Ön Düşünceler

Zeki Z. Kırmızı / 2021

Juan Carlos Onetti

I


Onetti’den ilk okumam Kısa Hayat.1. Nihayet elime alabildim. Bunda geçen yıl Galeano okumamın etkisi oldu mu? Sanmam. Ama ondan, Uruguay’lı Juan Carlos Onetti’nin Latin Amerika romanının ağırlık noktalarından biri olduğunu öğrenmiştim. Az bile yazdığı kanısındayım. Cortazar’ı Onetti ile aynı çizgiye koyuyorum her ikisinin de okuru olarak.

Onetti’nin daha iki romanı ve birkaç öykü kitabı var Türkçede ve okuma sıramda. Tümünü okuduktan sonra Onetti hakkında kısa ya da uzun yazacağım, yazmam gerek çünkü. Beni Latin Amerika yazınına (ki bu adlandırma son derece bulanık, hatta yanlış) yaklaştırdığı için değil, 20.yüzyıl çağcıl (modern) dünya yazınına gecikmiş katkısından ötürü. 20.yüzyılı biçimlendiren büyük öncülerin (avangard) göz alıcı şalı dünyanın dört bir yanı ve dilinde arkadan gelen büyük yaratıcıları ne yazık ki gölgelemiş görünüyor. Bu nedenle gecikmiş…

Kısa Hayat (La vida breve, 1950) belki en zor romanlarından, erken döneminin işi. Ama gerçek bir yüzyıl bireşimi (sentez). İçinde tüm yüzyılı biçimlendiren düşünce akımı, sanat akımı ve arayışları yer alıyor. Yırtıcılıktan (fovizm) tutun dışavuruma (ekspersiyonizm), izlenimciliğe (empressiyonizm), kübizme, soyutlamalara, yapı kurgu düzeninde deneysel aşırılıklara, karanlık sert film (film noir) havasına ve Dashiell Hammett türü polisiye anlatıların tinsellik yadsımalarına değin hemen her yaşam biçimi sahnelenmekle kalmıyor, tümünün arkasında yatan ve nice bastırılsa da kitap boyunca diplerde ince ince sızlayıp duran (belli belirsiz ama sürekli bir zonklama), anlatıcı yazarımızın yaşamını allak bullak edip bu ‘roman içindeki roman’ın çılgın düşlemine kapı aralayan, karısı Gertrudis’in bir memesinin kesilip alınmasının yıkıcı izlerine tanıklık ediyoruz, hiç o havalarda değilmişçesine acımasız çizgisini sürdüren tüm kakışımlı metin boyunca. Geriye doğru yürüyen yıkıcı bir okuma deneyimi. Çünkü duyguları kazıma yürüyüşü ters yönlü ve bir uçtan öbür uca… Geride onulmaz, avuntusuz bir duygunun kalmasına ne demeli?

Onetti hakkında büyük bir keyifle yazacağımı düşünüyorum. Ama önce keyifle okumayı sürdürmek gerekiyor.

Bu arada Onetti’yi ve yapıtını bunca iyi anlamış, yapıtın tinini (ruh) Türkçede yankılamış Soykan Özyurt’a derin bir teşekkür etmem gerekiyor. Başka bir çevirisini okuduğumu anımsamıyorum.


II


Onetti’nin Türkçede yapıtlarını zamansıralı (kronolojik) okuduğumu sanırken ilk yapıtlarından Veda Ederken2 kısa romanı geldi önüme. Başa dönmüş oldum. Bir bakıma iyi oldu. O karanlık, kara polisiye havalı (atmosfer), son derece geliştirilmiş dışavurumcu, ışık-gölge yansımalarının siyah beyaz ve dumanlı ortamı, tümcelerin sondan başa yürüyen ters akımlı, geri tepmeli yabansılıkları, yaşamın bir bütün olarak roman kişilerine ısrar ve güçle anlamsızlık dayatmaları ve tüm bunların karşısında saltık kötülük imgesi olması beklenen ana kişinin (karakter) içinde iyi ve kötü tartımı konusunda okuru çelişkili duygular içinde bocalatan gelgiti ve Onetti okurunun Onetti okumasından arık, duru, yıkanmış çıkamaması, ta 50’lere, başlangıçlara uzanan bir arayışın sonuçlarıymış demek.

Onetti Veda Ederken’de Hollywood’un esaslı denebilecek kapalı uzam ya da oda (mekân) filmlerinden esinlenerek (neredeyse bir sahne oyunudur okuduğumuz) yine avuntusuz bir toplumsal yargılamayı, hoşgörüsüzlüğü, yanlış anlamayı; derdini bir biçimde anlatamayan ve bu yüzden susmayı yeğleyen tüm kişileri üzerinden, yineliyorum, teselli götürmez, avuntusuz bir dil ve yaklaşımla anlatıyor ve okuru yine istemeyeceği yere gönderiyor, cehenneme postalar gibi. Bundan zevk aldığını düşünmüyorum ama. Yalnızca bir biçemci (üslupçu) olduğunu, imgelem oyunlarına, görüntüler yaratmaya ve karakalem ya da kömürle (füzen) karanlık resimler, gravürler yapmaya düşkün, hatta bağımlı olduğunu düşünüyorum.

Kitabın son tümcesine bakar mısınız?

Genç kız, ağırbaşlı, ebedi, yıkılmazdı; bilmeden, şimdiden gelecekteki şiddetli bir geceye hazırlanıyordu.” (92)


III


Onetti’nin düşsel kenti Santa Maria üçlemesinin ikinci romanı olarak gösteriliyor Tersane.3 Aslında Tersane’den önce yazılan ve göndermeleri ve zamandizini açısından önce gelen Ölütoplayıcı (Juntacadáveres, 1964) henüz Türkçede yok. İlki yukarıda sözünü ettiğim Kısa Hayat’dı (La vida breve, 1950).

Onetti keyifli okuma güvencesi (garanti) veren, etli, lezzetli metinlerin yazarı. Yazı tadı elbette özgün, üzerinde düşünülerek yaratılmış biçemle (üslup) de ilgili. Sözcüğü değil tümceyi zor yakalanır yaban hayvanı gibi avlayan ve yola getiren, yine de anlamlı bir dizinin içine sokabilen zorlu bir yazar. Anlı şanlı birçok yazar ününü daha yalın, sıradan şeylerden üretmiş ve dünyaya salmıştır. Oysa Onetti’nin gözünü diktiği yazarlardan biri örneğin Faulkner’dır ve bu boşuna değildir.

Tümcesi(nin fiziği) yazarı özgün, hatta dünya dışı bir uzama (mekân) zorladığından, bir roman uzamı yaratması kaçınılmazdı. İlginç olan, aynı şeyi zamanda yapmaması. Dünyanın zamanı, onun yarattığı dünya dışı uzamda da geçerli ve bildiğimiz gibi akıyor. Ama tam da bu uymazlık bizi tuhaf ama yine de grotesk olmayan bir hava (atmosfer) içine sokuyor. Bu roman kişilerini ve edimlerini saran hava bizi ölçünlü (standart) değil ölçün dışı polisiye türde (örneğin Dashiell Hammett, vb.) görebileceğimiz, Auerbach’ın Mimesis’in (1946) Rabelais ve Montaigne’yi ele aldığı bölümlerinde sözünü ettiği ‘yaratıklaşma’ (çevirmenler ‘mahlûklaşma’ demişler) kavramıyla karşıladığı kişile(şmele)rine ve ortamlarına taşıyor. Sinemada bir dönemin Fransız polisiye filmlerini anımsayalım, neredeyse klasikleşen...

Romanda (Tersane) insanın içini acıtan ama ne olduğu kolaylıkla bilince çıkarılamayan bir duygu var ama tam da bu duygu, roman boyunca Larsen’in duyguyu yadsıma girişimleriyle dolay(ım)lı biçimde oluşan bir duygu. Cennetten kezlerce kovulmuş, bedelini (kefaret) ödese de asla bağışlanmayacağını bilen ve bundan artık vazgeçen, ama üstlendiği ayartıcılık işlevini, şeytanın işlevini de yaşamın törensel (ritüel) devrelerini yaktığı için bir türlü yerine getiremeyen, hep başarısız kalacak Onetti kişisi, umutsuzluğu duyguların kavrayış çizgisi ya da çemberinin dışına çıkarmış anlatısıyla yakıp kavuruyor içimizi, teselli götürmez biçimde. Onu okuyan susuzluktan kavruluyor ama yakında, ulaşabileceği yerde su yok. Bunun düşü (rüya) bile görülemiyor.

Dili damağı kurutan bir biçemci (üslupçu) Onetti. Gerçekten de büyük bir yazar. Cortazar’dan Marias’a İspanyol dilinde takınağın yazınsal başyapıtlarını vermiş birçok yazarı etkilemesine şaşmamalı. Çağdaşı Cortazar’la iki büyük çağcıl yazın damarından birini yarattığı açık. Ama yapıtı biraz gölgede kalmış gibi. Çünkü kimse, hiçbir düşünce ya da toplumsal yapı Onetti’yi yürekten benimseme cesareti gösteremedi bence. Yanılmaktan ürküldü. Hatta yazar istemedi üstlenilmeyi başta... Öyle görünüyor.


IV


1994’te 85 yaşında 20 yıldır yaşadığı İspanya’da ölen Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti okumam, Türkçe çevirileriyle (4 roman, 1 öykü) sınırlı olarak şimdilik bitti. 1985 tarihli Yarın Başka Bir Gün Olacak4 öykü kitabı okuduğum son kitabı oldu. Kitabın sonunda çevirmen Münir H. Göle’nin biraz dedikodu düzeyinde kalan tanıtıcı bir yazısı var. Belki biraz da çarpıtıcı ama Göle’den kaynaklanmıyor bu hem yazarın kendisinden hem de dolayında örülen çokça kasıtlı söylenden (mit).

Göle çevirisi Onetti’nin tümce düşüncesini Türkçede yansıtmakta biraz yetersiz kalmış gibi. Onetti ‘tümce’ üzerinden kavranması gereken yazarlardan biri. İkincisi, etkilendiği, belki çoğu da niteliksiz polisiye anlatılarındaki (roman, sinema) ortam, atmosfer üzerinde özellikle durulmalı. Öykülerinin küçük evrenlerinde bu havayı, ortamı yansıtmak için tümcesini yeterince ters, sondan başa yönelen akışlarla yeterince biçimlendiremediğinden yansıtamıyor. Ama düz betimlemelerle yetinecek biri de asla değil. Bu nedenle öykülerinin havasına sızmak oldukça zor. Çağrışımsal etkileri fizik anlamda sınırlı, eksik kalıyor. Öte yandan bu öyküler daha büyük sahnenin saptanmış küçük sahneleri gibi. Sanki derinleştirilmek üzere kenara yazılmış, ileride kullanılacak taslaklar (eskizler), çizimler… Ama Onetti’nin bitiş (final) ya da okur kaygısı, hatta yazar kaygısı da olmadığı anlaşılıyor. Yazmak onun zevk(lenme) aracı. Bir özdoyum (mastürbasyon). Bunca dışlanılmak, iplenmemek sanırım biz okurlar için büyüleyici bir çekim gücü yaratıyor ilginç biçimde. Elbette bu dediklerim Onetti’nin yazında yaptığı şeyi önemsiz kılmaz. Tersine yazının yazardan kurtulduğunda, bağımsızlığını kazanıp bunu duyurduğunda (ilân) önüne daha ne türden olanaklar açılabileceğinin kanıtı tüm yapıtları.

Benim anladığımca, güç bela kesinlediği bir kişi imgesi var ve bu insan-imge bataklığa doğru sürüklenen, bir türlü kendinde, derli toplu ve sınırlarına egemen kalamayan, ölüme, özkıyıma (intihar) yatmış, yönelmiş bir imge. Onetti’nin kendi değil, yokülkesi (ütopya), negatif resmi denebilecek imge bir yandan. Onetti’nin yapamadığını, asla yapamayacağını gerçekleştiren, hatta aşağıladığı, tınmadığı dünya nimetlerini tepe tepe kullanan bir pislik olarak var kalma becerisini yadsıyan, dışlayan, terk eden bir gölge. Hangisi ötekinin tini buna karar vermek zor. Ama onun hınzırca, yaşamsal çıkarını öncelemeye olan yatkınlığı ve bilinci (oportünizm) tinin öteki yana, sayfaların arasına postalandığı duygusunu veriyor.

Öykülerden ağzımızda kalan tada gelince çok lezzetli bilmediğimiz bir şeyi yemekle bildiğimiz iğrenç bir şeyi yemenin tekinsiz tadından, karışımından söz etmek yerinde olur gibi. Kendimizi becerilmiş bir düzen yerine koymamak ve direnmek için bayağı sıkı tutunmamız, üstelik Onetti’yi Onetti’ye karşın okumamız doğru olabilir. Belki hiç okunmamaktansa böyle okunmayla yetinmeyi o da yeğleyecektir. Çünkü neyin iyi ya da doğru olduğuna ilişkin kararı o vermediğine göre biz niye verelim ki?


Bir dipçe (not):


Örneğin savaş sonrası İtalyanYeni Gerçekçilik, görüntü ya da fotoğraf konusunda Onetti denli yanıltmadı bakanları. Onetti fotoğrafını ağılı örümceğin ağı gibi, yanıltıcı bir gerçeklik içtenliği ve inandırıcılığıyla çekmiş biri. İnsan sıkı durmazsa kendini örümceğin kolları arasında bulabilir. Böyle bir karabasanın nasıl da çekici, sürükleyici olabileceğini ise ancak bir tinçözümcü (psikanalist) anlayabilir.

Onetti eşsiz bir okumaydı ve tüm benzeri okumalar gibi okur onun yapıtından, Onetti cinayetinin kurbanı bir cesede dönüşmüş olarak çıkabiliyor, o da çıkabilirse. Zaten kendisinin yazı eylemini de kurguya katan ve en çok da katil ya da kurban rolünden hoşnut kalan şeytanca kurgusunun en yalın özeti nedir denirse şu: ölmek istemiyorsan öldür. Öldüremeyeceksen de çok sürmeyecek, en kısa zamanda kurban edilecek, öldürüleceksin. İpin iki ucunda ölüm var. Silahın kimde, hangi uçta olduğunun bir önemi olabilir mi?

Juan Carlos Onetti

V


Yazdığı bu son romanda 5 Onetti, o nevrotik, özkıyımın (intihar) eşiğinde kişisini (Hep aynı işi, öyle sanıyorum kendisiyle az çok özdeşleştirdiği biri.) imgeleminde yarattığı kente (Santa Maria) taşıyor. Bu kent ve içinde yarattığı insanlardan kimileri, uzamlar (mekân) o siyah beyaz filmin dışavurumcu çerçevelerinden taşıyor. Yatışmamış ve inancını nedense ve çoktan yitirmiş tin uzak teselli anlarından ışık alsa da yer yer, bu ışığın ortaya çıkardığı varlık da bir yığıntı, ürpertici bir gizilgüç, bir yıldırı (tehdit) göndergesi (ima) gibi okuru tedirgin ediyor. Huzursuzluğunu okura sıvayan Onetti sağlam durmayan okurunu çukura sürüklemekten özel bir zevk alır mı? Gerçekten sapkın (eril olmasına eril ve bu eril sınırlar içinde düşlemin en uçlarında gezinme izlenimini esirgemeyen) bir çağrı mı söz konusu? Bana öyle gelmiyor. Yalnızca usa yönelik iyimser ve budala çağrılardan bıkmış, aktörel iyiliği sıçıp sıvama eğilimini güçlükle denetleyen (zapt etmek) tutkulu (?) bir yoldan çıkmışlık eğilimi, geçmişte yitirilmişin onulmaz ve en mide bulandırıcı biçimlerde tutulan yası, Kieslowski’nin Öldürme Üzerine kısa Bir Film’inde (1988) insanı küçük, nedensiz bir biçimde ölüme yollama düşüncesindeki büyüleyici karar anının kötücül tüm olanakları (imkân), yaşam akışının bataklaşma ve çürüme eğilimi içindeyken kırk yılda bir uyanan kabuk altında gömülü duygunun iyilik ve kötülükle çift yanlı canlanması ve yoruma olanca açıklığına bağlı geçicilik duygusu, kendine kıymamak için nedensiz kalmanın ve yine de kıymamanın açıklanamazlığı ve bunun yarattığı kirlenme, vb., artık bu tarihleri de birbirine (kurgu içinde, bilinçle) karışmış günce biçimli romanın havasını yansıtmaya az da olsa yeter belki.

Onetti’nin anlatıları bir film için senaryo olarak düşünülmeli. Çünkü kurgusu değil belki ama uzam (mekân) betimlemeleri (tasvir) tümüyle sinematografik, hem de sinemanın belli bir türüyle de ilgili. Siyah beyaz dönem, polisiye filmler, örneğin Orson Welles uzamı geliyor usuma. Elbette kişilerini çizişi de görsel ama bu çizgiler iç dünyaların da aynası aynı zamanda. Senaryo yazan biri ayrıca, belirtelim.

Bir de, Onetti tümcesi... Bunun üzerinde durmalıyım.


[1] Juan Carlos Onetti; Kısa Hayat (La vida breve, 1950), Çev. Soykan Özyurt, Alef y., Birinci basım, 2019, İstanbul, 367 s.

[2] Juan Carlo Onetti; Veda Ederken (Los Adioses, 1954), Çev. Münir H. Göle, Alakarga yayınları, Birinci basım, 2018, İstanbul, 92 s.

[3] Juan Carlos Onetti; Tersane (El Astillero, 1961), Çev. Suna Kılıç, Alef yayınları, Birinci basım, 2016, İstanbul, 245 s., Hortensia Campanella’nın sonsözü, s.213-245.

[4] Juan Carlos Onetti; Yarın Başka Bir Gün Olacak (Mañana Será Otro Dia, 1985), Çev. Münir H. Göle, Alakarga yayınları, Birinci basım, 2018, İstanbul, 101 s.

[5] Onetti, Juan Carlos; Artık Fark Etmediğinde (Cuando ya no importe, 1994, Roman), Çev. Nurhayat Çalışkan, Alakara Yayınları, Birinci Basım, Mart 2018, İstanbul, 232 s.