Zeki Z. Kırmızı / 2023

Richard Ford

Ford, Richard; Vahşi Hayat (Wildlife, 1990, Roman),

Çev. İpek Şoran,Jaguar Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2022, İstanbul, 165 s.


1944 doğumlu ABD’li yazar Richard Ford’un 2018’de sinemaya da uyarlanan Vahşi Hayat adlı romanınıoldukça başarılı bir çeviriden okudum. Yazarın Bağımsızlık Günü (Independence Day, 1996) adlı romanı da Türkçemizde var. Dilimizde başka kitabı var mı bilmiyorum. Bu romanla Pulitzer Ödülü aldı.

On altı yaşındaki tek çocuk Joe Brinson’un yansız, nesnel, azıcık ıraksanmış, oldukça duru bakış açısından, yaşananlara çok da eylemli biçimde karışmayan, sarsıntı geçiren ailesinin (anne-baba) yaşamına tanıklığını en küçükçü (minimalist) ve ağdasız bir dille anlatan roman, ABD yazınının kendine özgü, az konuşan ikinci geleneğini (vahşi batı) günümüze taşıyan örneklerden biri. Önemi, bir kez daha büyük Amerikan söyleninin (mit) dip tartışmasına el atıyor oluşu, daha önceki sayısız örnekte olduğu gibi. Özgün olup olmadığını kavramak için bu ikinci gelenek çizgisini özümsemiş olmak gerekiyor. Bu nedenle konuya ilişkin kesin bir yargı vermek güç. Amerikalı 60 sonrası yazarlar da savaş ertesi en az iki kırılma deneyiminden sonra kendilerini tüm gelenek ve söylencelerin dışına epeyce savrulmuş buldular sanırım. Yerini yitirmemenin çağdaş Amerikalı yazar için daha zor olduğu açık. O görkemli olduğunca kof söylencenin titizce ayıklanması, geriye kalanın da yeniden ayıklanması gerekiyor. Bu söylence, içinde doğrulara varıncaya dek, tümüyle ayıklanmadıkça Amerikalı yazarın sesi hep yanlış, sahte tınlayacak. Yani kendi yerel gündeminin ayrıntılarına gömülecek ya da sessizliğin, en az sözcükle belirmenin (yalnızca belirme, bir şey anlatma değil) yolunu bulacak. Bu an(at)omik yürek vuruşudur özünde. Çağdaşımız ABD yazını ve bağımsız tek tük sinema örnekleri işte bu yürek atışının en doğal biçimini yakalayarak arkasındaki tüm devasa öyküye gönderimde bulunmanın tansıksı (mucizevi) yolunu buluyorlar bir biçimde. Uzak, öteki coğrafyaların okurlarının önemlice bir bölümünde yankılanmaları beklenmez pek. Gerçekten ayıklama çabasından ötürü yerel mi yerel ama öte yandan sözsüz, sessiz sese yönelişiyle evrensel bir gerilim dili, düzgüsünün çözülmesi (deşifre) gerekiyor. ABD’li yazar bunu bir uygulayım çözümü olarak üretmiş değil, kaçınılmaz sürecin sonunda geldiği yer bu. Bunca arık bir gövdeyle bunca kirli bir gövdeyi bir arada taşımanın olanaksızlığı belki sonunda saltık susmayı getirecek ki yeni sunum, gösterim biçimleri şimdiden yeterli ipucu taşıyor.

Dildeki yalınlaşma bilincini hayranlıkla izlediğim Ford romanı yukarıdaki çelişkinin hem kurbanı hem gerçekten başarılı bir örneği. Çelişki daha da büyümüştür. Saflık, çocuksuluk (naiflik) inanılmaz, grotesk bir imgeye dönüşmek üzeredir. On altı yaşındaki çocuk yaygın yazın kişileştirmelerinin gerisinde, dışındadır. Yedi-sekiz yaşında bir çocuk gibi algılar ve ona da öyle davranılır. Öylesine ki okurun içini acıtır. Hüzün gelmez ya da doğmaz. Böyledir yaşam. Anne baba ya da yetişkinler yasal çocuk yaşına kendilerine karşın yaklaşırlar. Çocuk da bu bakışı üstlenir. İçeriden yükselen duygunun değil dışarıdan gelen ve üstlenilmiş rolün gerektirdiği gibi davranılır. Ama bu doğallaş(tırıl)mış, kendi kılınmıştır. Hemen ekleyelim ki on altı yaşındaymış gibi davranmayan Joe aslında bir düşünme sorunu yaşamadığı, özürlü biri olmadığı gibi yazarın da tam böylesi bir bakışa gereksinimi vardır öyküsünü etkili kılabilmek uğruna. Ancak etkisiz, dışarıda neredeyse eylemsiz kalarak kendince yeterli kısaltılmış bir dille yetinen, soruna dönüşen karmaşık ilişkileri en yalın yanından kavrayarak hem kendisine hem de anne babasına yardımcı olmak isteyen açının oluşturduğu resim altlığı ve tonu, öndeki gündelik, sıradan insan davranışlarını belirgin ve görünür kılmaya ayrıca katkıda bulunuyor. Söylence hemen hemen yıkılmıştır, Arada anneyi baştan çıkaran varsıl Warren Miller’ın ayağındaki kovboy çizmelerine değin indirgenmiştir. Anne de bu söylencenin dalga boyuna bırakır kendisini ama kurtuluş gelmeyecektir. Kimseye… Elbette aile yine bir araya gelecektir ama on altı yaşın gözünde yıkılan şey asla bir daha onarılamayacaktır ve daha önemlisi, “Bu bir pipo değildir.” (Rene Magritte, 1928-9), yani trajedi ya da dram, her ne derseniz...değildir. Söylence ne denli uğraşılsa da sürdürülemiyor ve Oidipus aralıktan boşluğa yuvarlanıyor. (Bkz. M. Bilgin Saydam, Psiko-mitoloji çalışmaları.)

Bir alıntı:

“‘Bunlar sonsuza dek önemini korumayacak, Jo,’ dedi babam. ‘Çoğunu unutacaksın. Ben unutmayacağım, ama sen unutacaksın. Şu an benden nefret etseydin seni suçlayamazdım bile.’

Etmiyorum,’ dedim. Ve etmiyordum da. Hem de hiç. O an onu net bir şekilde anlayamıyordum, ama o benim babamdı. Bu hususta hiçbir şey değişmemişti. Olup bitenlere rağmen onu seviyordum.

Bir şeyleri nasıl yoluna koyman gerektiğini değil de o şeylerin bir zamanlar oldukları haline kaptırabilirsin kendini,’ dedi babam. 'Yapma bunu.’ Kaskatı adımlarla arabamıza doğru yürümeye başladı. Park ettiğimiz yerde, Warren Miller’ın evinin sokağında duruyordu araba. ‘Benden sana güzel bir tavsiye,’ dedi. Derin bir nefes alıp verdiğini işittim. Uzaklarda başka bir sokakta çalmaya başlayan bir siren sesi duydum. Artık kar yağmayan bahçeden geçip babamın peşinden gittim. O an beni bile düşünmediğini, dahil olmadığım başka bir sorunu düşündüğünü biliyordum. Ne var ki buradan sonra nereye gideceğimizi, geceyi nerede geçireceğimi, yarın ve ondan sonraki gün başıma ne geleceğini merak ediyordum. O zaman için bizzat ben de sonsuzlukta yaşadığıma, nihai yanıtlarımın olmadığına ve benden hiçbir yanıt istenmediğine inanıyor olmalıydım. Ve aslında, o soğuk ekim gecesinde, daha Warren Miller’ın evinden uzaklaşırken, az evvel olup bitenlerin hepsi, tıpkı babamın söylediği gibi zihnimden silinmeye başlamıştı bile. Sakindim ve bütün bu olanlardan sonra işlerin o kadar da kötü sonlanmayacağına inanıyordum. En azından benim için muhtemelen kötü sonlanmayacaklarını düşünüyordum.” (16-1)


(2023)