Zeki Z. Kırmızı
Zeki Z. Kırmızı
Cusk, Rachel; Çerçeve (Outline, 2015, Roman),
Çev. Lale Akalın,
Yapı Kredi Yayınları, İkinci Basım, Mart 2018, İstanbul, 149 s.
1967 doğumlu Rachel Cusk’ı ilk kez okuyorum. Çerçeve Kanada doğumlu İngiliz yazarın üçlemesinin ilk kitabı. Diğerleri Transit, 2016 (Geçiş, 2018), Kudos, 2018 (Övgü, 2019). Görüldüğü üzere diğer ikisi de Türkçede var ve şimdilik Cusk’ın başka Türkçe kitabı yok. Hemen belirteyim ki Lale Akalın gibi bir çevirmen yazarın Türkçede şansı olmuş. Yapmak istediği şeyi iyi kavradığı gibi eşsiz bir Türkçeyle de dilimizde karşılamış…
Thomas Bernhard’ı anımsatan biçimde kişilerini anlatıcı olarak kullanan, anlatıcıyı söze çok az karışan ama gerektiğince karışan, açık sözlü dinleyici yazar olarak öteki kişilerin konuşmalarının yansıtıcısı konumunda tutan bir aktarım uygulaması seçmiş Cusk. Ama kişilerden hiçbirinin sözü bir söyleşim (diyalog) öğesi ya da parçası olarak kendinde yer almıyor metin içinde. (Bernhard’da da öyle.) Tümünün konuşmasını yazar anlatıcı dolayımlıyor. İlginç olan yansız (nötr) bir yansıtıcı olmayı, hatta kendisine karşı yönelmiş söz ya da girişim karşısında bile yansız kalmayı beceren fırtınasız, dalgası bir kapsar dil (savunma) alanı yaratmış olması yazarın. Olay örgüsü ve olay takıntılarını baskıladığı açık. Anlatı üzerine düşünmüş ve bir öneride bulunuyor. Aslında yaşamak söz almak vermek, aktarmaktır. Eylem özünde söz aktarımıdır. Söze dönüşmemiş soyut ya da somut hiçbir varlık varlık ve geçerlilik konumu (statü) kazanamıyor gerçekte. İnsan deneyimi sözleme, söze dönüştürme, sözü sözle yankılama, sözü kaldığı yerden sürdürme deneyimidir.
Böylece dehşetin dalgalı ve sarsıcı diliyle anlatılabilecek olaylar tüm çarpma (şok) etkilerinden (efekt) kurtularak gerçek oranları ile ‘çerçeve’lenmiş, kavrayışa çıkarılabilmiştir. Belki yatışgın, dingin, çerçeve içindekini atlamayacak bir algılama biçimine (form) gereksinmemiz var. Sanat algıyı ve düşüncesiz atağı yatıştırabilir, dünyayı anlatmaya, dinlemeye hazır ve uygun bir düzlemde yansıtabilir. Buna gerçekten gereksinmemiz olduğu açık. Elbette Cusk anlatma uygulayımını (teknik) insanların (okur) gerilimini çözmek, onları yatıştırmak için seçmiş, yaratmış değil. Ama devingenlik (hareketlilik) katsayısı aşırı yükselmiş dünyada, insan insana kesişimlerin sonsuz ve ölçüsüz kaynaşmasında sanatın yeni bir işlevi de söz konusu olabilir. Gürültüyü (parazit) azaltmak, soğukkanlı, anlakçıl (zekice) bir duruşla buluşmaları, söyleşimleri kesiştirmek, ortak paydayı imlemek. Dili yükseltmek ve öncelemek. Belki sorunlarımız çözülmeyecek ama sorundaki kendi payımızı görmemizin önü açılmış olacaktır.
Anımsatayım. Tüm diğer konuşmacı kişilerin kişisel söylemi yazar anlatıcının üçyüzlüsünden (prizma) süzülerek ak ışığa dönüşüyor, ortak paydada buluşuyor. Tekdüzeliği önleyen ise dingin ve düzeltilmiş, süzülmüş dilin arkasındaki dünya, insan durumu. Çok başka yerlerden çok başka ve bildik sorun üçyüzlüden geçiyor. Yani biz okurlar da önümüzde bir çerçeve, üçyüzlü ile baş başayız.
(2021)
***
Cusk, Rachel; Geçiş (Transit, 2016, Roman),
Çev. Lale Akalın,
Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2018, İstanbul, 154 s.
Rachel Cusk’ın üçlemesinin ikinci kitabı, Geçiş, ilki denli sarıcı. Sarsıcı demiyor, bunu da özellikle belirtme gereği duyuyorum. Sarıcı… Neden sorusu ise gerçekten kışkırtıcı olacaktır. Neden Cusk’ın, kişinin gizli dünyasına (mahrem) okuru tanık kılan, gizli gözetçi (röntgenci) duygusu yaşatan yazın tutumu böylesine sarıcı, sürükleyici? Öteki kitaplarında da bu yazı tutumunu sürdürdü mü bilemiyorum. Türkçeye çevrilince göreceğiz.
Bizden Muzaffer Buyrukçu’yu (özellikle Günlüklerini), dışarıdan örneğin Thomas Bernhard’ı (Avusturya), Javier Marias’ı (İspanya) çağrıştıran bu yaklaşım, okurla geleneğin çok dışında bir ilişki kuruyor. Anlatılan her şeye (kişiler, durumlar, nesneler, vb.) egemen, tümünü ortaklayan, kuşatan, saran ve üstteki anlatıcıyla (yazar) düzlenmiş (rendelenmiş) bir dil,daha çok anlatma siyaseti... Kişiden kişiye çatışkılı (dramatik) ve abartıya yatkın olay eksenli kurguya ön almak… Cusk’ın diğerlerinden bir ayrımı var ama ve bu özelliği söz konusu eşitleyici dil tutumunda onu apayrı bir yere taşıyor. Anlatıcı-yazar üzerinden süzülerek ve yansıtılarak önümüze getirilen şeyler konusunda Cusk uyguladığı prizmatik işleme karşın dünyayı hiç de biçimlendirmiyor, bir başka dünya asla önermiyor, anlatılan şeyler (eşitler) arasında birinci olmayı kesinlikle yadsıyor ve kendi roman içi varlığı ve katılımını da yine kişisel dili üzerinden aktardığı ötekiler arasında iyice baskılayarak silmeye çalışıyor. Yani yazar dünyaya tanıklık eden herhangi biri… Dünyayı kendi dilinden olabildiğince aslına uygun yansıtma konusunda aşırı özenli, titiz. En ufak bir yanlış anlama ve aktarıma karşı tetikte… Neredeyse eşanlı (simultane) bir aktarım yaptığı duygusunu ödünsüz veriyor. Dünyaya karışmıyor, onu biçimlendirmeye kalkışmıyor. Romanın içinde bir ayna gibi duruyor. Sadık bir ayna. Kendi de aynaya bakanlardan biri. Dünya konuşuyor, yazar dünyanın aynada yansıyan ve okura aktarılan konuşmasına zorunlu olmadıkça karışmıyor, uzak, aralıklı konumunu koruyor, hatta anlatanlar anlatana (yazar) musallat olduklarında bile. Karışması da söyleşiye bir soruyla katılmak ve olabildiğince duygudan arınık bir dil kullanmak biçiminde… Tutumun etkileyici olduğunu, doğal yansıtmaya ya da doğallık yanılsamasına karşı Brechtci bir seçenek yarattığını, aslında doğal ve gerçekçi sandığımız geleneksel yansıtma yordamının da yanıltıcı olabileceğini düşünmek zorunda kaldığımızı belirtmemiz, Cusk’ın hakkını Cusk’a teslim etmemiz gerekir.
Bu yorucu, titiz, tutarlı, sıkı, duru (berrak), ikirciksiz, açık sözlü, yalansız, yüzleşmeli bir dil düzeyini gerektiriyor. Yani okur açısından zorlu bir yazın dilini… Yazar üstesinden gelmiş ki yazıyor. Okur içinse, yazar beni ele mi geçirmeye kalkıyor, türünden bir kaygı nedeni. Oysa tersini düşünmek daha doğru. Böylece Berhard’ların, Marias’ların yaptığına benzer biçimde, anlatmanın (yazın) doğasını anımsatması açısından hepimizi dürüst olmaya bir kez daha çağırmış oluyor.
Yöntemin merak duygusunu kışkırtan, tinçözümsel yanı üzerinde yorum yapmamak bence daha doğru. Yazarın derdi bu değil. Yazar, yazarı aktarıcı konumundan göstererek hem yaptığı işi görmemizi, bilince çıkarmamızı sağlıyor hem de Thomas Bernhard ve Javier Marias incelemelerimde anlatmaya çalıştığım üzere ‘aktarma’nın görüngübilimini (fenomenoloji) yapmış oluyor.
Çok zevk aldığım bir okuma oldu Rachel Cusk kitapları. Üçlemenin üçüncüsü, Övgü elimde…
(2021)
***
Cusk, Rachel; Övgü (Kudos, 2018, Roman),
Çev. Lale Akalın,
Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2019, İstanbul, 142 s.
Rachel Cusk’ın (1967, Kanada-İngiltere) zorunsuz üçlemesinin üçüncü kitabı Övgü de bitti. Türkçede zaten üç kitabı var (yanılmıyorsam).
Doğrusu birkaç dünya ve Türk yazarıyla genelleştirdiğim bir tekniği, kapsayıcı ve eşitlikçi bir anlatım düzeyi ya da düzlemi oluşturma, tüm roman içi öteki anlatılar da içinde anlatılanı bir elekten (gözden) geçirme ama asıl bundan sonrası… Asla anlatılmasına aracılık ettiği öteki anlatıları yorumlamama, neredeyse birebir, kendi zararına bile olsa soğukkanlılığını koruyarak sonsuz bir dürüstlükle yansıtma, yarar gözetmez bir bilim insanı nesnelliğini ya da bunun gerektirdiği tutumu ısrarla sürdürme ve tek anlatıcı yansıtmasından akan bunca öteki anlatıları bir düğüme (final) taşımama, bu yönde yazar baskısını gerçekten sıfırlama, yani yetkesizleştirilmiş (otorite) yazarca anlatının anlatısının anlatısının… röntgenini alma, MR’ını çıkarma... Thomas Bernhard’ın yaptığını tersinden yapma (artıysa eksi, eksiyse artı). Bernhard yetkeden vazgeçmiyor, vazgeçmesinin kendi sonu olacağının ayrımında, sürekli uyarı durumunda (alarm). Çünkü ona hiç kimse bağışlamadı yaşamı ve yazıyı. Anılarını okuyan bilir. Dünyaya karşın, direnerek tırnaklarıyla ele geçirdi yaşamı ve yapıtını. Ama Cusk’ın yaptığına bu örneğin tersinden değer yükleyememek bir kusur belirtisi hiç değil. Bu sonuç çıkarılmamalı. O dizgeli (sistemli), sıkıdüzenli (disiplin) bir özdenetimle duruluk, eşitleşme düşüne (idea) sonuna değin bağlı kalarak bir tasar sunuyor. Bernhard içinse böyle bir düş olanaksızdı. Ben Cusk’ın eşitleyici toplayıcılığından etkilendim ve başarıyla uyguladığı tekniği başka yazarlarda bulduğumda ayrıca seviniyorum. Uzaktan, Sus Barbatus!’ların (Faruk Duman, 2018-20) tekniği de bu. Yazdım.
(2021)
***
Cusk, Rachel; Diğer Ev (Second Place2021, 2015, Roman),
Çev. Lale Akalın,
Yapı Kredi Yayınları, Birinci basım, Basım, Ocak 2022, İstanbul, 131 s.
Rachel Cusk’ın üçlemesinin ardından (Çerçeve, 2015; Geçiş, 2016; Övgü, 2018) Türkçeye çevrilen romanı Diğer Ev’i okudum. Önceki kitaplar gibi Diğer Ev’i de başarıyla çeviren çevirmenimiz, Lale Akalın. Kendisini, böylesi zor bir anlatım dilini Türkçemizde karşılama becerisinden ötürü bir kez daha kutlamak gerek.
Kendini okura güçlükle veren, kolay teslim olmayan, düşünsel iç tartışmaları yoğun biçimde ilerleten ve tinsel bunalımla sanatsal yaratımı ilişkilendirmeye çabalayan, ben anlatımlı roman (Kadın yazar-anlatıcı, romanın dışında Jeffers adlı dostuna anlatır), titiz ve sabırlı bir okumayla, olağanın iki katı emekle ancak okurunu mutlu edebilecek bir roman. Daha romanın başlarında yılgınlığa kapılıp okumaktan vazgeçmek olası. Ama dayanmanın yazınsal tat için güvence veremesem de düşünsel tat açısından anlamlı bir getirisi olacaktır, bunu anlayabildim. Önce şunu belirtmeliyim. Bir arayışın, gelişimin romanı özünde. Kadın kişi (anlatıcı) yaşama yenik düştüğü bunalım döneminde Londra’da gezdiği bir resim sergisinde izlediği ressam L.; resimleri, özellikle insan yüzü (portre) çalışmalarıyla ona cesaret ve umut verince yeni bir yaşam gücünü kendinde bulabildi. Dünyayla ve insanlarla bağları iyice gevşeyen kadın boşluk duygusu içinde büyüttüğü güvenlik arayışının sonunda karşısına çıkan sağlam, dürüst, yalın bir toprak, doğa insanı olan Tony’yle evlenir ve doğaya, ıssız bir bölgeye çekilir. İki ev yaparlar, biri kendileri için öteki (diğer ev) dış dünyadan çağıracakları konuklar için. Tony’yle güvenli yaşam en çok istediği şeyken kadının yine de boşlukta yürüyüşü, kendini olduğu yerde yurtsuz görme duygusu sürmektedir ve belki tüm gövdesi ve tiniyle onu var kılacak, kendisi kılacak bir bakışın içine girme arayışı sürmektedir. Yani o resimlerin ressamı L.’ ye gereksinimi… Resimleri yapan insanın bakışı, ilgisi son eksik parçayı tümleyecek gibi düşünür hep. Hatta bu düşünce onda takınaklaşır neredeyse. “L.’nin büyüklüğünün, kısmen, gördüğü şeyler konusunda haklı olma becerisinde yattığını söylemeye gerek bile yok, Jeffers. Beni kahreden, onun bu haklılığının yaşayanlar düzleminde bu kadar uyumsuz ve zalimce olmasıydı. Bir başka deyişle, L.’nin yaptığı bir resme bakmayı o kadar özgürleştirici ve ödüllendirici yapan şey, insan bunu kanlı canlı yaşarken keskin bir şekilde rahatsız edici hale geliyordu. Bu, hiçbir mazeret bulunamaz, açıklama yapılamaz, hisler gizlenemez duygusuydu: İnsanı, hayatın bir öyküsü olmadığı, belirli bir anın anlamının ötesinde kişisel bir anlamı olmadığı şeklinde korkunç bir kuşkuyla dolduruyordu.” (87) Tony gibi sapasağlam birince, (öz)güvenle sevilmek bile yetmez. Kadının resmin dışında algılanmayı bekliyor olması entelektüel bir tartışmayla harmanlanarak, bu nedenle de tutmazlıklar, çelişkiler, gülünç ama ciddi sonuçlar yaratarak verilir ve Cusk’ın kendine karşı son derece dürüst, titiz, ayrıntıcı anlatıcısının dili, anlatının uzanabileceği son noktayı asla esirgemez. Bunun sonucu ise yazar açısından geliştirilmiş, varsıl bir dil işçiliğidir.
L.’yi diğer eve çağırırlar, yanında genç bir kadınla çıkagelir. Aslında olan şey şudur. Kadın, tam da bu L.’nin kendi yüz resmini (portre) yapmasını ister, umar, bekler. Böylece eksik olan parçası görünür olacak, kendini yakalayabilecektir. L. ise nedensizce bu beklentiye direnir, olmadık insanları resimler ama kadının resmini yapmaya yanaşmaz. Ama tümceden tümceye bir şey gerçekleşir, aslında kadın ressam L.’nin resmini yapar. Tüm roman bir yüz (portre) çalışmasıdır sözcüklerle yürütülen. Daha ilginci, kadın anlatıcı sözcüklerle L.’ yi resimlerken, bir bakıma kendi resmini de yapar ve yaşadığı şey bir tür özarınımdır (katharsis). Ama yazar Rachel Cusk ne kendini ne okurunu yanıltır. Biten bir şey yoktur (kurtuluş ya da ölüm), hiçbir şey değişmemiştir. L.’nin delici bakışı karanlığın içinden, baktığı şeyi yerinden eden sorgulamasını sürdürür. O zaman Diğer Ev, insan için yetmeyen, tedirgin edici şeyin belirsiz huzursuzluğunun düşünsel bir sorgulamasına, incelikle işlenmiş bir anlatısına dönüşür. Roman özel okura özel bir çağrı çıkarır. Sanat uğraşı aslında ne yapar? Varoluş tedirginliğimizi doldurmaya, dünyayı yüksüz (nötr) kılmak için yeter, buna aracılık eder mi? “Bir başka deyişle, sanatın amacı, yaşayan bir varlık olarak sanatçıya kadar uzanır mı? Gerçi yaşamöykülerinden yola çıkan açıklamalarda, yaratılmış bir eserin anlamını onu yaratanın karakterinde ve hayatında aramak bir tür zayıf karakterlilikmiş gibi bir miktar utanç vardır ama ben uzandığını düşünüyorum. Yine de belki bu utanç sadece, bizzat sanatçının kendisinin de çoğu zaman suç ortağı olmayı arzuladığı daha genel bir kültürel inkâr ya da baskılamanın kanıtıdır.” (77) Bana göre Cusk’ın yanıtı derin ve ürpertici bir Hayır’dır. Sapma savuşturulduktan sonra tren (yaşam) kendi rayında akmayı sürdürecek ve her şey olması gerektiği gibi sürecek mi? Yine, Hayır! dediğini duyuyoruz yazarın. Dosdoğru, cennete götüren bir yol yok insan için.
(2023)