Jane Eyre'ı Neden Okumalıyız?
Zeki Z. Kırmızı / 2016
Jane Eyre'ı Neden Okumalıyız?
Zeki Z. Kırmızı / 2016
Bronte, Charlotte; Jane Eyre (1847),
Çev. Nihal Yeğinobalı
Hayat Yayıncılık AŞ Yayınları, Birinci Basım, 1968, İstanbul, 441s., Ciltli.
Erkek kardeşleri Branwell’ce 1834’de yapılmış. Anne, Emily, Charlotte; soldan. Branwell arkada gölge olarak kalıvermiş…
Bu roman hakkında yazarken böyle bir başlık atma gereği duydum. Çünkü sanki birçok klasik anıt roman gibi, bu romanın da, rafında, bulunduğu yerde kalması, elde dolaşması ve okunmasından daha iyidir, toplum varsayımını endişe verici ağırlıkta duyumsuyorum, nedense. Klasikler iyidir, hoştur ama başka, bambaşka (21.yüzyıl) bir dünyanın yaşayanlarıyız ve kendi güncel sorunlarımızla ilgilenmeliyiz değil mi, öncelikle. Bizi etkileyen, bizi tehdit eden, hoşnut kılan, mutlu ya da mutsuz edebilecek, hemen yakınımızdaki şeylerle… Başka türlüsü, yabanıllık, daha yalıncası bir tür kaçış olmaz mı?
Buna doğrudan bir yanıtım yok, olamaz da. Ama bir yanıtım, belki yeterli olmasa da, var. İşte.
*
Bu kızkardeşlerden biri hakkında, üçünden geçmeden yazmak olanaksız bana kalırsa.
İki yıl arayla doğdular: 1816 (Charlotte), 1818 (Emily), 1820 (Anne).
Ortak şiir kitabından sonra üçü de aynı yıl içinde (1847) romanlarını (Jane Eyre/Charlotte, Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler) /Emily; Agnes Gray/Anne) yayınladılar. Takma erkek adı kullandılar ilk basımda.
Önce ortancaları öldü, Emily, 30 yaşındaydı (1848). Romanını yayınlayalı bir yıl olmuştu daha.
Sonra Anne Bronte öldü, 29 yaşında (1849). Emily’den bir yıl sonra. Kitabının yayınlanmasından iki yıl sonra…
Daha sonra ablaları, biraz gecikerek izledi kardeşlerini. 39 yaşında, daha iki kitap yazmayı sığdırıp kısacık ömrüne (toplam ortak şiir kitabını saymazsak dört roman), bir yıllık evliyken, 1855’de vade etti yaşama.
Üç kızkardeş, yine ağabeyleri Branwell’in 1848’deki ölüm acısını içlerinde taşırlarken, yazgı acılarını kısa sürede katlayarak tümünün acısını çekmeyi Charlotte’a yükledi. Demek ki diyorum içlerinde en cesurları, dirençlisi, kolay teslim olmayanı Charlotte’mış. Nedenini kestirmek zor değil. Ölü kardeşlerini tek başına onun ayakta taşıması, anılarını canlı tutması gerekiyordu. Onların yerine yaşamaya (kısa bir süre de olsa) yargılıydı.
Yine de, biliyorum, 19.yüzyıl İngiltere taşrasında orta sınıftan insanların yaşam ve ölüm algıları sanırım bizimkinden farklıydı.
Ama gerçek değişmiyor. Küresel zenginliklerin toplandığı ve dağıldığı imparatorluk İngiltere’sinin taşrasında içe kapalı yoksul ailenin bu yaratıcı bireyleri, kadınlıklarına rağmen karmaşık bir toplumsal/tinsel sürecin kesişip buluştuğu o noktada insanoğluna ayna tutabildiler, kendi acılarını altedip, bastırıp, onlara dayanıp, yine de engellerini aşarak…
İngiltere’nin ortabatı taşrasından bir rahibin kızları olan Bronte’ler neden yazdılar? Erkek kardeş (ağabeydi yanılmıyorsam) yazmadı, belki de dönemin tini, bir erkekten, yazmaktan fazlasını bekliyordu. Oysa maddi varlıkları iyi bir evlilik yapmalarına yetmeyen, taşra yaşamına tutsak bu kızlar evlerindeki dinsel-kültürel eğitimle de bence yetinmeyip, ama onu sağlam bir temele dönüştürerek ve dönemlerinin yazınıyla düşlerini besleyerek, birlikte bir seçenek evren oluşturdular. Bu ilk bakışta kapalı görünen kutu-evren, kitapları okunduğunda görülür ki, hiç de verdiği izlenimle bağdaşık değildir. Yani bu noktada sorumuz şudur. Ablanın öğretmenlik (mürebbiyelik) için evden ayrılmasıyla edinebileceği dışarı(lık) deneyimine rağmen, yalnızca birbirlerinden, kız kıza beslenen bu küçük görünen dünya yapıtlarının zorunlu, yeter koşulu olabilir miydi? Charlotte Jane Eyre’i yayınladığında (arkasında yayınlanamamış bir romanı vardı) 31 yaşındaydı, Emily ise, 29 (Anne, 27).
Yani 31 yıllık bir yaşam, çocukluk da içinde olmak üzere, Jane Eyre’i yazmaya yetebilmişti? Nasıl? Yoğun ve duyarlıklı bir yaşam açıklayıcı olabilir, 20’lerinde en önemli yapıtlarını veren büyük sanatçılar (Örneğin, Rimbaud) düşünüldüğünde hele. Ben yine de bu üç kızkardeşin, özellikle büyük olan ikisinin, dönemlerinin ikili tinsel yapısını kendi karakterlerinde barındırdıklarını ve yarı bilinçle çatıştırdıklarını düşünmek istiyorum. Bunun için çıkış noktam, bir dayanağım, bilimsel bir başvurum (referans) yok. Yalnızca önümdeki metne (Jane Eyre, Uğultulu Tepeler/Rüzgarlı Bayır) bakıyorum ve bununla yetiniyorum. Ama gerçekte bununla yetinmiyor, baktığım diğer metinlerle ilişkilendiriyor, üstelik savlarım (olacaksa eğer) için herhangi bir onama da beklemiyorum. Sevgili okurum (her kimsen), anlayacağın, yazımın önünde özgürsün, bana yersiz güvenme diyedir bu uyarım (Bkz. www.zkirmizi.com; Sunuş).
İngiltere coşumcu (romantik) taşkınlıklarından sonra yaşamın parlak, görkemli, büyük gerçekleriyle yüzleşmiş büyük yazınına hazırdı (Victoryen 19. Yüzyıl). Thackeray’ler, Elliot’lar, Dickens’lar çağı… Ama izin verin, resmi biraz daha büyüteyim, yakınlaştırayım. İmparatorluk doruktadır. Yeni Zelanda’dan, Hindistan’a, Karaiplere dünya oluklar ve kollarla Birleşik Krallığa bağlanmış; dünyanın malı, kültürü, tini adaya akarken, ada da (Birleşik Krallık İngiltere’si) dünyaya akıyordu. Birincisi bu. İngiltere, donanması, küresel kumpanyalarıyla kutbun iki ucundan birini oluşturuyordu, diğer kutup dünyaydı. Zenginlik merkeze yağıyordu. Bu akan zenginlik büyük yerleşmeleri (Londra, vb.) birinci derecede etkiliyordu kuşkusuz, peki ya taşra bu büyük devinimden nasıl etkiler alıyordu ve bizim kızlar, bu görünmez dalgalarla titre(ş)miş olabilirler mi?
Aile köklerinden en azından biri İrlanda’ya kayan Bronte’ler (bu soyad özgün bir soyaddan dönüşmüş te olabilir), İngiltere ve İrlanda arasındaki dönemin siyasal çalkantılarından, hiç kuşkusuz dolaylı da olsa etkilenmiş olmalılar. Öte yandan, kentsoylu (burjuva) devriminin esintileri, hızlarını kıta Avrupası ve İngiltere adasında belki yitirdi, ama Avrupa’yı çalkalayan yeni bir şeyler var. Paris devrimin kalbi olmayı sürdürüyor; 1830 Temmuz devrimi, 1848, 1871 komün ayaklanmaları derin sarsıntılara yol açıyor. Buna karşılık İngiltere (Chartes’larını onamış bu derin kültür) geçişi sarsıntısız atlatacak gibi. Ama toplum devasa, kütlesel dönüşümler yaşamıyor anlamına gelmez bu. Nüfus iki katına çıkmıştır tüm İngiltere’de. Sanayileşme, fabrikalaşma kentlere kütlesel işgücü çekmekte, kırdan kente yoğun insan akışı olmaktadır. Dokuma, ulaşım, enerji, madencilikte, hammedde işlemede yeni ağır sanayi teknolojileri bilimsel buluşlarla hızla gelişmekte, sanayi imparatorluğu aynı zamanda büyük düşünceler imparatorluğuna da kaynaklık etmektedir. Bilimsel buluşlar, coğrafi keşifler (Darwin, vb.) sermayenin ufkunu genişletmekte, birikmiş zenginlik yeryüzünün yeniden keşfine (yağmalamak için) harcanmaktadır.
İngiliz anlatıcısı (19.yüzyıl yazarı), belki Kipling gibi birkaçı dışında imparatorluğun emperyal dünya imgesinin ardına düşmedi, Conrad bu imgeyi yerle bir etti daha sonra. Bu dönemin yer yer romantik izler, başkaldırılarla bezeli duyarlıkların taşıyıcısı eleştirel gerçekci yazarları (ki Bronte’leri de zorlamadan onların arasına katabiliriz) emperyal imgenin içe, kimilerinde taşraya dönük yapılarını çözümlediler. Toplumun köklerine, diplerine olan etkisini, geleneklerde yol açtığı hasarı, dönüşüme ayak uyduramamış insanın kıyılaşmasını (marjinalleşme) ve acılarını, ortada bir ata kültünün korumasından uzak, çıplak kalakalmış tinin (ruh) dalgalanmalarını, acıyla kıvranmalarını ele aldılar. Daha doğrusu dönemin gerçeği, sanatçıyı böyle yapılandırdı, ortaya çıkardı, kendine çağırdı. Ancak bu sesin yankısı olabilirdi, yerel ve evrensel bağlamda, İngiliz yazarı.
Kızkardeşlerin ikilemi bu kısa açıklamanın içinde saklı. Ama henüz buna geçmeden söylemek istediğim bir şey daha var. Püritanizm. Kökleri 17. Yüzyıla kuzeyin (Avrupa) burjuvalaşmasına giden, kıtayı adalarıyla birlikte çok etkileyen ve bugünkü dünyanın biçimlendirilmesinde önemli bir rol oynayan şu toplumsal-tutum. Kalvinciliğe, Lutherian dünyasalcılığa dayandırılabilecek püritanizmin İngiltere’de, daha sonra ABD’nin kuruluş düşüncesindeki derin etkisini bilmiyor değiliz. Özünde teolojik bir sözleşme olan püritanizm, yerle gök arasında (insanla Tanrı arasında) bir uzlaşma (sözleşme) kavrayışı ve bunun etik ilkelenmesidir. Gündelik etiğe sızma gücü, kuşkusuz kapitalizmle (birbirlerini öngerektirdiklerini söylemek neden yanlış olsun) doğrudan ilgili. Ama bu yükselen, erk tutkusuyla dolu, çalışmayı ve karşılığında hak edilmiş kazanmayı (Çalışan kazanacak! Çalışmayansa asla!) imanlaştıran teolojik yersellik (dünyevilik); ki sayısız çözümlemesi, kuramlaştırılması yapılmıştır, bunu da bilmez değilim, bireyin onu kendi koşullarında içselleştirme, somutlama gücüyle oranlı olarak bazen teolojiden, bazen de dünyadan yana ağır basacaktır.
Bu tutum bireyin dünyasına, çiti çekilmiş, düzen verilmiş ve artık tartışılmamış bir inak (dogma) olarak yansıyacaktır. Başka kültürlerden okurun, örneğin Jane’in gerçeği öğrendikten sonra Rochester’dan uzaklaşmasını (kaçısını gerçekte) ilkeler düzeyinde kavraması zordur bu nedenle.
*
Şimdi odaklanabilir, yaklaşabiliriz Yorkshire bölgesinde, ıssız Haworth köyüne.
Charlotte’un ölümünden iki yıl sonra, arkadaşı yazar Elizabeth Gaskell’in yayınladığı The Life of Charlotte Bronte (1857) bugün de onun hakkında en iyi kaynak sayılıyormuş (Mina Urgan öyle söylüyor. İngiliz Edebiyatı Tarihi IV). Onun yaptığı bir alıntıyı şimdi burada kullanmanın sırası:
“I feel as we were all buried here. Burada hepimiz gömülüyüz duygusu içindeyiz.” Gaskell’a yazdığı 24 Mart 1845 tarihli mektubunda yazmış bunu.
Charlotte’un Jane Eyre’den önce iki yazma girişimi var. Biri üç kızkardeşin, erkek takma adlarıyla ortak yayınladıkları şiir kitabı, diğeri ise 1846’da yazdığı, ama yayınlanması Jane Eyre’den sonraya kalan (1857) The Professor. Sırayla, Jane Eyre (1847), Shirley (1849) ve Villette (1853). Aşağı yukarı on yıllık bir yazı serüveni…
Yaşamının önemli bir olayına da yeri gelmişken değinelim. 1854’de onu mutlu kılan bir evlilik yaptığı şuradan belli. Gaskell’a göre ölüm döşeğinde şunları söylemiş:
“I am not going to die, am I? God will hot Separate us; we have been so happy. Ölmeyeceğim değil mi? Tanrı bizi ayırmayacak, biz öyle mutlu olduk ki!”
*
“The Jane Eyre fever/Jane Eyre ateşi” diye bir kavram türedi sonraları. Duyguların, aşkın bu roman boyunca yankılanan çığlığıyla ilgili olduğu söylenir. Öylesine ki Charlotte, Emily’nin başyapıtında (Uğultulu Tepeler/Rüzgarlı Bayır) koruduğu dengeyi anlatısı boyunca yer yer yitirir. Ayakları yerden kesilir ve bastırılmış melodram kimi bölümler, satırlar arasından kaldırır başını, romanın dokusunu, örgüsünü, düzgüsünü bozmak… onu ele geçirmek için.
*
Bu belirlemeleri yaptıktan sonra kendi düşüncelerime geçmek istiyorum. Sorumu yineliyorum: Jane Eyre’i neden okumalı?
Özyaşamöyküsel roman, bu konuda (özyaşamöyküsellik) çekingen sayılmaz. Bu yazarını rahatsız etmiyor, çünkü belki de diğer kızkardeşleri gibi Charlotte için de roman biraz bu anlama gelmektedir. Bu geçen dönemden gelen coşumcu (romantik) izdüşümün yansıması olmalı. Anlatı, kişisel düşlemin ve onun imgeleminin sınırlarını zorlamalı…dır.
Birkaç konuya girmenin şimdi tam sırası… Jane Eyre’de yapıtı ikiye bölen, ayıran şey üzerinde durmaktır burada önemli olan (benim açımdan kuşkusuz). Roman, kuramsal açıdan (yapısal) değerini bütünlüğünden alıyor olsa da, sanki bu roman için özel bir yaklaşım gerekiyormuş gibi. Öyle bir yöntembilim uygulamalı ki, bizi bu anlatıyı geçerli kılacak ölçünlü ve sıradan öğelerle (betim, diyalog, kurgu, imge, gizem, göndermeler) oyalanmaktan kurtarsın. O zaman kaçınılmaz olarak Jane Eyre’in okuru, tüm yazınsal gereci anlıksal (zihinsel) bir çabayla bir araya getirmek, tümlemek değil; ayrıştırmak, ayırmak, bölmek ve ölçünlü gösterimin arkasında az çok örtük, giz(em)li, dönemi için yeni ve değişik (farklı) sesi ortaya çıkarmak, bunun tadına bakmak zorundadır. Bu da benim tezimdir.
Bana öyle geliyor ki bu durum Victoryen romana damgasını vurmuştur. Romanın doruğuna çıktığı bir dönemdir bu ve Bronte kardeşlerden daha iyisini yazan yazarlar İngiltere’de bilinmekte, tanınmaktadır. Özellikle Charlotte’u ve Emily’yi kopuk oldukları bu dünyadan ayıran şeyin çekiciliği kimbilir kaç doktoraya konu olmuştur. Onları ayıran şey dönemin toplumsal baskısını, taşra yaşamı içerisinde üstesinden gelinmez, taşınmaz güçte duyumsamış olmaları ve buna rağmen yazabilmiş olmayı başarmakla kalmayıp (yazmayı düşünebilmek) üstüne üstlük bu geleneği somutta, bireyde (romantik kisve arkasında) delebilmek, teni arada bir de olsa görünür kılmak, savunabilmek, buna cesaret edebilmektir. Evli olsalardı, erkek kardeşleri sağ olsaydı, başlarında bir otorite figür olsaydı örtüyü zaman zaman kaldırıp atabilirler miydi? Emily bunu yapardı sanırım, onun öfkesi daha kristalleşmiş, daha köklüydü çünkü. Emily’nin kapalı, sevimsiz, öfkeli olduğu söyleniyor. Onun kabuğunu kırmak zormuş…
Ben Jane Eyre’i, okunması gereken klasik roman katına yükselten niteliğiyle ilgili tezimi geliştirmek istiyorum. Bu büyük olasılıkla ne özgündür, ne ilk kez söylenmektedir. Belki de bu roman söz konusu olduğunda ilk usa gelen şeydir bu yazacaklarım.
Romanı büyülü kılan şey bağrında taşıdığı bu (yukarıda değindiğim) iç gerilim. Olayörgüsünün üzerine oturtulduğu kurgu sürükleyiciliğini, romanın ancak sonlarına doğru ortaya çıkan gizli, örtülü tutulmuş gerçekten alıyor ve bu özellik romanı sonraki polisiye, gerilim, fantastik yazının öncüsü konumuna da taşıyor (Bunu Jean Rhys’la belki ilişkilendirmem gerek). Olayörgüsünün bu iki katmanlı (açık/gizli) akışı, yani hem roman kişilerinin, hem de roman okurlarının, anlatıyı iki(li) bilinç katmanından kavrayışı merak duygusunu kışkırtıp içgerilimin biçimsel estetiğini önümüze antik kusursuz bir vazo güzelliğinde ve yansızlığı içinde koyarken, bu kadarının romanı başyapıta taşımayacağı kabul edilmeli. Roman içerisinde, kişilerin yanı sıra biz okurlar da daha başından başlayarak, ama özellikle Rochester Konağı insanları arasına katıldığımız andan başlayarak, ikiye bölünür, iki sesli bir okuma (kanonik sayılabilir) yapmaya, kendi içimizde bir söyleşi (iç diyalog) kurmaya başlarız. İki değerli, iki öğeli, iki sesli, yer yer uzlaşmalı, yer yer çatışmalı bu deneyim (okur denli roman kişileri de, özellikle Jane de bu deneyimi yaşar) bir armoni, eşleme kaygısını da (tatlı bir belâ) getirir yanı sıra. Tüm bir eğitim dizgesi, doğrudan ya da dolaylı taşınabilmiş bunca toplumsal değer, saydamlığını yitirir gibi olur, görünmezliğin içerisinden lekeler, somut bedenin, tenin rengi, görünüp yiter.
Kişiler (Jane, Edward, Mrs. Reed, Blanche, St. John Rivers bile) inançların, kültün, inakların engin düzlemi üzerinde yaşamın gündelik kabarışlarının, uyanışlarının ve uyarışlarının tedirginliğiyle sarsılır, ses, tepki verirler. Ve Charlotte Bronte kendi kapalı imgelem dünyasının, yoksunluğunun içerisinde bütün bunları kaçırabilecekken kaçırmaz, yakalar ve ileriye gider, cesaretle bunun değeri, anlamı konusunda yüzaltmış yaşındaki okurunu tedirgin eder. Her şey iyi güzel de (inançlar, politikalar, adanışlar, büyük, soylu davalar, girişimler, özveriler, büyük kahramanca vazgeçişler, vb.) tümü iyi güzel de, ya ben, benim sevme ve sevilme gereksinimim ne olacak? Aman aman güzel de olmayan, ufak tefek, dikkati ancak sevildiğinde ışıldamasıyla çekebilen Jane’i (ya da okur olarak beni) elleriyle okşayacak, arzulu bu bedeni ortaya çıkarabilecek, var edebilecek olan kim? Tenin ince kabuğu altında şu kızıl tutku, şu ateş, içerideki magma nasıl yatışacak? Bunu nereye değin görmezden gelebiliriz? Gelebilir miyim? Gelebilir misin? (Nathaniel Hawthorne’ü, 1850’de yayınlanmış The Scarlet Letter/Kızıl Mektuplar’ı anımsamamak elde mi?)
Bakın ikimiz de, üçümüz de… Jane Eyre’i okuyoruz ve bunu, kendi zavallı, yoksun bırakılmış bedenimizin özlemini, endişesini duyumsuyoruz içimizde. Bu kitabı okuduğumuz için böyle oluyor, kendimizi bedenliyoruz. Yani tenleşiyor, Jane Eyre’i okurken, tıpkı bu mutluluğu çoktan hak etmiş akıllı, ilkeli kız Jane gibi, bedenimizle yüzyüze geliyor, ikileşiyoruz. Ben bu romanın önüme koyduğu, getirdiği bedenimle, tenimle ne yapacağım?
Tutucu Victoryen çevrelerde ahlaksızlıkla suçlanabilmiş, bu masum mu masum roman. Bu bile olmuş… Oysa çağcıl Fransız yazını çok başka yerlerde, ötelerdedir.
İşte tezim derken anlatmak istediğim budur. Bu utangaç hak duygusu, savunusu… Kendi bedenini sahiplenmekle sahiplenememek arasındaki bu gelgit, endişe, ikilenme, gerilim… Charlotte Bronte bir savunma yapmıştır, Wollstonecraft’dan haberi var mıydı bilmiyorum, ama yıllar sonra Virginia Woolf’un yapacağı gibi (Kendine Ait Bir Oda)… Ama oda için öylesine erkendi ki, kadın, bu İngiliz kadını bile olsa, daha birçok şeyi yaşamalı, deneylemeliydi. Kendine ait bir bedeni olmak, onun kısmen de olsa sahibi olabilmek, sınırlı da olsa onunla kıvanç, sevinç duymak, haz duymak, mutlu olmak; bedenimi hakkım olan herhangi bir şey gibi taşımak; gururla, adaletle… 19.yüzyıl İngiltere taşrasında bir genç kızın önünde yükselen duvar bu.
Dizgeyi (imparatorluk) karşısına alması için görünürde bir neden yoktu, ama ilk elde hemen ayrımsanamayacak kişisel bir gerekçesi vardı. Yaşamın önüne çıkardığı yoksunluktan, olumsuzluktan, dışlanmışlıktan bir karakter doğurmuştur. Bu gündelik içinde adım adım kazanılan başarılarla, eklene eklene gelen bir yengi (kazanım) değil, yine aynı gündelik yaşamda adım adım yitirilen yenilgilerle gelen bir kazanımdır. Çocuk Jane sığındığı zengin akraba (yengesi ve çocukları) yanında ilk kırılmayı yaşarken, romanın bu bölümünü ve genelde Jane Eyre’i okumamızın ilk önemli ve evrensel gerekçesini buluyoruz. Daha minicik bir kız olan Jane eğer üzerine gelen ve ona işkence eden bu yaşama boyun eğip bir acıyı taşımakla ve ondan bir kişilik kurmakla yetinseydi bu roman daha başlamadan bitecek, melodramın unutuluşlar denizine gömülecekti. Oysa romanı birden roman yapan o sahneyle karşılaşıyoruz. Jane, Bayan Reed’e öfkeyle karşı çıkar. Küçücük yüreğiyle Bayan Reed’in o ezici saldırısını göğüsler, duralatır. İşte bu örnek, evrensel kıpıyı kendi içimizde başlatmaya yeter. O andan sonra acılar, yoksunluklar içerisinde geçecek ve anlamını baştan yitirmiş bir geveze anlatıyla, duygu sömürüsüyle baş başa olamayacağımız; başka, soylu, taşınmaya değer bir şeyle karşı karşıya olduğumuza ilişkin duygu içimizde kıpırdanmaya başlamıştır.
Ama ortaya konan direniş örneğinin bu ilk biçiminde yolun başındayız daha. Bu direnişi, izleyen Jane’in okul döneminde (anti tez) biraz daha, Charlotte’un desteğiyle ilerletmemiz gerekir ve öyle olur. Bir çocuğun ‘tarihsel başvurudan (referans) yoksun’ ayaklanışında bağışlanabilir, ama arkasından hemence unutulabilir bir şeyler de vardır. O rastlansal ve geçici ‘isyan’ olarak çocukluk defterine geçirilir, eller arkasından yıkanabilirdi.
Ama okul döneminin öne çıkardığı şey, ilk dönemi teze dönüştürür. Bu karşı (anti) tezin oluşmasında belirleyici olan, sanılabileceğinin tersine, okulun koruyucusu Brucklehurst değildir. Onun çifte ölçünlü, ikiyüzlü püritanizmi Jane’in daha o çocuk yaşında aştığı, geride bıraktığı bir yaşam alanıyla ilgiliydi ve acının daha fazlası olmazdı. Fiziksel acıdır söz konusu olan… Karşı tezi olanaklı kılan Jane’in acıya katlanmayı erdemleştiren ve tüm acıların gerçekte biricik kaynağı olabilecek Tanrı’yı bu nedenle daha az sevmeyen, tersine ona daha çok sığınan okul arkadaşı Mary Ann’dir. Mary Ann ona, direnişin sessizliğini, boyuneğişin içindeki utkuyu göstermiştir ve bir salgında okulun birçok öğrencisi gibi sessiz ölümüyle de (ölürken Jane’e sarılmış, mutlu gülümser) bunu kanıtlamıştır. Jane artık o küçük Jane’in ötesinde biridir. İçinde iki kişi vardır. Şöyle düşünür:
“Böyle bir akşamda hasta döşeğinde yatmak, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunmak ne acı! Bu dünya öyle güzel ki! Buradan ayrılıp bilmediğimiz bambaşka bir âleme göçmek zorunda kalmak çok acı olsa gerek!
“İşte bunun üzerine kafam, cennete, cehenneme dair içine doldurulmuş olan fikirleri kavramak için ilk defa olarak ciddi bir hamle yaptı; ilk defa olarak sersemleyip afallayarak duraladı; ilk defa olarak arkasına, önüne, yanlarına, yukarıya, aşağıya doğru baktı, dipsiz, sonsuz bir boşlukla sarılı olduğunu fark etti. Tutunabileceği tek nokta o anda bulunduğu noktaydı: şimdiki zaman. Geri kalanı tüm şekilsiz bulutlardan, dipsiz, uçsuz-bucaksız boşluklardan ibaretti. Bu hiçliğin, bu boşluğun eşiğinde sendeleyerek düşmek düşüncesi karşısında içim ürperdi!” (82)
Bu iki örneğin tümleşmesi (sentez) için üçüncü bir uzam (mekân) ve başka insanlar gerekecekti. Artık Rochester Konağında, Adele’in öğretmenidir Jane. Önceki iki deneyim çeliğine su vermiş, onu, tıpkı yaratıcısı Charlotte gibi, düşle gerçek(lik) arasında bir yere yerleştirmiştir. Her koşulda gerçekçi kalmanın ve toprağa basmanın (gerekirse düşlerinden ödün verme pahasına) katılığı içinde şunları yazar zaman aralığının ötelerinden (bu zaman aralığı anlatı boyunca genişler, daralır) Jane: “Lâf aramızda, bütün çocukları melâike sayan, çocuk eğitimiyle uğraşanlardan da çocukluğu âdeta kutsal tutmalarını bekleyen birtakım ciddi kişiler benim yukarıda kullandığım dili soğuk, duygusuz bulacaklardır. Ama, ben bu kitabı ne ana-baba bencilliğini okşamak, ne beylik lâfları yansıtmak, ne de birtakım yapmacıkları ayakta tutmak için yazmıyorum: Yalnız gerçeği söylüyorum ben.” (112) Bu sözcükler gerçekten önemli. Çünkü romanın bildirisi de içindedir. Charlotte, zaman zaman iradesi dışında yalpalasa da yalnızca ‘gerçeği yazmak’ istemektedir. Çünkü bu gerçeğe onun (bedeninin) ve kızkardeşlerinin (bedenlerinin) gereksinimi vardır.
Bu kadarla kalır mı bireşim (sentezleme) girişimi: “Hele kadınların çoğunlukla pek sakin durduklarına inanılır. Ama, kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekâlarını, kabiliyetlerini işletmek için bir faaliyet alanına muhtaçtırlar. Üzerlerindeki baskı pek ağır, sürdükleri hayat pek durgun olursa acı duyarlar bundan, zarar görürler. Onlardan daha imtiyazlı olan erkeklerin ‘Kadınlar yemek pişirip çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin’ demeleri darkafalılıktır! Bir kadın geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden daha fazlasını yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir.” (113) İşte bakın, romanın kendi sınırlarını aşıp, Orta İngiltere’nin taşralı, yoksu(n/l), evde kalmış kızlarının yazgılarının ötesine sıçraması nasıl oluyormuş, görün. Romanı dayanıklı, dün ve bugün ve belki yarın da geçerli kılacak şey budur. Bu bireşim; kadının yerinin çekinik sorgulanmasından, Jane’in somut, bir beden sahibi, bir kişi olarak kendi doldurduğu uzamı sahiplenme bilincindeki kamaşmasına ulanır. Jane’in kendi somutlaştıkça, görünür oldukça, tarihselliği (karakteristik figür) belirginleşir. Kendi olma çabası içinde ‘insan’ olur.
120.sayfada (Nihal Yeğinobalı çevirisi, 1968) Jane’i bir başka ve yeni bir huzursuzluk içinde buluruz. Kabuğundan taşan tini, onun aradığı şeyin varsıllık, rahat, sorunsuzluk olmadığını, tarihin (zamanının) etkin bir kişisi olmak, ona karışmak istediğini gösterir. Jane, katı kabuğunun gösterdiği, verdiği izlenim olan tutucu Viktoryen değerlerinin taşıyıcısı olmakla yetinemeyeceğini, içinde doğuma hazırlanan yeni bir varlığa gebe olduğunu, kendini kendinden yeniden doğurmak üzere olduğunu apaçık yazmaktadır: “O anda bana batan rahat, çetin savaşmalar arasında, kimbilir ne kadar burnumda tüterdi! Evet! Çok rahat bir koltukta oturmaktan usanmış bir adamın çıkıp kötü havada çok uzun yol yürümesi kadar zararlı bir şey olurdu bu. Ama o şartlar altında o adamın yerinden kalkıp hareket etmek istemesi ne kadar tabiîyse, benim bir değişiklik özlemem de aynı derecede tabiîydi.” (120)
Toprak beyi Edward Rochester, Jane’e elleriyle dokunmuştur. Jane ilk kez bir bedeni olduğunu ayrımsamış, kendini elde ne yapacağını bilmez durumda yakalamıştır. Ama Jane Viktoryen kalıpların içine, bu konağa, bu büyük beye, bu zenginliğe rağmen sığamayacak denli oluşturmuş, geliştirmiştir kimliğini. Üstelik de yirmilerinde gencecik bir kızdır. Rochester’ın karşısında ezilmez, silinmez, saygısızlık da etmez ama…susmaz. Kendi, kişisel bir düşüncesi olabileceğini hep imâ eder. Rochester da tam da bu nedenle, dolayında, onunla ve sahibi olduğu varlıkla evlenmeye hazır ve nazır soylu bir yığın güzel genç kıza rağmen, dönüşür. Jane’in geleneksel kalıpları çatlatıp kıran uysal direnişi (kişilik) Rochester’e yeni bir tin, kendini yadsımayı da içinde taşıyan yeni bir dünya sunar. Rochester’in tüm erk gücüne karşın bu küçücük, solgun, aslında güzel de sayılmayacak genç kızın etki alanı içine girmesi kaçınılmazdır ve bununla birlikte diyalektik çalışır, kendini dönüşürken (yeni bir umudun içinde) yakalar.
Kuşkusuz sıra bunun sert, acımasız bir sınavla sınanmasına gelmiştir. Her iki önemli karakter de (Edward ile Jane) şimdi ateşe tutulacak, bu ağır sınavdan geçerek, hangi kimliği nereye değin (geleneksel rol mü, yoksa eşit bireylerin yeni dünyası mı?) taşıyabildikleri görülecektir.
Konağın üst katındaki gizem romanı boydan boya keser, romanla birlikte zamanı ve uzamı da… Roman ikiye biçilmiş, önemli karakterler de bölünmenin, yeniden bir ayrışmanın eşiğine getirilip bırakılmıştır. Bütünlenmenin, o büyük vaadin, cennetin bedeli kuşkusuz çok ağır, daha ağır olacaktır. O (Jane) şimdi kendi yüreğinin derinliklerine bakıyor: “Yeniden yalnız kaldığım zaman, öğrendiğim şeyleri gözden geçirdim, kalbimin içine bakarak duygularımı, düşüncelerimi inceledim. Sonra, bunların arasından, hayalin sınırsız, yolsuz-izsiz boşluklarına doğru kaçmış olanlarını disiplinin eliyle tutmaya, sağduyunun emin yuvasına kapatmaya çalıştım. Kendi kurduğum mahkemede önce Hâtıra ifade verdi, o geceden beri beslemekte olduğum umutları, dilekleri, duyguları –hatta son iki haftadır içinde bulunduğum ruh durumunu- anlattı. Sonra Mantık ortaya çıktı, her zamanki sakin haliyle, süslenip püslenmemiş, düpedüz bir hikâye anlattı: Benim Gerçeklere sırt çevirip Hülyalara kendimi kaptırmış olduğumu da belirtti. Sonunda ben, kendi kendimin yargıcı olarak, şöyle hüküm verdim: Yeryüzünde Jane Eyre’den daha büyük bir sersem yaşamamış, kendini tatlı yalanlarla kandırıp şerbetmiş gibi zehir yutan bu derece şahane bir budala asla görülmemiştir!” (163) “Sana göre değil o. Sen kendine göre kişiler ara bul. Kalbinin, ruhunun, canının bütün gücüyle duyduğun bir aşkı böyle bir armağanı istemeyen, değerini bilmiyecek olan birine verme…izzetinefis sahibi ol.” (165)
Jane, biliyoruz ki, bunları boşuna söyleyecek biri değil. Sözlerinin arkası doludur. İç hesaplaşması sahici, içten ve geçerlidir ve bir kez daha tezimiz doğrulanmış oluyor. O korkarak, korkuyla cesaretini büyütüyor, yükseltiyor. O korkusu içinde, bu yeni dünyanın önünde, korkusu içinde cesaretini toplamaya, dik durmaya, kendisi olmaya, olabilmeye çalışıyor. Buna inanması için yeterli nedeni var.
Charlotte’un bir çalışması
Öyle cesurdur ki, kendini soylular arasında, onlar denli değerli bir insan olarak görebilir. Onlar da insandır ve kendisi insanlardan biridir. Hepsi bu. Şu eşsiz satırlara bakar mısınız : “’Benim gözümle görmüyorlar oru,’ diye düşünüyordum. ‘Onlardan biri değil o. O bana benziyor, buna eminim. Ona ruhça yakın, tanıdık buluyorum kendimi. Yüzünün, davranışının dilinden ben anlıyorum. Aile, servet durumlarımız bizi birbirimizden dünyalar kadar ayırıyorsa da, benim kalbimde, kafgamda, kanımda, sinirlerimin özünde beni onunla kaynaştıran bir şeyler var.” (177)
Jane Eyre’i önemli ve ölümsüz bir roman yapan satırlardır bunlar. Döneminin ağır koşullarını aşmış, kadınlığını, bir kadın olarak sevme yürekliliğini göstermiş, başkalarının doğal olarak taşıdıkları sevme hakkının ayrıcalıklı konumunu (statü) alaşağı etmiş, kendinde sevme hakkını görmüş biridir artık o. Jane Eyre, kendinde koşulsuz sevme hakkı göremeyen tüm insanların romanıdır ve bu nedenle, bu insanlarca özellikle okunmalıdır. Tezim buydu. Döneminde ahlaksızlıkla suçlanmasının (Madam Bovary gibi yargı konusu olmasa da) nedeni de budur. Jane’in anlatısında yarı utangaç bir meydan okuma vardır. Ten(sel) göndermeler(i) yalındır olabildiğine ve açıktır. Doğrudan dokunulmuş, temas edilmiş, bedenler birbirine yaklaşmış, bundan hoşnut kalmışlar, Charlotte Bronte de fincancı katırlarını ürkütmemiş gibi, anlatısını dramatık çatırtılar arasında daha küçük harflerle ve dipte usul usul sürdürmüştür. Ne yaptığının ayrımındadır. Onda, kahramanı gibi yükseltilmiş, vazgeçilemezleşmiş, geri dönüşsüz bir eşik aşma, aslında aşkınlıktan söz edebiliriz, kendini düpedüz bize dayatır. Bugün bile bu tutum birçok açıdan günceldir ve bu nedenle Jane Eyre’i zevkle bugün okuyoruz.
Rochester Jane’e evlenme önermiş, Jane de bunu kabul etmiştir. Jane romantik aşkla tutku arasında salınımında tüm bir yüzyılını önümüze getirmiş, çatlayan kabuk, yeniden doğum eğretilemelerine (metafor) dayalı bir dizi imgeyle gerçekle düşü (hülya) dengelemiştir. Onun toprağı daha önce yeterince pişmiştir. Ama üçüncü ve büyük sınav zordur gerçekten ve onun geleneksel tinine sinmiş etik ilke, püritan ahlak, bedeni altedecek gibidir. Diyonizos (aşk, duygu, tutku) yeraltına çekilmiş, Apollon (us) bütün kanıtlarını öyle sergilemiştir ki, Jane konağı perişan bir durumda terkeder, yağmurlu çamurlu tanla tüm düşlerini arkasında bırakır ve diyalektiğin daha çalıştığını, sentezin yeniden tezleştiğini (geriye düştüğünü), başa dönüldüğünü anımsatır bizlere. Jane’i gizlice suçlarız bile. Bu ilkelilik, bu katılık, bu gerçeğe karşı ödünsüzlük, bağışlamazlık fazla gelir bize. Anti tez yüze çıkmış, sentezi boğmuştur. Jane bedenini geride bırakmış, bir ilke, bir doğruluk, bir kural (akide) olarak kendini salıvermiştir bilinmezliğin içerisinde. Yazgısına demiyorum, hayır ya da bir yere değin… Çünkü yaşama isteği açlığın dayanılmaz noktalarında bile yitmemiş, irade ve ilkesinden en kötü durumda bile vazgeçmemiş, asla geriye dönmeyi düşünmemiştir. Rochester evliymiş ama bağışlanamayacak bir evlilik değildi bu. Hiçbir görevini yerine getiremeyen, gerçekte geçersiz bir evlilik… Burada Jane’in kaçış kararında etik ilke, dinsel kural denli, yalan söylenilmiş olmanın, aldatılmanın da geçerli olduğunu ileri sürebilirdik belki, eğer şu satırları okumasaydık: “Sevgili okuyucum, onu o anda, hemen oracıkta bağışladım. Gözlerinde öylesine derin bir vicdan azabı, sesinde öyle gerçek bir pişmanlık, bir acıma, duruşunda öyle erkekçe bir eda vardı ki! Her halinden de öyle eksilmemiş, değişmemiş bir sevgi taşıyordu ki…her şeyi bağışladım. Ona karşı hiçbir şey demedim ama içimden, can evimden bağışladım onu.” (295) Jane, Rochester’i bağışlamıştır ama sonuç değişmez ve biz Jane Eyre’i neden bir kez daha okumamız gerektiğini anlar gibi oluruz. Thomas More da (her devrin adamıydı) Jane Eyre gibi, seçtiği eylemin güncel doğruluğu ya da yanlışlığından yola çıkmamıştı. Yüreği din değiştiren kralını belki de hoşgörebilirdi ama, kilisenin doğrusu bu güncel seçimle yaralanıyor, sakatlanıyordu ve o aynı zamanda Thomas More’du, bir ilkeyi varolma nedeni gibi taşıyan biri. Bunu taşıyabildikçe Thomas More olan, olduğunu düşünen, üçüncü kişilere bunu böyle duyuran biri. O noktada Thomas More duyguları, güncel çıkarlarının gereğini değil, Thomas More olmanın gereğini yerine getirecekti, seçtiği şey onun doğal seçeneksizliği, kendini bağladığı (angajman) şeydi. Tıpkı Jane gibi. Jane o zor anda yaşamını yöneten ilkeyi içinde diriltti ve eğer Jane’se başka türlü davranamayacağını bildi. Doğal olarak kendinden büyük (belki yanlış) ilkeyi öne çıkardı, kendiliğinden… Çıkarını düşünmedi. Yücelik (!), yönetici ilke davranışının, ediminin biricik kaynağı olarak öne çıktı. Neyi öğrenmiş olduk böylelikle. Şunu: Bedenimizi uğrunda harcayabileceğimiz bir şeyler var, olmalı, olabilir.
Ama sınav bitmemiştir, diyalektik çalışmasını sürdürecek, bir dizi rastlantı (roman kurgusunun en zayıf yanı) Jane’i sınavın başka aşılmaz engellerine taşıyacaktır. Çilesi bitmemiştir, bu kez Jane, uğruna kendinden (bedeni) vazgeçtiği ilkesini aleve tutacaktır. Tüm bu sahneler, romantizmin çılgınlığından esinler, görüntüler, imgeler, çığlıklar, betimler taşıyacaktır kaçınılmazca. Ama lütfen unutmayalım, ne demişti bize Jane (Charlotte). Amacım gerçeği anlatmak, ortaya çıkarmak… Böyle demişti.
Kaçışından sonra sığındığı evin sahipleri üç kardeş (din adamı ve iki kız), Jane’in de bir kalıt yoluyla bağlandığı kuzenleri, yakın akrabalarıdır. Ama bu önemli olmayan bir ayrıntıdır ve Jane’in sınavıyla, olgunlaşmasıyla bunun bir ilgisi yoktur. Jane’i yeniden bulacağımız yer, başka bir nokta. O sığındığı yeni aile yuvasında ve köyde öğretmenlik yapmaktadır. Bir yandan da resim… St. John Rivers onunla ilgilidir. Kuzenleriyle bir kültür ortamı yaratmıştır. Geçmişi unutacak gücü vardır. Zaman zaman anımsadıklarıyla sarsılsa da. Ama şimdi önüne konulan sınav en zorudur. St. John Rivers, emperyal İngiltere demektir. O dinsel yaşamını uzak ülkelerde, Asya’da (sömürgelerde: Hindistan) misyonerliğe adamıştır ve yaşamının biricik nedeni ancak bu olabilir. Hristiyanlığı, çileyle, dinsizlere yayacak ve cenneti hak edecektir. Tanrısı için ölüm, yaşamının en güzel armağanı olacaktır. İngiltere’nin tini onun içinde hortlamıştır. Huzursuzdur. Yola çıkacağı o güne hazırlamaktadır kendini. Ama bir yardımcıya, güvenebileceği, gerçekten acıya katlanabilecek, asla pişman olmayacak, sessizce boyun eğecek ve ölümü göze alacak bir yardımcıya gereksinimi vardır. Ve hazırdır bu. Kuzeni Jane! Bu fanatizmi dışında; anlayışlı, Adonis denli güzel, anlayışlı insan, imanı ve ilkeleri söz konusu olduğunda acımasızdır ve Jane bunu duyumsamış, tedirginlik yaşamıştır. Jane’e birlikte gitmeyi önerir (aslında neredeyse buyurur). Üstelik bir koşulu vardır. Evli görünmeleri gerekir. Jane’inse tüm yaşadıklarından sonra aşkın (tutkunun) yerine şefkati geçirmeye yatkın bir tini (ruh) vardır o sırada. Ona karşı duyarlı birine ilgisiz kalamayacaktır, aşkını (Rochester) yüreğine gömmüş bile olsa. Jane’in sınavı ve sorgulaması ürperticidir ve bu sınavdan öyle yücelmiş ve öyle güzel çıkar ki; biz okurlar da Jane’le ve onun kararsızlığıyla birlikte acılar çekerken yücelir, güzelleşir ve gözlerimiz yaşarmış, ah, bu kitabı iyi ki okudum, deriz içimizden, içimizin telleri titreşir, yüreğimizin davulları güm güm çarparken. Jane’in St. John Rivers’la değil, kendisine ilk sorusu şudur. Hiç istemiyor olsam da, zorunlu değilsem de bu inançlı adamla, onun davasında ölümü göze alarak Hindistan’a gider miyim? Yanıtı evettir. İkinci soru; onu seviyor muyum? Hayır. Sevebilir miyim? Evet. John Rivers’la evlenir miyim? Hayır. Neden? Çünkü St. John Rivers evlilik önerirken, Jane’i sevmesinin bunun için gerekmediğini söyleyebilmişti.
“Peşimden gelen, beni tutmaya çalışan St. John’un elinden kendimi kurtardım. Artık benim kendi irademi kullanmamın sırası gelmişti. Bütün gücüm dirilip şahlanmıştı. St. John’a hiçbir şey sormamasını, söylememesini emrettim, hemen gitmesini istedim. Yalnız kalmam şarttı. St. John dediklerimi derhal yaptı. İnsan buyuracak güce sahip olunca derhal dinlenir.” (411)
İşte bu. Demek ki, görevden daha önce gelen şey, sevmek ve sevildiğini duyumsamak ve aşkı inançtan, dâvadan yukarıda tutabilmektir. Jane Eyre’i bunun için okumalıyız. Jane, bu küçücük genç kız, o güzel olmayan ama zekâ dolu, kendine özgü bir çekicilik taşıdığı söylenebilecek o bilenmiş yürek, ne istediğini biliyor ve ve şunu görebiliyor: Hiçbir dâvaya, hiçbir dayanışmaya, hiçbir inanca sevgisiz gidilmez. Sevmeden ve sevilmeden olmaz. O demirden, o güçlü baskıyı reddedebilen Jane Eyre son sınavını da vermiş, şimdi mutluluğu hak etmiştir. O kazanmıştır. Biz de onunla birlikte kazandık. Neyi mi? Bana kalırsa her şeyi… O küçük insanın direnişi kırılmaz. Kişilik kolay oluşmaz, oluşturulur. Biz kendimizi ne yapmış, neyi seçmişsek oyuz ve sevgi için ödediğimiz, her an, günbegün ödediğimiz bedeldir; ona anlam, içerik, güç ve zenginlik verecek olan. Bu denli açıktır şimdi her şey.
Teşekkür ederiz. Charlotte Bronte’ye, bir daha ve bir daha… O daha 31 yaşındayken yüzaltmış yıl sonra elimizden tuttu bizim, Jane’i işaret etti, bir pusulanın kuzeyi gösterişi gibi, böylece sevgiyi öteki her şeyden ayırabiliriz. Öyle değil mi? Zaten kendisi söylemiyor mu: “Ne yazık ki bugünün okuyucuları daha az talihli. Yalnız korkmayın! Hikayemi burada keserek suçlamalara, ya da hayıflanmalara dalacak değilim. Şiirin ölmediğini, sanat aşkının kaybolmadığını biliyorum. Maddecilik şiiri ortadan kaldıramaz. Bir gün gelecek şiir, sanat gene varlıklarını, özgürlüklerini, kuvvetlerini belli edecekler. Cennette sağsalim bekleyen birer güçlü melek şimdi onlar. Yeryüzünde kirli ruhların üstün geldiğini, pısırık ruhların da duruma yas tuttuğunu gördükçe bıyık altından gülüyorlar. Şiir mi mahvolacak? Sanat mı silinip kalkacak yeryüzünden? Asla! Basitlik mi alacak onların yerini? Ne münasebet! Hasede kapılarak bu çeşit düşüncelere yönelmeyin. Hayır. Şiir, sanat hâlâ yaşıyor; yalnız yaşamakla kalmayıp insan ruhuna hâkim oluyorlar, insan ruhunu yüceltiyorlar. Onların mübarek etkisi her yerde yaygın olmasa hepimiz cehennemde olurduk şimdi…kendi basitliğimizin, küçüklüğümüzün cehenneminde!” (364) Sanattır gerçek, onun yazdığı şey: yani Jane Eyre.
Arkasından, bu acılı, çileli yaşamın kadınına, Jane’e, mutluluğu, romanın zedelenmesi pahasına çok görmeyelim. Jane, Edward Rochester’ı, yanmış konağını, körlüğünü bulsun ve sevgilisinin bırakalım bundan böyle gözü, kulağı olsun. Özveriden, vermekten hiç korkmadı ki o. Üstelik biliyoruz ne çok şeyi göze aldığını. Kitabı okuduk ya, çırpınışlar içinde.
Böylece, bakın sürdürüyorum, İngiltere’ye, onun emperyalizmine, o emperyalizmin ahlâkına da karşı koydu bu minicik beden, bu kadın bedeni bu ahlÂkı tartışmalı kıldı, getirdi önümüze. Eleştirel gerçekliği olsa olsa buradan geliyordur. Romantizmini gerici bir emperyal buyruğun egemenliği altına sokmadı asla, tersine o romantizmi kendi küçük ama gerçekte büyük direnişinin mayasına kattı, eleştirdi.
Yüceldi ve yüceltti. Onu okuduk ya, ne mutlu bize!
Her yüksek, yücelmiş kişilik, içinde tansık (mucize) taşır. Bu tansık telepatiktir, vahiyseldir, içedoğar, birden alır seni sürükler, eşiğin ötesinde saltık sevinci olanaklı kılar, erinçle, doğayla bedenlenir. Mutluluğu hak etmişlik duygusu yalınkat bir bilgeliğin diline dönüşür. Her şey iyi, güzel ve doğrudur bu cennette.
Tamam, biliyoruz cennet diye bir şey yok. Ama bu insanın yüreğinde bir yerlerde de mi yok?
Duydunuz mu beni?
*
Son olarak (yoruldum çünkü) size belki tümünden daha önemli bir şey söylemek, bunu da paylaşmak istiyorum. Bakın:
“Hikâyem sonuna yaklaşıyor. Evlilik hayatımdaki tecrübelerime, adları bu hikâyemde en sık geçenlerin durumuna bir göz atayım tamam.” (439)
Charlotte Bronte böylesine savsız, böylesine paylaşımlı, böylesine yalındır. Bir şey için yazmıştır, göstermek için. Gösterdiği şey kendisi asla değildir, romanı değildir. Kitabı dünyanın gereçlerindendir, yaşadığımız şeyi anlamlı kılabilecek bir gereç; onun istediği, özlediği şey budur.
Onun zarif parmağı beni gösteriyor, parmağına değil, parmağın gösterdiği şeye, kendime…bakıyorum.