Kısa Okuma Notları

Zeki Z. Kırmızı / 2006-2013

İhsan Oktay Anar

Anar, İhsan Oktay; Puslu Kıtalar Atlası (1995),

İletişim Yayınları, 16. basım, 2002, İstanbul, 238 s.


Felsefeci Anar'dan felsefe izlekli ardçağcı (postmodern) tanımları içerisine girebilecek bir ilk roman... Neden bu romanın ve bu romanından ötürü yazarının bu denli yankılandığını anlayamadığım için kendimden kuşku mu duymalıyım?


2006


*

Anar, İhsan Oktay; Kitab-ül Hiyel (1996),

İletişim Yayınları, 7. basım, 2001, İstanbul, 144 s.


Ayna, nokta ve düşler üzerine yine felsefe izlekli, ortalama bir kitap. Anar'ın söylem yansılama (taklit, parodi) yeteneğine diyecek yok. Bir moda gibi duruyor daha çok.


2006


*

Anar, İhsan Oktay; Efrasiyab'ın Hikayeleri (1998),

İletişim Yayınları, 8. basım, 2002, İstanbul, 245 s.


Yine ardçağcı çerçeveler içerisinde korku, aşk, ölüm izleklerinin yansılama, gönderim, geleneksel anlatı biçimleri ve özensiz bir dille ele alındığı eğlencelik bir roman (diyelim). Bu türden kurgu (Pamuk) nereye kadar sabırla izlenebilir. Ne zaman bıktırır. Ciddiye alınmamak çağrısı bir yere kadar eğlenceli olabilir diye düşünüyorum.


2006


*

Anar, İhsan Oktay; Amat (2005),

İletişim Yayınları, 7. basım, 2005, İstanbul, 235 s.


Türkçede kaygısız Anar, ne yaptığını bilen biri olsa da bildiği bu şey beni ne yazık ki ilgilendirmiyor. Bunlar yazın geleneğini taçlandıran, öteleyen şeyler değil, küçük eğlencelikler.


2006


*

Anar, İhsan Oktay; Suskunlar (2007)

İletişim yayınları, Birinci basım, 2007, İstanbul, 269s


Yegah, dügah ve segah adlı üç bölümden oluşan roman, aslında ardçağcı (postmodern) bir anlatı. Daha önceki Anar yazılarından daha iyi değil (bana kalırsa). Anlatısının kendisini yinelediğini, bu nedenle sıkıcı olduğunu belirtebilirim. çünkü hep aynı şeyi yemek, cennet taamı da olsa sıkar insanı. Hep aynı oyun da oynanmaz. En azından ben yan çizerim.

Mevlâna kaynaklarına güncel gönderme yapan Anar bu romanıyla felsefi anıştırmalar yapıyor olsa da bu da oyunun bir parçası gibi görülmüş ve gösterilmiştir. Kendimizi okurlar olarak kandırmamıza hiç gerek yok. Yer yer eğlenceli betimlemeler tüm beklentileri kırıp geçiren tutum karşısında yetersiz kalmakta gecikmiyor. Tristram Shandy (Laurence Sterne, 1759) kaç yüz yıl öteden çok daha iyisini yapmadı mı? Güncel olsun (Fetullah Gülen) olmasın birçok şeyi rastgele harmanlayan yazar, yalnızca yazınsal kaynakları değil birçok görsel kaynağı da kullanıyor.

Sonuçta Anar'ın yaptığı ortada... Ardçağcılığın yazıda belirişi ne ise Anar bunu iyi gösteriyor. Müzik ve terminolojisi fonda yeterli özgünlüğü sağlamaya yetmiyor bence. Bütün ardçağcı yazın böyle mi bilmiyorum, ama bir ikinci eldenlik, bir kullanılmışlık... duygusu baskın.


'Ama ne yazık ki, bu şeyh bilerek, ney üflerken ya da bir pardayi azıcık pes veya tiz çalar ya da bir sesi fazlaca uzatır, yani mutlaka bir, sadece bir tek hata yapardı. Kendisine, "Erenler, zirguleyi biraz dikçe üflediniz!" veya "Peşrevin ikinci hanesinde bir ara usulu kaybeder gibi oldunuz!" diyenlere daima şu cevabı verirdi:

"Kusur, benim imzamdır."

Ardından şunu söylemeyi de ihmal etmezdi:

"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."

Bazen de şöyle söylerdi:

"Kusursuzluk, Muhteşem Neyzen Batın'a mahsustur." (140)


'Kahin görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun boylu, çekik gözlü o adamı gördü. Bunu görmek, kendisi gibi diğerlerinin de içinde yaşadıkları o dünyadaki asıl hakikati görmek demekti. Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi. Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. Yedikule Kâhininin yegâne gözüne de bu şekilde perde indi. Ama kör olmasına rağmen hiçbir şey görmüyor değildi. Gözlerinin ona gösterdiği yegâne şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. Tıpkı sessizliği dinleyen Eflatun gibi, kâhin de sustu. Belki de susmak gerçeği anlatmanın tek yoluydu.' (268)


2008


*

Anar, İhsan Oktay; Yedinci Gün (2012)

İletişim Yayınları, İkinci basım, 2012, İstanbul, 240s.


İhsan Oktay Anar'ın sanırım tüm kitaplarını okudum ve her okumamda okuma isteğim daha azaldı. Sanırım bu zevki (!), bugün gazetede okuduğum yeni kitap duyurusundan artık hiç etkilenmeyecek kerte yitirdim. Anar okuma isteğim kalmadı. çünkü sonsuz aptalca döngü dili, kendi kuyruğunun peşi sıra dönmekten bir biçem çıkabilse bile, aradığı teli bulmuş bir daha da bırakmaya niyeti olmayan Anar metinlerini benim için katlanılmaz kıldı çoktan.

Bir noktadan sonra bir meşrepten, dil(le)mekten ibaret biçem en uyuz (ya da tilt) olduğum yerde debelendiğim duygusunu yaşatıyor bana. Dilleşmek, aynalaşmak kimse kusuruma bakmasın gözümde yazmak değil. Bu dilde aşma, bu dili aşma, dili dille yontma hiç değil. Bu sonsuz, tekdüze, sarkaç mekaniğine bağlanmış bir tür salaklaş(tır)ma işlemi.

Biri çıksın ve şimdi, burada böyle bir dile (!) ne gerek var açıklasın bana. Oyunun zevki kusursuz yinelenişinde mi soruyorum, yoksa her yinelemede yeniden ve bir(az) daha sapmalarında mı? Oyun için oyun oynanmaz değil ama çocukları (tüm oyunbazları) gözleyelim bir bakalım, oyunun tadını nasıl çıkarıyorlar? Kuralları bozup her kezinde çamura yatarak, ekleyerek, çıkartarak, saptırarak. Anlam sapmada çünkü ve eğer bir oyun (metin) sapmıyorsa elde var yavan(lık), demektir.

Yavanlık; sözcük bu... Yoksa son okumalarımdan rastgele bir örnek, okumamın yalnızca dil üzerinden olduğunu göstermeye, ilgimin de dille-dilden-dilaşırı dile yöneldiğini kanıtlamaya yeter. Bakın Javier Marais'ın üç ciltlik Yarınkı Yüzün (Türkçede ilk basım: 2011-2012) adlı yapıtı (Türkçe'ye çok da başarıyla Roza Hakmen'ce çevrilmiş) bir dil ırmağı, meselesi, başka şey değil.

Asla emek, çalışma, ter yoktur, demiyorum. Ama içinde bu ve benzerlerinin olması bir ürünü (!) yapıt yapmaya yeter mi?

Elbette sayısız çağrışımlara, göndermelere bağlanabilir sayfalar, tümceler söz konusu (Baba/Oğul/Kutsal Ruh). İstenirse bu varsıl ve müstehcen (ayartıcı) gereç yığınından neler çıkmaz. Sorun da burada. Okuru okudukça çözen, dağıtan bir okuma Anar okuması. Bütünlük algısıyla ve artı bire yatırımla başlayan yolculuk, makamların birbirine karıştığı, artık herkesin göbek havasında ortalandığı bir Türk düğünüyle sona eriyor. Omurgasız bir harikalık(lar diyarı). çadır kapısında çığırtkanın görüşü elbette, bu 'harikalık'.

Kitabın girişindeki saray ve Han'ın (Abdülhamit Han) uykusunu kaçıran sivrisinek avı ve Payitaht mahremlerine tanıklığı olmasaydı kitabı sürdüremezdim. Ama arkası gelmedi yazık ki. Aslında geldi. Arkasızdı. Arkası olmayan şeyin önü yoktur.

Geriye zanaat kalır. Zanaatın hiçbir türü de sanat değildir. çünkü sanatı yapan yalnızca ustalık değildir.

Bana biri bu ayrımı anlatsın? Zanaat nece sanata düşman, bilmek isterim. Benim Adım Kırmızı'nın (Orhan Pamuk, 1998) derdi bu muydu?

Dil(imiz) de gırgır şamata ezilmiyor, eksilmiyor mu hem?


2013