6.27 Treni

Zeki Z. Kırmızı / 2024

Jean-Paul Didierlaurent 1962 doğumlu günümüz Fransız yazarlarından biri (idi). 2000’lerden sonra yayımlamaya başladı yapıtlarını. Kısa sürede beğenildi, ödüllendirildi. 2014 yılında yayımladığı 6.27 Treni ülkesinde ve dünyada epeyce yankılandı, Michel Tournier Ödülü ve başkaları gecikmedi ve otuza yakın dile çevrildi. Türkçede ayrıca, 2024 yılı içinde Can Yayınları’ndan Çatlak (La Fissure, 2018) adlı romanı bulunuyor. 59 yaşında kanserden öldüğünü (2021) bu satırları yazarken öğrendim ve her genç ölüme olduğundan daha çok üzüldüm.

Guylain Vignolles kâğıt yok etme, hamurlaştırma işliğinde (fabrika) çalışan bir kitap kurdu. Bu işinde ne denli acı çektiğini kestirmek kitapsever herhangi biri için zor olmasa gerek. Ama duygularını bastırarak, küçük yaşamı içinde akvaryumda süs balığı, bir iki yakın dostu ve yalnızlığıyla yaşamak ve avunmak için nedenler bulma buluşturma konusunda yine de direnen bir genç. Kitabı birinci yarısına dek bunca çekici ve sürükleyici, iyi okur beklentisini yükselten bir yapıta dönüştüren tam da bu zaten. Bu Hristiyan iyiliğiyle dopdolu genç adam işyerinde ayaklarını büyük bıçaklara kaptırmış bekçilik yapan yaşlı adama (Giuseppe) görünmeden iyilik yapmaktadır. Kimi büyük çocuk klasiklerini anıştırır bu yanıyla. Giuseppe bacaklarını Zerstor’un ağzına kaptırdığı gün hamurlaşmaya yollanan kitap Eski Zaman Bahçeleri ve Sebze Bostanları’ydı. Jean-Eude Freyssinat’nın yazıp 2002’de yayımlanan kitap, “ISBN 3-365427-8254, yirmi dört Mayıs 2002’de Ducasse Dalambert de Pantin Matbaası’nın rotatiflerinden çıkma, doksan gram geri dönüştürülmüş kâğıt üzerine bin üç yüz adet basılmış, kâğıt rulo numarası AF87452, kâğıt atık işleme ve doğal geri dönüşüm işletmesinde on altı nisan iki bin ikide üretilmiş bir kâğıt rulo.” (46) Yani Giuseppe’nin bacaklarının karıştığı geri dönüşümlü kâğıt hamurundan üretilmiş kitabın satıştaki tüm baskılarını Giuseppe kitapçılardan toplayarak bacaklarını da toplayıp geri koyabileceğini umuyordu. Bacakları bu kitaplarla birlikte geri gelecekti ve Guylain işte sahaf sahaf, kitapçı kitapçı dolaşarak bu işi yapıyordu ve bazen küçük allara (hile), ak yalanlara da başvurmuyor değildi. Ama bu onun en önemli özelliği sayılmaz. Zerstor’un dev karnından kurtardığı kitap parçalarını, sayfalarını gizlice alıkoyup dışarı çıkartmakla kalsa iyi, her gün işe gidip gelirken artık değişmez vagon koltuğuna oturduktan sonra bu sayfaları, içeriğine hiç bakmadan, çantasından çıkararak yüksek sesle yolculara okuyordu. İnsanlar alışmışlardı yıllar boyu bu canlı etkinliğe… Üstelik yaşlı bir kadının evine çağırması ve arkadaşları için de topluca okuma yapmasını istemesi ve bu girişimlerde bedensel sıkıntıları olan, duymayan, bellekleri zayıf yaşlı insanların olaya ilişkin tepkilerini, duygularını yansıtan eşsiz gülmece sahnelerine hiç diyecek yok. Ta ki…

Guylain kuşkusuz iyiliği öfkesiyle bir arada tutan az bulunur bir örnektir. Yalnızdır ve derinlere gömülü yüreği sevgiye susamış, sevilme beklentilidir ama vermekten almaya ne sıra gelir ne böyle bir düşünce yönetir seçimlerini. O gün de trende okuması bitip kâğıtlarını toparlarken oturduğu koltukta bir taşınır bellek bulur. Bilgisayarda açar, sayı verilmiş anı-günlük karışımı bir metinler dizisi çıkar karşısına. Bir AVM’de toplu (kamu) ayakyolunda (tuvalet, wc) çalışan bir kadının yazdıkları… Guylain bunları da okuma izlencesine alır ve yolcuların özellikle ilgisini çeker bu metinler ama kadını nasıl bulacaktır? İş büyür, Giuseppe ‘dedektif’liğe soyunur ve sonunda ipuçlarından genç, içten, sevimli, güzel kadına ulaşır Guylain. Önce koca bir çiçek demeti ve mektupla elbette ve sonra…

Sonrası yok. Kadını araştırmayla başlayan öykü süreci kitabın eksenini öyle kaydırır ki aynı kitap-bedende iki ayrı ve çelişik varlık işi ve okurluğu çığırından çıkarır. Yazınsallık halkçıllığa (popülizm), hem de en ucuzundan olanına ödün verir. Çizgenin (grafik) yükselen eğrisi birden dikekseni (x, apsis) sıfırlar ve yerlerde sürünmeye başlar. Artık bundan sonrası çağını, zamanını yitirmiş bir düşsel (fantastik) masal havasında seyreder. Masal iyi ama çağını yitirmemişse… Neresi kötü ki iyiliğin ödüllendirilmesinin, tansımanın (mucize) gelip bunu en hak etmiş kişiyi bulmasının, denebilir. Ne yazık ki yaşamlarımız bu gündelik avuntuların köpükleri içinde biçimleniyor ve sanat da ancak son dönemlerde bu işlevi üstlenirse var olabiliyor neredeyse. Bunu 1950 sonrası Hollywood rüzgârından biliyorum, tüm dünyayı dolanıp ‘happy and’lere, pembe köpüklere ağzı bir karış açık hayranlıkla baktığımız yıllardan… Ama onların da zamanı geçti. Gerçi arada, yanılmıyorsam 80’lerde bu hayalet şöyle bir dönüp yokladı dünyamızı. Sonra yerini şiddete, üstün insanlara (süperman) hızla bıraktı. Günümüzün yapay belleği saltıklaştıran insan belleksiz, sayısal (dijital) dünyası, on yıllar sonra geri dönen tozpembe hayalet oyunlarından çok hoşnut, geçmişle de uzak yakın hiç ilgisi yok. Bağlamsızlık, beceriymiş (marifet) gibi… Her şey yeni ve her şey bir o denli eski. Yeter ki ‘olay’ olsun, ‘olay’ gelsin bizi bulsun ve sonra…hiçbir iz, belirti bırakmadan çekip gitsin.

Biz yine her zamanki biz kalalım. İyi de biz kimiz yahu, neyiz ki?


[1] Didierlaurent, Jean-Paul; 6.27 Treni (Le Liseur du 6 h 27, 2014, Roman), Çev. Aysel Bora, Can Yayınları, Birinci basım, Ağustos 2017, İstanbul, 133 s.