Ölümle Başbaşa

Zeki Z. Kırmızı / 2024

İnsan duygularını sert, köşeli ve acımasız bir kesinlikle yansıtan, hatta kestirip atan Pėter Nádas’ın öykülerinden bir seçki Ölümle Baş Başa. Öyküler ağırlıklı olarak (dört öyküden üçü) 1960’lardan, kitaba adını veren son öykü ise 2002 tarihli. Macarca’dan dilimize, yazarın Franz Kafka’yı aratacak kerte takır takır, kuru, ezici, yadırgı dilini çok doğru biçimde Türkçeye aktaran çevirmen Gül Benderli’yi kutlamak gerekir. Pėter Nádas 1946 Budapeşte doğumlu. İlk tanıklıkları belli ki savaş sonrasıyla ilgili. Öyküler iyi seçilmiş, yazarın dünyayı kavrayış biçimini ve yazın siyasetini yetkinlikle yansıtıyor. Erken dönem Sovyet karşıtı Doğu Avrupa ülkeleri aydınlarından biri olduğuna ilişkin kimi soru imlerinin okur kafasında doğmasına da yol açan Nádas bu konuda çok da ileri gitmiyor, açıktan eleştiri, daha kötüsü karalama ve Batıya yaranma saçmalıklarını denemiyor. 2003 Franz Kafka Yazın Ödülü alan 82 yaşındaki (2024) yazarın davranışbilimleri (behavioral science) bağlamında insan davranışları üzerine karamsar kimi tezleri üstlendiği açık. Kuşkusuz ilk usuma gelen Golding’den Haneke’ye çekilecek bir çizgi. Araya sayısız sanatçının, faşizmin kitle tinbilimi (psikoloji) üzerine tezler üreten sayısız kurgusal, bilimsel çalışmanın girebileceğini kestirmek hiç zor değil. Jean Amery’yi, Primo Levy’yi, Adorno’yu, Arendt’i, vb. çizgiye halkalar olarak eklemenin de sakıncası yok. İşin özünde ‘kötülük’ kavramı ve bunun varlıkbilimsel ve görüngübilimsel kaynakları yatıyor. Bu sorunun çok eski, başlangıçlara ilişkin bir soru olduğu açık. Ama verilen yanıtlar o gün bugün değişik ve türlü türlü. Bununla ilgili bir ölçüt geliştirmek gerekir ki buradan aynı zamanda bir duruş, bir siyaset çıkarılabilsin. Tabii düşünce ve sanat tarihinin, dinsel inançların da büyük bölümü ‘kötülüğün doğallığı’ üzerinde yapıyor vurgusunu ve günümüzde bile düşünce yapıları ister saldırı ister savunma çizgisinde geliştirilmiş olsun, bu açık-gizli önyargıyla biçimleniyor. Doğrusu tarih ve ortaya koyduğu örnek (sınıf, iyelik, vb. yaşamsal etkinliklerden soyutlandığı için) bu tezi aşırı güçlendiriyor ve etkili de kılıyor. Tarihin egemen sınıflarının tüm tarihsel zaman boyunca başvurdukları en temel düşüngüsel (ideolojik) silah; özetle ‘doğallaştırma’, ‘böyleliğin sürekliliği’, olan bitenin ‘tanrısal kaynağı’ olmuştur. İşte bu durum günceli aşan ikinci bir tarihsel bilinç(lenme) gerektiriyor, direnişi şimdi/burada ve her zaman/her yerde birlikte yürütebilmek için. Her neyse.

Pėter Nádas’a dönersek bu etkili çıkış noktası ve yadırgı biçimiyle düşünceye dilin verdiği ardçağcı (postmodern) sayılabilecek destek bir bakıma tarihin yoksanması (iptal) anlamına da geliyor. Bunun iyi yanı yazarın düşünme biçimlerimizin uyuşuk alışkanlıklarını sarsıyor olması ve kurgusal (fiktif) sanat ürünleri konusundaki yerleşik koşullanmalarımızın bizi kalıplanmış (şematik) düşüncelere tutsak kılmasından ötürü ayrımında olmadan yitirdiğimiz özgürlüğümüzü anımsatması. Öyküleri, geliştirilen kurgunun akışından önvarsayımlı olarak çıkarabileceğimiz sonu, Kafka’da olduğu gibi beklenmedik biçimde kırarak yapması. Hiçbir öykü akışın getirebileceği sonu taşımıyor, hatta tersine yadsıyor. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum açıkçası. Öykünün özünde yatan, haklılığı bile yeterince tartışılmayan, yazarın çok uzak durmaya kendini zorladığı, bir seçim, duruş sergilemekten kaçındığı, dolayısıyla anlatının gözlem, yansıtma düzeyinden ve ilgisizce tanıklık ettiği yönünde güçlü izlenimler yarattığı, en geniş anlamda şiddet olgusu; uygulayan ve uygulananlarca bile oranlı, olayın büyüklüğüyle neredeyse bağlantısız sonuçlar doğuruyor ya da doğurmuyor. Öykü beklenmedik biçimde, şiddetin çözümlemesi ve sonuçları belirlenmeden, imlenmeden sonlanıyor. Anlıyoruz ki Pėter Nádas uygulamayla, somut şiddetin ortaya çıkarılmasıyla ilgili değil ya da aslında öyle ilgili ki yorumla şiddetin yarattığı dehşeti küçültmek, önemsizleştirmek, ussallaştırmak (rasyonalizasyon) istemiyor. Sanırım bu ikincisi doğru. Ama Kafka için, Haneke için de bu böyleydi. Bu şiddet orada, öyle vardı, gerçekleşti, yine olacak ve onu bir zamana, yere bağlama çabasında aktörel (etik) bir sorun var. Yazar böyle yaklaşsa bile bunu açıktan dile getiriyor değil. Bizim varsayımımızdır bu. Öte yandan bu şiddet bir an dille anlatım olarak dışa vuruyor görünse de içinde yer aldığı toplumsal bütünün, ilişkilerin akışı genelde bildiği gibi sürüyor. Yani şiddet örneği, olgusu öykünün akışını biçimlendirmiyor ya da yönetmiyor. Bu tokat ya da karısının ölümü için yeterince yas tutmadığı için oğluna kötü davranan baba kısa sürede yasının üzerinden atlayıp oğluna ikinci anne getirebiliyor. Peki geleneksel kurgu beklentisi bizi, oğulun sarsımlı (travmatik) tepkisine hazırlayacakken, hayır burada böyle olmaz. Yazar, tanıklık ettiği tüm bu baba oğul çelişkilerinin oğulda yaratabileceği sonuçları da göstermez. Gördünüz işte, böyle bir şey oldu, benden bu kadar, gerisini siz düşünün, tabii varsa bir arkası olayın, der gibidir.

Yabancılaşma mı? Daha derin, daha kökten bir tasarım, ilginç biçimde bir din(sellik) aklaması. Hangi düzen olursa olsun hiçbir düzen bu derin, kökensel kötülüğün kaynağını kurutamayacaktır ve dünyada var oldukça yargıya…yargıca ulaşmak boşuna düş kurmaktır. Kafka da Tanrı ya da Yargıçla yüzleşemedi. Bunu istedi mi tartışılır. Bulsaydı yazması için neden kalmazdı. Aynı güçlü itki, içgüdü Pėter Nádas’ı da yazmaya zorlayan şey olmalı.


[1] Nádas, Pėter; Ölümle Baş Başa (A biblia: Kutsal kitap, 1962; A kertėsz:Bahçıvan,, 1964; A báardny:Kuzu,, 1966; Sájdt holdi:Ölümle Baş Başa, 2002, Öykü seçki),Çev. Gün Benderli, Can Yayınları, İkinci basım, Ocak 2024, İstanbul, 194 s.