe (1978), Çev. Figen Bingül,

Sel Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 129s.


34 yıl önce yazmış bu romanı McEwan. Paul Auster tam 30 yıl sonra (2008) yazıyor Görünmeyen’i. Bu yargımı biraz tartışmalı kılıyor Auster hakkındaki. Bir öncü değil kanbağlı cinsellik (ensest, kardeşlerin sevişmesi) konusunda, demek. Cesaret, artık cesaret değil.

Bu ilginç ve özünde yine yıkıcı olan romanı, ben daha okurken bir başka ürpertici romana bağlamadan edemedim. Sineklerin Tanrısı (1954, William Golding). Benzerlik yetişkinlerin devreden çıkması durumunda çocukların yaşama verdikleri tepkinin biçimi ve yıkıcı gücünde. Aynı şeyi daha dün Haneke’den izlememiş miydik? (Beyaz Bant, 2009).

Anlatıcı genç ergen (bir ablası: Julie, kendisinden küçük bir kızkardeşi:Sue ve daha küçük erkek kardeşi:Tom var) babayı öldürdükten sonra (tinbilimsel yorumla, aslında baba bahçede yürek vuruntusundan yığılıp kalır, ölür) çocuklukla baba rolü arasında doğan boşlukta yalpalamaya başlar ve diğerleri de bu belirsizliğin tedirginliğini yaşar, değişen koşullar üstlenemeyecekleri rolleri getirir koyar önlerine… Roman şu etkili girişle başlıyor: “Babamı ben öldürmedim, ama işini kolaylaştırdığımı hissettim zaman zaman.” (7) Kısa bir süre sonra anne erimeye başlar ve çocuklarının gözleri önünde ölüverir. Önce bir anne ölüsüyle ne yapılır sorusunun yanıtını arayan çocuklar, ölüyü bir sandığın içine koyup üzerine beton dökerler. Sonra yeni durumun çocukların bakış açıları içinde yeni bir olanağa (imkân) dönüşmesi gecikmez. Bu babanın yasasının geçersizleştiği yeni durumdur ve başlangıca geri dönüş, simgenin (toplumsal imge) yok oluşudur. Burada ilk hasar cinsiyetin (gender) bulanıklaşmasıyla belirir. Babanın yasası çerçevesini yitirince (Tanrı yoksa) her şey olabilir(di). En küçük erkek kardeşi iki kız kardeş önce dişileştirmeye, arkasından bebekleştirmeye çalışırlar, ayinsel bir gösteri içinde. Babanın yerini doldurması gereken anlatıcı Jack bu erken, zamanlamayı şaşırmış üstlenmeyle bocalamaktadır. Diğerlerinin beklentisi tam da budur. Küçükler Julie’yi anne, Jack’ı baba olarak düşlerler ama özellikle Jack’in isteksizliği onları tersi arayışlara (simgesini yitirmiş devletsizlik, anarşizm) iter. Julie de Jack(‘in korkusu) yüzünden anneliğini romanın sonuna değin erteler. Romanın sonunda ise annenin ölüsü ortaya çıkar, iki kardeş sevişirler, roller yerine oturur ve suçun (!) içinde ve ortasında (ensest, cinayet, inançsızlık, vb.) toplum kurtulur (!)

McEwan’ın tezinin sarsıcı, etkileyici ve güçlü olduğunu teslim edelim. Erke dayalı siyasal toplumun bir anlamda suç toplumu olduğunu (baba katilliği, ölümün görmezlikten gelinmesi, cinsiyet dayatmaları), söylemin ise suçu aklamak, suçsuzluk, denge, huzur olarak algılamak ve algılatmaktan ibaret dil(sel bozunum) olduğunu görüyoruz. En azından suç kavramının bağlamı içinde değer taşıdığını, işlev üstlendiğini anlamış oluyoruz. Tinbiliminin çağdaş yaklaşımlarını sindirmiş, yaşama yadırganmayacak bir doğallıkla yükleyebilmiş yazarın bunu nasıl başardığı ise anlatımındaki ayıklanmış sıkılıkla, dokuyla ilgili olmalı. Büyük tezler yalın dille ve öyküyle dengeleniyor ve aradaki boşluğu bana kalırsa cesaret dolduruyor. İyi yazar toplumun yargısına rağmen yaza(bile)n yazardır anladığım. Ayrıca önemli olan: Bu hep var olmuş yer altı (illegal) tezleri, zamanında ürünlere dönüştürülebildiği için bugün bir biçimde genel hesaplaşmalarımızın girdisine dönüşebiliyor, daha yetkin, düşündürücü anlatımlara da ulaşabiliyor. Hoşuma giden yanları ise rahata gömülü yağlı kıçlarımız için yeterince kışkırtıcı, dürtücü olmaları. İyi besili domuzlara dönüşeli nicedir ya da Ionesco gergedanlarına.

Beni tetiklediğin, ısırdığın, kışkırttığın için, huzurumu sonuna değin kaçırdığın için teşekkür ederim Ian McEwan.


*

McEwan, Ian; Solar (Solar, 2010), Çev. Kıvanç Güney,

Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 319s.


McEwan’ın sondan bir önceki romanı. Bu yıl içinde çıkan son romanı henüz Türkçe’ye çevrilmiş değil. Okuduğum McEwan romanlarının ortak bir özelliği var, bu da roman kişilerinin ölüme tanıklık etmeleri ya da istemeden neden olmaları. Ölümü anlatısının eksenine yerleştiren yazar, sonra yol açtığı kişisel ve toplumsal şaşkınlığı, bozunumu, yankılanmayı gözlem yaparcasına, çözümler, irdelercesine metinleştiriyor.

Solar, Nobel ödüllü bir fizikçinin (Michael Beard) kendini aldatan eşiyle ilgili ben odaklı arayışlarını, çelişkilere ve gülünç olana işaret ederek aktarımıyla açılıyor ama kısa bir süre sonra herkesi dolayında yeniden örgütleyen, biçimlendiren o olay ortaya çıkıyor. Karısının kendisini usundan bile geçirmediği genç bir iş arkadaşıyla da aldattığını öğrenen Profesör Beard, kendi evinde ve gözleri önünde genç fizikçinin ayağı kayarak ölmesini lehine kullanmaya çalışıyor, vb. Karısının bir başka aşığının suçlanmasını (Aldous Tarpin) kanıtlar oluşturarak sağlıyor. Arkası etik çözülmenin toplumu bütün olarak daha gerilere savurmasıyla geliyor kaçınılmazca. Herkes kendi bencil konumundan olaya yaklaşıyor, yararlanmaya çalışıyor. Erdemsizleşme çağdaş dünyada tersine işleyen bir Dostoyevski izleği gibi işleniyor. Günümüzün küresel gelişmelerini çok iyi kavrayan yazar günceli, derinde yatan nedenlerle gülmece tonunda buluşturarak, Nobel ödüllü seçkin toplum, bilim çevresi, bilimsel hırsızlık ve küresel gelişmeler, orta-üst sınıf aile sorunları ve kadın-erkek ilişkileri, çevre, ısınma ve enerji politikaları içinde insan davranışları, kaygan zeminler ve hızlı yükseliş/düşüşler vb.,’ni anlatıyor. Doğrusu usta ve anlatısına egemen bir yazar izlenimi bırakıyor bende.

Sonuçta ele aldığı ana kişisi olumlu bir kişi sayılmaz. Ama bu kişiye ve tüm roman kişilerine (karakter) önyargısızlığı okuru hayran bırakıyor. Okuruna çok açılı bir bakış sağlaması yazarlığının amaçlarından birini de göstermiş oluyor. Önyargıyı temizleyen, süpüren biri McEwan. Baktığımız resmin arkasında sandığımızdan başka bir öykünün yatabileceğini, herkesin kendine göre görüp deneyimlediğini, yararcı ve erdemsiz dünyamızın tüketici insanının kısa ufuklu kaldığını, büyük anlatıların inanamayacağımız denli basit, sıradan içeriklerden köklenebildiğini ileri sürüyor (Ben de katılıyorum bu yaklaşımına.) Tamam, düş görmüyor, kendini ve okurunu içinde yaşadığımız dünya hakkında yanıltmıyor, kandırmıyor. Yaşam dediğimiz şeyin sığlığı ve yaydığı pis koku dayanılmaz boyutlarda. Aslında karamsar… Dünyanın bağırsaklarını, komik dramalara yakın bir biçemle deşip, döküyor ortalığa. Sanki işte cinayet ya da ölüm gözünün önünde oldu, sen de tanığısın, ne yapacaksan yap, der gibi. Dostoyevski benzetmesini bunun için yaptım. Okurunu zorluyor Ian McEwan.

Kurgusunu (olay)örgüsüne özellikle bağlayışı, küresel önemli yazarların birçoğunda olduğu gibi biçem arayışlarının yokluğu ya da en aza indirgenmesi, karmaşık güncel konulara yakın durması ama buradan yola çıkarak duygusal patlamalara çoksatış uğruna yüz vermemesi bence önemli. Hoş, okuyanını içinde bulunduğu dünyaya yaklaştıran, onun parçası kılan bir roman Solar. Bilimsel ve oldukça ciddi açıklamalar yer yer okuru koparıp savursa da…


McEwan, Ian; İlişkiler (In Between the Sheets, 1978), Çev. Dilek Şendil

Turkuvaz Yayınları, Birinci basım, Nisan 2010, İstanbul, 136s.


Ian Mcewan
Ian Mcewan
Ian Mcewan

McEwan’ın 30 yaşlarına doğru yazdığı öyküler bunlar ve cinsellik kitabın odağına yerleştirilmiş belli ki. Değişik cinsel deneyimleri öyküleştirme ve gündelik yaşam içinde kurgulamayla ilgili bir tasar (proje) sanki İlişkiler. Dilek Şendil’in çok başarılı çevirisiyle beğendiğim yazarın ilk dönemlerine de tanıklık etmiş oldum böylelikle. İngiltere’nin yaşayan saygın yazarlarından biri olduğunu herkes bilir.

Bu öykülerde insanı etkileyen yan, cinselliğin ayrıştırılmamış, bulaşık haliyle günlük yaşamın içinde, başka şeylerle bir arada, doğal bir biçimde ve gerçekten özgün bir dil duyarlığı, keskinliğiyle aktarımı. Sapkın, masum, hoyrat, vb. cinsel edim yaşamın bir boyutu olarak, dışavurumcu, antatımcı bir güce yükseliyor, (insanlık) dramamızın dili oluveriyor bir anda.

McEwan okuduğum kadarıyla bizleri (okurlarını) yüzleşmeye cesaret edemediğimiz sınırlarda dolaştırmayı seviyor. Özellikle de bedenler, ilişkiler, davranışlar üzerine yazınsal bir antropoloji deniyor. Ekinsel çerçevenin algı kalıplarının yırtıldığı yerden sızan, akan kanın, ama yalnızca kanın mı, sidiğin, bokun kokusu ve gerçeğiyle de karşı karşıyayız burada ve sıkça üzerimize sıçradığı, bulaştığı oluyor. Romanlarda, filmlerde çocukluğumdan beri merak ettiğim, içinden çıkamadığım bir durum vardı. Öyküleri anlatılan insanlar dışkılamıyor, toplumun görmezden geldiği uzam ve zamanlar içinde sahnelenmiyorlardı ve gerçekçilik üzerine düşünüyordum o zaman ve estetizm. Belki bugün bir ara yol bulmuş olacaktım, eğer McEwan, Auster, Murakami gibi cesur ve aynı zamanda popüler öncüler (tabii 20.yüzyıl başından bu yana dünyayı kasıp kavurmuş gerçek öncüleri bir kenara alarak) yazdıklarıyla kafamı yeniden karıştırmasalardı. Ama bu kafa karışıklığı için, özellikle onlara bir dünya yurttaşı olarak teşekkür borçluyum.

Mişima’nın da arada denediği, öçle karışık acı şakalar türünden Shakespeare’vari kurgular ağırlıklı yer alıyor İlişkiler’de. (“Pauline’e doğru kafasını salladı. ‘Hemşire Shepherd, şu kayışı bağlarsan, başlayabiliriz herhalde.Pornografi, 24) Ama oyunbaz olan, bireyi köşeye sıkıştıran şey, diğer bireyden çok yaşamın kendisi... İnsanlar sıradan ve kendileri gibi yapıp ediyorlar ve öykü atmosferi bu yetkinlikte çatılıyor. Biz kişilerin tinsel durumlarıyla sürüklenip bodoslama bir dünyaya, atmosferine yuvarlanıyoruz beraberce. Bu atmosfer duyumsal, algısal bir ortam… Okurun beş duyusunu yerinden eden, tetikleyen dolu sözcüklerden, tümcelerden, bölümcelerden söz ediyorum. Boşluğu, sessizliği olmayan dolu yaşam kesitleri bu öyküler ve içinde kımıldayan insana takılıyoruz üstlendiğimiz avare-lik rolümüzle. Çünkü McEwan okurunu bu atmosferin içine çekiyor gerçekten. Büyük olay olmuş bitmiş, geriye insan posaları, nesneler, uzamlar kalmıştır. Bu insanların yazgıyla büyük ölçeklerde alıp veremedikleri yoktur. Bir de bununla hesaplaşmazlar. O an yaşadıklarının üstesinden gelip gelememektir dertleri ve bunu da öyle çok düşünmezler. Her zaman nasıl biliyorlarsa o kadarını yaşayacaklardır. Öykü bunun aksaması, bir yanlışlıkla ilgili olarak gelir önümüze. Gündeliğin, sıradanın akışı içerisinde aksayan ve öyküyü kötü kötü kokutan bir şey…

Acaba John Cassavetes’le anlatım açısından koşutluk söz konusu mu diye usumdan geçirirken (Ya da bir yaklaşım, bakış açısından, anlayıştan, ne bileyim bir akımdan söz edebilir miyiz?) gün içinde, sokakta, küçük, dağınık apartman katında köşeye sıkışmış, çözümsüz insan imgesi (daha çok erkek oluşu da anlamlı, manidar) birçok şey çağrıştıyor bende. Etkilendiğimi görüyorum. Kendi umarsızlıkları içerisinde çıkışsız, medet uman, dilsiz insanlar… Örneğin, yazar Sally Klee’nin artık geçmişte kalmış cinsel iştahını kabartabilmek için umutsuzca çabalayan sığıntı erkek anlatıcı, dokunaklı bir öykünün konusu (Tutsak Bir Maymunun Düşündürdükleri). Öte yandan nükleer sonrası Londra’nın yıkıntıları arasında baba kızın hüzünlü öyküsü, hele babanın Çinli aileyi zorunlu ziyaretinde yaşanan sahne, ürperticiydi (İki kesit: 19..) Gelirken Ölürler, düşlemsel ve aynı yıkıcılıkta bir öykü. Bir vitrin mankeniyle yaşanan aşk ve erotizm okurunu oldukça zorluyor ama bir o kadar da buruyor. Bir manken kadın… Neden ve ne demek? Kitabın en güzel öyküsü Çarşaflar Arasında desem haksızlık etmiş olur muyum? Eşinden ve kızından ayrı yaşayan baba (yazar) kızını yine kız olan bir arkadaşıyla beraber hafta sonu evine alır. Cinsellik, masumiyet ve utancın birbirinde gizli katmanlarıyla yankılanan bu anlatısı dünya yazınında az bulunur türden. Belki Beton Bahçe (The Cement Garden, 1978) bu öyküdeki arayışlarla bağlantılıdır. Ensesti çözümlüyordu.

Bir İleri, Bir Geri, cinselliği düşle ilişkilendirip biçim olarak da bu dizemi (ritim) deneyen özgün bir çalışma ve Psikopolis yaşam odalarına sızmış, onun çıkmaz sokaklarında artan bunalımlarımızın çarpıcı, yine hüzünlü bir fotoğrafını başarıyla yansıtıyor.

Bu öykülerden arınmış, kurtulmuş çıkmıyoruz. Ian McEwan’dan genel olarak böyle çıkamıyoruz zaten. Karabasan, Kafka’nın tersine daha yerel, daha dolu ve canlı, gündelik. Bu nedenle de dehşetini bilincimizle, beynimizle değil, doğrudan bedenimizle deneyliyoruz.

*

McEwan, Ian; Dersler (Lessons, 2022,Roman), Çev. Lale Akalın,

Yapı Kredi Yayınları, Birinci basım, Mayıs 2023, İstanbul, 466 s.


Ian McEwan, birçok yapıtı dilimize çevrilmiş, birkaçını benim de okuduğum bir İngiliz yazar. Günümüz yazarlarından, 1948 doğumlu. Okuduğum kitapları hakkında değişik zamanlarda bir şeyler yazmıştım. Uzun bir aradan sonra Dersler okuduğum son romanı, kendisinin de sanırım son kitabı. Gecikmeden, övülesi bir başarıyla Lâle Akalın’ca Türkçeleştirildi. Lâle Akalın’ı yine çok başarılı Rachel Cusk çevirilerinden biliyorum.

McEwan çağına ilişkin sorumluluk bilinç çok yüksek bir aydın kuşkusuz ve Dersler işte bu bilincin bir tür denetimli, soğukkanlı patlaması. Ülkesinde ve Batıda bu romanın epeyce yankılandığını görüyorum ve etkisi daha da sürecektir. Nedeni açık. Çünkü bir gelişim romanı da sayılabilecek kitap, İngiltere’nin tüm tarihi ve şimdisini genellikle yücelik duygusuyla taşıyan bir insanın yaşamını anlatmıyor, tersine kendini İngiltere’de 20.yüzyılın çalkantıları içerisinde bulmuş, ortaya çıkarmış bir insanı anlatıyor. İngilizliğini bir öncül olarak taşımıyor. Oysa İngiliz yazını bugün bile gizli, açık bu belirleyici öncelemeden kurtulabilmiş, tam özgürleşebilmiş değil. Bir kere Ian McEwan bunu yapıyor. Etkin küresel siyasetleriyle dünyayı beceren Anglo-Sakson tinini adım adım soyarak, geriye kalan çırılçıplak bir insanı, yüzyılın fırtınaları içerisinde izliyor.

Ne yazık ki bu önemli roman üzerine uzunca yazmak ister ve yazabilecekken, bunu yapma olanağım yok. Yalnızca küçük bir yorum-yargıyla yetineceğim.

Önce duyumsar, sonra düşeriz baş alıntısı (epigraf) Finnegans Wake’ten (James Joyce, 1939). Romanı anlatımı açısından üçüncü kişi dolaylı anlatım kurallarına titizlikle bağlayan ve sonuna dek kurallara uygun biçimde taşıyan McEwan’ı, bu konuda ve kurgusal uslamlamasındaki tutarlılığı ve sağlamlığı açısından kutlamak yeterli olacaktır. Kusursuz matematiği, iç dengesi, ağırlıkları dağıtma, romanın türsel gereklerini karşılama açısından yetkinliği gerçekten tartışılmaz ve sorulabilecek tek soru, geçen ve içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl anlatım uygulayımlarında çılgınca ve gözü kara deneyimlere bağlanmış ve şaşırtmaktan başka bir amacı yokmuş gibi davranan bunca yazar varken McEwan’ın türün klasik uzlaşımını neden yeğlediğidir. McEwan kendi yapıtlarında neden bunca şaşırtıcı ve büyüleyici anlatım deneyimlerine pek de yüz vermeden, açıklık, sağduyu, ölçü, vb. ile nitelenebilecek kararlılığı sürdürüyor? Bana kalırsa o Murakami vb. örneğinde olduğu gibi çoksatarlığa yatkın güncel akımlara direniyor, çünkü türün çekirdek savlarından birini savunuyor. Dünyayı anlamanın araçlarından biridir roman. Anlattığı şey karmaşa (kaos) olsa bile yazar yapıta ve okura anlaşılması gereken bir dünyayla karşı karşıya olduğumuz sorumluluğunu aktarmaktan vazgeçmiyor. Bir tür dolayımlı öz görevlendirmeden söz etmeliyiz. İşte o zaman bu serimleme yordamının önünde açılan çevren (ufuk) epiğin çevreni oluyor ister istemez. Belki önceki yapıtlarının birikimiyle kendini epiğin sınırlarında gezinmeye zorunlu saymış, karmaşayı dünya ölçekli ve bir insanın yaşamı üzerinden desteleme, bağlama kaygısı onu yeni(den) bir Odysseus öyküsüne taşımıştır. Önümüzdeki yıllar geleneksel epikle çatışkılı (dramatik) anlatı biçimlerini bireşimlemenin yeni örneklerini verecektir. Bu aslında Joyce’la başlayan yüz yıllık bir süreç. Çağcıl dünyayı betimlemeye çatışkı temelli anlatı yetmiyor, gide gide ardçağcı (postmodern) bir dağınıklık karmaşayı karmaşa olarak aktarmaktan öteye geçemiyor. Dünya sonsuz ve yönsüz döngüleriyle içinden çıkılmaz bir karmaşaya sürüklenmiş görünse de son noktadaki yazar durup kendisine yol ayrımındaki son soruyu sorma gereği duyar, duymalı da. Karmaşaya katılıp karmaşadan yazmak ve kazanmak mı, yoksa yine de karmaşaya tüm varlığıyla karşı durmak mı, evreni (yokülke, ütopya, kozmos) savunmak mı? Eldeki araç gereç yığını yıpranmış, içeriklerinden, bağlamından kopmuş görünse de eylem bilince taşınabilir, eyleyerek ve yeterince tökezleyerek yeniden çerçeveleme olanaklı, olası. Ian McEwan, Javier Marias, Jenny Erpenbeck, vb. aşağı yukarı bunun için böyle yazarlar. Ve dünya durumunun bilinci onları açık çelişkiyi epik çatışkılı ya da çatışmalı epikle aşmaya yöneltmiştir.

Duyumsal bir çocukluk anısıyla açılır roman. Roland 11 yaşında, piyano dersi almaktadır ve sert, acımasız kadın öğretmeni bir yandan da çocuğu elle uyarır. Yıllar sonra Roland oğlu Lawrence kucağında kayıp başvurusu nedeniyle gelen polise, bir not bırakarak evini ve yeni doğmuş çocuğunu terk eden karısıyla ilgili bilgi vermektedir. Roman ikinci savaş ertesinden başlayarak ve zaman içinde ileri geri savrularak Roland’ın kişisel öyküsünü, Avrupa’nın çalkantıları içerisinde yansıtır. Bu yaşam hem içinde hem dışında birçok başka yaşamlara, olaylara, ilişkilere dokunur. Aslında neredeyse kişileşmiş (canlandırılmış) bir Avrupa, hatta Dünya tarihi tanıklığı da yaparız. Yalnızca bir tarihsel tanıklık mı? Hayır. Daha önemlisi yüzyılın (20. ve 21.yüzyıl) içinde olası birçok öykü, yaşam, olay birer gizilgüç olarak varlığını duyumsatır. Roland üzerinden roman içine girebilecek başka romanları da okuruz, imgelemimiz genel bir yansıtıcıya dönüşür, aynı zamanda çoklayıcıya. İnsanlar, topluluklar, kitleler, kadınlar, evlilikler, (“İki kişilik bir makine olan evlilik dev olanaklar sunuyordu, ‘iki kişilik delilik’in envaiçeşidini. s. 25) suçlar, şiddet ve savaş gösterileri, tutkular, sanat ve sanatçı tutarakları (histeri) ve insanla ilgili temel sorular… Yazmak mı annelik mi? Yanıtlar şaşırtıcı biçimde seçeneklidir ve McEwan önyargısızlığıyla güvenimizi kazanır. Bebek oğluyla bir başına bırakılan Roland karısının dünyaca ünlü bir yazarlığı seçişi konusunda yaşamının son yıllarına değin ikircimlidir, kendi içinde çatışmaları hiç bitmez. Kimdir haklı olan, oğul mu, yazar olma uğruna oğlundan vazgeçen anne mi? Vazgeçiş eğer başka oğullara, insanlara yaşam alanı açıyorsa özveri ne anlama gelir? Severek terk etmek ya da ancak terk ederek sevebilmek ve elbette bunun tersi. Şimdi buradaki görevi kabul ederek geleceğin tüm olumsallığını baştan yok etmek sevmek anlamına gelir mi? Ya Roland? Onun istediği yazarlık ya da piyano çalma tutkusunu kursağında bırakarak oğlunu yetiştirmek miydi? Durumunu seçebilmiş miydi? Ama seçebildiği birçok şey de oldu? Tutkularının peşine düşebildi. Berlin Duvarı yıkılırken özgürlük ve dostluk uğruna yaşamını gözden çıkarabildi. Belki büyük tutkuyla değil ama dostluk ve sevecenlik duygularıyla örülü son evliliği yaşamını umduğundan daha çok anlamla doldurdu. Evet, bir yaşamdı ve ölüm eninde sonunda tüm yaşamlar gibi dengelerdi içinde olan biten her şeyi. Epik bu anlayışı yankılar bu düşünceler gerçekte. Açılan, kat edilen ve sonunu bulan bir kitap ve geride bıraktığı duygu, iz. Şimdi açılır öykü, şimdi başlar biz bitti sanırken. Roland’ın yaşamı iki biçimde okunabilir bir yaşam, bir yanıyla yitiren ve başaramayan öteki yanıyla tersine kazanan, başarılı denebilecek bir yaşam. Sorun nereden bakıldığında ya da bakmak gerektiğinde… Ne roman ne yaşam buna yanıt verebilir ama sorunun doğru konulabilmesi için yeni anlatı biçimleri denenebilir.

Bu büyük anlatının zayıf halkaları da yok değil. Örneğin kurgudaki sağlamlığı ve dengeyi bozan kimi sahneler okuru şaşırtabiliyor. Örneğin, yeni evlendiği ve çok sevdiği karısının ölü küllerini gizlice önceden belirledikleri ırmağa dökme sahnesi. Kadının eski kocası da bu gizli törene katılmaya pek de okuru kandırmayan bir gerekçeyle katılmak istemektedir, Roland’ı kırsal alanda izler, köprüde aralarında itiş kakış olur, vb. Romanın geneli açısından sanırım kaçınılmaz olan ölü külünü dökme töreni romanın neden-sonuç dizisi içinde abartılı, amaç aşan bir gereksizliğe dönüşüyor.

Arka kapakta sorulduğu gibi, “en sona gelindiğinde, insan iyi bir hayat yaşayıp yaşamadığını nasıl anlar?” Bu yanıtı olmayan soruyla biter kitabın okuması. Birinin öyküsünü değil, bizim öykümüzü okumuşluk duyguları içre.

Roland dededir ve torunu Stefanie ona, ‘Und was liest du, Opa?’ diye sorarken onu şöyle yanıtlar: “Eh, okumak istediğim hayali bir kitap var. O kadar ilginç ve o kadar büyük ki hiçbir zaman okumayı başaramayacağımı sanıyorum.” (463) Doğru. Çünkü kitabın bitmesi için ölmek gerekiyor ama ölülerin kitap okudukları görülmemiştir ve insanın da okumanın da aşılmaz çelişkisi (paradoks) budur. Böylece anlıyoruz ki Dersler bir kalıttır (vasiyet, testament). Kendini okuyan, okumasını bitiremeyeceğini bilen bir yazarın söyleyebileceği son şey. Sonunu asla bilemeyecek bir kitap…