Derviş ve Ölüm
Zeki Z. Kırmızı / 2023
Derviş ve Ölüm
Zeki Z. Kırmızı / 2023
Selimović, Meša; Derviş ve Ölüm (Derviš i smrt , 1966), Çev. Mahmut Kıratlı, Can Yayınları, Birinci Basım1988, İstanbul, 446 s.
Türkçemizde okunuşuyla Meşa Selimoviç’in ünlü romanı Derviş ve Ölüm’le yıllar ve yıllar sonra buluşabildik sonunda. Onu neredeyse yarım yüzyıldır bilirim, ilk Varlık baskısından (1973) beri. Kitap ilk Varlık Yayınevi’nce basıldı ama aynı eşsiz çevirinin (Mahmut Kıratlı Sırbo-Hırvatça’dan çevirdi.) serüveni günümüze gelinceye dek biraz karışık. Sıra şöyle:
Sonunda Türkçe yayın hakları Timaş Yayınevi’nce satın alınmış, çeviri onun malı durumunda. Bunun sonuçlarını bu yazının ekinde anlatacağım ama sorumluluğun Timaş Yayınevi’nde olup olmadığı konusunda kesin bir sonuca varmam olanaksız. Giderek Türkiye sağına, hatta İslamcı çizgiye kaptırılan Derviş ve Ölüm aslında bu anlayışın üstlenebileceği bir roman değil, okuyan bilir. Bu konuda kısa düşüncemi yazmadan önce yazarın anılarından alınan ve romanın yazım öyküsünü anlatan girişteki metinden öğrendiğimi aktarayım. Kitabın 20 yıllık bir yazı serüveni var. Aynı cephede faşizme karşı yer aldığı en büyük ağabeyi Şevki Selimoviç, sonradan iş işten geçtikten sonra asılsızlığı kanıtlanan bir hırsızlık suçlamasıyla subayı olduğu 3. Kolordu Askeri Mahkemesi kararıyla 1944 yılında kurşuna dizilir. Bu olayın ağır etkisini tüm yaşamı boyunca üzerinde taşıyan Meşa Selimoviç, ağabeyinin başına geleni değil, kendisinin bu olay karşısındaki çekinik, ikircimli, dolaylı olarak işbirlikçi, vb. tutumunu bağışlayamaz ve tam da anlatmak istediği şey (insanın insana) ihanetini anlatmaktır. Neden kararsız kalmış, yeterince, ölümü bile göze alarak karşı çıkmamış, haksızlığa boyun eğmiştir. 20 yıl boyunca yaza yırta bu kişisel hesaplaşmasını yapmış, sonunda Derviş ve Ölüm romanı, ülkesinin, dilinin ve Avrupa yazınının 20.yüzyıla iz bırakmış anlatısı olarak ortaya çıkmıştır. Tabii ülkesinde, parçalanmadan sonra onu üstlenen yeni ülkesinde bir yazınsal tapıncağa (kült) dönüştü Selimoviç ve bu romanı. Ülkesi ve dilinin en büyük anıtlarından biri, klasiği denebilir.
Hakkında hep olumlu izlenimlerle yaşamım boyu yanımda taşıdığım romanı elime almam neredeyse bir rastlantı ya da tansık sonucu desem yeri. Bende Varlık baskısı olduğundan, sonra Can baskısıyla kitabı yenilediğimden çok emindim ve ilk baskıdan okumaya hevesliydim. Ama gördüm ki ilk baskı bende yok (Oysa Varlık baskısı kapağıyla gözümün önündeydi hep.), Can’dan çıkan kötü dördüncü baskısı var yalnızca. Yenilemek için istemeye istemeye (Açıkçası Timaş benim güvenebileceğim bir yayınevi değil.) Timaş’ın son baskısını da edindim (2023) ama onun da baskı niteliğinin gerekli özeni taşıdığını söyleyemem. Ya çeviri konusundaki yayıncı tutumlarına ne demeli? Bu konuya yazının ekinde değineceğim örneklerle, belirttiğim gibi.
*
Yazar, 14. bölüme değin kendi içinde tutarlı bir Dostoyevski izleğini aldığı etkileri fazlaca taşıyarak başarıyla romanına uygularken, 14. bölümden 16. ve son bölümün ortalarına dek düzey yitirmekte, romanın sonlarında belirsizlikler içerisindeki toparlama çabası da dengesizliği yeterince giderememektedir. Ama bu bir Dostoyevski sayrılığı (hastalık) olarak da görülebilir. Ben sayrılık dedim ama başkaları belirtgen (tipik) Dostoyevski uygulamasından söz edecektir (belki de haklı olarak). Ama şunu benimsemek doğru olur. Dostoyevski’nin elinde olağanüstü işleyen anlatı yapıları ikincil ellerde olumsuz, kötü sonuçlar doğurabilir olasılıkla. Meşa Selimoviç, Dostoyevski’nin birden çok kişiyle (karakter) simgelediği temel ıraları (özellik) tek kişide (Derviş) bir araya getirerek işini daha da zorlaştırmaktadır. Önemli ama ikincil kişilerden olan ve koruyucusuna, şeyhine ihanet eden Molla Yusuf bir ölçüde Stavrogin’i (Karamazof Kardeşler, 1880) yankılasa da yine derin ve uçlarda seyreden, tutaraklı (histerik) çelişkileri Şeyh Nurettin tek başına kendi içinde taşıyor. Daha romanın başında kadının (Aynî) güzel karısıyla görüşme sahnesinde şeyhin içinden geçenleri açıklıktan yoksun, örtük biçimde yazarın şiirli bir anlatımla ustalıkla aktardığına bakılırsa derviş kendi içinde iki karşıt eğilimi, iyiliği ve kötülüğü bir tohum olarak barındırmakta, imgelemi onu iyiliğin ve kötülüğün somut simgelerine taşımaktadır. İshak (gölge kaçak kişi ve kuş), vb. Herkesin dürüst bir insan olarak gördüğü tekke şeyhi kendisinin nasıl biri olduğu konusunda kararsızdır ve kardeşinin haksızca öldürülmesinin öcü din adamının kaldıramayacağı biçimde içinde dal budak salmaktadır. Bunun için tıpkı ona ihanet edildiği gibi o da dostlarına ihanet edecek, acı çekmelerine, belki ölmelerine neden olacaktır. Tüm bunlar gerçekten etkileyici ve ışık-gölge dans diliyle başarıyla aktarılmış, Selimoviç tinsel iç dünyayı, tüm içindeki çelişkilerle, meleğin ve şeytanın dengesini tutturamayan tartısında dışa yansıtmış, Dostoyevski gibi kişisini sonuna değin arkalamamış, insanlık durumunun inançların kat kat örtüsü altında çelişkilerini dışavurumcu bir anlayışla yansıtarak gerçekte inanç söylemini (retorik) bir maske olarak kullanmıştır. Dostoyevski de bunu yapmıştır, onun Slavofil Hristiyanlığı da ölümcül, mayınlı bir alandır. Bana kalırsa Derviş ve Ölüm, ustasına (F. M. Dostoyevski) en bağlı, izinde, başarılı bir ikinci el uyarlaması olarak asıl ilginçliğini, özellikle Müslüman coğrafyasında hem dinsel (İslam) göndermeleriyle hem de ana izleği zamanda geriye, oldukça değişik tarihsel uzam, zaman ve ilişkilere (Romanda geçen kimi kavramlar: Osmanlı sancağı? Balkanlar, Bosna, kadılık, sipahilik, Bektaşi- Mevlevi tekkeleri, müftülük, mutasarrıflık, şeyh, molla, zindan, vb.) uygulayarak iki dünya okuruna da anlamlıca göz kırpmıştır ama yazarın biçemi, emeği, yazın birikimi romanı üreten dürtüsünün büyüleyici olduğunun bir kanıtı. İyi bir çağ romanı yaratmanın peşinde titiz bir şiir işçiliğiyle yirminci yüzyıl roman evrenine (özünde Batı geleneğinin parçası olarak) armağan olan kitap benim beklentimi eğer tam karşılayamadıysa bunun nedeni Dostoyevski’ye gereğinden çok bağlı kalmışlığından… Bu bağlılık romanın son sayfalarda kurtarılsa da son üç bölümde sendelemesinin de sorumlusu. Dostoyevski’ye özgü denge noktası yitimi burada değişik bir sonuç doğuruyor. Roman uzun sayfalar boyu tutturduğu düşünsel derinliğini ve iç hesaplaşmalarındaki derin gözlem yeteneğini, suyla dolu kovayı sanki elinden kaydırarak boşaltıyor, son anda kovada kalan, kurtarılabilen suyla. Okuduğum için (yazın dışı nedenlerle de) mutlu olduğum bu roman bana bir insan olarak kendime çok da güvenişimi yeniden tartışmaya almamı, insanın aynı zamanda nasıl da aşağılık bir tür olduğunu gösterdi. İnsanın yaptığı seçimleri haklı çıkarma yeteneğinin neredeyse sonsuz olması tüm inanç yapılarını yerle bir etmeye yeter, yeter ki o inanç yapıları tam da bu insan yeteneğini paravan yapmasın, yapıp bunu kutsallaştırmasın. İyi de böyle değil mi? İnanç yapıları tarihsel koşullara uyma yetenek ve esnekliğiyle zamanla ödünleşir demek yetersiz bir açıklama. Bana göre kutsalın, kendini kutsal olarak satanın özünde, çekirdeğinde, ilk kalkış noktasında var bu büyük yalan. Ama Meşa Selimoviç’in de Fedor Mihayloviç Dostoyevski’nin de tartışmayı buralara değin sürdürdüklerini ileri sürmek büyük bir yanılgı olur. Aktörenin güncel sınırları içerisinde bir tartışmadır yürüttükleri ve hiç de azımsanamaz. Hele dürüst inançlı okurun bulacağı birçok şey var bu yazar ve yapıtlarda, gerçekten dürüst iseler…
EK. Türkçe Sorunu.
Mahmut Kıratlı’nın güzelim, arı duru, pırıl pırıl Türkçesinden okuduğum romanı yeni (son) basımıyla karşılaştırdığımda neredeyse 30 yıldır kavgasını verdiğim, tartıştığım bir sorunla somut biçimde karşılaştım. Bizim kuşak Türkçe duyarlığı keskin, tutarlı belki de son kuşaktı. İlk gençliğimiz ve gençliğimiz 60 sonu, 70’lerin ilk yarısına denk gelir. Dilin canlı olduğunu, yazarak işlenip geliştirilebileceğini, anlatım gücünün çoğaltılabileceğini, ama bunun aynı zamanda ulusal bir tasar olarak üstlenilmesi gerektiğini, vb. biliyorduk. Bunun karşısında duran, dilin ölü olduğunu, değiştirmenin suç olduğunu, Türkçenin gücünün yetmezliğini, Arapça-Farsça ve başka dillerle varsıllaştığını, dili özleştirmenin yoksullaştırma olduğunu söyleyen kişiler, tutucu yazar çizerler ve onların siyasal egemenlikleri 70 ve özellikle 80’den sonra kurumsal kaynaklara sızarak, ilköğretimden, hatta ana sınıflarından başlayarak Türkçeyi önce dondurma, sonra geriletme, en son eskitme (‘Yaşayan Türkçe’) çabasına akçalı, arsız, saldırgan, güç destekli biçimde giriştiler. Bu olağandı, olağan olmayan devrimci toplumsal devingenliğini yitiren tüm toplumun sürece içler acısı biçimde teslim oluşu ve yalancı devrimciliğin gerçeğinin yerine geçip kitleleri yanıltmasına değin gericileşme sürecinin solcu görünenlerin iş birliği ve marifetiyle katlanarak sürdürülmesiydi. Artık sözde sol kökenli büyük ve parlak yayınevlerimiz de içinde (Metis’ten Can’a, İletişim’den Alfa’ya, Yapı Kredi’ye hemen tümü) Türkçeyi eskitmenin militanlığını yapar oldular ve böylece 12 Eylül’den yeterli dersi aldıklarını kanıtlamış oldular. Türkçeyi varsıllaştırdıklarını sanıp nasıl yoksul ve yoksun kıldıklarının kanıtını, herhangi bir yerli ya da çeviri güncel yayınlarını alıp izlemek verecektir. Bunun için Türkçeyi gönüllü izleme kurulu oluşturup örnekleri yüzlerine çarpmanın çok gerekli olduğunu düşünenlerdenim. Yani Türkçenin doruğa taşınan ve süren arınma, anlatma yeteneği hızla yok ediliyor. Ama daha kötüsü de var.
Aşağıda üç baskıdan Derviş ve Ölüm çevirisini karşılaştıracağım. Mahmut Kıratlı’nın güzelim, eşsiz çevirisi yayınevlerinin elinde Türkçe siyasetleriyle dans etmiştir. Bunu başlatan 1999 sonrası yayıncılardan biri olabilir. Ne yazık ki karşılaştırma olanağım yok ama benim görüşüm çeviri dilini önce yenileme, sonra eskitme işleminin 27. Baskıyı yapan Timaş’la başladığı yönünde. 2009 yılından beri çevirinin yayın hakları Timaş’ta çünkü. Sanırım Mahmut Kıratlı’nın kalıtçıları (varsa) yayınevleriyle bir sözleşme ya da anlaşma yapmış olmalılar. Eğer çeviri diliyle oynamanın böyle yasal bir dayanağı da yoksa vay başımıza! Yayınevi pervasızca, okurun değişimi anlamayacağından yüzde yüz güvenli, çevirinin Türkçe iç tutarlığı ve güzelliğine karışabilir mi? Aşağıda rastgele birkaç örnekle süreci anlamaya çalışacağım:
Varlık Yayınları (1973) baskısından:
1.Bölüm girişi.
Bismilâhirrahmânirrahîm
Hokka ile kalemi ve yazmakta oldukları şeyleri
tanıklığa çağırıyorum.
Yanıltıcı akşam karanlığı, gece ve gecenin canlandırdığı her şeyi
tanıklığa çağırıyorum;
ayın on dördü ile şafak vaktini
tanıklığa çağırıyorum;
kıyamet günü ve kendi kendini kınayan ruhu
tanıklığa çağırıyorum;
her insanın daima zararda olduğuna dair
her şeyin başlangıcı ve sonu olan zamanı
tanıklığa çağırıyorum. (Kur’anı Kerim’den)
Nedensiz, ne kendim, ne de başkası için bir çıkar beklemeden, çıkar ve anlayıştan daha güçlü olan bir ihtiyacın etkisi altında; önümde beni kışkırtır gibi bekliyen bu kâğıdın üzerinde mürekkep izleri bırakınca, kendi kendime yaptığım acı konuşmaların yazılmışı kalır da kıyamet gününde -eğer olursa- bu karara varılır ümidiyle hikâyemi yazmaya başlıyorum.
Can Yayınları (1988) baskısından. Çevirmen Mahmut Kıratlı’nın öldüğü yıl:
1.Bölüm girişi.
Bismilâhirrahmânirrahîm
Hokka ile kalemi ve yazmakta oldukları şeyleri
tanıklığa çağırıyorum.
Yanıltıcı akşam karanlığı, gece ve gecenin canlandırdığı her şeyi
tanıklığa çağırıyorum;
ayın on dördü ile şafak vaktini
tanıklığa çağırıyorum;
kıyamet günü ve kendi kendini kınayan ruhu
tanıklığa çağırıyorum;
her insanın sürekli zararda olduğuna ilişkin
her şeyin başlangıcı ve sonu olan zamanı
tanıklığa çağırıyorum. (Kur’an’den)
Nedensiz, ne kendim, ne de başkası için bir çıkar beklemeden, çıkar ve anlayıştan daha güçlü olan bir gereksinmenin etkisi altında; önümde beni kışkırtır gibi bekleyen bu kâğıdın üzerinde mürekkep izleri bırakınca, kendi kendime yaptığım acı konuşmaların yazılmışı kalır da kıyamet gününde -eğer olursa- bu karara varılır umuduyla öykümü yazmaya başlıyorum.
Timaş Yayınları (2023) baskısından:
1.Bölüm girişi.
Bismilahi’r-rahmani’r-rahim
Hokka ile kalemi ve yazmakta oldukları şeyleri
tanıklığa çağırıyorum.
Yanıltıcı akşam karanlığını, geceyi ve gecenin canlandırdığı her şeyi
tanıklığa çağırıyorum;
ayın on dördü ile şafak vaktini
tanıklığa çağırıyorum;
kıyamet gününü ve kendi kendini kınayan ruhu
tanıklığa çağırıyorum;
her insanın daima zararda olduğuna dair
her şeyin başlangıcı ve sonu olan zamanı
tanıklığa çağırıyorum. (Kur’anı Kerim’den)
Nedensiz, ne kendim, ne de başkası için bir çıkar beklemeden, çıkar ve anlayıştan daha güçlü olan bir ihtiyacın etkisi altında; önümde beni kışkırtır gibi bekleyen bu kâğıdın üzerinde mürekkep izleri bırakınca, kendi kendime yaptığım acı konuşmaların yazılmışı kalır da kıyamet gününde -eğer olursa- bu karara varılır ümidiyle hikâyemi yazmaya başlıyorum.
*
Varlık Yayınları (1973) baskısından:
3.Bölüm girişi.
Tanrım, onlar inanmıyorlar!
Huzursuzluk beni sabırla bekliyordu. Sanki eve girerken onu dışarıda bırakmış, çıkınca da tekrar almıştım.
Şimdiki huzursuzluğum öncekinden daha ayrıntılıydı, zenginleşmiş, ağırlaşmış, çapraşık bir hal almıştı. Hiçbir kötülük yapmadığım halde o boğucu sessizlik, o zifirî karanlık, o çirkin gerilim, o gülümseme ile güzelleştirilmiş gizli düşünceler, o utanç verici sırlar bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Bir fırsat kaçırmış, yanlış bir iş yapmış gibi bir his vardı içimde; ama bu işin ne olduğunu, nasıl bir yanlış yaptığımı bilemiyordum.
Can Yayınları (1988) baskısından. Çevirmen Mahmut Kıratlı’nın öldüğü yıl:
3.Bölüm girişi.
Tanrım, onlar inanmıyorlar!
Huzursuzluk beni sabırla bekliyordu. Sanki eve girerken onu dışarıda bırakmış, çıkınca da yeniden almıştım.
Şimdiki huzursuzluğum öncekinden daha ayrıntılıydı, zenginleşmiş, ağırlaşmış, çapraşık bir hal almıştı. Hiçbir kötülük yapmadığım halde o boğucu sessizlik, o zifir karanlığı, o çirkin gerilim, o gülümseme ile güzelleştirilmiş gizli düşünceler, o utanç verici gizler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Bir fırsat kaçırmış, yanlış bir iş yapmış gibi bir duygu vardı içimde; ama bu işin ne olduğunu, nasıl bir yanlış yaptığımı bilemiyordum.
Timaş Yayınları (2023) baskısından:
3.Bölüm girişi.
Tanrım, onlar inanmıyorlar!
Huzursuzluk beni sabırla bekliyordu. Sanki eve girerken onu dışarıda bırakmış, çıkınca da tekrar almıştım.
Şimdiki huzursuzluğum öncekinden daha ayrıntılıydı, zenginleşmiş, ağırlaşmış, çapraşık bir hal almıştı. Hiçbir kötülük yapmadığım halde o boğucu sessizlik, o zifirî karanlık, o çirkin gerilim, o gülümseme ile güzelleştirilmiş gizli düşünceler, o utanç verici sırlar bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Bir fırsat kaçırmış, yanlış bir iş yapmış gibi bir his vardı içimde; ama bu işin ne olduğunu, nasıl bir yanlış yaptığımı bilemiyordum.
*
Varlık Yayınları (1973) baskısından:
6.Bölüm girişi.
İsteyen zayıftır,
ama isteyenden istenen şey de zayıftır.
Sabahleyin ovaya indim. Çiçekli bayırlara tırmandım. Bodur meyva ağaçlarının altında durup yüzümü bahar yüklü dallara döndüm. Binlerce çiçek ürün vermeye hazır bekliyordu. Görülmiyen sayısız damarcıklardan akan sıvının uğultusundan, hışırtısından mest oldum. Akşam olduğu gibi, tekrar iki elimle dalları tutmayı, ağacın renksiz kanını damarlarımda akıtmayı, ağrı duymadan çiçek açmayı ve solmayı arzu ettim.
Bu acayip arzunun tekrar belirmesi, taşıdığım acının ne kadar ağır olduğunu gösteriyordu.
Ormandan, belirli aralıklarla güm, güm diye bir balta sesi geliyordu. Her vuruştan sonra, güçlü eller tekrar baltayı kaldırıp indirirken, kısa bir sessizlik oluyordu. Bu uzaklıktan bile baltanın geniş ağızlı, keskin olduğunu, kudurmuş gibi ağacı ta iliğine kadar dişlediğini anlıyabiliyordum.
Can Yayınları (1988) baskısından. Çevirmen Mahmut Kıratlı’nın öldüğü yıl:
6.Bölüm girişi.
İsteyen zayıftır,
ama isteyenden istenen şey de zayıftır.
Sabahleyin ovaya indim. Çiçekli bayırlara tırmandım. Bodur meyve ağaçlarının altında durup yüzümü bahar yüklü dallara kaldırdım. Binlerce çiçek ürün vermeye hazır bekliyordu. Görülmeyen sayısız damarcıklardan akan sıvının uğultusundan, hışırtısından sarhoş oldum. Akşam olduğu gibi, yeniden iki elimle dalları tutmayı, ağacın renksiz kanını damarlarımda akıtmayı, ağrı duymadan çiçek açmayı ve solmayı istedim.
Bu şaşırtıcı isteğin yeniden belirmesi, taşıdığım acının ne kadar ağır olduğunu gösteriyordu.
Ormandan, belirli aralıklarla güm, güm diye bir balta sesi geliyordu. Her vuruştan sonra, güçlü eller yeniden baltayı kaldırıp indirirken, kısa bir sessizlik oluyordu. Bu uzaklıktan bile baltanın geniş ağızlı, keskin olduğunu, kudurmuş gibi ağacı ta iliğine kadar dişlediğini anlayabiliyordum.
Timaş Yayınları (2023) baskısından:
6.Bölüm girişi.
İsteyen zayıftır,
ama isteyenden istenen şey de zayıftır.
Sabahleyin ovaya indim. Çiçekli bayırlara tırmandım. Bodur meyve ağaçlarının altında durup yüzümü bahar yüklü dallara döndüm. Binlerce çiçek ürün vermeye hazır bekliyordu. Görülmeyen sayısız damarcıktan akan sıvının uğultusundan, hışırtısından mest oldum. Akşam olduğu gibi, tekrar iki elimle dalları tutmayı, ağacın renksiz kanını damarlarımda akıtmayı, ağrı duymadan çiçek açmayı ve solmayı arzu ettim.
Bu tuhaf arzunun tekrar belirmesi, taşıdığım acının ne kadar ağır olduğunu gösteriyordu.
Ormandan, belirli aralıklarla, güm güm diye bir balta sesi geliyordu. Her vuruştan sonra, güçlü eller tekrar baltayı kaldırıp indirirken, kısa bir sessizlik oluyordu. Bu uzaklıktan bile baltanın geniş ağızlı ve keskin olduğunu, kudurmuş gibi ağacı ta iliğine kadar dişlediğini anlayabiliyordum.
*
Varlık Yayınları (1973) baskısından:
8.Bölüm girişi.
Tanrım, Sen ve kardeşimden başka kimsem yoktur benim.
Bundan sonra birkaç kez Hasan’ı boşuna aradım. Onu, uşaklarından yaşlı olanı da aramış ve arkadaşlarıyla birlikte hapiste olduğunu öğrenmiş. Hasan, dün gece, gece yarısından sonra evden çıkmış, arkadaşlarıyla buluştuktan sonra Frenk mahallesinde birtakım gençleri dövmüşler. Gençlerden sırtında sopa izi olmayan kimse kalmamış. Aslına bakılırsa suç gençlerdeymiş, çünkü kavgaya başlayan onlarmış. Şimdi gençlerin sırtlarına ıslak bezle kompres yapılırken, Hasan ve arkadaşları da hapiste yatıyorlarmış. İçkili âlemler hep bu şekilde bitermiş. Gerçi kendileri, suçlu olup olmadıklarını hatırlamazlarmış, ama
Can Yayınları (1988) baskısından. Çevirmen Mahmut Kıratlı’nın öldüğü yıl:
8.Bölüm girişi.
Tanrım, Sen ve kardeşimden başka kimsem yoktur benim.
Bundan sonra birkaç kez Hasan’ı boşuna aradım. Onu, uşaklarından yaşlı olanı da aramış ve arkadaşlarıyla birlikte tutukevinde olduğunu öğrenmiş. Hasan, dün gece, geceyarısından sonra evden çıkmış, arkadaşlarıyla buluştuktan sonra Frenk mahallesinde birtakım gençleri dövmüşler. Gençlerden sırtında sopa izi olmayan hiç kimse kalmamış. Aslına bakılırsa suç gençlerdeymiş, çünkü kavgaya başlayan onlarmış. Şimdi gençlerin sırtlarına ıslak bezle kompres yapılırken, Hasan ve arkadaşları da tutukevinde yatıyorlarmış. İçkili âlemler hep bu biçimde bitermiş. Gerçi kendileri, suçlu olup olmadıklarını anımsamazlarmış, ama
Timaş Yayınları (2023) baskısından:
8.Bölüm girişi.
Allah’ım, Senden ve kardeşimden başka kimsem yoktur benim.
Bundan sonra birkaç kez Hasan’ı boşuna aradım. Onu, uşaklarından yaşlı olanı da aramış ve arkadaşlarıyla birlikte hapiste olduğunu öğrenmiş. Hasan, dün gece, gece yarısından sonra evden çıkmış, arkadaşlarıyla buluştuktan sonra Frenk mahallesinde birtakım gençleri dövmüşler. Gençlerden sırtında sopa izi olmayan kimse kalmamış. Aslına bakılırsa suç gençlerdeymiş, çünkü kavgayı başlatan onlarmış. Şimdi gençlerin sırtlarına ıslak bez konurken, Hasan ve arkadaşları da hapiste yatıyorlarmış. İçkili âlemler hep bu şekilde bitermiş. Gerçi kendileri, suçlu olup olmadıklarını hatırlamazlarmış; ama
*
Varlık Yayınları (1973) baskısından:
10.Bölüm girişi.
Ruhumu kirleten mutsuzluk olacaktır.
Bir zamanlar korkusunu şiiri andıran sözlerle belirten bir çocuk vardı.
Tavanda
bir direk var başa vuran,
Bir rüzgâr var kapağı çarpan,
Bir fare var köşeden bakan.
Derviş-asker olan bana ve diğer askerlere mavi gözleriyle hayran hayran bakan bu çocuk, altı yaşındaydı. Arkadaştık, dosttuk onunla. Hayatında beni sevdiği kadar, başkasını sevip sevmediğini bilmiyorum. Yaş farkını ortadan kaldırmış, seviyesine inerek onu sevinçle karşılamıştım.
Mevsim yazdı. Hava sık sık değişiyor, yaz yağmurları yağıyordu. Çadırlarımızı, kurbağa ve sivrisineği bol olan bir düzlükte kurmuştuk. Sava nehri ile küçüğün yarı kör anneannesi ve annesinin oturdukları han, buradan bir saat uzaklıktaydı.
Can Yayınları (1988) baskısından. Çevirmen Mahmut Kıratlı’nın öldüğü yıl:
10.Bölüm girişi.
Ruhumu kirleten mutsuzluk olacaktır.
Bir zamanlar korkusunu şiiri andıran sözlerle belirten bir çocuk vardı.
Tavan arasında
bir direk var başa vuran,
Bir rüzgâr var kapağı çarpan,
Bir fare var köşeden bakan.
Derviş-asker olan bana ve diğer askerlere mavi gözleriyle hayran hayran bakan bu çocuk, altı yaşındaydı. Arkadaştık, dosttuk onunla. Yaşamı boyunca beni sevdiği kadar, başkasını sevip sevmediğini bilmiyorum. Yaş farkını ortadan kaldırmış, düzeyine inerek onu sevinçle karşılamıştım.
Mevsim yazdı. Hava sık sık değişiyor, yaz yağmurları yağıyordu. Çadırlarımızı, kurbağa ve sivrisineği bol olan bir düzlükte kurmuştuk. Sava ırmağı ile küçüğün yarıkör anneannesi ve annesinin oturdukları han, buradan bir saat uzaklıktaydı.
Timaş Yayınları (2023) baskısından:
10.Bölüm girişi.
Ruhumu kirleten mutsuzluk olacaktır.
Bir zamanlar korkusunu şiiri andıran sözlerle belirten bir çocuk vardı.
Tavan arasında bir direk var başa vuran,
Bir rüzgâr var kapağı çarpan,
Bir fare var köşeden bakan.
Derviş-asker olan bana ve diğer askerlere mavi gözleriyle hayran hayran bakan bu çocuk, altı yaşındaydı. Arkadaştık, dosttuk onunla. Hayatında beni sevdiği kadar, başkasını sevip sevmediğini bilmiyorum. Yaş farkını ortadan kaldırmış, seviyesine inerek onu sevinçle karşılamıştım.
Mevsim yazdı. Hava sık sık değişiyor, yaz yağmurları yağıyordu. Çadırımızı, kurbağa ve sivrisineği bol olan bir düzlükte kurmuştuk. Sava Nehri ile küçüğün yarı kör anneannesi ve annesinin oturdukları han, buradan bir saat uzaklıktaydı.
SONUÇ
Yukarıdaki karşılaştırma bana önyargının ne denli yanıltıcı olacağını gösterdi ve şimdi bir özeleştiri yapmamı gerektiriyor. Aslında Can Yayınları, 1988 yılında çevirmenin onayıyla (umarım) ya da onaysız çeviri dilini daha arı, güzel bir Türkçeye dönüştürmüş; metne hiç zarar vermeden, yalnızca sözcükleri Türkçeleştirerek. Bu doğal bir yayıncılık yönetimi (editoryal) uygulaması. Öte yandan Timaş, Can’ın yaptığı arındırma çalışmasını (ki zaten ilk çeviri de yeterince duru, çok güzel bir Türkçedir) atlayarak ilk çeviri baskıya gitmiş, çok küçük yine yönetimsel karışmaların dışında Varlık baskısını olduğu gibi basmış. Bu durumda ilk çeviriye bağlı kalan, çevirmenin seçimine saygılı olan Timaş Yayınları görünüyor, eğer Can Türkçeleştirme, rındırma çalışmasını Mahmut Kıratlı’dan izinsiz yapmışsa.
Bu örnekte durumun beni yalanlaması bu Ek’in girişindeki düşüncelerimi yanlışlamıyor ama. Hemen belirteyim. Yıllardır acısını çektiğim bir konu yanlış bir örnekte patlamış oldu, oysa beni doğrulayan sayısız örneği görmek için herhangi bir yayınevimizin herhangi bir yerli yabancı kitabını karıştırmak yeterli.
(2023)